İki Anayasa: Zakkumdan Kaktüse İkna Olmak

 

 

Üç anayasa

ortasında büyüdün;

Biri akasya

Biri gül

Biri zakkum.*

Anayasalar gibi zor metinlerin değerlendirmesinde belki de en sık karşılaşılan sorun, bu metinlerin yazıldığı dönem ve tüm anayasa tarihi içerisinde oturduğu yerin çoğu zaman anlaşılamamasıdır. Bunların anlaşılabilmesini sağlayacak bir yöntemle değil de seçmeci bir bakış açısıyla konuya yaklaşıldığında, temelsiz tezlerin ortaya atılması da kolaylaşmış oluyor. Buradan kurtulabilmemiz için anayasa metinlerini kendi dönemleri, hazırlayıcı koşulları ve anayasa tarihi içinde bir yere oturtarak değerlendirmemiz gerekiyor. Bu da ancak çerçevenin içine sınıf mücadeleleri tarihi ve iktisat gibi boyutların sokulmasıyla mümkün.

Bülent Tanör’ün 1961 ve 1982 anayasalarını karşılaştırdığı çalışması İki Anayasa 1961-1982 bu açıdan önemli bir örnek. Tanör, Anayasal Gelişme Tezleri, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri ve İki Anayasa 1961-1982 başlıklı çalışmalarının tamamında, anayasa metinlerine ve bunlara dair geliştirilen argümanlara bahsettiğimiz çerçeveden bakıyor.

Yazarın, İki Anayasa çalışmasını merkeze oturtarak, bu konudaki temel tartışmalara nasıl yaklaştığını ele almaya çalışacağız. Bunun yanı sıra, AKP’nin ve birçok destekçisinin uzun süredir  “sıkışmayı açacak anahtar” rolü atfettikleri yeni anayasa tartışmalarının hangi doğrultuyu işaret ettiğine ve temel bazı tezlerini nereden devraldığına dair de kimi değerlendirmelerde bulunmak, yazının bir diğer amacı.

Başlarken, yazının çerçevesi açısından önemli iki noktayı belirtmek gerekiyor. Bu metin boyunca tartışılan birçok kavrama nasıl bir eksende yaklaştığımızın anlaşılması, okur açısından daha verimli bir okumayı da olanaklı kılacaktır. Bu nedenle iki konuyu biraz açarak belli ölçüde bir netleşmeyle başlayalım. Birincisi, devletin hem  “kurumsal” hem de “araçsal” olarak tanımlanmasının gerekliliği ve tanımlanıyor oluşu. Manifesto’dan çok iyi bildiğimiz “burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir kurul” tanımı, devletin araçsal yanına işaret ediyor. Ancak bunun ötesinde bir durum söz konusu. Siyasal söylem düzeyinde devletin araçsallığına dair vurgu “çoğu zaman” yeterli olsa da, devleti sadece bu özelliği ile tanımlamamızın yetersiz olacağı aşikar. Burada önemli bir nokta, devletin, burjuvazinin uzun dönemli çıkarlarının korunması için, toplumun çıkarlarının da korunması gerektiği şeklindeki anlayışı ve iradeyi temsil etmesi. Bu temsil bir kurumsallık olarak devleti ön plana çıkarırken, bir yandan da kurumsallığın nasıl bir sınıfsal temele dayandığını göstermesi açısından önemli. Yani devletin kurumsal ya da araçsal yanlarından bahsederken bunların hiçbirinin sınıflardan bağımsız olmadığını hatırlamamız gerekiyor. Örneğin, bu anlamda devletin kurumsallığına vurgu yaparken sınıfı unutup “otorite” gibi kavramlarla analiz edenlere bir yerden sonra pek de itibar etmemek yerinde olacaktır.

Çulhaoğlu’nun temel-üst yapı analizinde, üstyapıda yer alan bazı unsurların diğerlerine göre temele daha yakın olduğuna dair aşağıdaki tespitinin, burada bahsedilen konuyu daha anlaşılır kılacağını düşünüyorum:

Temel-üst yapı bütünlüğüne ilişkin modelde, siyasetin, temele en yakın duran, temeldeki gelişmeleri ve orada ortaya çıkan yeni gereksinimleri hemen ilk planda yansıtan üstyapı öğesi olduğu söylenebilir. Devlet ise, bir yandan kurumsal yanıyla temelden uzak ve ondan “bağımsız” görünen kimi alanlara uzanırken, araçsal yanıyla da temele doğru “çekilir”. Siyaset, aynı zamanda, Devletin bu uzaklaşma ve yakınlaşmalarını düzenleyen süreçtir. Özü itibarıyla hukuku da (anayasa dahil) temele görece yakın duran üstyapı öğeleri arasında sayabiliriz. Hukuk, en azından, temelin bileşeni olan üretim ilişkilerine (mülkiyet ilişkilerine) meşruiyet sunmak durumundadır. 1 Bu yaklaşımın çok benzer bir şekilde Tanör’ün çalışmalarında da olduğunu söyleyebiliriz. 12 Mart’ın ardından alevlenen anayasa değişikliği tartışmaları sırasında Mimarlık dergisine yazdığı bir yazıda, burjuvazinin neden değişiklik istediğine ve daha önemlisi hukuk-iktisat ilişkisine dair söyledikleri, bu açıdan Tanör’ün netliğini gösteriyor:

Türkiye’de sermaye kesiminde yoğunlaşma ve tekelleşme özellikle son 10 yılda ileri noktalara ulaşmıştır. Fakat bu tekelleşme kendi gelişimi için uygun bir hukukî – siyasî ortam bulabilmiş midir? Hayır! (…) İktidarın en büyük paydaşı olan büyük burjuvazi, kendi genişlemesi için çıkarmak zorunda olduğu kanunları, sözün gelişi iç ve dış kaynakların kendi emrine verilmesini sağlayacak olan yetki kanunlarını çıkarabilmiş midir? Çıkarmasına çıkarmıştır elbette ama, Anayasa Mahkemesi de arkasından iptal etmiştir. Üstelik hangi kanun? Konsorsiyum’un, Bakanlar Kuruluna geniş yetkiler tanıdığı için, özel kesime kamu fonlarının aktarılmasını kolaylaştırdığı için, ihracat ve yatırımı teşvik tedbirlerinin alınmasını çabuklaştırdığı için ve nihayet “bürokratik engeller” i indirdiği için hararetle onayladığı 933 sayılı Kalkınma Planının Uygulanması Esaslarına Dair Kanun.

Bu örnek, sadece bu tek örnek dahi neyi ispatladı? İktisadi güçlerdeki tekelleşme eğiliminin gelip gelip Hukuk’un duvarına çarpıverdiğini. Oysa bilinir ki, iktisatla hukuk çarpıştığında bundan hukuk muzaffer çıkmaz. İktisadî itiş, kendine uygun bir hukukî yapı bulamıyorsa, mevcut yapıyı atar, yerine bir yenisini koyar. Ama bu “ilerici” bir yönde olur ya da “geriye dönük” bir yönde olur, o ayrı şey. 2 Diğer bir konu da aynı kavram ya da kurumların farklı üretim biçimlerinde -hatta aynı üretim biçiminin farklı dönemlerinde- farklı içeriklerle kullanılması. Bundan şunu kastediyoruz: Bir kavram ya da kurum, oturduğu zemin, toplumsal dinamikler ve tarihselliği içinde faklı yönlerde işlev görebilir. Örneğin yürütmenin yetkilerinin arttırılması; temsil sisteminin daha güçlü olduğu, geri çağırma gibi uygulamaların söz konusu ve halkın yönetime katılımının daha mümkün olduğu bir sistemde farklı; ülkemizdeki gibi 4 yılda bir seçim sandığına gidilen 3  ve bunun dışında halkın yönetimle bağının gayet kopuk olduğu bir ülkede farklı bir anlama gelmektedir. Keza Cumhuriyet’in kuruluşu dönemindeki bir uygulama ile 2000’li yılların Türkiye’sindeki bir uygulama biçimsel olarak benzer görülebilir. Ancak bunların benzerlik ya da faklılıklarını anlayabilmek için kendi bütünlükleri içinde bir değerlendirme yapmak gerekir. Benzer bir şekilde hem 1982 Anayasası hem de 1961 Anayasası askeri darbelerin ürünü oldukları için aynı gibi görülebilir. Bu derece yüzeysel bir bakış ile konuya yaklaştığımızda, aynı olandaki farklılığı ya da farklı olandaki aynılığı anlamamız mümkün olmayacaktır. Bilimsel çaba, görünenin ötesine geçmek anlamına geldiği için şekli benzerliklerle yetinemeyeceğimizi, analizimizi daha geniş tutmak zorunda olduğumuzu not edip konumuza dönelim. 

Artık İki Anayasa’dan bahsetmeye başlayabiliriz. Bugün baskısı bulunmayan bu kitapta Tanör, önce 1961 Anayasası’nın ortaya çıkışını, getirdiklerini, ona yönelen tepkileri, 12 Mart dönemindeki değişiklikleri anlattıktan sonra 1982 Anayasası’nın oluşumuna, devletin nasıl yeniden yapılandırıldığına, devlet-birey ilişkilerinin nasıl yeniden düzenlendiğine dair ayrıntılı bir tartışmaya giriyor. Bu kitabın özellikle Anayasal Gelişme Tezleri isimli kitap ile birlikte okunmasında fayda var. Çünkü yazar Anayasal Gelişme Tezleri’nde, Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayarak, oldukça geniş bir çerçeve ile önemli tezleri tartışıyor:

“Anayasal gelişme tezi” ile anlatılmak istenen yalnız “Anayasa” gelişmeleriyle ilgili yorumlar değildir. “Anayasal” ifadesinin “Anayasa”yı aşan, siyasal gelişmeleri de içine alan bir anlamı ve kapsamı vardır. Bu nedenle, ele alınan görüşlerin aktarılmasında yalnız hukuki değil, bu görüşlerin çerçevesini oluşturan toplumsal ve siyasal yorumlara da yer verilmiştir. 4 

Burada tanımlanan “anayasal gelişme tezi” konusu, hem 1961 ve 1982 anayasalarını anlamak hem de günümüzdeki anayasa tartışmalarına daha sağlıklı yaklaşabilmek için oldukça önemli. Anayasa’ya kendinden menkul bir değer atfetmeyip onu siyasal tartışmaların içindeki konumuyla birlikte değerlendirmek ve siyasal tartışmaların anayasaya dair çıkarımlarını görünür kılmak anlamına gelen bu yöntemin uygulanılışı olarak İki Anayasa, konunun ancak bu birliktelik ile anlaşılabilir olduğunu net bir şekilde gösteriyor.

1961 Anayasası’nı nasıl anlayabiliriz?

Kitaba 27 Mayıs’ı anlatarak başlayan Tanör, ilk olarak 27 Mayıs karşıtı tezleri sıralıyor. Sınıfsal olmayan bir bürokratik hareket olması, hâkim sınıflar içinde bir kadro değişikliği anlamına gelmesi, tepeden inme olması, iktidarı elinden kaçıran bürokrasinin bir tepkisi olduğu ve anti-demokratik bir hareket olduğu gibi tezleri sıralayıp bunlarda haklılık payı olduğunu teslim eden Tanör, yine de bu açıklamaların durumu anlamak için yeterli veri sunmadıklarına dikkat çekiyor. Çünkü bu sayılanlar, hem DP’nin iktisadi politikalarının yansıması olarak orta ve alt sınıflarda yaşananları açıklamaktan çok uzak hem de DP’nin siyasi baskısını görünmez kılacak nitelikte. Tanör, asıl çelişkinin siyasal düzeyde ortaya çıktığını vurguladıktan sonra, DP’nin hukuksuz ve baskıcı politikalarından örnekler veriyor. Bu örneklerle dönemin atmosferi yansıtıldıktan sonra yazar şu tespiti yapıyor:

Bu ortamda oluşan 27 Mayıs, gerçekleşiş biçimi bakımından antidemokratik, özünde taşıdığı fikir ve üzerinde oturduğu birikimin niteliği bakımından ise demokratik bir yönelimi temsil etmektedir. Dolayısıyla 1961 Anayasası da bir “rastlantı” değil, bu ortamın ve koşullarının bir ürünüdür. Anayasanın demokratik karakteri kadar, sivil toplumun 1960’lardan sonra kaydettiği sıçrama da bunu gösterecektir. 5 

Böyle bir toplumsal hareketin üzerine oturan 1961 Anayasası hazırlanırken Milli Birlik Komitesi (MBK) ile birlikte Temsilciler Meclisi (TM) de görev alıyordu ve son şeklinin verilmesi konusunda bu Meclis görevli kılınmıştı. Tanör, bu durumun önemine dikkat çekiyor ve TM’deki aydın ağırlığının, anayasaya karakterini vermek konusunda etkili olduğunu yazıyor. Burada tam bir mutabakat söz konusu değil. Reformist aydınlarla tarımdaki egemen kesimi temsil eden üyeler arasında çatışma söz konusu olduğunu vurgulayan Tanör, reformist aydınların sınırlarına da işaret ediyor:

Eklemek gerekir ki, reformist aydınların tercihleri sosyal mağduriyetlerinden olduğu kadar, kısmen “komünizmi sosyal demokrasi yoluyla önlemek” gibi bir düşünceden de kaynaklanıyordu. 6 

1961 Anayasası daha çok temel hak ve özgürlüklere dair iyileştirmeleri ile bilinse de en az bunun kadar önemli iki etkisi daha olmuştu. Bunlardan birincisi iktidarın bölüştürülmesi ve diğeri de Anayasa’nın üstünlüğü ilkesini ve bunu sağlayacak altyapıyı kurmuş olmasıydı. 1924 Anayasası’nda “kanunlar anayasaya aykırı olamaz” şeklinde bir ifade olmasına karşın, bunun bağlayıcılığına dair hiçbir madde yer almıyordu. Aslında bunun için gerçek zeminin çok partili sisteme geçişten sonra oluştuğu söylenebilir.

1924 Anayasası’nın “Meclisin üstünlüğü” ilkesine dayandığını belirten Tanör, bu dönemdeki temel hedefin devletin kurulması ve toplumun yeniden biçimlendirilmesi olmasına karşın, 1961 Anayasasının demokrasinin kurulması ve korunması gibi bir amaca göre düzenlendiğini, bu nedenle de Anayasa’nın üstünlüğü maddesinin işte bu dönem için anlamlı ve gerekli olduğunu vurguluyor:

Ayrıca 1924 Anayasası’nı yapan güç, iktidarda kalacağını bilen ve kalan güçtür. 1961 Anayasası’nı kotaran güç ise iktidarda kalmıyacağını bilen, genel oy koşullarında iktidarı gene eski sahiplerine teveccüh edeceğini hesaba katmak zorunda olan bir güçtür. Birincinin sorunu serbestçe iş yapabilmek ve Hukuk’la (anayasa) engellenmemek; ikincisininki ise hukuki (anayasal) güvencelerle beslenmiş bir siyasal demokrasiydi. 7 

AKP’nin uzun süredir anayasa konusunda dile getirdiği argümanlar yukarıdaki çerçeve ile birlikte düşünüldüğünde, 1924 Anayasası’nın kurucu karakterine denk düşen yapısı ile AKP’nin 2. İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu açısından ihtiyaç duyduğu anayasa arasındaki biçimsel benzerlik dikkat çekecektir. Buradaki biçimsellik vurgusunun nedeni ise, 2. Cumhuriyet’in ilkindeki gibi sabit bir yapıya ulaşmayı hedefleyemeyeceği 8  ve beceremeyeceği öngörüsünden kaynaklanmaktadır.

1961 Anayasası açısından bakıldığında anayasanın üstünlüğü fikri, beraberindeki MGK gibi uygulamalarla birlikte, “genel oyun taşkınlıklarının önlenmesi” 9 gibi bir anlama da gelmekte.

Getirilen bazı düzenlemelerin bürokratik vesayet karakteri taşıyıp taşımadığının tartışılmayı hak ettiğini belirten yazar, 1961 Anayasası’nın tercihini açıkça bölüştürülmüş bir egemenlikten yana yaptığını belirtiyor ve “Bu Anayasa’nın gözde organı yargıdır” 10  diyor.

Anayasanın üstünlüğü ve iktidarın bölüştürülmesi meselelerinin ardından 1961 Anayasası’nın en önemli özelliklerinden biri olan temel hak ve özgürlükler konusuna geçebiliriz. Devletin bu hak ve özgürlüklere saygı göstermekten öte, özgürlüğü gerçekleştirici koşulları hazırlamakla da mükellef kılındığı bir anayasa olarak 1961 Anayasası, sosyal devlet ve sosyal adalet gibi kavramların gerçek birer zemine kavuşmasını sağladı.

Haklara dair önemli bir nokta ise bu hakların hangi koşullarda kısıtlanabileceği meselesiydi. Günümüz açısından da önemli bir örnek olduğu için vurgulamakta yarar var. Sınırlamanın “kanunla yapılması gerektiği, bunun idari işlemlere bırakılamayacağı” şeklinde bir madde 1961 Anayasası’nda kendisine yer bulmuştu. Bu maddenin ne kadar önemli olduğu, bugün idarecilerin koyduğu keyfi yasaklar göz önüne alındığında daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle 1 Mayıslarda yaşanan devlet terörüne gerekçe olarak valiliğin aldığı kararın gösteriliyor olması, kısıtlama yetkilerinin idareye devredilmesi durumunda neler yaşanabileceğini net bir şekilde gösteriyor. Yönetmenin en kolay yolu olarak yasaklamalar, idarecilerin çok sevdiği bir uygulama.  Devletin güvenliği, kutsal değerler, halkın menfaati gibi çeşitli muğlak gerekçelere dayandırılarak alınan bu yasaklama kararlarına karşın Anayasa’da önleyici bir madde olması, özellikle 60’lı yıllar boyunca büyüyen işçi sınıfı ve gençlik hareketinin önünü açan bir etken olmuştu.

Geleneğini kuran eleştiri

1961 Anayasası’na dair en önemli eleştirilerden biri Celal Bayar’dan gelen eleştiriydi. Bayar’ın eleştirisinin niteliğini anlamak için Anayasal Gelişme Tezleri’ndeki şu tarif oldukça önemli:

Anayasal teori alanında DP ileri gelenleri, yukarki gerici sınıfların egemenliğini “milletin egemenliği” diye göstermeye sürekli çaba harcadılar. Bu onların hem iktisadi hem de siyasal alanda diledikleri gibi davranabilmelerinin gerekçesi olacaktı. Bu yüzden, DP hareketinin getirdiği anayasal tezlerde baş yeri, temel hak ve özgürlükler ya da iktidarın sınırlanması sorunları değil, egemenliğin kullanılışı sorunu almıştır. 11 

Bu tezler önemli, çünkü Türkiye’de çok partili sisteme geçildiği tarihten itibaren klasik liberal demokrasi bağlamında başlıca iki anlayış yer aldı ve bunların her birinin kendine ait anayasa tezleri var. Bu iki tez arasındaki en önemli farkın katılım ve çoğulculuk arasında olduğunu belirten Tanör, DP/AP çizgisinin temsil ettiği birinci çizginin halkı siyasetin dışında tutmayı tercih ettiğini, buna karşın 1961 Anayasası’nda somutlanan ikinci tezin ise bunun aksini savunduğunu belirtiyor. İlk çizginin örneğin “aşırı uçlar” olarak tanımladığı kesimleri siyaset alanı dışında tutma çabasına dikkat çeken Tanör, esas olarak CHP’nin temsil ettiği ikinci tezin ise nispeten daha katılımcı olduğunu savunuyor.

Halkın siyasete katılımını seçmenlikle sınırlı tutan DP/AP çizgisinin bugün kendisini AKP’de somutladığını görüyoruz. Halkın doğrudan katılımını engelleyen ve temsili demokrasiyi doğrudan demokrasiymişçesine pazarlayan bu çizginin öteden beri kuvvetler ayrılığı ile başının hoş olmadığı bilgisi ile AKP’nin başkanlık istemi arasındaki paralellik bu açıdan önemlidir. Celal Bayar da 60’lı yıllar boyunca 1961 Anayasası’nı eleştirmiş, iktidarın bölüştürülmesi olgusuna karşı çıkmış, seçimle gelen siyasi iktidarın halkın tek temsilcisi, hatta ta kendisi olduğunu, bu nedenle de buna dönük kısıtlamanın halka dönük bir kısıtlama anlamına geldiğini savunmuştur. Bu eleştirinin ve anayasa tezinin bir gelenek olarak bugüne kadar sürdüğünü söylemek mümkün.

AKP’nin bugünkü taleplerini değerlendirirken, 12 Eylül’e giden süreçte Erbakan’ın başkanlık sistemine varan önerileri olduğunu göz önüne alırsak, 12  Erdoğan’ın bugünkü başkanlık merakının sadece kişisel egosundan kaynaklanmadığını, bunun arkasında on yıllar süren bir tartışma olduğunu da görebiliriz.

61 Anayasası’nın revize edilmesi

1961 Anayasası’nda ilk büyük revizyon, 12 Mart’ın ardından gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanı Sunay’a verilen muhtıranın gerekçelerinde talepler arasında en önemli yeri tutan konu, temel haklar ve özgürlüklerin kısıtlanmasıydı. Bu doğrultuda Anayasa’nın 10. ve 34. maddeleri arasındaki 8 maddenin değiştirilmesi talep edilmişti. Bahsedilen bölüm Anayasa’nın Temel Hak ve Hürriyetler ve Ödevler bölümüne denk düşüyordu. Bu konuda Nihat Erim’in açıklamaları da askerin anayasa değişikliğini ne kadar önemsediğini gösterir nitelikte:

Eğer kumandanların üzerimde bir baskısı söz konusu ise, bu sadece Anayasa Değişikliklerinin bir an evvel yapılması, yeni kanun tasarılarının bir an evvel hazırlanması içindir. Böylelikle bir an evvel kendi asıl işlerine dönmek istemektedirler. 13 Buradaki önemli konulardan birisi, terör nedeniyle bu değişikliklerin zorunlu olduğu iddiası. Bu iddianın altının çok da dolu olmadığını belirten Tanör, Başbakan Yardımcısı Koçaş’ın “sıkıyönetimin ilanına gerek yoktur” minvalli açıklamasından sadece 2 gün sonra Erim’in “asayiş için anayasanın değişmesinin gerektiği” tezini dillendirmesinin bu açıdan önemli bir örnek olduğunu söylüyor. 14 

1961 Anayasası’ndan 1982 Anayasası’na giderken en önemli ara durak olduğu için bu dönemdeki değişiklikleri anlamak, süreci anlamak açısından önemli. Bülent Tanör’ün bu değişiklikleri ayrıntılarıyla anlattığı kısmı, daha rahat takip edilebilmesi açısından iki temel başlık altında şöyle özetleyebiliriz:

Devlet ve iktidarının kuruluş ve işleyişi

1. Askeri otoritenin sivil iktidardan yeni tavizler koparması

•           Askeri yargının sivil yargı aleyhine genişlemesi

•           Silahlı kuvvetlerin elindeki devlet imkanlarının arttırılması

•           1961 Anayasası’nda MGK bir danışma ve yardımcı kurul olarak tanımlanırken 12 Mart’ın ardından yapılan değişikliklerde yardımcılık ibaresinin kaldırılması.

2. Siyasal karar organları ile yargı arasındaki ilişki

•           Yargı denetiminin gevşetilmesi.

•           Anayasayı değiştiren yasaların sadece biçim yönünden denetlenebileceği maddesinin eklenmesi.

•           Küçük siyasi partilerin Anayasa Mahkemesi’ne başvuru olanağının ortadan kaldırılması.

•           Yargının idareyi denetlemesi ile ilgili hükümlerin flulaştırılması.

•           Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen maddelerin askeri rejim şartlarında “hileli” bir şekilde Anayasa’ya eklenmesi.

3. Yürütmenin güçlenmesi, yasamanın nispeten gerilemesi

•           Bakanlar Kurulu’nun “vergi ödevinin” saptanması konusunda yetki sahibi kılınması.

•           Bakanlar Kurulu’nun “kanun hükmünde kararname”ler çıkarabilme yetkisiyle donatılması.

•           Meclis’in gensoru yetkisinin ve bu yetkinin kullanımının kısıtlanması.

Temel hak ve hürriyetler

1. 1961 Anayasası’nda özgürlüğün kural, sınırlamanın istisna olmasına karşın yapılan değişikliklerle bu sistemin tersine çevrilmesi.

2. “Kritik ve ileri bazı sosyal kesimlerin” belli hak ve özgürlüklerden yararlanmalarına kesin olarak set çekilmesi. Memurların sendika kurması ve öğretim üyelerinin siyasi partilere üye olmasının imkansız hale getirilmesi gibi.

3. Küçük ve radikal partilerin hazine yardımından mahrum bırakılması ve Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açma olanağının bunlardan geri alınması.

4. Hak ve özgürlüklerin tekil (münferit) durumlarda sınırlandırılmasında yargı güvencesinden uzaklaşılması ve “yetkili makamlar” adı altında yürütme ve idareye olanak verilmesi.

5. Gözaltı süresinin uzatılması

6. Askeri yargının genişletilmesi ve sıkıyönetim ilanının kolaylaştırılması yoluyla sivillerin sıkıyönetim mahkemelerinde önünde yargılanmalarının kolaylaştırılması.

7. Nihayetinde DGM’lerin kurulması [

12 Eylül’e giderken

Ancak bu değişiklikler iktidarın ve burjuvazinin ihtiyaçları açısından yeterli değildi. 1970’lerin sonlarına yaklaşıldığında 1961 Anayasası’na giderek daha sert tepkiler gösteriliyordu. 1960’ların ilk yarısında, 1961 Anayasası’nın “doğal hakları en sağlam teminata bağlamış geniş hürriyetli bir anayasa” olduğunu yazan ve bu anayasanın “demokratik hiçbir temel fikrine karşı olmadığını” vurgulayan Bayar, bu yeni dönemde “1961 Anayasası’nın yurdumuza getirdiği laubali özgürlük”ten, bir “özgürlük azlığı”ndan yakınmaya başlamıştı. Bunun, devlet gücünün bölüştürülmesinden ve devletin güçsüzleştirilmesinden doğduğunu savunan Bayar, yeni anayasal program önerisini artık “güçlü devlet” ekseni üzerine kurmaya başladı. 15 

Bayar’ın, 1970’lerin ikinci yarısında kaleme aldığı 1961 Anayasası’na yönelik eleştirileri bununla da sınırlı değildi. Bu dönemdeki anayasa eleştirisinin dikkati çeken bir başka özelliği anayasanın sosyal haklar ve sosyal devlet sistemine yönettiği itirazlardır. Bayar’a göre; “Devletin, hükümet gibi yürütme organı, adalet cihazı gibi yargı organları varken, işçi-işveren dediğimiz insanların örgüt halinde, kendi aralarında kıyasıya hesaplaşmasını kabul etmesi, aslında, Devlete vücud veren ana fikirlere ters düşer. Çünkü grev yasal bir zorbalıktan başka bir şey değildir.” Ayrıca, “emek piyasasının denetleme dışında kalmış” olmasından yakınan Bayar, emeğin, “maliyetin en önemli unsurlarının başında” geldiğini, yüksek ücretin “dış mallarla rekabeti zorlaştırabileceğini” yazıyordu 16 . Bayar’ın bu dönemde sınıfsal tercihlerini daha net bir şekilde dile getirmiş olması ve insanların sosyal haklarını savunmaları karşısında bu kadar net bir şekilde konum alması, DP/AP çizgisine denk düşen anayasa tezinin demokrasiden bahsederken ne kadar sınırlı bir alanı tarif ettiğini göstermesi açısından da önemli.

Bu sınıfsal tercihle paralel seyreden bir durum da 24 Ocak kararlarından üç ay sonra Tercüman gazetesi tarafından düzenlenen Anayasa Seminerleri. Bu seminerlerde dile getirilen en önemli tez, Güçlü Türkiye’ye duyulan ihtiyaç. Bunun hem ekonomik krizi aşabilmek için hem de “milletler arası komünizmden” korunabilmek için gerekli olduğunu söyleyen çevreler, bu nedenle Anayasa değişikliğinin gerekli olduğunu iddia ediyorlardı.

Buna karşın genel anlamıyla solda anayasayı savunma hattının doğduğunu belirten Tanör, tabloyu şöyle özetliyor:

Bazı yüksek mahkeme üyelerinin tutumu da bu doğrultudaydı. B. Ecevit, CHP’nin gündeminde bir anayasa değişikliği konusunun bulunmadığını ilan etti. Disk ve Türk-İş gibi işçi sendikaları, barolar, meslek kuruluşları, aydınlar ve üniversite mensupları, gençlik örgütleri de anayasada değişikliğe karşı çıktılar. Basında da, Cumhuriyet başta olmak üzere, Milliyet gazetesinin bazı yazarları, Aydınlık ve Demokrat hatta Günaydın gazeteleri bir anayasa değişikliğine karşıydılar. 17 

Anayasa fikrinin reddi olarak 1982 Anayasası

1982 Anayasasının, liberal batı demokrasisi anayasalarını doğuran sosyal ve siyasal dinamiklerden farklı bir varlık nedenine dayandığına dikkat çeken Bülent Tanör,  bu farklılığı şu şekilde özetliyor:

Batı liberal anayasacılığının özü, siyasal iktidarın sınırlandırılmasıdır. Yükselen burjuva-demokratik devrimleri, feodal monarşilerin ve bunların payandası olan sosyal sınıfların keyfi ve dizginsiz yönetim usullerine, hak bildirileri ve anayasalarla karşı çıkmışlardır. Bizde de Meşrutiyet anayasacılığı ile 1961 Anayasası, asıl varlık nedenlerini bu noktada, yani monarşinin sınırlanmasında (1876, 1909), özgürlük ve demokrasinin kurumsallaştırılmasında (1909, 1961) bulmaktaydı. 18 

Bu nokta gerçekten de çok önemli; çünkü ilk defa açık olarak 1980 müdahalesiyle, yeni bir anayasanın yapılması fikrinin esas dürtüsü, özgürlüğün ve demokrasinin korunması ve pekiştirilmesi değil, otoritenin ve devletin güçlendirilmesi oldu.

Hazırlanma koşulları, hazırlayan kadro, üstüne oturduğu dinamik itibariyle 1961 Anayasası’ndan tamamen faklı olan 1982 Anayasası, devlet organlarının karşılıklı ilişkilerine önemli değişiklikler getirip rolleri yeniden düzenledi.

1961 Anayasası yürütmeye duyulan kuşkuyla hazırlandığı için yasama-yürütme dengesinde yasamayı kayıran bir biçim tercih etmişti; ancak 1982 Anayasası bu konuda kesin bir şekilde yürütmeyi tercih etti. Yani bir önceki anayasanın kazananı yargı olurken, bu anayasanın kazananı içinde asker de olmak üzere yürütmeydi. Yargı önemli ölçüde bağımsızlığını yitirirken Anayasa Mahkemesi hem yetki alanı hem de kendisine başvurabilecekler açısından etkisizleştirilmişti. Tanör’ün haklı bir şekilde belirttiği gibi “1980-82 boğazından en karlı çıkan yürütmeyse, en çok yara alan da yargı”ydı. 19 

Yürütme güçlendirilirken bunun iç yapısına da müdahale edildi. Yürütmenin iç yapısında yapılan yeni düzenlemelerin iki belirgin yönü merkeziyetçiliğin artması ve Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin genişletilmesiydi. Cumhurbaşkanlığını elinde tutan asker kanadı bununla da yetinmedi. 1961 Anayasası MGK’ya katılacak bakan sayısını belirleme görevini yasalara bırakarak bu konuda yetkiyi yasamanın eline verirken, 1982 Anayasası sivil üyelerin sayısının asker üyelerin sayısını geçmemesini sağlayacak bir düzenleme yaptı.

Anayasa tarihimiz açısından önemli kırılmanın 1971-1973 yıllarında yaşandığına dikkat çeken Tanör, bu süreci şöyle anlatıyor:

Görünen odur ki, 1961 Anayasası başta olmak üzere, yüzyılı aşan bir tarihe sahip bulunan anayasacılığımızda bütün anayasalar ve belli başlı uğrak noktaları, siyasal rejimin felsefesini ve çerçevesini liberalleştirmek, toplumun ve bireyin bağımsızlaşmasına hizmet etmek gibi amaçlarla ortaya çıkmışlardır. Bunlar, kendilerinden önce gelen anayasal dönemlere oranla toplumun ve bireyin hakları bakımından daha geniş ufuklu olmuşlardır. Bu durum 1970’lere kadar böyle sürmüştür. İlk olarak 1971-73 Anayasa değişiklikleridir ki, Türk anayasacılığında farklı bir perspektifin belirdiğini ortaya koymuştur. 20 

1982 Anayasası’nın temel haklar konusunda ne kadar geri olduğu bilinen bir durum. Bu konuda önemli bir özelliği, insan hakları ya da doğal haklar gibi kavramlardan bahsetmemesi, bunun yerine Anayasa’daki haklara atıfta bulunması. Ancak hakların sınırlandırılması burada da kalmaz, bu haklardan ancak “milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde” yararlanılabileceği belirtilir. 21  “Temel hak ve özgürlüklerin serbestliğinin değil, sınırlılığının” esas olduğunu ortaya koyan bu tabloda, Anayasa’daki sınırlama sebeplerinin “kaypak ve belirsiz” karakteri yargı organları üzerinde de olumsuz etkiler yaptı. Ellerine açık ve net ölçüler verilemeyen Anayasa Mahkemesi ile idare mahkemelerinin yasamayı ve yürütmeyi denetlemede uğrayacakları zorluklar düşünüldüğünde, “Bu durumda doğacak sonuçların birey ve hakları aleyhinde olacağı kestirilebilir”di. 22  Nitekim beklendiği gibi de oldu.

24 Ocak kararlarıyla ve burjuvazinin darbeyi sevinçle karşılaması gibi olgularla birlikte değerlendirilmesi gereken 1982 Anayasası, grev ve sendika konusunda da önemli düzenlemeler getirdi. Tanör bunun zeminin ve ilgili maddeleri şöyle özetliyor:

Kollektif hak ve özgürlüklere karşı duyulan tedirginlik, kollektif sosyal haklar (sendika, grev, toplu sözleşme) söz konusu olduğunda daha da ileri boyutlara ulaşmaktadır. Bu hak ve özgürlüklerin sıkı sıkıya işyeri talepleri içinde tutulmasına özel bir dikkat gösterilmiştir, siyaset, siyasal işbirliği, ortak hareket yasakları başta olmak üzere pek çok yeni yasaklama getirilmiştir. Buna karşılık lokavt bir anayasal hak sayılmıştır (md. 51-54.) Bu şekilde, yeni düzende çalışanların haklarını kendi mücadeleleri ve örgütleriyle elde etme esasının yerine Yüksek Hakem Kurulu’nun egemen olduğu bir “merkezi dağılım sistemi” konmak istenmiştir. 23 

Bu, AKP’nin de kıskançlıkla sahiplendiği bir uygulama. Bu durum AKP’nin 1982 Anayasa’sının çok da uzağına düşemeyeceğini, daha doğru bir ifadeyle birçok temel konuda 1982 Anayasası’nın dışına çıkmayacağını göstermesi açısından önemli.

1982 Anayasası’nın ayırt edici bir diğer özelliği de ideoloji alanında, devlet yönetimine hâkim temel ilkeleri belirlemekle yetinmemiş olmasıydı. Milletin ve bireylerin ideolojisinin, kültürünün, ahlakının ve psikolojisinin nasıl olması gerektiği konusu bir “Anayasa sorunu” sayılıp bununla ilgili hükümler getirilmesi 24  devlete ve anayasaya atfedilen konumun ne kadar faklılaştığını gösteriyor.

AKP’nin bu konuya ne kadar müdahil olduğu göz önüne alınacak olursa, bu başlıkta da 1982 Anayasası’nın çok uzağına düşemeyeceği görülecektir.

Anlama denemesi

Tanör, “Anayasa’yı daha iyi okuyabilmek için” başlıklı alt bölümde Anayasacılık fikrine zıt bir olgu olarak 1982 Anayasası’nın tamamen kendisine özgü bir varlık olarak değerlendirilmesinin doğru olmayacağına işaret eder. “1982 Anayasası, dünya anayasacılığındaki bazı genel eğilimlerin serpintilerini de üzerinde taşımakta mıdır?” sorusuna, anayasayı okumak için yardımcı olabilecek üç örnek okuma modeli sunarak cevap verir:

   Bunlardan biri, ekonomideki tekelleşmenin ve tekelci devlet kapitalizmine yönelmenin siyasal-anayasal planda yarattığı gelişmelerle ilgili tahlildir”. 25  Bu açıdan yürütmenin kuvvetlendirilmesi ve diğer unsurlar karşısında baskın hale getirilmesi olgusu daha anlamlı bir yere oturabilir. Tanör dönemsel olarak bunun anlaşılabilir ve dünyada örnekleri görülebilen bir eğilim olduğunu söylüyor.

   İkinci yardımcı okuma taslağı, iktisadi model değişikliği kavramı ekseninde kurulabilir. Bazı Latin Amerika ülkeleri için yapılan tahlillerde, iktisadi değişme ile siyasetteki otoriterleşmeye işaret edilmiştir.” 26 

• “Ulusal güvenlik doktrini27 Özellikle Brezilya ve birçok Latin Amerika ülkesinde o dönemde uygulanan doktrin, 1982 Anayasası’nın ruhunu anlamak ve kendi dönemi içinde belli bir yere oturtabilmek açısından önemli görünüyor. 12 Eylül döneminde yeni anayasa savunucularının güçlü devlet vurgusu ve iktisadi krizle birlikte “komünizm tehlikesi”nden bahsetmeleri de bu paralelliği ortaya koyuyor.

Tanör’ün buradaki çabası da diğer kısımlarda olduğu gibi Anayasa’yı hem ülke ölçeğinde hem de dünya ölçeğinde belli bir bağlama oturtabilmek. Bu çaba Tanör’ün bütün çalışmalarına sinmiş olan ruhu anlamamız açısından önemli. Güç ilişkilerine bakan, sınıfları, uluslararası ilişkileri ve iktisadi durumu göz önüne alarak anayasayı ancak bu eksende değerlendirebileceğimizi söyleyen Tanör, bu zengin bakış açısı ile önümüzü açıyor.

Nereye bakmalı?

Tanör, İki Anayasa kitabında anayasaları değerlendirirken oldukça geniş bir çerçeve kullanıyor. Hazırlayan koşullar, toplumsal hareketler, hangi sınıfların değişiklikten yana ya da değişikliğin karşısında durduğu, iktidarların hangi amaçlarla anayasayı değiştirmek istedikleri, bu değişikliklerin kimler tarafından benimsenip nasıl sonuçlara yol açtıkları gibi bir dizi olguya bakan Tanör, AKP’nin hazırladığı anayasayı nasıl değerlendirmemiz gerektiği konusunda da çok önemli bir örnek oluşturuyor.

Bugün AKP’nin hazırladığı bir anayasanın hangi eğilimleri güçlendireceğini anlamak için biraz geriye bakmak, 10 yıllık iktidarında neleri ön plana çıkarttığını görmek gerekiyor. Artık bir boşgösterene dönüşen demokrasi söyleminin kendi başına hiçbir şey ifade edemeyeceği açık. 10 yıl boyunca bireysel özgürlüklere saygı göstermeyen, insanların kaç çocuk yapacağından ne içeceğine kadar bir dizi konuda kendisini yetki sahibi gören, neresinin ibadethane neresinin kültürel mekân olduğuna karar vermek yetkisine sahip olduğunu düşünen bir iktidarın “ayakların baş olamayacağı” gibi söylemleri de göz önüne alındığında önümüze koyacağı anayasadan çok farklı şeyler beklemek gerçekçi olmayacaktır. Anayasa değişikliğinin ülkenin büyümesine olanak sağlayacağını, ekonomik gücümüzü arttıracağını söylerken bir yandan da taşeronlaşmayı arttıran bir hükümetin, sosyal – sendikal haklar ve yoksullar konusunda çok farklı şeyler yapmasını beklemek de gerçekçi görünmüyor. Havacılık iş kolunda grevi yasaklamaya çalışan, kendi sendikalarına yetki devretmek için türlü numaralar yapan, toplu iş sözleşmelerinde hem taraf hem de hakem olan ve bunu yıllardır işçilerin aleyhine kullanan bir iktidarın demokrasi söyleminin içinde sendikal mücadele konusunun yer almaması oldukça anlaşılır. Zaten son 10 yıllık dönemi de aşan bir şekilde Bayar’ın eleştirileri ile devamlılığı olan ve DP/AP çizgisinde kendisini somutlayan bir anayasa tezinin devamcısı olarak değerlendirilebilecek olan AKP’nin demokrasi tanımının, seçmenlerin oy kullanmasından daha öte bir yapıyı tarif etmediği, insanların mücadele ile haklarını almaları gibi konulara “güçlü ve bahşeden” devlet teziyle yaklaştığı biliniyor. Bunların hepsi bir arada düşünüldüğünde ve AKP’nin bir süredir oynamaya çalıştığı uluslararası rol de buna eklendiğinde, ortaya işçi sınıfı adına hayırlı bir metin çıkmasını beklemek mümkün görünmüyor. Sınıf için hayırlı olmayacak bir anayasanın ülke için olumlu sonuçlar açması da zaten mümkün değil.

Burada önemli olan bir konu da anayasanın kendi başına tüm sorunları çözecek güç gibi sunuluyor olması. Bunun böyle olmadığını görebilmek için anayasa tartışmalarına Tanör’ün önerdiği ve uyguladığı yöntemle yaklaşmamız gerekiyor.

En azından zakkumdan sonra kaktüse ikna olmamak için.


 

*:  28 

Dipnotlar

  1.  Metin Çulhaoğlu, Marksizm Güncellemeleri, Gelenek 109, s. 14 (vurgular Metin Çulhaoğlu’na ait)
  2.  Bülent Tanör, Anayasa Değişikliğinin Ardındaki Gerçek, Mimarlık no. 91, s. 10
  3. Başbakan Erdoğan, 4 yılın hizmet için yetersiz olduğunu, başkanlık sistemiyle birlikte bunun da 5 yıla çıkabileceğini söyledi. Erdoğan böyle istiyor: Seçimler ertelenecek, partili cumhurbaşkanlığı gelecek! http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-boyle-istiyor-secimler-ertelenecek-partili-cumhurbaskanligi-gelecek-haberi (Son Erişim Tarihi 12.05.2013)
  4.   Bülent Tanör, Anayasal Gelişme Tezleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2010, s.12
  5.  Bülent Tanör, İki Anayasa: 1961 ve 1982, İstanbul, Beta Basım Yayım, 1994, s.15
  6.   a.g.e, s.17
  7.   a.g.e, s.21
  8. Buradaki “hedefleyemeyeceği” ifadesi çok iddialı ya da düpedüz yersiz görülebilir. Öyle ya, herkes herhangi bir şeyi gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak hedefleyebilir.  Ancak bahsedilen durum, bugünün yönetenleri için devlet algısının da değişmiş olmasıdır. Muhakkak ki bugünün iktidar sahipleri kendileri için bir statüko hedefler. Ancak bunun yapısı gereği geç burjuva devrimlerinin ürünü olan devletlerden farklı olacağını söylemek müneccimlik olmayacaktır sanırım. Neoliberalizm çağında tam da bu nedenle sabit olmayan bir yapı kurmaya çalıştıklarını, hem büyük biraderlerinin hem de iktisadi yapının bunun aksine imkan vermediğini düşünüyorum.
  9. a.g.e, s.22
  10. a.g.e, s.25
  11.   Bülent Tanör, Anayasal Gelişme Tezleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2010, s.108
  12.  Bülent Tanör, İki Anayasa: 1961 ve 1982, İstanbul, Beta Basım Yayım, 1994, s.66
  13.  Nihat Erim’den Aktaran Bülent Tanör, İki Anayasa Sf.48-49
  14.  Bülent Tanör, İki Anayasa: 1961 ve 1982, İstanbul, Beta Basım Yayım, 1994, s.51-2
  15.   a.g.e, s.62-63
  16. a.g.e, s.63
  17.  a.g.e, s.75
  18.  Bülent Tanör, İki Anayasa: 1961 ve 1982, İstanbul, Beta Basım Yayım, 1994, s.97
  19.  a.g.e, s.119
  20.  a.g.e, s.130
  21. a.g.e, s.131
  22.  a.g.e, s.136
  23.   a.g.e, s.142
  24. a.g.e, s.150
  25. a.g.e, s.157
  26.  a.g.e, s.158
  27.   a.g.e, s.160
  28.  Cemal Süreya, “Kısa Türkiye Tarihi II”
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×