İdeolojik Mücadelede Yeni bir Döneme Girerken… ‘Haziran’dan Sonra Sanat Üzerine İyimser Düşünceler*

Bir sınıfın kendi çıkarlarını toplumun bütününün çıkarları olarak sunabilmek amacıyla geliştirdiği her türlü araç, eylem, düşünce; kullandığı tarihsel ve güncel kurumlar ideoloji alanına giriyor. Doğrudan karar alma süreçlerini siyasetle, ideolojiyi ise bu kararların ve kararların arkasında yatan sınıfsal çıkarların meşrulaştırılması, toplumun sınıfsal çıkara göre belirlenmiş kararlara razı edilmesi süreçleriyle bağdaştırmak daha doğru.

Bu yazıda, sanatın işlevi, ontolojisi, öz ve biçim ilişkileri, çeşitli akımlar, gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik gibi konulara yoğunlaşmayacağımızı peşinen bildirmek isterim. Yukarıdaki çok kaba tanımlama çerçevesinde, sınıflar mücadelesinde daha çok ideoloji alanında kendine yer bulan kültürel sanatsal pratiklerle ilgileneceğiz. Kültür ve sanat alanını, ideolojik mücadelemizin bugün daha çok belirginleşen ihtiyaçları bağlamında ele alacağız. Tarihsel ve genel geçer olgulardan ziyade dün ile bugün arasındaki farklar, gelecek için olasılıklar ve hareketimiz için olanaklar tartışmaya açılacak. Uzun yıllar boyunca kötümser bir tonda konuştuğumuz sanat için artık iyimser konuşacağız. Bir dönemin kapandığını ve yeni bir dönemin açılmakta olduğunu iddia edeceğiz.

Neden iyimserlik?

Aslında “neden kötümserdik?” sorusuyla başlamak gerekir. Bu soruya birçok yanıt vermek mümkün… Soğuk Savaş ile birlikte, ABD’nin kültürel iklimini belirlemek konusunda çok kararlı olduğu kıta Avrupası başta olmak üzere bir dizi bölgeye uyguladığı ideolojik şiddet (elbette tersten, bizim tarafın büyük ciddiyetsizliği ve bıraktığı boşluklar) sanat alanında tahribat yarattı. Fransa, Almanya, İtalya gibi önemli merkezler; sanat, sanatın temel kavramları, temalar ve sanat ile politika ilişkisi gibi konularda çok geri bir çerçeveye mahkum edildi. Fransa’yı veya Almanya’yı etkileyenin, (belki birkaç on yıl sonra ama) Türkiye’ye yansımaması düşünülemezdi. Birey odaklılık, toplumdan ve toplumsal olandan umudunu kesme, Soğuk Savaş ürünü olarak hürriyet kavramına yüklenen gerici anlamlar, bütünselliğin parçalanması, parçacılık ve kendi kültürel köklerine yabancılık, kimlikçilik, çokkültürlülük, sınıf eksenini dağıtmaya dönük “öteki” kavramının kutsanması, sığlaşma vb. Batı kadar (belki daha da fazlası) Türkiye’yi de etkiledi. Bir de tüm bunları, 70’lerin sonlarıyla birlikte başlayan yeni liberal dalga, Türkiye’de 1980 askeri darbesi, 89-91 karşı devrimci süreci gibi toplumsal-siyasi-iktisadi ortamı belirleyen kesitlerle birlikte düşündüğümüzde tahribatın büyüklüğü net bir şekilde ortaya çıkar. 

Doğal olarak, örgüt-örgütlülük, sınıf, siyaset, mücadele gibi kavramlar bütün bu yaşananlarla birlikte sanatın ya ilgi alanına girmedi veya olumsuz birer kavram olarak girdi. Tersini zorlayan, siyaset, örgüt, mücadele gibi noktalarda ısrarcı olanlar ise başka bir sorun yaşadılar / yarattılar. Geniş havuz bu kavramları dışladığı için, -basit olarak, bu meseleler az sayıda insanın kafa yorduğu bir alan haline geldiği için- yaratıcı ve nitelikli ürün sayısı çok az kaldı. Zengin bir insan malzemesinden beslenemedik. İstisnalar elbette vardı ama kaide bozulmadı. 

Başka…

Yine yukarıda saydığım sorunlarla ilişkili olarak örneğin, okuma alışkanlıkları değişti. Görselliğin önemi arttı. Hız, bilgiye veya veriye çabuk erişilebilirlik içerikleri ve biçimleri etkiledi, değiştirdi. 

Televizyon denen bir olgu hayatımıza girdi. Evlerin başköşesine yerleşti. Bu tek taraflı görsel bombardıman kültürel ve toplumsal ilişki biçimlerini belirledi; boş zaman açısından etkileşim değil seyir, evin dışı değil içi önem kazandı.

Tüketim ideolojisi; başta müzik, resim, edebiyat olmak üzere tüm disiplinleri belirler hale geldi.

Dünya ölçeğinde gericilik, neo-liberalizmle ve partikülarizmle, çok kültürlülükle ve kimlikçilikle müthiş bir uyum yakaladı. Bunlardan, sığlaşma çıktı. Veya birinden çıkan sığlaşma diğerlerinin sitayişini aldı.

Vs. vs.

Peki, tekrar ara başlıktaki soruya dönersek, şimdi neden iyimseriz?

Önümüzdeki dönemde uluslararası sermayenin ihtiyaçlarının geçtiğimiz on yılların yönelimiyle aynı olmayacağını düşünmek için çok nedenimiz birikti. Birikmeye de devam ediyor. Ortadoğu meselesinde değişen dengeler, sermaye akışı açısından artık daha çok Kuzey ülkelerinin dillendirilir olması, Uzak Asya’da Batı’yı endişelendiren ekonomik büyüme ve gerilimler, ABD Merkez Bankası tarafından 2014 için açıklanan yenide hedefler yeni yönelimin işaretlerini veriyor. Türkiye’nin ideolojik haritasını şekillendiren ve son on yılında da kendi siyasi temsilcisini “şiir gibi” yaratan süreç değişiyor. Önümüzdeki yılları, özellikle de bölgemiz için bir tür kararlılık yılları olarak değil de kaotik yıllar olarak görmek daha akla yatkın görünüyor. Ve biliyoruz ki, sermayenin değişen ihtiyaçlarına uygun yeni bir siyasi dengenin yaratılması, yeni siyasi aktörlerin oluşumu bir zaman gerektiriyor. Kararsız, belirsizliğin hakim olduğu bir dönemin içine giriyoruz. Türkiye için konuşacak olursak, çabuk parlayan İkinci Cumhuriyet’in üzerindeki yaldızın kazınmaya başladığı bir dönem…

Tarihinin en büyük ayaklanmasını yaşamış, yönetme krizinin baş gösterdiği, iktidarın meşruiyet kaybettiği, ideoloji alanındaki kimi ezberlerin dağıldığı bir ülkeden bahsediyoruz.

Konumuza, yani sanat alanına ve iyimserliğimize dönersek… İşte öncelikle, Türkiye ve bölgemiz için bu kararsızlık ve karmaşa iklimidir bizim için iyimserliğin kaynağı. Siyasi ve iktisadi kararsızlık, bölgesel toplumsal dinamiklerin önünün açılmış olması, Türkiye de dâhil olmak üzere dine çok uzun süredir verilmek istenen misyonun sorgulanması ideolojik alanda da elbette yansımasını bulacaktır.

Öte yandan, yine Türkiye için aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde değineceğimiz “özgürlük”, “aydınlanma”, “eşitlik”, “yurtseverlik” gibi kavramların yeniden tartışılmaya başlanması; bütün bu kavramların son dönemde bizleri savunmacı bir pozisyona iten kullanımlarının değişmesi; sanat-sanatçı ile halk arasındaki ilişkinin yeniden kurulması gerektiği; genç sanatçıların, sanatçı adaylarının proleterleşmesi süreci; “mücadele”, “örgütlenme”, “siyaset” gibi alanların yeniden değer kazanacak olması; biçim-öz tartışmalarının akabileceği sağlıklı bir zemine kavuşma ihtimali iyimserliğimizin başlıca gerekçeleri olarak sayılabilir.

Bu uzun sayılabilecek girişin ardından, önce Haziran Direnişi’ne kadar kültür-sanat alanında ne gibi gerilimler yaşanıyordu, bir hatırlayalım.

Gergin yıllar başlıyor

2010 yılının başlarında “demokratik açılım” için “sanatçı”ları dinledi başbakan. Onları da sürecin bir parçası haline getirmek istiyordu. Feryal Öney, Sırrı Süreyya Önder, Onur Akın, Arif Sağ ve Teoman; Nihat Doğan, Demet Akalın, Orhan Gencebay, Coşkun Sabah, Şafak Sezer ve Yılmaz Erdoğan’la kol kola girmiş Erdoğan’a destek oluyorlardı. Aynı dönemde TEKEL işçileri de direnişteydi.

O yılın 12 Eylül’ünde Anayasa referandumu yapıldı ve bu kez “Yetmez Ama Evet” sloganı, başbakanın masasındaki “sanatçı”lar için büyük bir çekim gücüne sahipti.

Sonra, hava biraz değişmeye başladı. 12 Eylül referandumundan yüzde 58’lik “Evet” oranıyla çıkan başbakan, öngörülerimizi haklı çıkardı. Yargıya ve yürütmeye dönük müdahale ile iktidarını yoğunlaştırma, otoriter yönetimin kapısını açma anlamlarına gelen süreç sanat alanında da etkisini hissettirmeye başladı.

“Ben böyle sanatın içine tüküreyim” diyen bir gelenekten geldiği bir süreliğine unutulmuş, unutturulmuş olan başbakan, heykeltıraş Mehmet Aksoy’un Kars’taki İnsanlık Anıtı için “ucube” ve yıkılması gerekir dedi. Ocak 2011…

2011’in sonlarına doğru Devlet ve Şehir Tiyatroları tartışmaları başladı. Kimi sanatçıların da sahiplendiği,Devlet Tiyatroları’nın kapatılması gerektiği tezi ve ödenekli kurumlara ilişkin sorunlar, sanat düşmanı bir hükümetin mezesi haline getirildi. 2012’nin başında bu tartışmalara cumhurbaşkanı danışmanı ve çeşitli yandaş köşe yazarları eklendi;“muhafazakar sanat”a ihtiyaç olduğu söylenmeye başladı. Ödenekli tiyatrolardaki oyunların içeriği hükümet kanalıyla tartışmaya açıldı.

Sadece “muhafazakar” güdülerle değil antikomünist histeri ve Ergenekon yargılamalarını anımsattığı gerekçesiyle,telif sorunu gibi çeşitli kılıflar uydurularak, Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Rosenbergler Ölmemeli” adlı oyun gösterimden kaldırıldı.

Yine bu dönemde, Şehir Tiyatroları’nda yeni bir yönetmelik devreye sokularak repertuar belirleme yetkisi belediye bürokratlarına verilmek istendi. Başbakan, “Hem parayı bizden alacaksın, hem yönetmeliğe gelince biz karışmayalım, yok ya!” dedi. Başta oyuncular olmak üzere sanatçılar ve sanatseverler, düzenlemeye kitlesel eylemlerle cevap verdiler.

Aynı dönemde, Fazıl Say’a bir sosyal medya paylaşımı nedeniyle dava açıldı. Say daha sonra bu dava nedeniyle ceza aldı.

Tablolara, heykellere, oyunlara, müzik gruplarına dönük gerici saldırılar arttı. Konserler iptal edildi, oyuncuların kostümlerinde ahlaka aykırılık olduğu söylendi.

Tiyatro sahneleri, sinema salonları birer birer kapatıldı.

Nisan 2013’te Emek Sineması’nın yıkımını engellemek üzere bir araya gelen ve aralarında Costa Gavras’ın da bulunduğu sanatçılara polis sert bir şekilde saldırdı.

Ve nihayet, Mayıs 2013’te Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları başta olmak üzere, devletin sanat kurumlarında çalışan sanat emekçilerinin sözleşmeli statüye geçirilmesi, ödeneklerin bir tür performans kriterine göre belirlenmesi gibi maddeler içeren bir yasa taslağı basına sızdırıldı. Eylemler yapıldı.

İşte, sanat cephesinde Haziran Direnişi’nin arka planında biriken gerilimler bunlardı. Ancak görünenin gerisine bakarsak başka şeyleri de fark ederiz.

Öncelikle uzun AKP iktidarı, hayatın her alanında olduğu gibi kültür-sanat alanında da güvencesizlik anlamına geldi. Güzel sanatlar öğrencileri, konservatuarlarda okuyanlar, genç sanatçılar ve ustalar için; kapanan sahneler veya salonlar, ödenekli kurumların tartışmaya açılması gibi gündemler ciddi bir gelecek kaygısı yaratmaya başladı. Süreci tam olarak anlatmasa da proleterleşme – proleterleşmeye direnme ekseninde görülebilecek bir dönem yaşamaktayız.

Sanata ve sanatçıya yönelik tehdidin bir diğer boyutu ise gericiliğin sanat ve sanatçı üzerinde sürekli bir Demokles kılıcı sallandırması, özgürlüğün gerek fiziki gerekse maddi araçlar kullanılarak baskı altına alındığının hissedilmesiydi. Önceleri ötekinin farkına varma söylemiyle sevimli görülen-gösterilmeye çalışılan muhafazakar toplumsal taban, sanat ve sanatçı için giderek boğucu bir hal almaya başladı.

Tepkilerde eksik olan

Sanat alanında kendini gösteren bu yeni sorun ve dinamiklere karşı Türkiye’nin aydın ve sanatçı birikimi birkaç açıdan hazırlıksızdı.

Birincisi, arkasına aldığı veya dayandığı kurumsal gücün (en önemli güç olarak da devlet) karakterinin değişmesi sanatçıya kendisini sahipsiz hissettirdi. Hem ideolojik açıdan hem de maddi kimi gerekçelerle, pekâlâ bağımsızlığın yolunu sağlıklı bir şekilde açabilecek bu sürece karşı direnmenin yolları arandı. Yine ideolojik ve yine maddi yollardı aranan. Yukarıda değindiğimiz AKP ile dirsek teması, muhafazakar toplumsal tabanla dans etme arayışları, ödenek ve destek kaygıları, bazı örneklerde korunacak bir alan olarak akademiyi görmek ve akademizm muhafazakarlığı hep bu arayışın çıktıları oldu.

Türkiye’deki akademik eğitimin yaratıcı, eleştirel ve özgürlükçü bir anlayışla şekillenmemiş olması bir diğer handikaptı. Türkiye’de genç sanatçılara özgürlüğü öğretecek kurumsal yapılar olamadı.

Yine yukarıda değindiğimiz neo-liberal dönem ve bütünlüklü siyasi-ideolojik bakışın örselenmesi; her sorunun birbirinden ayrı olarak ele alınmasına, ortak tepkiler geliştirilememesine neden oldu. Sahnelerin kapatılması ile set emekçilerinin sorunları, sansür benzeri uygulamalarla ödenekli kurumlardaki sanatçıların sorunları farklı kesimlerin tepkisini çekse de bu farklı kesimler birbirlerine ilgisiz kaldılar. Örgütlenme geleneğinin dağıtılması tepkilerin parçalılığını ve zayıflığını getirdi.

Yeni bir kültürel dil, yeni bir biçim

Haziran Ayaklanması’ndan önce bütün bu olan bitenin güçlü ve zayıf yanlarına bakıyor ve ne gibi olanaklar yaratılabileceğine ilişkin değerlendirmelerde bulunuyorduk.

Özellikle son dönemde bir yandan AKP’nin dayandığı toplumsal zemini ve halkın tepkisizliğini, diğer yandan faşizmi ve otoriterliği sorgulayan eser sayısındaki artış göze çarpıyordu. Biz ise şunu soruyorduk kendi kendimize: Neden döneme damgasını vuran eserler görmüyoruz? Yaşadığımız niteliksel bir sorun mu? Kitleleri etkileyen eserler neden ortaya çıkmıyor? Halk neden bu eserlerle ilişki kurmuyor? Bu eserlerin kullandığı kültürel dilin toplumsallaşma ihtimali / kaygısı var mı?

Bu soruların cevaplarını bu yazıyla detaylı bir şekilde verebilmek pek mümkün görünmüyor. Ancak, Haziran Direnişi’ni de hesaba katarak, sorular üzerine daha fazla kafa yormaya başlamamız gerekiyor.

Gezi Direnişi ile başlayan eylemlilikler belki de dünya tarihinin gördüğü en sanatsal mücadele pratiklerini ortaya koydu. Direnişe; gitar çalan, kitap okuyan, piyano çalan, (bir performans sanatı olarak) duran, oynayan, şarkı söyleyen, mizah yapan, yazı yazan insanlar damga vurdu. Bu insanların sanatsal veya edebi pratikleri tam olarak bir model sunmasa da, bu haliyle bırakıldığında sığlık ve yüzeysellik ihtimalleri varsa da, direnişin yarattığı ve sayesinde direnişin de yükseldiği sanat yeni bir kültürel dilin yaratılması için bir zemin sağladı.

Dil nedir, yeni dile ne zaman ihtiyaç duyulur? Bu soruya basitçe ve kabaca, “zemin ve şartlar değiştiği için” şeklinde bir yanıt verebiliriz. Yeni dilin yaratılması, anlatıcı ve dinleyici arasındaki etkileşimin yeniden kurulmasına duyulan ihtiyaçla gündeme gelir. Anlatıcının ve dinleyenin birbirleriyle kurdukları ilişkiyi güncellemeleri gerektiğini anladıkları bir dönemi geride bıraktık. Bir taraf için, “anlaşılmasak da olur” döneminden “anlaşılmalıyız” dönemine, diğer taraf için de “anlamasak da olur, zaten anlaşılmasın diye yapıyorlar” döneminden “anlamalıyız” dönemine geçildi.

Dil için söylediklerimizi, kültürel dile uyarlarsak…

Eski dilin kimi kodları üzerine düşünelim: Kendi toprağından kopukluk… Türkiyeli bir kavram setinin oluşturulamaması… “Halk” ile kurulan sorunlu ilişki… Yenilgi ve acı güzellemesi… Gerçekçilik, toplumcu gerçekçilik, avangart sanat gibi kavramlar etrafında şablonculuğa varan tartışma ve pratikler…

Türkiye halkının ayağa kalkışı ve sanatın/sanatçının bu ayağa kalkışta edindiği konum, bu kodlar üzerine yeniden ve yeniden düşünmeyi gerektiriyor. “Neden ihtiyaç?” diye sormuştuk. Anlatıcı ile dinleyici arasındaki bağın yenilenmesine neden ihtiyaç var? Tek tek kişilerin direnişte sergilediği performansın ötesinde bu ayaklanma, sanatsal öncüllere yaslanmadıysa… Geçmişteki kimi örneklerin aksine halk, aydın ve sanatçıyı ileri çektiyse… Sanat halkın ayağa kalkışına yetişmeye çalıştıysa… Hareketin devamında Türkiye toprağının sanatsal yaratıcılık açısından ne denli bereketli olduğunu gördüysek… Hareket yerel motiflere, mizaha, eğlence kavramına yeni anlamlar yüklemeyi başardıysa… Her yerin ve her anın sanat pratiği için değerlendirilebileceği anlaşıldıysa… Dinleyen, öğrenmek isteyen, anlamaya çalışan, derdini anlatmak, cevap vermek, cevap bulmak isteyen bir toplumsal hareketlilik ortaya çıktıysa… Yeni bir kültürel dil için gerekli bütün şartlar olgunlaşmış demektir.

Ancak bütün bu saydıklarımızla ilişkili olarak bir etmenin daha varlığına inanıyorum. Geçtiğimiz on yıllar, Türkiye’nin ilerici toplumsal kesimleri açısından geriye çekilmenin, acının ve yenilgilerin dönemi oldu. Bu ruh, kültürel sanatsal üretimlere de doğal olarak yansıdı. Hem toplumsal yarar ilkesi nedeniyle, hem de yansıtıcı işlevi nedeniyle sanat bu geri çekilişin ürünlerini ortaya koydu. Haziran 2013’te ayağa kalkan ve bundan sonra da oturacağa pek benzemeyen dinamizm şimdi sanattan yeni bir dil ve biçim bekliyor. Dinamiği yansıtan, dinamiğe yaslanan, dinamiği ileri çekecek yeni bir dil ve yeni bir biçim.

Yeniye olan ihtiyacı kültürel dil ve biçime indirgemeyeceğiz elbette. İdeolojiler alanına ilişkin konuşacağımızı yazının en başında belirtmiştik. Yine oradan devam edelim.

“Özgürlük”ü kim kazanacak?

“Özgürlük”, “aydınlanma”, “eşitlik”, “emek”, “yurtseverlik” gibi kavramlar üzerinden ideolojik mücadelede de yeni bir evreye giriyoruz. Gelin, bu mücadelenin unsurlarını bir kere daha hatırlayalım.

Sınıfsal karakter açısından Haziran Direnişi’nde öğrencilerin yanı sıra Türkiye işçi sınıfının an itibariyle en dinamik unsurları olan ama çoğu örgütsüz büro-ofis çalışanları; bilişim, sigorta, bankacılık gibi sektörlerde çalışan emekçiler; öğretmenler, mühendisler, avukatlar, sağlıkçılar öne çıktılar. Kültür-sanat alanında da bunun karşılığı; güzel sanatlar öğrencileri, set emekçileri, genç sanatçılar ve sanatçı adayları vs. oldu. Bu sınıfsal bileşime bakıldığında işçi sınıfının orta sınıfla en yakın temas halinde olan, sınıfsal geçişkenliğe en açık kesiminden bahsediyoruz. Ve tam da bu nedenle, ideolojik mücadelenin en önemli çatışmalarının yaşandığı bir kesimden… Uzun yıllar sağ-sol liberalizmin tahakküm altına aldığı bir kesimden…

İşte ideolojilerin birincil savaş meydanı burası. Burada hangi motiflerin, hangi kavramların öne çıkacağı açısından özellikle “Haziran” çok önemli veriler sunuyor.

İdeolojik motifler açısından; Haziran Direnişi başka her şey bir yana “özgürlükçü” ve “aydınlanmacı”dır.

“Özgürlük” ile “aydınlanma” kavramlarının öne çıkması niye önemli?

Bize bir süredir “serbesti”, “bireycilik”, “kimlikçilik” gibi kavramları çağrıştıran “özgürlük” kavramı üzerindeki egemenlik savaşı eskilere dayanıyor. Daha önce de değinmiştik; Soğuk Savaş ile birlikte “hür düşünce”, “hür dünya”, “hür sendikalar” şeklinde kullanımını gördüğümüz “hürriyet” kavramı kültür emperyalizminin bir markası haline geldi. İkinci Enternasyonal solculuğu veya Frankfurt Okulu belirlenimli Batı entelijansiyası için, sosyalizm düşmanlığı ile harmanlanmış ve “eşitlik” fikrinden arındırılmış “özgürlükçülük” güzel bir oyuncaktı. Toplumsal bir iddiası olmayan, bireyselliğe indirgenmiş bir “özgürlük”… Sorumsuz bir “özgürlük”… Serbest piyasa ekonomisi için bulunmaz bir nimetti.

Kavramın bu şekilde kullanımı, Türkiye’ye “yerel renklerle” yansıdı. “Özgürlükçülük” adı altında, siyasal İslam’ın tezlerine destek verildi. Gerici örgütlenmeler örgütlenme özgürlüğü ve sivil toplum denerek desteklendi. “Özgürlükçü”ler, “askeri vesayeti ortadan kaldıran” iktidarı alkışladılar.

Bir dizi başka örnekle de detaylandırılabilecek bu anlayış şimdi meşruiyet krizi yaşıyor. Türkiye’de ve dünyada egemenlerin dinselleşmeyi ve otoriterliği iki önemli siyasal silah olarak kullanmaları, bireyin ve toplumsal yaşamın baskılanmasını beraberinde getirdi. “Mazlum”luğun yerini “mağrur”luğun alması, dinselleşmenin ve muhafazakarlaşmanın toplumun bir arada yaşayabilmesi için ciddi bir tehlike oluşturması, kadınların ve gençlerin ciddi bir tehdit altında olmaları, yoğun emek sömürüsü ile dinsel referansların kol kola ilerlemesi Haziran Direnişi’nde en uç halini gördüğümüz ciddi bir toplumsal tepki yarattı. “Özgürlük” kavramının “bireycilik”, “serbest piyasa ekonomisi” veya “kimlikçilikle” birlikte anılması; dinci siyasetin “özgürlük” söylemiyle kendi alanını genişletmesi şimdi eskisine göre çok daha zor. Bu meşruiyet krizinin bir çöküşe dönüşüp dönüşmeyeceğini bilemiyoruz, bildiğimiz bu kavram için verilen kavganın alevleneceği ve bizim tarafın artık savunmacı bir konumda olmadığıdır.

Bu bağlamda “özgürlükçülük” ile “aydınlanmacılığın” birlikte anılmaya başlanmasının bizim cephemizden ürkülecek bir yanı bulunmuyor. Aksine derinleştirilmesi ve zenginleştirilmesi gereken bir yakınlaşma bu… Bir yandan “aydınlanma”nın tarihsel köklerini içselleştirmiş diğer yandan da yeni ve yaşamsal ihtiyaçlara cevap üretebilecek bir güncellemeye gereksinim var. Derinleştirme ve zenginleştirme derken bunu kastediyoruz.

Bu çatışmaya eklenebilecek diğer ideolojik motifler neler olabilir? Sanatçılar, sanatçı adayları ve sanat emekçileri açısından süregelen gelecek kaygısı, örneğin sanatçılar için ödenekli kurumların iktidarın saldırısı karşısında bir alternatif olmaktan çıkması, sanatçıların kendi ayakları üzerinde durmak zorunda olmaları ve daha bir dizi gelişme, açığa çıkan hareketle birlikte değerlendirildiğinde; sanatın “emek” ve “halk” kavramlarıyla yakınlaşabileceği bir döneme girebileceğimiz anlaşılıyor. “Emek” ve “emekçi” artık nostaljik birer öge olmaktan çıkarak gerçek birer değer haline gelebilir.

Emekçi karakteri ağır basan sanat/sanatçı açısından artık emeğin sorunları da gündemdedir. “Halk güzellemesi” ile “halk düşmanlığı” arasında oluşan gerilim, halkın devreye girmesiyle daha sağlıklı bir zemine taşınabilir. Ve bu iki kavram üzerinde yeni bir “eşitlik”, yeni bir “yurtseverlik” yaratmak mümkün.

Örgütlenmede yeni olanaklar

Bunların olabilmesi, elbette biraz da politik ve sanatsal örgütlenmelerin nasıl bir işleve sahip olabilecekleri sorusuna sağlıklı cevaplar üretilebilmesi ile mümkün. Şu ana kadar iktidara karşı tepkilerin parçalı oluşunun ve çabuk sönümlenmelerinin, sanat alanındaki aktörlerin “örgütlenme”ye kuşkulu yaklaşmalarıyla bağı vardı. Bu kuşkunun “üretilmiş” ve gerçek nedenlerini bertaraf edebilmek, her iki örgütlenme düzleminde (politik ve sanatsal) de mümkün ve gerekli.

Ancak bunun için, örgütlenmede ana halkayı yakalamak gerekiyor.

Son 30 yılın referanslarıyla düşünmeyen, gelecek kaygısını yakıcı bir şekilde hisseden, yaratıcı ve üretken, hayatta kalmak için yaratıcı ve üretken olmak zorunda olan, hareketin en ön saflarında yer alan bir kuşak bulmak, böyle bir halka yakalamak bizce mümkün.

Sanat öğrencileri, genç sanatçılar, sanatçı adayları bu iki düzlemdeki örgütlenmenin ana taşıyıcı gücü olarak büyük bir dinamik sayılmalı. Hem yeni bir kültür dili inşa edebilmek, hem de üretkenlik ve yaratıcılık açısından, gelecek kaygısını en derinden hisseden genç sanatçıların örgütlenme biçimleri üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Bütün gücü ve emeğiyle kendi tiyatrosunu, atölyesini kurabilmek için uğraşan genç oyuncular, ressamlar, heykeltıraşlar; giderek gelişen dizi ve sinema sektöründe çalışan binlerce yaratıcı emekçi; müzik bölümlerinde okuyan ve millî eğitime bağlı eğitim kurumlarında ya da ödenekli sanat kurumlarında bir gelecek göremeyen müzisyenler; yayın kanallarının tekeller tarafından istilası nedeniyle üretimleri için alternatif mecralar yaratmaya çalışan genç edebiyatçılar…

Son yıllarda kültür-sanat alanında ortaya çıkan çeşitli örgütlenme denemeleri, iki açıdan sorunluydu. Birincisi bu denemeler, ana taşıyıcı güç olarak genç sanatçı-sanatçı adayı dinamiğini hiçbir zaman ilk sıraya yazmadı. Bu örgütlenmelerde taşıyıcı görev hep “usta”ların oldu. Toplumda muhalif kimliğiyle tanınan ve bir noktadan sonra bu kimliğin, söylenen sözün önemini örselediği isimler üzerine kurulan modellerin, bugün göreli bir değerleri olsa da geleceğe ne devredecekleri kuşkulu. Öte yandan sendikal örgütlenmenin taşıdığı “mesleki” kaygılar ile politik sanat çevresinin siyasi reflekslere yönelen eğilimleri iki ayrı uç olarak buluşma noktası bulamadılar. Bu açıdan, hem sanatçıların sanatsal pratiklerinde yaşadıkları sorunlara ilişkin bir dayanışma ağını kurabilmek hem de iktidarın kültür-sanat politikaları başta olmak üzere siyasi gündemlere ilişkin tavır geliştirebilmek bugün mümkün.

Halkın sanat kurumlarını yaratmak için…

Somutlaştıralım…

Yukarıda saydığımız kesimler çok ciddi bir nitel ve nicel gücü potansiyel olarak taşıyorlar. Bu kesimlerin şu ana kadar yarattığı hem kurumsal hem de ürün anlamında birikimi bir araya getirebilecek bir çatı örgütlenmesi inşa edilebilir. Ödenekli sanat kurumlarının tasfiyesine karşı direnişi hiç küçümsemeden, “halkın sanat kurumları / halk sahneleri / halk salonları vb.” yaratılabilir. Şu ana kadar binbir emekle kurulmuş sahneler, salonlar, atölyeler imece usulü bir dayanışma ağı etrafında bir araya getirilebilir. İktidarın kapatmaya yöneldiği sanat kurumlarına karşı ortak bir direniş örgütlenir, sahnesi kapatılan oyunculara sahip çıkılır, başta sanat politikaları olmak üzere siyasal süreçlere ilişkin ortak bir duruş sergilenir, dağıtım ağı bulamayan sinemacılara bir adres gösterilerek yeni bir dağıtım ağı kurulur, edebiyatçıların ürünlerinin baskı ve dağıtımı için seferber olunur.

İdeolojiler alanında mücadelenin zenginleşeceği, savunmacı reflekslerimizigeride bıraktığımız böylesi bir dönemde ve yukarıda olanaklı dediğimiz hedefleri yerine getirebilmek için komünist harekete ve komünist sanatçılara tabii ki görevler düşüyor.

Birincisi üretime dair… Usanmadan, yılmadan üretmek, üretimle bir çekim merkezi haline gelmek, siyaset ve politik örgütlenmenin yaratıcılığın ve üretkenliğin gelişimini desteklediğini pratik olarak kanıtlamak…

İkincisi ve en az ilki kadar önemli olan, genç sanatçı kuşağının sanat örgütlenmesinde öncülük kavramıyla ilgili. Sanat örgütlenmesi gibi çok zor bir alanda yol gösterici, birikimi ve tarihsel bakışı temsil eden bir öncülük… Halkla sanatın birbirine daha çok baktığı bir dönemde yeni örgütlenme kanalları yaratmak için öncülük…

Sanat ve sanatçı için siyasetin, örgütlenmenin ve mücadelenin içselleştirilmesine öncülük etmek; ne kadar zor ve ne kadar keyifli… 


*Düşüncelerin olgunlaşmasında ve yazının hazırlanmasında katkılarından dolayı Asaf Güven Aksel, Ahmet Cemal ve Selin Dingiloğlu’na teşekkür ederim.


 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×