İdeolojik Mücadelenin Evrimi II

Uluslararası politikada 1940’tan sonra net olan bir nokta var: Artık sosyalizm ve sosyalist ülkelerle mücadelenin sıcak olmayan, daha sabırlı bir biçimini bulma zorunluluğu ortaya çıkıyor. Artık tahrike yönelik olduğu kuşku götürmez olan, istisnasız her gün tekrar eden Çekoslovak ve Sovyet hava sahalarının ihlali gibi yöntemler devreden çıkıyor. Üzerinde durmak gerek: 1949, Sovyet yetkililerinin Amerika Birleşik Devletleri’nin, Çekoslovakya’ya saldırma olasılığını ciddi ciddi düşündükleri yıl Çekoslovakya ve Sovyet hava sahalarının ihlallerini sessizce izlemek zorunda kaldıkları yıl, NATO’nun elindeki atom bombasına güvenip konvansiyonel silahların öneminin kalkmadığını düşündükleri yıl. Ve bunlardan dolayı, 1947’den beri süren diplomatik ilişkisizlik döneminin en gergin yılı.

1949 yılının önemli gelişmeleri bunlarla sınırlı değil: Çin Halk Cumhuriyeti, bu yılda kuruldu. 1947-1953 arasında diplomatik ilişkilerin donması ya da ilişkisizliğin 1953’e kadar sürmesinde Çin-Sovyet yakınlığının büyük etkisi var. Sovyetler Birliği’nin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Birleşmiş Milletler’e alınmamasını protesto için oturumlara katılmamasının durumu gerginleştirici etkisini gözönüne almak gerek.

1949 yılının bir diğer önemli gelişmesi, NATO’nun kuruluşu. NATO ve kurmaylarının hesapları, Sovyetler Birliği’nin atom bombasını en erken 5-6 yıl sonra sahip olabileceği düşüncesi üzerine inşa ediliyor. Kitleler ve ordu, askeri bir harekata hazırlanıyor. Üretilen ideolojik argümanlar ve atom bombasına sahip olmanın belirlediği askeri doktrin, yöntemsel açıdan bu dönemi, Soğuk Savaş yılları içine katmanın mümkün olmadığını gösteriyor. 1949 yılının en önemli vak’ası böyle bir ortamda gerçekleşiyor; Sovyetler Birliği atom bombası patlatıyor. Güçler dengesi üzerindeki etkisi çok çabuk hissediliyor. Artık iki kuvvetin dolaysız karşı karşıya gelmelerine dayanan stratejiler gündemden düşerken, bölgesel üstünlükler sağlama ya da mevcut bölgesel üstünlüklerden ibaret statükonun tanınmasını dayatma ön plana çıkıyor.

Nükleer silah tekelini yitiren ABD bunu kendi deyimleriyle “hemen hemen kazanma” yolunu, hidrojen bombası, mevcut nükleer silah stoklarının artması ve bu bombaları taşıyacak çok sayıda uzun menzilli bombardıman uçakları yapımında buluyor.

Yeni denge oluşurken, tarafların birbirlerini yoklama olanağı buldukları ilk gelişme, 1950 Haziranı’nda, Kuzey Kore’nin, Güney Kore’ye girmesiyle ortaya çıkıyor. Nükleer silah tekelini mutlak olarak değilse de “hemen hemen” elinde tuttuğuna inanan Birleşik Devletler, Nükleer Hava Harbi, Total Harp türü doktrinleri de Kore Savaşı ile sınanıp, çuvallamıştı. Öyle ya, eğer Sovyetler Birliği de, ABD’nin nükleer açıdan hemen hemen üstünlüğüne ABD ile aynı anlamı yüklüyor olsaydı, Kuzey Kore’nin cüretkâr girişimine bilinen desteğini sunamamalıydı.1

Kore’de savaş bir galip bulmanın mümkün olmadığı biçimde sonuçlandı: Kim İl Sung’un, Güney Kore’yi kazanıp, Kore’leri birleştirme projesi gerçekleşemedi. Ama Kuzey Kore de kaybedilmedi. ABD’nin Total Harp doktrininin işlemediği görüldü. Hatta sürece ABD’den bakan gözler, başarısızlığın nedenlerini ciddi ciddi tartıştılar.2 Mc Arthur görevden alındı.

Liderlik Bunalımı ve Soğuk Savaş

ABD’nin savaştan pek yara almadan çıktığı, dahası savaş sonunda nerede değerlendirileceği tartışılan önemli bir yekün tutan iktisadi fazlalığa sahip olduğu biliniyor. İkinci Dünya Savaşı’na dek kapitalist dünyanın liderliğini yapan İngiltere’nin önünde ise artık üzerinde güneşin batmasına razı olmaya başladıkları bir gelecek uzanıyor. 1947’de İngiltere açıkça, Türkiye ve Yunanistan ile ilgili sorumluluklarını yerine getiremeyeceğini bildirip bu iki ülkeyi ABD’ye devrediyor. Bu, ABD için kaldırılabilir de olsa bir yüktür. Ama yük bu kadarla da bitmiyor. Kore Savaşı da lideri göreve davet etmişti. Bu kadar da değil; 1947’ye dek Vietnam’daki gelişmelere doğrudan karışmama politikası güden ABD, Truman’ın “çevreleme politikası” gereğince ve 1950 Kore deneyimini gördükten sonra 1951’den itibaren sürece Fransa üzerinden etkide bulunmayı denedi. 1952’den 1954’e gelindiğinde savaşın finansını neredeyse ABD üstlenmiş durumdaydı. 1954’te, 17. enlemi sınır kabul eden bölünme yaşandığında Güney Vietnam, Fransa’dan değil, ABD’den sorulur hale gelmişti.

1947’de İngiltere’nin etki alanından Türkiye ve Yunanistan, ABD’nin etki alanına girmek üzere çıkmışlardı. Aynı tarihte Hindistan ise, kimsenin etki alanına girmeden İngiltere’den kurtulmuştu. Orta Doğu’daki geleneksel egemenliğini koruma konusunda bu yıllarda İngiltere yoğun bir çaba içindeydi. İran’da İngiltere, egemenlik sorununu tek başına halledememiş, ABD’nin de desteğiyle ancak 1954 yılında kendisini bir ölçüde tatmin eden bir noktaya ulaşabilmişti. İkinci Savaş sonrasında Orta Doğu’da, İngiltere’nin egemenlik alanı olarak kabul edildiği halde, İngiltere’nin peyderpey kaybetmek ya da egemenlik durumunu ABD’ye devretmek zorunda kaldığı ülkelerin sayısı hiç de az değildi.

Bağdat Paktı ve İsrail, İngiltere’nin bölgedeki egemenlik mücadelesinde kullandığı araçlar oldu. Hem ABD hem de Sovyetler Birliği bölgedeki İngiliz egemenliğini tanıyorlardı. 1956’da Süveyş bunalımının ilk günlerinde ABD’nin tutumu, bölgedeki İngiliz egemenliğinin tanındığının açık kanıtıdır. Ne olmuştu Süveyş’te? 1956’da İngiltere, Fransa ve İsrail, Süveyş Kanalı’nı devletleştiren Mısır’a karşı askeri güçlerini devreye soktuklarında ABD kınamakla yetindi.3 Bu arada İngiltere, Fransa ve İsrail’in ABD’nin olurunu almaksızın böyle bir girişimde bulunabileceklerini düşünmek mümkün değil. Sovyetler Birliği ise Eisenhower’a mesaj yollayıp, ABD ve Sovyetler Birliği’nin bu girişimi birlikte engellemelerini öneriyor.4 Beklenen cevap alınır alınmaz Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa’ya askerlerini derhal çekmelerini bildiren notaları veriyor. Sonuç çok net: Notadan 23 saat sonra çekilme işlemi tamamlanmış durumda. Bu durumun politik önemi ile ilgili yorumu, Hruşçov’dan dinleyelim: “İngiltere, Fransa ve İsrail’in 1956’da Mısır’a karşı saldırılarını durdurmak için uluslararası baskımızı kullanmamız tarihi bir dönüm noktası olmuştu. Bundan önce Sovyetler Birliği ve daha da önce Çarlık Rusya’sı, Yakın Doğu’yu İngiltere ve Fransa’ya ait bir bölge olarak görmekteydi.”5

Eisenhower doktrini, Süveyş bunalımının çözüm biçiminin Batı’da yarattığı tatminsizliğin dolaysız ürünüdür. 1956 Mart’ında ortaya atılan doktrinin iki önemli noktası var: 1) ABD, Orta Doğu ülkelerinin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün, kendi ulusal çıkarları ve dünya barışı için hayati olarak kabul ediyor. 2) Uluslararası komünizm tarafından desteklenen herhangi bir devletten gelecek açık bir saldırıya karşı yardım isteyen devletin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığını korumak için Amerikan askeri kuvvetlerinin kullanılması da dahil olmak üzere gerekli yardım ve işbirliğinin sağlanması için Kongre, Başkan’a yetki veriyor.

1947’den itibaren ABD, uluslararası politikada İngiltere ve daha az olmak üzere Fransa’dan boşalan alanlarda “hür dünya” adına ağırlık koymak, liderliğini icra etmek zorunda kalıyor. Marshall yardımı, Truman doktrini ve Nato’nun kurulmasındaki ABD liderliği, emperyalist dünyanın yeni koşullarda gereksindiği lider ihtiyacını karşılayamıyor.

İki Vitrin

Doğu ve Batı Almanya’ların Soğuk savaş döneminde Avrupa’da özel bir yeri var. Sistem çatışmasında Federal Almanya “hür dünya”nın, Demokratik Almanya ise sosyalizmin vitrinleri oldular. Sistem çatışması bir yönüyle bu vitrinler aracılığıyla sürüyordu. Ama “hür dünya”, Demokratik Almanya’yı kurtarma niyetinden hemen vazgeçemedi. Sovyet diplomasisi ise dış politikasını pratikte varolan sınırların ve sistem farkının tanınmasını sağlama üzerine kurdu.

Ağırlıklı olarak bu iki ülkenin görüşüldüğü 1955 Cenevre Zirvesi’nde tarafların niyet ve ruh hallerine kabaca bir göz atalım. Burada, kabaca göz atmadan beklenen yararla ilgili olarak yöntemsel bir parantez açmak gerekiyor. Detantın, tarihsel değilse de, mekanizmasının anlaşılmasına olanak veren mantıksal ipuçları, Batı’nın sözü edilen zirve ile bunu izleyen dönemdeki dış politikasının farklılığında yatıyor.

Zirveden bir kaç yıl önce, Sovyetler Birliği’ne ekonomik ambargo uygulanıyor. Bu kadar da değil: Ekonomik ambargoyu, Sovyet turist ya da satranç oyuncularının bile ABD’yi ziyaretlerine izin verilmemesine neden olan kültürel ambargo izliyor.6 Polonya, Demokratik Almanya, Çekoslovakya Batı’nın geri kazanmayı hedeflediğini saklamadığı ülkeler. Bu ise, Dulles’ın tutkuyla bağlandığı kuşatma, çevreleme politikasının mantıki sonucu.

1955’e, Cenevre Zirvesi’ne dek, Batı, Sovyetler Birliği’nin güçler dengesini etkileyebilen iki çıkışını görmüştü. Birincisi, 1949’da atom tekelinin kırılması, ikincisi ise, nükleer silahlarda “hemen hemen üstünlük” tezinin çuvallamasına neden olan Kore Savaşı’na Sovyetler Birliği’nin etkisi.

1954’te, Kore sorununu çözüme bağlamak için, diplomatik ilişkisizliğin kırılmasından bir yıl sonra ağırlıklı olarak Avrupa’nın görüşüleceği Cenevre Zirvesi gerçekleşiyor. Eğer denebilirse zirvenin ilişkilerin düzelmesindeki tek katkısı, diplomatik ilişkisizliğin kırılmasının teyit edilmesi oldu. Demokratik Almanya’nın sosyalizmden arınması ile sağlanması hedeflenen Almanyalar’ın birleşmesi önerisi, Batı’nın, ilişkilerde herhangi bir gelişme olmamasını göze alabildiğini gösteriyor. Hruşçov’un bu durum ile gözlemi şöyle: “… O günlerde Birleşik Amerika, en mantıklı tavizlerde bulunmayı bile reddediyordu.”7

1956 Nisan’ında, ABD kıtalararası nükleer füzeler yapabilecek durumda olduğunu ilan ediyordu. Soğuk Savaş’ın da somut silahlarla yapılan bir yönü vardır; gizli silahlarla yürütülen bir Soğuk Savaş düşünmek mümkün değil. Soğuk Savaş’ta, askeri gücün kullanılabilir bir koz olabilmesi için sıcak savaştan farklı olarak rakip taraf nezdinde biliniyor olması gerekir. Hruşçov da gene 1956 yılında, İngiltere gezisinde kıtalararası nükleer füzelere sahip olduklarını ilan etmişti. Ama Batılılar’ın görmeden inanmayacaklarını da biliyordu. Sovyetler Birliği, Ekim 1957’de, Sputnik ile, kıtalararası olarak da kullanılabilecek füzelere sahip olduğunu kanıtlayınca Soğuk Savaş’ın seyri değişmeye başladı.

Kore Savaşı’nın nükleer silahlarda “hemen hemen üstünlük” tezini geçersiz kılması gibi, Sputnik’in fırlatılması da, Süveyş bunalımının hemen ardından gelen Eisenhower doktrinini geçersiz kıldı.

Dört yıl önce “en mantıklı tavizlerde bulunmayı” Cenevre’de reddeden Eisenhower, 1959’da Hruşçov ile Camp David ruhu tamlamasına olanak veren yakınlıkta olmayı kabullenmişti.

Batı, Hruşçov’un barış içinde birarada yaşama politikasının Sovyetler Birliği’nin gerginliğin maliyetini ödeyememe korkusunun ürünü olmadığını görmüştü. Hruşçov anılarında da belirttiği gibi Batı’ya hep “savaştan korkmuyoruz, savaş istemiyoruz” mesajını vermeye çalışmıştı. Üstelik Orta ve Yakın Doğu’da, Kuzey Afrika’da dengeler hep “hür dünya” aleyhine bozuluyordu. Özellikle Süveyş bunalımına müdahalelerinden sonra üçüncü dünya ülkeleri nezdinde prestiji artan hep Sovyetler Birliği oluyordu.

Avrupa’da sınırların ve statükonun kabulünü sağlamayı hedefleyen Sovyet diplomasisi, Camp David ruhu öncesinde bu yolda oldukça ciddi bir adım atmıştı. 1958’de Hruşçov, Sovyetler Birliği’nin Berlin’deki yükümlülüklerini Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne devrettiklerini açıklayan ve Batı Almanya’nın silahlandırılmasını eleştiren notaları ilgili devletlere verdi. Hruşçov’un Amerika ziyareti ile somutlanan bu yumuşama, Sovyetler Birliği’nin Berlin ile ilgili olarak batılı devletlere gönderdiği nota ve bunu izleyen karşılıklı üç cevabi deklarasyonun ardından gündeme geldi. Batı, yumuşamayı Sovyetler Birliği’nin Doğu Almanya konusundaki ısrar ve ciddiyetine rağmen kabullenmişti.8

1959’da bir yandan Camp David ruhu yaşanırken iki yıl sonra “füze bunalımı” olarak da adlandırılan ve nükleer savaşın eşiğine kadar gelindiğine yaygın olarak inanılan Küba krizinin ilk adımı olan Küba devrimi gerçekleşmişti. Bu kriz öncesinde olayların bu boyuta gelmesine zemin hazırlayan iki başka gelişmeden de söz etmek gerekiyor: U-2 olayı ve Berlin bunalımı.

1959 Amerika gezisinde havanın yumuşadığının en net işaretlerinden biri de 1960 yılı ortalarında yapılması planlanan Eisenhower’ın Sovyetler Birliği gezisiydi. Ayrıca Paris’te yapılacak bir doruk için de anlaşmaya varılmıştı. Konuyla ilgili hemen hemen bütün kaynaklarda tesadüf olduğu yolunda kuvvetli mütabakat olan bir olay Eisenhower, Moskova yolunda iken Paris’e uğradığında gerçekleşti.

Sovyetler Birliği, hava sahasını ihlal eden bir Amerikan casus uçağının düşürüldüğünü açıkladı. Açıklamanın uçak düştükten iki gün sonra yapıldığına dikkat çekmek istiyorum. Birleşik Devletler yetkilileri elbette düşürülen uçağın bir casus uçak olduğunu hemen kabul etmeyip bir tür meteoroloji uçağı olduğunu iddia ettiler. Sovyet yetkililer bu açıklamanın üzerinden iki gün geçtikten sonra, tam doruk toplantısı yapılacağı sırada uçağın pilotunun sağ olduğunu bildirdiler. Yapılan sorgulamada pilot 1956’dan beri Türkiye’de İncirlik üssünde üslenmiş ABD’nin özel bir hava birliğine bağlı olduğunu açıklayınca yapacak pek bir şey kalmamıştı. Eisenhower uçuşların yasaklandığını bildirmesine rağmen doruk gerçekleşmedi. Yumuşama olanağı kalmayınca Eisenhower, bu uçuşların yararlı olmaktan çıktığını ve “uçaktan başka yeni tekniklerin de geliştirildiğini” açıkladı.

Sovyet diplomasisi ise bu olaydan ABD’nin doruğu baltalama hedefi güttüğünü söyleyerek yararlandı. Nasıl bir yarar? Önceki sayfalarda Hruşçov’un dış politikasında teşhirin yeri ile ilgili bir değinmede bulunulmuştu. Hruşçov tüm dünyaya Camp David ruhunun hemen ardından Sovyet hava sahasını bir casus uçakla ihlal edenin kim olduğunu, gerçek barışı ise kimin istediğini göstermiş oluyordu. Bu söylemin taşıdığı hiçbir diplomatik mesaj yok. Zaten Hruşçov da yetkililere değil, soğuk savaş söyleminin acısını çıkartırcasına kitlelere sesleniyordu.

Soğukkanlı düşünebilenler için, Sovyetler Birliği yetkililerinin tepelerinde bir Amerikan casus uçağı gördüklerinde bu kadar şaşırabileceklerine inanmak (ama 1950’ler ve 60’larda) mümkün olmasa gerek. Bu birincisi. İkincisi; yumuşama ya da “barış içinde birarada yaşama” uzun uzun düşünülüp, tartışılıp uygulanmasına çalışılan politikalarsa, haber almadan öte saldırı amacı gütmediği kesin olan bir casus uçak, uzun erimli ve kendisinden yarar umulan Hruşçov’un bilinen dış politikasında bir sapmaya neden olmamalıydı. Buna, “zaten böyle bir sapmaya neden olmadı; 1963’te nükleer denemeleri yasaklama anlaşması imzalandı, kırmızı hat çekildi” diyenlere cevabım şu olacak: Hruşçov’un dış politikasında teşhir9 yumuşamadan önceliklidir; yumuşamaya giden yol ise gerginlikten çekinilmediğinin gösterilmesinden geçer. Üçüncüsü zamanlama ile ilgili; U-2 o ana dek yaşanan yumuşamaların en ileri noktasını temsil eden doruğun tam yapılmak üzere olduğu bir anda düşürüldü. 1956’dan beri dört yıldır onlarca uçakla sürdürülen uçuşlarda, daha önce Sovyet radarlarını bile atlatan10 U-2’lerin ilk firelerini, radara değil de bir uçaksavar roketine yakalanarak vermelerine benim aklım yatmıyor. Aklımın yatmadığı bu olayın, yukarıda öneminden söz ettiğim anda gerçekleşmesini ise tesadüf olarak niteleyemiyorum.

Sonuçta bu gerginlik ve sonuçlanma biçimi, Küba ve Berlin bunalımlarının da mutlak olarak değilse de ağırlıklı olarak Sovyetler Birliği lehinde olmasını sağladı. Özetle U-2 olayı, Küba ve Berlin bunalımlarının gereksindiği radikal politikalar için gereken gerilimi sağlamış, prestiji artırmış oldu.

Şimdi Küba ve Berlin bunalımlarına bir gözatalım.

Berlin bunalımına gelinmeden evvel yaşanan gelişmeler, bunalıma neden olan problemin yaratılma ve çözülme biçimini belirledi. Bunalımın geçmişinde neler var? Sovyetler Birliği’nin, 1956’da Süveyş bunalımı sırasında İngiltere ve Fransa’ya verdiği sert nota ve ağırlıklı olarak bu müdahalenin ardından yalnızca Mısır’da değil, pek çok üçüncü dünya ülkesinde, genel olarak uluslararası politikada artan prestiji var. 1957’de Sputnik’in fırlatılması var.11 U-2 olayına yukarıda değinmiştim. Tümünün toplamı o güne dek olmadık ölçüde duyulan özgüven oluyor. Hruşçov herhalde Almanya ile ilgili olarak “Potsdam anlaşmasının şartlarından bazılarının modasının geçtiği” düşüncesine 1961’de varmadı.12 Beklenen iki şey vardı; birincisi, zamanın, batılıların Almanya’ları birleştirme umutlarını kırmasını sağlamak. Bunu, sistem farkını net olarak ortaya koymak yani sosyalizmi yerleştirme çabasına özellikle hız vermekle yaptılar. İkincisi, radikal bir çözüm için gereken güç, prestij ve konjonktürdü. Güç ve prestij vardı, konjonktürü ise U-2 olayı getirdi.

Bunalım, Doğu Almanya’nın egemen bir devlet olmanın ilk gereğini yerine getirme çabasında ortaya çıktı; sınır güvenliğini oluşturma yolunda barikatlar, engeller oluşturduğunda. Bu çıkışın diplomatik dilde ilettiği mesaj Demokratik Alman Cumhuriyeti’ nin egemen bir devlet olduğuydu. Bundan başka iki tane pratik soruna da çözüm getirmesi bekleniyordu. Birincisi, Doğu’dan Batı’ya geçiş, ikincisi ve daha önemlisi, Demokratik Almanya’nın oldukça ucuz gıda maddelerinin Batı Almanlarca tüketilmesi.

Batı, beklenen ilk tepkisini göstermede gecikmedi; duvarı tanımadıklarını, gerekirse asker de kullanarak duvarı yıkacaklarını bildirdiler. Sovyetler Birliği de Hruşçov’ un deyimi ile “yere atılan mendili alıp düelloya hazır olduğunu” gösterdi. Batı, buldozer, tank ve ciplerini, Doğu da tanklarını hazırladı. Sonuçta müttefik kuvvetlerin Batı Almanya’daki tankları Doğu’ya geçtiklerinde yan sokaklarda mevzilenmiş Sovyet tanklarının karşılarına çıktığını gördüler. Tanklar bir gece boyunca karşılıklı bekleştiler. Sabah olduğunda önce Doğu’nun sonra Batı’nın tankları geri çekildi; duvar tanınmıştı.

Tüm bu olaylar olurken Sovyetler’in Küba’ya yardımı da başlamıştı. Küba’da olup bitenleri anlama konusunda hem Birleşik Devletler hem de Sovyetler Birliği geç kalmıştı. Berlin bunalımının olduğu 1961 yılında Domuzlar Körfezi fiyaskosu yaşandı. Fiyaskoyla da sonuçlanmış olsa sözkonusu olan Birleşik Devletler’in ciddi müdahalesiydi. Bu olayın ardından Sovyet yardımı da katlanarak arttı. Sovyetler Birliği, ulusal kurtuluş mücadeleleri yürüten üçüncü dünya ülkelerine Küba örneğiyle belirleyici desteğini lafla değil işle göstermek gerektiğine karar verdi. Küba’ya yerleştirilen füzeler bunu sağlamanın en kestirme ve sağlam yolu olarak bulundu.

Kennedy, sürekli ordunun huzursuzluğunu ve bir askeri darbeyle devrilmekten korktuğunu öne çıkararak Sovyetler’in anlayışlı olması gerektiği yolunda mesajlar veriyordu. Sovyetler Birliği, Küba’ya yönelik her türlü müdahalenin durdurulması ve Türkiye’deki füzelerin çekilmesi karşılığında Küba’daki füzeleri sökebileceklerini bildirdiler. Sonuçta olan bu oldu.13

Yaygın olarak II. Soğuk Savaş adıyla anılan dönemin sonu için illa bir tarih düşünülüyorsa füze bunalımının sonu oldukça uygun görünüyor. Keza 1963’e gelindiğinde nükleer denemeleri yasaklama anlaşması imzalandı; Moskova ve Washington arasına kırmızı hat çekildi.

Ama aynı yıl içinde Vietnam’daki Amerikan askerlerinin sayısı 17.000’e yükseldi. Sovyetler Birliği de askeri yardımını önemli miktarda artırdı. Klasik Detant Öncesi yaşanan bu yumuşamada Vietnam’ın atlanması Birleşik Devletler tarafından bölgeyle ilgili olarak daha özgür çözümler üretmesine ses çıkarılmayacağı şeklinde yorumlandı. Belki de bu yüzden Vietnam ve Batı’nın savaşı yaygın olarak 1969-79 arasına sıkıştırılan 10 yıllık Detant döneminin 6-7 yılı boyunca devam etti.14 1969 sonrası Vietnam’ı, Detant’ın siyasi coğrafyaya eşit dağılmadığının kanıtlarından biri ise, 1969 öncesi Vietnam’ı da Detant’ı hazırlayan parametrelerin önemlilerinden biriydi.

Detant: :Biraz Niyet, Biraz Emprovizasyon

1956’da Süveyş bunalımı, 1957’de Sputnik, 1958’de Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin egemen bir devlet olduğunun ilanı, 1960’da U-2 olayı, 1961’de Berlin duvarının inşası, 1956’da Macaristan ve 1968’de Çekoslavakya’nın sistemden kopmasına izin verilmemesi gibi olaylar yaşandı. Üçüncü dünya ülkeleri nezdinde prestiji artan, bölgesel dengelerin bozulmasından görece kârlı çıkan hep sosyalist sistem oldu.

Batı çoğunlukla kaybettiği bu dönemi yeni araçlar devreye sokarak kapatmak niyetindeydi. Bir yandan eskiden olduğu gibi askeri ile, ekonomik ambargosuyla, hükümet darbeleri ve kukla hükümetleriyle uluslararası politikada ağırlığını ortaya koymaya çalışırken, diğer yandan, bunları yapmasına engel olmayacak kadar, başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist sistemle iyi ilişkiler içinde olmayı hedefledi.

Vietnam’da, 1967 ve 1973 yıllarında Mısır-İsrail savaşlarında Doğu ve Batı neredeyse Detant’ın balayı olarak adlandırılabilecek bu dönemde klasik rollerini icra ettiler. Hatta 1973 Ekim Savaşı’nda tıpkı Hruşçov’un 1956’da yaptığı gibi Sovyet diplomasisi, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği kuvvetlerinin bölgeye birlikte asker göndermelerini önerdi. Birleşik Devletler bu teklifi reddedince Sovyetler Birliği tek başına asker göndereceğini açıkladı. ABD’nin ilk tepkisi ordusunu alarma geçirmek oldu. Sonuçta ateşkes sağlandı. Sözün kısası Detant “bambaşka” bir dönem ya da “ilişkilerin altın çağı” falan değildi.

Batı bir de şunu keşfetti; üçüncü dünya üzerinde Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği prestijlerinin dağılımındaki eşitsizlik, ABD-Sovyetler Birliği ilişkilerinin sıkı fıkılığı ile bir ölçüde giderilebiliyordu. Bu durumu Batı diplomasisi “üçüncü dünya ülkeleri Sovyetler Birliği’ne nereye kadar güvenebileceklerini gördüler” şeklinde tercüme ediyor.

Detant’tan şu ya da bu düzeyde etkilendiği kesin olan, ama Detant’ın doğumunu değilse bile seyrini etkileyen birkaç gelişme daha var. Aşağıda bir ölçüde ayrıntılandıracağım bu gelişmeler özellikle Detant’ın Batı için emprovize yönünü açığa çıkarmaya yarayacak.

I.Soğuk Savaş’ın en önemli mücadele biçimi kuşkusuz antisovyetizm ve antikomünizmdi. 70’lere gelindiğinde Sovyetler Birliği’nin Avrupa’ya layık gördüğü sosyalist mücadele “İleri Demokratik Düzen” programıydı. Dahası Avrupa solu avro komünizmde karar kılarak ve farklı dozlardaki antisovyetizmi ile, bir zamanlar Mc Carthy’nin didiştiği komünistlerden çok farklı bir görünüme bürünmüştü.

Bir diğer nokta ise Avrupa’da diktatörlüklerin çöküşü ile ilgili. Detant’ın estirdiği “karşılıklı anlayış”, “hakça ilişkiler” vs. türü rüzgarlara İspanya, Portekiz ve Yunanistan’dan esen demokrasi rüzgarları eklendi. Kısacası Detant, Gramsci’nin deyimiyle “tarihsel iklim”e oldukça uygundu.

Bu arada Detant’ın Batı için kabul edilebilir ya da istenen bir şey olmasının nedenlerine göz atarken Çin-Sovyet anlaşmazlığını unutmamak gerekiyor.

Batı, Çin’in uluslararası politikadaki ilk etkisini Kore’de gördü. Savaşın belli bir noktasından sonra Çin-Batı savaşına dönüştüğünden söz etmiştim. Çin’in Vietnam’da da oldukça etkili bir rol oynadığı biliniyor.

Batı’nın, Çin-Sovyet anlaşmazlığının kendisine vermesi mümkün olan araçlardan yararlanabilmesinin tek yolu her iki tarafla da eskisinden iyi ilişkiler içinde olmasından geçiyordu. Nixon’ın 1969’daki Sovyetler Birliği, Çin ve Romanya gezileri bununla ilgilidir.

Belki de buraya kadar yazılanların tümü ile ilgili ve karşılıklı etkileşim içinde bulunan, ama Detant’a giden yolu döşemeye çalışırken en iri taşları ifade eden bir olgudan özellikle söz etmek gerekiyor.

Çalışmanın başlarında II. Dünya Savaşı sonrasından 1960’lara kadar ABD’nin, müttefikleri olan İngiltere ve Fransa’dan boşalan alanları, bu iki ülkenin eski egemenlik bölgelerini, “hür dünya” adına doldurmak zorunda kaldığından söz etmiştim. ABD bu yıllarda müttefiklerinin yükünü zaten sürdürmekte olduğu bir mücadele içinde iken üstlenmişti. Zamanla kazandığı ama pek kısa süren liderlik dönemi sona ererken ABD uluslararası politikada geçmiş deneyimlerin de etkisiyle bir ölçüde dingin bir havayı gereksiniyordu. Liderliği zorunlu kılan hareketli bir konjonktür ile liderlik bunalımının birlikte varolmasının Batı’yı nereye götüreceği açık.

Detant’ın Sonu

“Detant’ta kim ne kazandı?” türü bir bilanço bu çalışmanın sınırlarını aşacaksa da kısa değinmelerde bulunmanın yararı var: Uğrunda 28 yıl mücadele edilen Vietnam, 1976’da Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti adı ile tek bir sosyalist ülke haline geldi. Üçüncü dünya ülkelerindeki devrimler azalmak ya da yavaşlamak bir yana kat kat arttı. Somali’nin Etiyopya işgali Küba ve Sovyetler Birliği yardımlarıyla kırıldığında yıl 1974’tü ve Birleşik Devletler Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinski bunun “Detant’ı gömdüğünü” söyledi. 1978’de Afganistan, 1979’da İran ve Nikaragua, 1980’de Polonya’da Batı’nın müdahale edemeyip yalnızca izlediği gelişmeler yaşandı.

1980’e gelindiğinde liderlik bunalımının uluslararası politikada atıl ve seyirci kalınması anlamına geldiğini gören Batı, liderlik sorununu tüm yönüyle değilse de askeri alandaki konumuyla ABD’nin çözmesi gerektiği konusunda mutabakata vardı.

Rocky’ler, Rambo’lar, Top Gun’lar, Sovyetler Birliği’nin başlatıp Birleşik Devletler’in galip geldiği üçüncü dünya savaşı filmleri yeni soğuk savaşın çerezleri oldular. Çalışmanın sonuna yaklaşırken Detant ve Soğuk Savaş’la ilgili birkaç noktayı, sonucu sıralamak istiyorum: 1) Sistemler arası mücadele süreklidir; Soğuk Savaş ya da Detant’ın varlığı bunu değiştiremez. 2) Emperyalist sistem için sosyalizmle mücadelenin uzun vadeli biçimi asli olarak Soğuk Savaş’tır; Detant konjonktürel olarak ortaya çıkar. 3) Global devrimci dönemler dışında, sosyalizm adına işlevsel olan mücadele için uygun ortam, uluslararası politikaya müdahale edilmesine engel olmayan, detantvari konjonktürlerdir.

Son olarak bugüne ve geleceğe geliyoruz. Uluslararası politikada Sovyetologların ve stratejistlerin bu kadar çuvalladıkları bir başka dönem daha yaşanmadı. Çuvallaması pek muhtemel bir öngörü biçimi de 1’in 3, 3’ün 5 olacağını söyleyen, doğrusal gelişme mantığının ürünü olan öngörülerdir. Sıçramaları hesaba katmayan öngörülerin tutma olasılığı çok düşüktür. Risk bir yere kadar göze alındığında söylenebilecek birkaç nokta var: 1) Eger “Gorbaçov sonrası dönem” olarak adlandırılan bir dönem Gorbaçov’dan kopuş ile belirlenecekse, bu kopuş “şu ya da bu düzeyde” değil, mutlak ve çok net bir kopuş olacaktır. Gorbaçov’dan sonra “kantarın topuzunu kaçırmayan” bir başka Gorbaçov beklemek kanımca gerçekçi değildir. 2) Kapitalist olmayan yol, üçüncü dünyacılık ya da Avrupa için ileri sürülen İleri Demokratik Düzen, global sorunlar vs.den sosyalizmin arınması için bundan uygun bir konjonktür zor bulunur. Sosyalizm dünyanın her yerinde asli kaynağına, sınıfa dönüyor. Dolayısıyla sovyet marksizminde 70’lerde ortalığı kaplayan ortalama komünist tipolojisi yerini ideolojik olarak daha saf, rafine ve radikal, teorik açıdan ise daha derin, bütünlüklü marksistlere bırakacaktır. 3) Eğer yaşanacaksa tasvir ettiğim türden bir “Gorbaçov sonrası dönem”in insan malzemesi ikinci maddede sözünü ettiğim dinamikten gelecektir. 4) Bu kadronun elinde uluslararası politika ve sınıf mücadelesinde 70’lerin yöneticilerinin elinde olmayan bazı ek araçlar olabilecektir. Bu ek araçlar en fazla emperyalist sistem içi çelişkilerle şekillenecektir. Belki de sosyalizmin büyük oynama, gözünü Avrupa’ya dikme şansı belirebilecektir. 5) Sosyalist ekonomi ve demokrasi üzerine Batı’da ve sosyalist ülkelerde yazılıp çizilenlerin toplamından oluşan entellektüel gıda ile dünyanın üçte birinde 70 ila 40 yıldır yaşanan deneyimin layıkıyla sindirilmesi sonucu şekillenecek sosyalizm “yepyeni bir sosyalizm” olmasa da prestiji yüksek, sağlam bir sosyalizm olacaktır.

Gelecek gene de meçhul; bu yüzden olacaklardan değil, olabileceklerden söz etmek daha doğru olur. Ama bunun aynı zamanda olabileceklere ve bunu olduracak olanlara bir davetiye olduğunu unutmadan…

Dipnotlar

  1. Hemen hemen üstünlük tezi ilerleyen yıllar boyunca defalarca ama değişik biçimlerde gündeme gelecek. En son örneği yaygın adıyla II. Soğuk Savaş’ın başı kabul edilen 1980’lerde ortaya çıkan Uzay Savunma İnisiyatifi’ydi. Kıtalararası füzeleri atmosfer dışında %90 oranında yok edebilmeyi hedefleyen bu girişime Sovyetler Birliği’nin soğukkanlı cevabı füzelerin yok edilmeyen %10’unu hatırlatmak oldu.
  2. «Kore’deki başarısızlığımızdan çıkartılması gereken sonuçlar bana göre şunlardır:1) Eğer ilerde ‘Brush-Fire’ tipinde sınırlı harp yürütmek istiyorsak, o takdirde nükleer olmayan sınırlı harbi yürütebilmeye imkân verecek bir denge-askeri güç dengesi-kurmaya mecburuz.2) Askeri yöneticilerin ‘sınırlı harp’ teorisi üzerine önemle ve dikkatle eğilmeleri, bu teorinin uygulama biçimlerini ayrıntıları ile inceleyip tespit etmeleri zorunlu olmuştur.» Martin Licnterman: Korea: Problem in limited War’dan aktaran M.Fahri; Amerikan Harp Doktrinleri, Yön Yayınları, 1966, s.93
  3. Bu olay olurken Macaristan ve Polonya’da Sovyetler Birliği’nin uğraşması gereken problemler vardı. İngiliz ve Fransız diplomatlar «Siz Macaritan’da, biz de Mısır’da bildiğimiz gibi davranalım.» mesajını ilettiler. Her iki alanda da “bildiği gibi davranan” Sovyetler Birliği oldu.
  4. Hruşçov döneminde Sovyet dış politikasında bugünden bakıldığında garip karşılanabilecek bu tür çıkışlar vardır. Hruşçov, önerisi ile ilgili olarak kendisine “olacak şey mi?” türü cevap veren Molotov’a şöyle diyor: «Elbette yanaşmayacaktır, ama biz de saldırıyı kınayan açıklamasının ikiyüzlülüğünü ortaya koymuş oluruz. Bir daha ağzından çıkan sözü tartmasını sağlarız.» Hruşçov; Kruşçev’in Anıları, Milliyet Y., 2. Cilt, s.112
  5. Hruşçov; Hruşçov’un Anıları, Milliyet Yayınları, 2.Cilt, s.107-108
  6. İlk Federal Almanya Şansölyesi Adenaver, Fransızların klasik Almanya fobilerini Sovyetler Birliği’ne kaydırmaya çalıştı. Soğuk Savaş Şefi olarak da adlandırılmasına neden olan anti sovyetizm ve anti komünizmde ölçü tanımazlığı, kendisine 1953 yılında “Yılın Adanı” ünvanını getirdi.
  7. a.g.e.; 2.Cilt, s.59
  8. Amerikan çiftçilerine toprağın nasıl belleneceğini gösteren, zaman zaman halka karışarak sempati toplayan Hruşçov’dan söz eden basın, ortamın Doğu ve Batı arasında görüş birliğine varıldığını yazacak kadar yumuşadığını düşünüyordu.
  9. Bir yönüyle dış politikada açıklık, gizli anlaşmalar imzalamama vs. Ekim Devrimi’nden beri dış politikaya rengini çalmıştı. Aynı tavrı Trotsky Brest’te, Stalin ise 1944 Yüzdeler Anlaşması’nda göstermişti. Churchill, Stalin ile 1944’te Doğu ve Batı’nın çeşitli Avrupa ülkelerindeki egemenlik paylarını yüzdelerle belirledikleri metni yok etmeyi önerince Stalin tarihe malolması gerektiğini söyleyerek itiraz etmişti.
  10. 1947-48 yıllarında Sovyet radarlarının Çek ve Sovyet hava sahalarının, batılılarca ihlal edilmesinden haberdar olduklarını hatırlatıyorum.
  11. Tekrar etmekte yarar var; Sovyetler Birliği’nin kıtalararası olarak da kullanılabileceği bilinen roketlere sahip olduğu bu olayla kanıtlanmıştı. Eski askeri doktrin ve stratejilerin geçersizliği üzerine varılan yaygın mutabakat yeni doktrinin ne olması gerektiği konusundaki bir mutabakata dönüşmediğinden bir “doktrin boşluğu” yaşandı.
  12. a.g.e.; 2.Cilt, s. 137
  13. Çekilme işleminin tamamlanıp tamamlanmadığını kontrol etmek için ABD U-2’leri Küba hükümetinden izinsiz kullandı. Castro’nun emriyle U-2 düşürüldü ve kıyamet bekleyen pek çok kişinin sandığının aksine kuru gürültüden başka pir şey kopmadı. Türkiye’deki Jupiter füzelerinin sökülmesine razı olmaları da prestij kaybettirici etki yaptı. U-2 bunalımının ardından uçuşları yasaklayan Eisenhower’ın “bunlar zaten demode olmuştu; hem zaten uçaktan başka yeni teknikler de var” demesi gibi Kennedy de Türkiye’deki Jupiter füzelerinin “zaten demode” olduklarını söyledi.
  14. Detantın Vietnam üzerindeki tek izdüşümü 1969’da, 540.000 ABD askerinden 25.000’inin geri çekilmesi oldu. Çatışmalar ve bombardıman barış görüşmeleri sırasında bile devam etti.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×