İktidar ve Diyalektik

İktidar ve diyalektik başlıkları tek başlarına çok anlamlı bilgiler vermezler. Bu başlıkları „sınıf iktidarına diyalektik materyalist açıdan bakış” biçiminde sadeleştirmek, daha doğrusu somutlamak ve tarihselleştirmek gerekiyor. Bu işlem, sadece zihinsel bir tercihi değil, toplumsal ilişkiler içinde belirli bir konumlanışı, bir duruş noktasını ve bir perspektifi de ifade ediyor.

Diyalektik kavrayışa dair bilgiler marksizmle ve modern çağla birlikte başlamıyor. Antik çağ felsefesinden, diğer deyişle felsefenin başlangıcından itibaren varlığın dönüşüm, hareket, karşıtlık, çelişki içeren doğasına dair sezgiler var. Kapitalizmle birlikte ortaya çıkan modern çağ ise, hareketin, dönüşümün daha keskin biçimde kavranmasının yolunu açtı. Belki de burjuva felsefesinin en yüksek noktası olan Hegel idealizmi, diyalektik kavrayışı çok daha derin biçimde dile getirdi. Hegel’in kurduğu idealist felsefe sistemi, esas olarak devrim düşüncesine yabancı değildi. Fransız Devrimi’nin hayranı olan Hegel, ancak ağır çarpışlamalar ve çelişkilerle mutlak özgürlüğe ulaşıldığını anlatıyordu eserlerinde. Hegel felsefesi bir çok açıdan değerlendirilebilir ve eleştirilebilir elbette; ama kanımca en temelde yatan sorunlarından bir tanesi, Hegel`in, zihnin ya da tinin dönüşümünü incelerken durduğu yerin mutlak bilgiye sahip filozof konumu olduğunu sanmasıydı. Marx’ın en son ve en yetkin eseri olan Kapital’in bile altbaşlığında bu yapıtın bir „eleştiri” olduğunun belirtildiği düşünülürse bu nokta daha da açık hale gelir.

Marksist bir perspektif, kendi bilgisinin sınırlarını bilir, ama aynı zamanda bu bilginin olanaklarını hesaba katar. Marksizm, bilginin zihinsel kurgu süreçlerinden öte bir şey olduğunu belirtir. Var olan ideolojiler gibi, kendisini de maddi süreçlerin içinde değerlendirir. Marksizmin yaptığı, sadece varolanı tesbit etmek değildir, varolan ilişkilerin kendisini çözümlerken, kendi devrimci dünya görüşünü de etkili hale getirmektir. Müdahaleci olma çabası marksizmin olmazsa olmaz bir kuralıdır. Marksizm diyalektiğin bir parçasıdır, diğer deyişle diyalektik ilişkiler içinde devrimci dünya görüşü olarak Marksizmin bir yeri vardır. Bu yer egemen düzenin çelişkilerini derinleştirmeyi amaçlayan bir yerdir. Diyalektik, olmuş bitmiş, yapılmış bir köşeye konmuş bir alet değildir. Sınıf mücadelesi devam ettiği müddetçe tarihsel ilişkilerdeki çelişkiler de devam edeceğine göre, sürekli kendini yenileyen diyalektik bir bakış açısı kaçınılmaz olacaktır.

Marksizm, insanlığın bilgi birikiminin, tarihin sınıf mücadelelerinden oluştuğunu ortaya koyacak kadar olgunlaşması demektir. Tarihin özünün bu şekilde konulması, tarihin nerede başlayıp nerede biteceği hakkında da belirli bir fikre sahip olmak anlamına gelmektedir. Marksizmin oluştuğu tarihsellikten bakıldığında tarihin sonu, sınıflı toplumların sonuyla özdeştir. Bu açıdan bakan için, sınıflı toplum ilişkilerinin bitimi bir hedef, bir sonuçtur. Bu hedef ve sonuç, belirli bir perspektif demektir. Bu perspektifin sonuna varıldığında, diğer deyişle sınıflı toplumlar sonlandığında, diyalektiğin nasıl yaşanacağı (hatta yaşanıp yaşanmayacağı) hakkında öngörüde bulunmak gelecek hakkında spekülasyon yapmaktan başka bir şey değildir. Bugünden bakan bir devrimci, kendi dünya görüşünün, düşüncelerinin (ve tabi spekülasyonlarının) bugünün maddi ilişkileriyle sınırlı olduğunu görmelidir.

Maddi sınırların farkında olmak, varolanı dönüştürme amacındaki öznenin pasifleşmesine değil, bilakis enerjisini en etkili şekilde kullanarak, dönüştürme gücünde sağlayacağı artışla aktifleşmesine yol açacaktır. Özne ile nesne arasındaki ilişki iki ayrı ve birbirinden bağımsız entitenin birbiriyle ilişkisi değildir. Özne ve nesne ayrı kategoriler olarak tarihdışı bir yerde sürekli olarak durmazlar. Diğer deyişle, öznenin nesnel olanla ilişkisi tarihüstü bir biçimde formüle edilemez. Özne ve nesnenin ilişkisi tarihselleştirildiğinde, paradoksal görünen bir durumla karşılaşılır: Esasında özne ve nesne kategorilerinin kendisi de özne tarafından konulmuş olmakla birlikte, öznenin kendisi de nesnedir. Ama sıradan bir nesne değil, kendini bilen bir nesne. Nesnel süreçlerin ürünü olan özne kendi etkinliğiyle nesnel süreçleri değiştirme yetisine sahiptir. Bu durumda özne, sadece nesneyi değil, kendisini de değiştirmiş olur ki, artık aynı özne ve nesneden (ve hatta aynı özne ve nesne ilişkisinden) söz edilemez.

Marksist dünya görüşü, varolan ilişkilerin özünü, sömürünün oluşturduğunu ve bu sömürünün de egemen sınıfın üretici sınıflar üzerine uyguladığı diktatörlük sayesinde gerçekleştiğini tesbit etmiştir. Sömürü mekanizmaları ile diktatörlük mekanizmaları arasında bütünsel bir ilişki vardır. Diktatörlük sadece doğrudan zor gücünü değil, ideolojik yönlendirmeleri de içermektedir. Diktatörlüğün biçimleri sömürü mekanizmaları ve sınıf mücadelesiyle doğrudan ilişkilidir. Marksist dünya görüşünün kendisi de, proletaryanın insanlığın birikimlerinden çıkardığı bir bilgi olarak, sınıf savaşımında kritik bir aşamadır. Bu aşamaya gelindiğinde, diyalektik, idealist felsefenin spekülasyonlarının ötesinde, bu spekülasyonların da belirli bir maddi ilişkiler çerçevesinde oluştuğunu gösterecek denli derinleşmiş ve maddeci biçimine kavuşmuştur. Maddeci dünya görüşü, kendisini maddi ilişkilerin üstünde değil, içinde gördüğü için varolan ilişkileri olmuş bitmiş gibi yukardan görüp değerlendirme yapmaz, bunun yerine varolan ilişkileri süreç olarak algılayıp kendisini bu sürecin aktif bileşeni olarak öne sürer. Bu maddeci diyalektik açıdan, iktidar doğal ve özerk bir alan ya da kavram olarak tasarlanmaz, bilakis, maddi ilişkiler içinde belirli bir yere oturtulur.

İktidarın Eleştirisinden Eleştirinin İktidarına

Marksizm varolduğu sürece eleştirel niteliğini korumak zorundadır. Bilgi üretimi olarak Marksizmin varoluş koşulu sınıflı toplumların çelişkileridir. Bu çelişkiler bittiğinde Marksizmin yeri tarihsellik olacaktır. Marksizm insanların oluşturduğu toplumların bugüne değin nasıl işlediği üzerine belirli çözümlemeler yapmıştır. Sömürü kavramını merkeze alan bu çözümlemeler, siyasi, ahlaki, bilimsel vb. bir çok boyutu içinde taşır. Bu boyutların hepsi varolan egemen ilişkileri eleştirmek noktasında toplanır. Sömürü mekanizması çok çeşitli düzeylerde işlediği için, bu karmaşık ilişkilerin hepsini kapsayan bütünsel bir konumlanış zorunludur.

Kapitalist toplumda, sömürü mekanizmasının bir çok açıdan (ideolojik, askeri, bürokratik, vs.) koordineli biçimde kristalleştiği alan devlettir. Diyalektik kavrayış, devleti çeşitli boyutları ve biçimleriyle değerlendireceği için, onu, bir kavram, bir alan, bir aygıt, bir varoluş biçimi, bir sınıfın baskı aracı vs. gibi çeşitli biçimlerle tanımlayacaktır. Bu tanımlanışlar, devrimci öznenin varolanı inceleme konumlarına göre çelişkiymiş gibi görünen farklılıklar gösterebilir. Oysa bu farklılıklar, mücadele içindeki öznenin mücadelenin çeşitli alanları ve aşamalarındaki varoluş biçimlerinin tutarsız olduğu anlamına gelmez. Mücadelenin kendisi statik bir konumlanış değil, tarihsel bir süreçteki çeşitli konumlanışlar olduğuna göre, bu hareket halindeki gerçekliğin farklı soyutlama süreçlerine başvurması kaçınılmazdır.

Soyutlama gerçek bir düşünce sürecinin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Düşünen, çeşitli olgular arasında ilişkiler kurarak teori yapan, üreten özne, bu ilişkilerin üzerini örten, sayılamayacak kadar olgu ve ideolojik manipülasyonu bir kenara bırakmak, yani asıl yoğunlaştığı ilişkiyi açığa çıkarabilmek için başka gerçeklerden ‘soymak’ zorundadır. Bir soyutlama sürecinin kullandığı kavramlar, başka bir soyutlama sürecinde bambaşka genişlikte, anlamda ve değerde kullanılabilir. En genel olarak burjuva ve sosyalist soyutlama süreçlerini karşılaştırdığımızda, aradaki farklılığın sadece farklı kavramlar kullanmaktan kaynaklanmadığını özellikle vurgulamak gerekiyor. Burjuva diliyle, devrimci dil arasında maddi konumlanışlardan dolayı aşılamaz engeller vardır. Ancak bu farklılık, her zaman ikisinin de ayrı kelimeleri kullanmalarından kaynaklanmaz. Burjuva teorisyenleri de sınıftan, devrimden, iktidardan, devletten, ekonomi politikten vs. bahsederler. Ancak bu ikisi arasındaki asıl farklılık, aynı kavramlara başka değerler atfedilmesinden kaynaklanır.

Burjuva bakış açısı, gerçek anlamda diyalektik bir soyutlama sürecine sahip olamaz. Diyalektik soyutlama süreci, ilişkileri dönüşümleri içinde tarihselleştirir. Elbette bugün kolay kolay dönüşümün olmadığına, her şeyin statik kaldığına dair bir fikri savunmak mümkün değildir. Ama asıl mesele bu dönüşümlerin, hangi çelişkilerle tarihselleştirileceğini analiz etmekte yatmaktadır. Diyalektik açıdan iktidar kavramını değerlendirebilmek için bu kavramın hangi genişlikte kullanıldığını, hangi duruş noktasından ve hangi genelleme düzeyinden incelendiğini iyi kavramak gereklidir1 .

Yukarıda andığım açılardan iktidar kavramına kısaca göz atmak için önce, aptallaştırıcı bir sloganı hatırlayalım: “İktidar her yerdedir. Direnişte!”2 . Tabi ki her yerde iktidar yoktur, böyle olsaydı zaten bu kavramın da bir anlamı kalmazdı. Ama biz şimdilik iktidarın her yerde olmadığı gerçeğini bir kenara bırakalım. İktidar her yerde olsaydı bile, iktidar her yerde aynı değildir. İktidarın çok farklı bağlamlarda, tamamen farklı değerde ve yönlerde içerikleri vardır. Bunları çözümlemek için basitçe hayatın her düzeyini eşitleyen, diyalektik dışı bir anlayışın ötesinde bir emek harcamamız gerekiyor. Öncelikle iktidar kavramı hangi bağlamlarda hangi genişlikte bir içeriğe ve değere sahiptir, buna bakmak gerekir. Bir annenin çocuğu üzerindeki iktidarı ile, bir emperyalist ülkenin sömürdüğü halklar üzerindeki iktidarı bambaşka araçlara, içeriklere ve yönelimlere sahiptir. İşkenceci bir polis işkence yaparken de iktidarını ve gücünü kullanır, aynı işkenceciyi yargılayan hakim de. Tecavüz eden bir saldırgan da, bu saldırganı etkisizleştirmeye çalışan birisi de kelimesi kelimesine güç kullanır. Eğer bütün bunların hepsini bir kaba boşaltmak istemiyorsak, buradaki iktidar kavramlarının hangi genişlikte ve genelleme düzeyinde kullanıldığını, hangi araç ve yönelimlere sahip olduğunu ayırt edebilmemiz zorunludur. İki insan arasındaki iktidar ilişkisiyle, iki sınıf arasındaki iktidar ilişkisi bambaşka düzeylerde incelenmelidir. Bunlar arasında elbette ilişkiler olabilir, ama bunlar çok farklı genişlikte, çok farklı değerde ve şiddette içeriklere ve araçlara sahiptirler. Ve yine her zaman iki sınıf arasındaki iktidar ilişkisi de aynı düzeylerde incelenerek anlaşılamayabilir. Örneğin kapitalist düzende egemen sınıfın sömürülen sınıf üzerindeki iktidarının biçimi, içeriği ve şiddeti ile, feodal dönemdeki iktidarın biçimi, içeriği ve şiddeti arasında keskin farklar vardır. Aynı şekilde sosyalist bir düzende proletaryanın kapitalistler üzerindeki iktidarı da farklı bir genelleme düzeyinde incelenmelidir. Zira sosyalist düzendeki iktidarın biçimleri, içeriği ve en önemlisi de yönelimleri çok farklı değerde olacaktır. Bu iktidar sömürgeni, baskıcıyı ve işkenceciyi durdurmaya yönelik bir güç kullanımını içermektedir ki, bunu kapitalist toplumdaki iktidarla eşitlemek, en iyimser ifadeyle aptallıktır.

Bugün iktidarı eleştirmek, her Marksistin görevidir. Ama bu soyut bir iktidar eleştirisi değil, somut bir sömürü düzeninin iktidarının eleştirisidir. Bugün gerçek bir iktidar eleştirisi, burjuva diktatörlüğünün eleştirisidir. Bunun dışındaki iktidar eleştirisi, soyut, tarih dışı ve idealist kalmaya mahkûmdur. İktidarın gerçek bir eleştirisi, gerçek bir eleştirinin iktidarını kurmak zorundadır. Sosyalist devlet, sınıflı topluma eleştirinin iktidarıdır; zira sosyalist devlet, Marksizmin ve komünist partinin, varolan iktidar ilişkilerine eleştirisinin bittiği nokta değil, toplumda varolan iktidar ilişkilerine en etkili eleştiriyi gerçekleştirebileceği aşamayı elde etmesidir. Eleştiri, bir olguyu dışarıdan pasif bir şekilde olumsuzlayan zihinsel bir etkinlik değildir, bu olguyu teorik ve pratik olarak dönüştürme mücadelesidir. Kapitalizmin eleştirisi, sınıfsız topluma gidecek araçların geliştirilmesi mücadelesidir. Sosyalist devleti kurmak, bu araçların en hayati olanlarından birini yaşama geçirebilmek demektir. Ancak burjuva diktatörlüğünün bitişi, binlerce yıllık sınıfsal sömürünün getirdiği eşitsizliklerin, alışkanlıkların ve baskıların bir anda sönmesine yetmeyecektir. Sosyalist devletin, toplumun zihninde ve pratiğinde egemen olan eşitsiz ilişkilere karşı eleştirelliğini devam ettirmesi ve bunlara karşı mücadele vermesi zorunluluktur.

Demokrasi / Diktatörlük: İktidarın İki Yüzü

Bir kavramın diyalektik biçimde değerlendirilebilmesi için onun hangi genişlikte ve hangi genelleme düzeyinde ele alındığının kritik öneme sahip olduğunu belirttik. Bir başka önemli ölçüt ise, hangi duruş noktasından bu kavramın değerlendirildiğidir. İster farkında olunsun, ister olunmasın, herkesin, kavrayışını belirleyen bir duruş noktası vardır. Diyalektik açıdan bakabilmek, varolan maddi ilişkiler ile ideolojik duruş arasındaki bağları görebilmeyi gerektirir. Maddi ilişkilerin kendisi parçalı ve çelişkili olduğu için, ideolojik düzeyde de tam bir uyumun varolması mümkün değildir. İdealizmin en önemli kaynaklarından birisi, sınıflı toplumlarda çelişkiler üstü bir kavrayış ya da bilginin olabileceği yanılgısıdır. Oysa üretilen ya da halihazırda üretilmiş her bilgi, maddi koşullara dayanır ve belli ölçülerde o koşullara etkide bulunur. Dolayısıyla düşüncenin, hem doğuş aşamasında hem varoluş sürecinde, maddi gerçeklikle çeşitli derecelerde bağları vardır. Egemen düzeni meşrulaştırmanın en bilinen yolu ise, bir ikna sürecinden ziyade, maddi çelişkilerle, düşünce düzeyi arasındaki varolan bağın üstünü örtmeye çalışmaktır. Diğer deyişle kavrayışı belirleyen duruş noktasını görmezden gelmektir.

Diyalektik kavrayış açısından duruş noktası hayati bir öneme sahiptir. Aynı olgu, farklı duruş noktalarından bambaşka şekillerde görünür. Ama sadece bu kadar da değildir. Bir görüş noktasında merkezi olan bir şey, başka bir görüş noktasında görünmez hale bile gelebilir. Belirli bir duruş noktası, sadece belirli bir algı ve kavram alanını değil, belirli bir soru alanını da işaret eder. İktidar konusundaki algı, kavrayış ve sorular için de aynısı geçerlidir.

Bu duruma liberal düşüncenin iki önemli tarihsel temsilcisini karşılaştırarak örnek verelim. 17. yüzyılın sonlarında İngiltere’de burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmek için giriştiği devrim sürecinde, bu süreci en iyi ifade eden teorisyen belki de John Locke’dur. İngiliz burjuva devriminin içinde aktif olarak bulunmuş olan Locke için temel soru, kralın görevlerini yerine getirmediğinde tebaalarının ona karşı ayaklanma hakkı olup olmadığıydı. Bir devrimci olan Locke’un yanıtı evetti. Öte yandan Locke, toplumun çoğunluğu için (en başta mülksüzler ve kadınlar) oy verme hakkını düşünülemez buluyordu. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Avrupa’da burjuvazinin aristokrasiden siyasi iktidarı ele geçirme süreci tamamlanmıştı. Bu anlamda burjuvazinin devrimci bir duruş noktası kalmamıştı artık. Tam tersine, burjuvazi, yükselen işçi sınıfı hareketlerine karşı iktidarını koruma noktasındaydı. Bu dönemin en önemli liberalizm temsilcilerinden biri olan John Staurt Mill’in temel sorusu ise çoğunluk karşısında azınlık haklarının nasıl korunacağı idi. Kadınlara ve mülksüzlere oy verilmesi hakkını destekleyen, Locke ile karşılaştırılamayacak kadar demokratik duyarlılıkları gelişmiş olan Mill, tarih dışı bir değerlendirmeyle, Locke’dan çok daha ileri bir noktadadır. Ama tarihselleştirilip bakıldığında Mill, iktidarını korumak isteyen burjuvazinin kuramcısı olduğu için Locke’dan çok daha geri bir noktadadır. Mill azınlıklara fikir hürriyeti konusundaki büyük duyarlılığını, yükselen işçi hareketinin (Mill açısından, öfkeli ve yıkıcı çoğunluk) burjuva düzenini tehdit etmesine borçludur.

Azınlığın çoğunluk tarafından ezilmemesi ve baskıya maruz kalmaması bugün duyarlılığı gelişmiş olanlar için demokrasinin en önemli ölçütlerinden birisi. Ancak Marksist açıdan azınlık ve çoğunluk arasındaki ilişkinin nasıl olacağı sorusu yanlış bir sorudur. Marksizm, toplumsal alandaki her olguyu sınıfsal perspektiften değerlendirir. Bu ağzını her açtığında sınıf sözcüğünü kullanmak demek değildir. Sınıf perspektifinden bakmak, toplumsal düzenin her boyutunu, devrimci sınıf noktasından soruşturmak, değerlendirmek ve kavramaktır. Bu anlamda sınıf perspektifi, Marksizm için anlamlı soru ve yanıtları bulmanın ölçütünü sunmaktadır. Bu nedenle, Marksizm açısından, sınıflı toplumlarda, toplum düzeniyle ilgili sınıfsal perspektifin dışında yanıt verilebilecek saf sorular yoktur. Azınlık ve çoğunluk arasındaki ilişki sorunu için de bu geçerlidir. Hangi azınlık ve hangi çoğunluk sorularını sormak ve bunu sınıf mücadelesi içinde değerlendirmek gerekir.

Karl Kautsky, iktidar sorununu diyalektik olmayan bir bakış açısıyla ele aldığı için, Marksizmden kopup liberal bir konuma yerleşmenin iyi bir örneğini veriyordu. Kautsky, 1918’de yazdığı “Proletarya Diktatörlüğü” adlı yazıda, Rus devrimini 1871’deki Paris Komünüyle karşılaştırıyor ve aralarındaki farkın birinin demokratik nitelik taşıması, ötekinin diktatörlük metodlarını kullanması olduğunu söylüyordu3 . Kautsky’e göre, modern demokrasilerde yeni bir faktör ortaya çıkmıştı: Azınlıkları koruma ve devlet içindeki muhalefete izin verme. Demokrasi her ne kadar çoğunluğun egemenliği olsa da azınlığın korunmasında bir eksiklik olmamalıydı Kautsky’e göre4 . Kautsky, demokrasinin ve diktatörlüğün birbiriyle uzlaşmayacak şeyler olduğunu ve Rusya’daki bir hükümet biçimi olarak diktatörlüğün, yani Bolşevik iktidarının, demokrasiyle değiştirilmesi gerektiğini söylüyordu5 .

Kautsky’nin Bolşevik devrimini eleştiriş şekli, birçok başka şeyin yanında, iktidar sorununu diyalektik biçimde kavrayamayışını da göstermektedir. Marksist diyalektik, her sosyal olgu gibi demokrasi ve diktatörlük kavramını da sınıfsal perspektiften ve tarihselliği içinde değerlendirir. Kautsky ise, modern demokrasi diye sınıflardan bağımsız bir demokrasi anlayışının olabileceğini varsaymaktaydı. Ve azınlıkları baskı altına almamayı da modern demokrasinin bir kazanımı olarak sunmaktaydı. Oysa yukarıda da değindiğim gibi, modern demokrasinin kazanımları, burjuva düzeninin yükselen işçi hareketleri karşısında egemenliğini koruma isteğinden ayrı düşünülemez. Burjuva demokrasisi, ortaçağa göre elbette devrimci ve ilericiyd,i ama işçi sınıfı hareketinin yükselişini engellemek için doğal olarak çeşitli araçlar geliştirmeye çalışmıştı. Bu dönemde artık işçi sınıfı için yeterli bir burjuva demokrasisi olamazdı6 . Kautsky ise, azınlık ve çoğunluk kavramlarını tarihdışı (ve belki de daha doğrusu anakronik bir ve liberalist) açıdan kullanıyor. Lenin’in dediği gibi “Kautsky’nin argümantasyonunda sömüren ve sömürülen arasındaki ilişki kayboluyor, geriye sadece kendi başına bir çoğunluk, kendi başına bir azınlık kendi başına bir demokrasi ve zaten tanıdık olduğumuz “saf bir demokrasi” kalıyor”7 .

Lenin, Kautsky’i eleştirirken, hangi duruş noktasından soru sorulduğunun hayati öneme sahip olduğunu belirtiyordu. Bu nedenle, Lenin’in eleştirisi en başta, Kautsky’nin ortak sorulara yanlış cevaplar vermesi değil, daha en baştan yanlış sorular sormasıdır. Yanlış sorular ise, durulan noktanın yanlışlığıyla ilgilidir. Lenin, proletarya demokrasisinin her türlü burjuva demokrasisinden milyon kere daha demokratik olduğunu söylüyor ve Kautsky’nin bunu göremeyişini başka şeylerin yanında şöyle açıklıyordu: “Bunu ancak, ezilen sınıfın duruş noktasından soru yöneltme yetisine sahip olmayan biri görmezden gelebilir”8 (Vurgular özgün metinde). Kautsky’nin sorduğu soru, demokrasi mi, diktatörlük mü sorusudur. Bu liberal bir sorudur. Çünkü saf bir demokrasi ve saf bir diktatörlük yoktur. Burjuva demokrasisini tesis edebilmenin tek yolu, proletaryaya diktatörlük uygulamaktir. Öteki türlü sömürüyü sürdürebilmek mümkün değildir. Proletarya demokrasisi de kendisini sömüren sınıfa karşı diktatörlük uygulayarak, onun baskı aygıtlarını parçalama sürecini de içermek zorundadır.

Kautsky, yanlış sorular sormaktadır ve çok basit ve bir Marksist için temel olması gereken bir soruyu Lenin’in deyimiyle “unutmuştur”: “Hangi sınıf için demokrasi” Kautsky “saf bir duruş noktasından (yani sınıfsız mı acaba yoksa sınıfların dışında bir yerde mi) demokrasiyi yargılamaktadır”9 . Oysa bu açıdan demokrasi mi, diktatörlük mü sorusunun kendisi yanlıştır. Soru burjuva diktatörlüğü mü, yoksa proletarya diktatörlüğü mü, şeklinde olmalıdır. Kabul etmek gerekir ki, burjuva demokrasisi de bir çok özgürlük içermektedir. Örneğin özel mülkiyet özgürlüğü. Parası olan özgürce fabrika da kurabilmektedir, özgürce basın araçlarına da sahip olabilmektedir, özgürce özel hasteneler de açabilmektedir. Ama aynı özgürlükler başka bir duruş noktasından diktatörlüğün biçimlerini ifade etmektedir. Zira bunlar proletaryanın duruş noktasından, sömürme özgürlüğü, yalan söyleme ve göz boyama özgürlüğü ve parası olmayan hastayı ölüme terketme özgürlüğünden başka bir şey demek değildir. Tabi ki, burjuva demokrasisinde bu özgürlükleri güvence altına alan bir devlet makinesi vardır. Tüm bu özgürlükler, diktatörlükler ve baskı aygıtları aynı anda bulunur ve birbirini bütünler. Bu çelişkili birlik, maddi ilişkilerin çelişkili olmasından kaynaklanır.

Aynı durum proletarya demokrasisi ve proletarya diktatörlüğü için de geçerlidir. Diktatörlük uygulamadan, sosyalist bir demokrasiyi uygulamak mümkün değildir. Proleter için özgürlük olan şey, burjuvazi için özgürlüklerin elinden alınması olacaktır çünkü. Proletaryayı sömürüden kurtarmak, kapitalistin elinden fabrikasını ve ayrıcalıklarını almak demektir örneğin. Veya herkes için parasız eğitim ve sağlık, kapitalistler için özel okullarını ve özel hastanelerini terketmek zorunda kalmak demektir. Diyalektik dışı bir bakış açısı ortadaki yalın bir gerçeği görememektedir: Sınıflı toplumda birilerinin özgürlüğünü almadan birilerine özgürlük vermek mümkün değildir. Birilerinin özgürlüğünü almak da, ne kadar güzelleştirirsek güzelleştirelim, pratikte diktatörlükten başka bir anlama gelmez. Sömürene karşı diktatörlüğü istememek demek, proletaryanın özgürlüğünü istememek ve aynı anlama gelmek üzere sömürenin diktatörlüğünü ve iktidarını desteklemek demektir.

Dipnotlar

  1. Bertell Ollman, diyalektik soyutlama süreçlerinde bu üç noktanın (genişlik duruş noktası ve genelleme düzeyi) önemini ayrıntılı biçimde incelemektedir. Bkz: Bertell Ollman (1993) Dialectical Investigations Routledge; New York
  2. Fransız filozof Michel Foucault’nun dillendirdiği bu görüş, bazı ‘radikal sol’ hareketler tarafından şiar edinildi. Anarşizan küreselleşme karşıtı hareketlerin kullandığı „Küresel iktidara karşı küresel direniş” ya da „Küresel kapitalizme karşı küresel direniş” sloganları da soyut bir iktidar eleştirisini ve hedefsiz bir direniş yüceltmesini içermektedir.
  3. Peter Lübbe Kautsky gegen Lenin (1981) Berlin ve Bonn icinde. S: 28 Karl Kautsky [1918] Die Diktatur des Proletariats (1981)
  4. Age s: 42
  5. Age s: 77
  6. Lenin W. I. [1918] Die Proletarische Revolution und der Renegat Kautsky (1974) C. Lejteisen (der.) Lenin gegen den Rechten und Linken Opportunismus und Trotzkismus” Moskova içinde s: 410
  7. Age s: 398
  8. age s: 396
  9. age s: 397