İhtiyat Payı

Marksizm Üzerine Dört Ders

Paul Sweezy

İngilizce’den Çeviren: Tuncel Öncel

Yordam Kitap, İstanbul, Temmuz 2009, 157 sayfa

 

 

Sola karşı McCarthy’ci saldırı döneminde ABD’de yayın hayatına başlayan ve halen yayına devam eden Monthly Review dergisinin Leo Huberman ile birlikte önde gelen temsilcilerinden olması ve her şeye karşın ölümüne kadar “Marksist bilim adamı” kimliğini ısrarla sürdürmesi Paul Sweezy’e saygı duymamız için geçerli nedenlerdir. Ancak onu asıl önemli kılan, Marksist düşüncenin ve yazının durgun ve cansız olduğu bir dönemde Marksist düşüncede canlı ve hareketli bir ortam yaratmak adına Marksizmin tartışmalı alanlarına -yorumlarının içeriği ne olursa olsun- katkı koyan birkaç isimden biri olmasıdır. Önemli bir Marksist bilim insanının yine Marksizmin tartışmalı alanlarına dair yorumlarını içeren bir kitabını eleştirmek, genç kuşaktan bir solcu için ilk bakışta çekinilmesi gereken, zor bir işmiş gibi duruyor. Bu konuda Metin Çulhaoğlu’nun kısa bir süre önce soL haber portalında yazdığı bir yazıdan cesaret aldığımı söyleyebilirim.       

“Çok basit de görünse ciddi bir öneridir: Türkiye’de özellikle genç kuşak solcular, uluslararası ün yapmış veya yerli ‘sol ulemanın’ söylediklerine, yazıp çizdiklerine belirli bir ihtiyat payıyla yaklaşmalıdır.” 1 

Biz de bu uyarıya kulak verecek ve özellikle söz konusu olan “batılı” bir Marksist ise kalemimizin ucunu sivrilteceğiz.

Adından da anlaşılacağı üzere kitap dört ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm Marksist materyalizm ve yöntem üzerine şekilleniyor. Bu bölümde yazar, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştrisine Katkı’da genel hatlarını çizdiği “üretici güçler ve üretim ilişkileri, altyapı ve üstyapı, devrimci dönüşümler” şemasının kapitalizm öncesi toplumları anlamak için kullanılmasına itiraz ediyor. Şema, yazarın özetlemesiyle şöyle:

“Üretim tarzları etkileşim içindeki iki parçadan oluşuyorlar: Üretici güçler ve üretim ilişkileri. Bu ikisi birarada altyapıyı oluşturuyorlar, (…) üstyapı bu altyapıya dayanıyor. Üretim tarzları elbette durağan yapıda değiller ancak gelişigüzel şekilde değişmiyorlar (…) Normal işleyen bir üretim tarzında üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında bir mütekabiliyet vardır: Üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesini teşvik ediyor. Ancak zamanla üretici güçlerin gerisinde kalan üretim ilişkileri, teşvik edici özelliğini kaybederek adeta gelişmeyi köstekleyen bir pranga halini alıyor. Böylece üretim ilişkilerini ve bu ilişkilerle birlikte bizzat üretim tarzını da belirleyen bir devrim dönemi başlıyor. Yeni altyapı ile birlikte üstyapı da daha az ya da daha hızlı bir şekilde dönüşüm geçiriyor ve döngü yeni baştan başlıyor.” 2 

­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­­Bu özet kimi sorunlar barındırabilir. Ancak, son tahlilde, hem yazarın hem de bizim ilgilendiğimiz, üretim ilişkilerinin bir bütün olarak belirleyiciliği altında toplumsal formasyonların üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki ile devindiği ve bunun üzerinden şekillenen bir tarihsel ilerlemenin (anahatları ile bakıldığında Asya, antik çağ, feodal ve modern burjuva; yani ileri doğru giden dönemlerin) varlığı. Yazarın itirazları özetle şöyle: Marx’ın kapitalizmi incelediği ve ekonomi politik kavramını her zaman kapitalizmin ekonomi politiği olarak kullandığını dolayısıyla yukarıdaki düşünce tarzının ya da şemanın yalnızca kapitalizme ait olduğu, onun tarihsel materyalizmin her yerde ve her zaman geçerli yasalarını içermediği, burada bir yöntem sorunu olduğu ve metafiziksel öğeler içerdiğidir. Yazarın haklılık payının olabileceğini düşünmekle birlikte genel olarak yanıldığını düşünüyorum.

“Kapitalizm geçici bir kategori de olsa, gerçek hareketin yasalarının kavranmasında özel bir önem taşır. Çünkü kimi yasalar ne denli evrensel olurlarsa olsunlar, kavranabilmeleri (bilince çıkarılabilmeleri) için, kapitalizm gibi bir olgunluk ve zenginlik gerektirir. Her çağda geçerli en soyut kategorilerin bile ortaya çıkması ancak belirli tarihsel ilişkilerin oluşması ile mümkündür.” 3 

Dolayısıyla Marx’ın, tarihsel materyalizmin genel bir yasasına yani “üretim ilişkilerinin bir bütün olarak belirleyiciliği altında, toplumsal formasyonların üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki ile devindiği” yasasına ulaşmak adına diyalektiğin yasalarını somut süreçlere uygulamasında şaşılacak bir yan yoktur. Ve Marx bir kere bu yasaya ulaştıktan sonra onu desteklemek ve zenginleştirmek için kapitalizmi derinlemesine inceleyecektir.

Dolayısıyla ekonomi politikten kasıt kapitalizmin ekonomi politiği olacaktır. Aslında burada Marx’ın yönteminin özünü oluşturan, soyuttan somuta ve somuttan soyuta olmak üzere çift yönlü çözümleme biçiminin uygulanışını görüyoruz. Marx soyuttan somuta giderek ilerleme-hareket anlayışını ortaya koymuş ve somutun ayrıntılı çözümlemesiyle (somuttan soyuta) somutu zenginleştirmiştir. Dolayısıyla tarihsel ilerleme fikrini “kapitalizmin uzunca ‘karşıtlık içeren’ toplumlar silsilesinde (ve Marx’a göre bu silsilenin en sonunda) yer aldığını vurgulamak”tan 4 ibaret görüyorsanız bu bir yöntem sorunudur. Yazarın, aralıksız sürmekte olan değişim süreçlerini reddetmese bile bütün üretim tarzları için bu sürecin itici gücünün ya da belirleyicisinin üretim ilişkileri olduğunu reddediyor oluşu, Marx’ın yönteminin de bir oranda reddidir. 

Haklılık payına gelince; eğer gerçekten birileri çıkıp bu şemayı, örnek olsun, antik çağda var olan bir toplumsal formasyonun ayrıntılı biçimde incelenmesi, bu toplumsal formasyonda altyapının üstyapıyı nasıl biçimlendirdiğini ve benzeri başlıkları anlamak için kullanıyorsa, bu şüphesiz Marksist yöntemden oldukça uzak bir deney olacaktır. Somutu ayrıntılı olarak incelemek, onu zenginleştirmek için yukarıdaki şema somuta uygulanmalıdır. Fakat bu haklılık payı şemanın sunduğu temel ilerleme mantığının yok sayılmasının bahanesi olamaz. Zaten yazar bunu eleştiriyor olsaydı üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin rolünü reddetmezdi. Kısaca yazarın haklılık payı tesadüftür.

İkinci bölümde yazar, emek-değer kuramı, sermayenin aşırı birikimi, kâr oranlarının azalma eğilimi yasası, rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş gibi konularda düşüncelerini ortaya koyuyor. Bu bölümde kapitalizmin çevrimleri, uzun süreli iktisadi durgunlukları ve krizleri, aşırı birikim kavramı üzerinden açıklanırken “kâr oranlarının azalma eğilimi yasası” , Marx’ın bu yasayı ortaya koyduğu döneme sıkıştırılıyor. Ekonominin üretim araçları üreten birinci kesimiyle tüketim araçları üreten ikinci kesiminin büyümeleri arasında sürdürülebilir bir dengenin hiçbir zaman var olmayışı, kapitalizmin doğasına içkin aşırı birikim hastalığı ile açıklanıyor. Rekabetçi kapitalizm ile tekelci kapitalizm arasındaki ayrımlarda söz edilirken,  temel olarak vurgu, rekabetin bitmediği, tam tersine biçim ve yöntem değiştirerek keskinleştiği üzerine yoğunlaşıyor. Yazarın tekelci kapitalizmi irdelemesinde asıl önemli konuyu ise, aşırı birikimin de işin içine girdiği, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin artı-değerin biriktirilmesi ve gerçekleştirmesi üzerindeki etkisi oluşturuyor. Tekelleşme ilerledikçe büyük sermayenin payına düşen artı-değer miktarı artarken küçük sermayenin payı tersine sürekli azalıyor. Bu durumun aşırı birikim ve gerçekleşme ile bağı şöyle:

“Daha büyük sermaye birimi, küçük olana göre orantısal olarak daha fazla birikim yapabileceği için tekelleşme derecesi artıkça ekonominin birikim yapma, dolayısıyla aşırı birikim yapma kapasitesi artacaktır. (…) Tekel, birikim yapma kapasitesinin yanı sıra sermaye yatırımı yapılabilecek cazip mahreçleri de baskı altında tutar.” 5 

Böylece tekelleşme bir yandan birikimi artırırken diğer taraftan gerçekleşme sorunlarına kapıyı aralar. Sonuçta aşırı birikim eğilimi şiddetlenir. Bu da kapitalizmin krizi için dinamit niteliğindedir.

Üçüncü bölüm merkez-çevre modeli üzerinde yükselmektedir. Bu bölümde, kapitalizm daha ilk nüveleri ile tarih sahnesine çıktığından bu yana, kendi kendini idare eden, sömürücü bir merkez ile bağımlı, sömürülen bir çevrenin varlığı serimlenmektedir. Kanımca bu iddia kimi sorunları da beraberinde getiriyor. Sorunun kaynağı bir merkez ile çevrenin varlığı değil; kapitalist ilişkilerin, kapitalizmin tarihinin ve gelişiminin bu modele dayandırılmasıdır.

“Buna karşılık, emperyalizme dayalı bir kapitalizm eleştirisine kendisini bağlamış olan Sweezy bu tartışmada, kapitalizmin gelişimini biçimlendiren belirleyici etkeni, adeta, ‘erken bir ticari emperyalizm’ öğesinde arar gibidir.” 6 

Sweezy’nin emek-değer kuramını tartışırken “aşırı birikim” kavramını öne çıkarmasının etkisiyle dış ticaretin önemli görülmesi, dış ticaret ile sömürgeciliğin ve emperyalizm olgularının bağı ve bunların bir uzantısı olarak merkez-çevre modelinin kullanılması birbiriyle bağıntılı yorumlar. Buradaki mantık silsilesinin devamının “Üçüncü Dünyacılık” olduğunu belirtmek gerekiyor. Üçüncü bölümün büyük kısmı da Üçüncü Dünyacı tezlerin açıklamasına ayrılıyor. Tezlerden biri şu: Çevredeki yüksek sömürü oranına ve baskıcı rejimlere karşılık, merkezde proletaryanın maddi koşullarının çok daha iyi olması, başka bir deyişle:

“Burjuvazinin proletaryanın yaşam standartlarının zamanla yükselmesinin yalnızca işlevsel olmakla kalmayıp, sistemin bir bütün olarak işleyişi açısından vazgeçilmez olduğunu tarihsel deneyimlerinden öğrenmesidir.” 7 

Yazar bunun devrimci enerjinin merkezden çevreye kayışını ve aynı şekilde Marksizmin, yazarın ifadesiyle, gelişme koşullarının daha iyi olduğu çevreye doğru uzun yürüyüşünün başlamasını sağladığını iddia ediyor. Tüm bunlar söylenmeden hemen önce patlak veren kriz ve hemen ardından açılan karşı devrimci süreç, neoliberal saldırılar ile birlikte Keynesçi refah devletinin ölümü, “merkez”deki işçi sınıfının “çevre”deki sınıf kardeşleriyle aynı kaderi paylaşıyor oluşunu gözler önüne serdi. Az gelişmiş ülkelerde işçi sınıfının geliştikçe Marksizmin bu bölgelere daha fazla nüfuz ediyor oluşu meşru bir değerlendirme gibi dursa da, tek dinamiğin işçi sınıfının gelişiyor olması olgusu olarak kalması kesinlikle sorunlu bir yaklaşım olacaktır. Şu da bir gerçek ki, gerek örnek olarak verilen Çin Devrimi olsun, gerekse diğer benzerlerinde Marksist yön ve proleter karakter son derce siliktir.

Yazıyı bitirirken ilk bölümün önemini vurgulamak istiyorum. Yazarın diğer bölümlerde ele aldığı konuların ve bu konulara yaklaşımının temel mantığına ilk bölümdeki yöntem sorununun etki ettiğini düşünüyorum. Dördüncü bölümde ise bu durum açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu bölümde Sovyetler Birliği’nde sayıları sınırlı olan bürokratların “yeni bir sömürücü sınıf” meydana getirdiği, bu sınıfın yönetici sınıf konumunda olup işçi sınıfını her türlü örgütlenme ve yönetme hakkından mahrum bıraktığı ve hegemonyasını baskı aracılığıyla sürdürdüğü iddia ediliyor. Aslında pek çok açıdan tanıdık gelen bu iddiayı ilginç kılan, bürokrasinin sömürücü bir sınıf olarak düşünülmesi. Bu yorum “Sovyet Devletinin Doğası Üzerine” adlı yapıtında, Troçkizmin önemli isimlerinden Mandel’i dahi şaşırtıyor. Gerçekten de hangi üretim tarzına ait olduğu belli olmayan, üretim süreçlerinden kopuk bir sınıfın, Marksizmin sınıf tanımında yerinin olamayacağı son derece açık.

Son olarak, Marksizm Üzerine Dört Ders’ten Marksizm adına alabileceklerimiz daha çok tartışmalı alanlara dair yorumlar ve bu alandaki konumlanışlar hakkında kimi bilgiler olacaktır. Bu konuda kitabın kimi başlıkları özet geçen tarzının olumsuz bir etkiye sahip olduğu açıktır. Kişisel fikrim, kitabın okunmasının “Marksizmi öğrenmek” adına olmasa da, tartışmalara aşina olmak adına yararlı olacağıdır. 

Dipnotlar

  1.  Çulhaoğlu, Metin, “Her Lafa İnanmayın”, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/her-lafa-inanmayin-2072, 13 Haziran 2009.
  2.  Sweezy, Paul, Marksizm Üzerine Dört Ders, çev. Tuncel Öncel, Yordam Kitap, İstanbul, 2009, s.27-28.
  3.   Karl Marx’tan aktaran, Metin Çulhaoğlu, 86-91 Yazıları, Gelenek Yazı Dizisi, 1998, s.235.
  4. Paul Sweezy, age, s.30,31.
  5.   age, s.65
  6.  Boratav, Korkut, “Bilge Bir Marksistin Ardından”, http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org.
  7.  Paul Sweezy, age, s.121-122