IMF Üzerine Söyleşi

GİRİŞ:

Uluslararası Para Fonu (IMF), 2008 küresel ekonomik krizinden belki de en karlı çıkan ender uluslararası kuruluşların başında geliyor. Çünkü kriz öncesinde ciddi biçimde eleştirilmiş, önemli bir kredibilite kaybına uğramıştı. Öyle ki çok sayıda insan IMF’nin kapatılması gerektiğini düşünüyordu. Krizden bu yana ise IMF yeniden aranan bir kurum haline geldi. Çünkü ne Fed ne de diğer merkez bankaları küresel finansal çöküşe yeterince koordineli ve güçlü bir biçimde müdahale edemediler. Bu durum ‘son borç verici kurum’ olarak IMF kredilerine olan talebi artırdı. Böylece IMF, G20 Londra zirvesinde alınan kararların ardından, kaynaklarını üç katına çıkartarak 1,1 trilyon ABD dolarlık bir fona hükmeder hale geldi. Kendi tahvillerini ve altın stokunu satarak ilave fon yaratması konusunda da yetkilendirildi. Özetle, IMF bugünlerde bir arı kovanı gibi işliyor.

Diğer taraftan, IMF’ye ilişkin eleştiriler hız kesmeden devam ediyor. Özellikle krizden ciddi olarak etkilenmiş olan ve geçmişte de IMF’nin ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’nı izleyerek bugünlere gelmiş azgelişmiş ülkelerin, IMF’nin kapısını çalarken elleri titriyor. Büyük medya, IMF’nin daha insancıl politikalara yönelmekte olduğu, azgelişmiş ülkeleri daha fazla gözetmeye başladığı, bu anlamda da değişmekte olduğu yönünde bir izlenim yaratmaya çalışsa da, azgelişmiş ülkelerle kriz sonrasında yapılan 30 civarındaki kredi anlaşmasının çoğunluğunun içerdiği koşullar, verilmeye çalışılan görüntünün aksine, IMF’nin pek de değişmediğini ortaya koyuyor.

Acaba, IMF’nin açıklanmış misyonunun yanı sıra, açıklanmamış bir başka misyonu mu da mı var? Ya da IMF ile ilgili algılarımız mı yanlış? Bu soruları yanıtlayabilmek için IMF’nin kuruluşundan başlayarak bugüne kadar izlediği stratejileri yönlendiren dinamikleri iyi analiz etmek gerekli.

SORU 1: Uluslararası Para Fonu (IMF) hangi ihtiyaçtan doğdu?

İktisat kitapları ağız birliği içinde, Bretton Woods (BW) İkizleri olarak da adlandırılan IMF ve Dünya Bankası’nın (DB), 1929-1933 krizi ve 2. Dünya Savaşı’ndan çok kötü etkilenen dünya ticaret sistemini ve yerle bir olan Avrupa ekonomisini yeniden inşa etmek amacıyla, ABD’nin öncülüğünde, 1944 yılında Bretton Woods Konferansı’nda kurulduğunu yazarlar. Bu kurumların finansal tasarımını yapanlar ise Keynes ve dönemin önde gelen New Deal’cılarından ve McCarthism döneminde komünist ajanlığıyla suçlanmış olan ABD Hazine müsteşarı White’dır. Yani IMF ve DB’nın bir anlamda fikir babaları sağ-liberal iktisatçılar değil, ekonomik istikrarın sağlanması için piyasalara kapitalist devletin müdahalesini savunan Keynesyen reformist iktisatçılar olmuştur.

Diğer bir yönüyle, IMF, tıpkı DB ve GATT gibi, özünde 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın tek hakimi haline gelen ABD’nin ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden ve onun egemenliği altında dünya kapitalist sisteminin bütünleştirilmesini hedefleyen kuruluşlardan birisi olarak tasarlanmıştır. O günden bu yana da, başta ABD olmak üzere, gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerin değişen ihtiyaçlarına karşı az gelişmiş dünyayı biçimlendirme rolünü üstlenmiştir. Bu anlamda IMF, ABD kapitalizmi tarafından yönlendirilen küresel kapitalizmin, en başta gelen payandalarından birisidir.

Bretton Woods öncesinde dünya ticaret ve para sisteminin nasıl işlediğine bakıldığında IMF’nin kuruluş nedeni daha iyi anlaşılabilir. BW öncesinde uygulanan döviz kontrol rejimleri uluslararası ticaretin gelişimini, özellikle ABD sermayesinin büyüyüp tüm dünyaya yayılmasını önlüyordu. Çünkü 1930’larda uluslararası ticaret Sterling Bloku gibi aynı para birimini kullananların arasında kurdukları para bloklarıyla sınırlı hale gelmişti. Böyle bloklaşmalar ise, uluslararası sermaye akımı ve yeni yabancı yatırım fırsatlarının ortaya çıkmasını engelliyordu. 1930’larda her bir kapitalist hükümetin komşuları aleyhine olmak üzere devalüasyonlar yaparak ihracatı artırmak biçiminde yürüttükleri politikalar deflasyonist gidişe neden olurken, bu durum, büyüme hızlarını yavaşlatıyor, talebi azaltıyor, böylece de dünya ticaretinin daralmasına neden oluyordu. Dünya ticaretindeki bu daralma Büyük Depresyon’u daha da kötüleştirmişti. Bu sorun çözülmediği sürece de Amerikan kapitalizminin savaş sonrası uluslararası genişlemesi tehdit altında olacaktı.

Savaş dönemi boyunca, rakipleri çok büyük zorluklar yaşarken ABD ekonomisi çok hızlı bir sanayileşme ve sermaye birikimi gerçekleştirmiştir. Dünyadaki sermaye birikiminin, imalat sanayi üretiminin ve ihracatının büyük bir kısmı ABD’nin kontrolündeydi. ABD bu pozisyonunu, dünya ekonomisini kendi kontrolü altında restore etmek için kullandı ve bu da onun dünya piyasaları ve hammadde kaynaklarına sınırsız bir biçimde ulaşabilmesini sağladı. ABD daha önce sadece bu tür bloklara açık olan piyasalara girmeyi amaçlıyordu. Ayrıca Amerika kökenli şirketlerin, dışarıda yeni yatırım fırsatlarını değerlendirmek için uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki engelleri de kaldırmayı hedefliyordu. İşte tam bu noktada Keynes-White Planı mal ve hizmetlerin bir ülkeden diğerine transferinin üzerindeki tüm engelleri, para bloklarını ve döviz kontrollerini kaldırmayı amaçlamıştır.

Önerilen yeni sistemle, uluslararası ticarette kullanılabilen konvertibl paralar, sabit bir oranda ABD dolarına bağlanıyor, akabinde talebe göre altına da dönüştürülebiliyordu. Yani, bu yeni sistemde ABD doları-altın standardı ilişkisi, Bretton Woods anlaşmasının pivotuydu. Bu yeni sistem altında tüm diğer para birimleriyle ilişkilendirilen ABD dolarının değeri de 35 dolar = 1 ons altın olarak düzenlenmişti. IMF dâhil Bretton Woods’ta kurulan örgütlerin üçü de gerçekte, savaşın tek galibi, savaş sonrasında dünya sınaî üretiminin yarısını, ihracatının üçte birini gerçekleştiren ve altın rezervlerinin yüzde 61’ini elinde tutan ABD’nin denetim ve yönetimi altındaydılar. IMF, hem sabit döviz kuru rejiminde istisnai ayarlamalar yapmaya yetkiliydi, hem de nihai likidite sunucusuydu.

Bir başka anlatımla, BW anlaşması ve onun kurumları ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki egemen gücünün bir ifadesiydi ve bunlar 1950 ve 1960’larda dünya ekonomisinin lokomotifliğini yapan, askeri harcamalar ve devasa kamusal teşviklerle canlı tutulan ABD ekonomisinin istikrarlı büyümesi sayesinde ayakta kalabildiler.

Özetle, IMF genelde, kapitalist sistemi savunmanın, özelde ABD orijinli çok uluslu şirketlerin kârlarını maksimize etmenin ve ABD’nin dünya ekonomisini yönlendirmesinin bir aracı olarak kurulmuştur.

SORU 2: IMF’nin kuruluşunda etkili olan başka faktörler de söz konusu mudur?

Hem IMF hem de DB’nın kurulmasına neden olan diğer bir faktör, savaş sonrasındaki durumdur. Savaş yıllarında Avrupa’nın Nazi işgaline girmesinin ardından kapitalistler ya Avrupa’dan kaçtılar ya da Nazilerle işbirliği yaptılar. Buna karşılık sosyalistler direniş grupları örgütlediler. Bunun sonucunda, Savaşın ardından devrimler Avrupa’da boy göstermeye başlamış, işçiler ve çiftçiler işyerlerini ve fabrikaları ele geçirmeye başlamışlardı. Bunu fark eden ABD, giderek yayılmakta olan sosyalizmin etkileriyle güç kazanan devrimleri önleyebilme adına Avrupa’nın yeniden inşası konusunda büyük çapta yardım programları uygulamak durumunda kaldı. Bu programların aktörleri de IMF ve DB idi. Zaman içerisinde gelişmiş ülkelere verilen bu krediler giderek az gelişmiş dünyaya da verilmeye başladı.

SORU 3: Dünya kapitalizminin yeniden yapılandırılmasında bu iki kuruluş nasıl bir işbölümüne tabi tutuldu?

Dünya kapitalizminin ABD egemenliği ve yönlendiriciliği doğrultusunda yeniden şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen görev, yollar, enerji santralleri, limanlar gibi alt yapı projeleri için kredi sağlamaktı. Savaşla büyük ölçüde tahrip edilen Avrupa’nın yeniden inşası kar oranlarındaki azalmanın da restore edilmesine yardımcı olmuş ve 1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’ adı verilen döneminin yaşanmasını sağlamıştır.

Uluslararası Para Fonu ise, proje kredileri dışında kalan ve uluslararası finansal piyasalardan, kreditör ülkelerden ya da banker kuruluşlardan sağlanabilecek olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere çok uluslu şirketler ve başta ABD olmak üzere büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük politikaları uygulatmakla görevlendirilmiştir. Son dönemlerde ise, özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan uluslararası piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle baş başa kalan ülkelere kurtarma paketleri (bail-out) vermeye başlamıştır.

Yani, IMF hangi ülkelerin uluslararası kredileri hak ettiğine karar veren bir finans hakemi gibi davranmaktadır. Bunu yaparken de dönemin ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. Örneğin, başlangıçta, ülkelerin üretim ve sosyal hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan malzeme ve malları ithal edebilmek için kredi vermişken, sonrasında dış borçları düzenlemiş ve son krizlerden bu yana da sıkıntıdaki uluslararası bankacılık sistemini desteklemek rolünü üstlenmiştir.

SORU 4: IMF politikalarının bir kısmı (örneğin devalüasyon ve talep artırıcı politikalar) 1970’li yıllardan bu yana değişmeye başladı. Bunun nedeni neydi?

Başlangıçta IMF, değişik ulusların cari açıklarını yönetmekle sorumluydu. Çünkü, bu ülkelerin devalüasyona başvurmak durumunda kalması, böylece de ithalatlarını azaltmaları istenmiyordu. Kısa dönemli ödemeler bilânçosu açıkları ve ticaret zorlukları IMF kredileriyle aşılabiliyordu ve bu krediler de sabit döviz kuru sisteminin işlemesini kolaylaştırıyordu. Nitekim, ABD ve diğer güçlü ihracatçı ekonomileri uluslararası ticaretteki dalgalanmaların etkilerinden koruyabilmek amacıyla IMF, fiilen talep artırıcı ve resesyon giderici Keynesyen politikaları uygulamıştır. Eğer daha ciddi yapısal problemler gelişirse IMF genelde yüzde 10’u aşmayan kontrollü devalüasyonlar aracılığıyla bunları düzeltebiliyordu. Keza IMF, ABD Hazinesi adına, ulusal paraları desteklemek için verdiği krediler karşılığında diğer ülke ekonomilerini gözetlemekteydi.

Ancak 1960’ların sonlarından itibaren Almanya ve Japonya ekonomileri ciddi rakipler olarak tekrar sahneye çıktılar. Her iki ülke de ABD’nin tersine askeri harcamaların ağır yükü altında değildi. Oysa ABD ekonomisi başka etmenlerin de yanı sıra, askeri harcamalar, Vietnam Savaşı ve beraberindeki enflasyon yüzünden inişe geçmeye başlamıştı. Artık ABD’nin eski biçimiyle egemenliğini sürdürebilmesi mümkün değildi. BW tarafından yaratılmış olan sistem de artık sürdürülemezdi. Doları değer kaybettikçe ABD, altına bağlanmış bir sabit kur sistemini karşılayamazdı. Önce, zayıf rakipler olan Fransız Frangı, İngiliz Sterlini ve sonunda ABD doları çökmeye başladı. Bunun ardından Başkan Nixon, artık doları altınla değiştirmeyeceğini açıkladı. İki yıl sonra sabit kur rejimi kaldırıldı ve yerine oynak kur rejimi getirildi. Savaş sonrasında yaşanan bu gelişmeler ekonomik istikrarsızlık ve periyodik resesyonlarla bezenmiş uzun dönemli bir ekonomik kriz döneminin de önünü açtı.

Bu dönemde artık cari hesap fazlası değil, cari açıklar veren ve bu açıkları da giderek artan bir ABD ile karşı karşıyayız. Bu açıklarının finanse ettirilebilmesi bağlamında da diğer ulusların ticaret fazlası vermesi gerekiyordu. Bu durum bu ulusların iç pazarlarını daraltmalarını, daha çok ihracata yönelmelerini ve böylece de içerde talep artırıcı değil, talep daraltıcı para, maliye ve döviz politikaları uygulamalarını gerekli kılmaktaydı. Bu nedenle de BW’un çöküşünden itibaren IMF, Standby anlaşması yaptığı hemen tüm ülkelerin talep daraltıcı-sıkı para ve maliye politikaları uygulamalarını şart koşmuş ve onların anlaşma öncesi ya da hemen sonrasında büyük çaplı devalüasyonlar yapmalarını zorunlu kılmıştır.

SORU 5: Bu neo-liberal dönemde uygulanan ve IMF tarafından kredilendirme koşulu olarak dayatılan ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ ne anlama gelmektedir?

1970’lerde ABD’nin gücünün azalması ve Bretton Woods’un çöküşü, ABD’nin uluslararası alandaki acenteleri konumundaki IMF ve DB’nın da itibarını azaltmıştı. Her iki kuruluş da uluslararası finansal piyasalardaki etkili konumlarını yavaş yavaş özel bankalara ve özel kredi kurumlarına terk etmek durumunda kaldılar. Avrupalı bankalar, özellikle de Japon bankaları hükümetlerin dış borçlanmasında merkezi bir rol oynamaya başladı.

Ancak bu çok uzun sürmedi. 1973-74 ve 1978-79 petrol fiyatlarında yaşanan ciddi artışlar ve bunun neden olduğu arz yönlü şoklar; emisyonla finanse edilen bütçe açıkları ve bunun yarattığı mali dengesizlikler sırasıyla, enflasyonun artmasına, ödemeler dengesi açıklarının daha da büyümesine ve kaçınılmaz bir biçimde dış borç krizinin patlak vermesine neden oldu. 1982 yılında, önce Meksika, ardından da diğer bazı Latin Amerika ülkeleri dış borçlarını geri ödeyemeyeceklerini açıkladılar. Uluslararası bankalar çok borçlu Latin Amerika ülkelerine kredi vermeyi durdurdular. Çünkü bu özel bankalar, batık kredi zararlarıyla ilgili olarak panik yaşadıklarından yeni kredi vermek istemiyorlardı. Ödeme güçlüğüne düşen böyle çok borçlu ülkeler nedeniyle dünyanın en büyük 10 bankasının tüm sermayesi ve rezervleri ciddi risk altındaydı.

Böylece, küresel finans piyasalarının bu fiyaskosunun üstesinden gelme ve iflasın eşiğine gelmiş ülkeleri kurtarma görevi IMF’ye verildi. ABD, IMF’nin yeni rolünü son borç verici kurum olarak yeniden belirledi. IMF’nin yeni rolü, özel kredi kurumları risk almak istemediklerinde aracı olarak ya da son borç verici kurum olarak bu ülkelere kredi vermekti. Bu adeta, özel bankalar ile merkez bankalarının ilişkisine benzer bir ilişkiydi.

Nitekim IMF, ‘Concerted Lending’ adı verilen bir program aracılığıyla büyük Amerikan bankalarını devreye soktu. Bu program çerçevesinde büyük bankalar vadesi gelen borçların anaparalarının ertelenmesine ve kısa vadelilerin uzun vadeye çevrilmesine (roll-over) imkân tanıdılar. Ekstra faiz oranı karşılığında bu bankalar borçlu ülkelere yeni krediler açtılar. Burada amaç borçlu ülkelerin iflasını önleyerek yeniden borçlarını geri ödeyebilir ve uluslararası sermaye piyasalarından yeniden borçlanabilir bir duruma getirmekti. Bu uygulama her ne kadar borç çevirmeyi kolaylaştırsa da, borçlu ülkelerin giderek daha fazla borçlanmalarına ve borç stoklarının ağırlaşarak borç tuzağına düşmelerine neden oldu. Öyle ki Türkiye dâhil günümüzün çok sayıda azgelişmiş ülkesi IMF kaynaklarının sürekli kullanıcısı haline geldi

1979 yılında iş başına gelen Reagan Yönetimi ise, önceleri IMF’yi Keynesyen devletin bir düzenleme aracı ve serbest piyasa etkinliğinin düşmanı ve özellikle de AGÜ’ler için süt veren bir inek olarak gördüğünden ihtiyatlı davransa da, 1982 Meksika krizinin ardından fikir değiştirdi ve IMF’nin neo-liberal, serbest piyasa gündeminin dayatılmasında araç olarak kullanılabileceğini keşfetti.

Nitekim IMF, borçlu ülkelerin borçlarını geriye ödeyebilmelerini kolaylaştırmak ve onlara uluslararası özel bankalarca verilmiş olan kredileri yeniden yapılandırmak amacıyla köprü kredileri verirken bu kredileri belli şartlara bağlamaya başladı. Bu şartlar IMF kredilerini kullanabilmek için yerine getirmesi gerekli şartlardı. Normalde hiçbir özel bankanın önermeye dahi cesaret edemeyeceği bu koşulları (conditionality) IMF, sağladığı kredilerin büyüklüğü, uluslararası kreditörler için garantör olma pozisyonu ve ABD emperyalizminin gücüyle ilişkisi nedeniyle borçlu ülkelere dayatabiliyordu ve bu konuda ikizi DB’nin de tam desteğini alıyordu.

‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ adı verilen ve ortodoks IMF politikalarının özünü oluşturan bu politikalar, borçlu ülkelerin uygulaması zorunlu politikalardır. Bu politikaların belirlenmesinde borçlu ülkelerin herhangi bir inisiyatifi yoktur.

Bu programlar altında, hem IMF hem de DB, verilen kredilerin geri ödenebilmesini sağlayabilmek için borçlu ülkelerin kamu işletmelerini özelleştirmelerini; kamu harcamalarını kısıp, kamu gelirlerini artırmalarını, mali disiplin ve faiz dışı fazla vererek ve para ve kredi hacmini daraltarak bütçe açıklarının kapatılmasını; eğitim, sağlık, emeklilik ve çocuk yardımları gibi sosyal harcamaları kısmalarını; ulusal sanayilere ve tarım kesimine verdikleri sübvansiyonları azaltarak ve tarife ve diğer ithalat engellerini ortadan kaldırarak ekonomilerini düzenlemekten vazgeçmelerini şart koşmaktadırlar. Ayrıca, talep fazlasını ve enflasyonu dizginleyebilmek için serbest piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırılması, kamu iktisadi teşebbüslerinin ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatlarının serbest bırakılması, faiz oranlarının yükseltilmesi gerekli kılınmaktadır.

Keza, yapısal uyarlama programları altında, azgelişmiş ülkeler ekonomilerini yabancı sermayeye daha fazla açmalıdırlar, yabancı yatırımlar üzerindeki kısıtları kaldırmalıdırlar ve yabancı şirketlerin ülkenin doğal kaynaklarını ve işçilerini en düşük fiyatlardan kullanmalarına izin vermelidirler. Ayrıca, kârın çok büyük bir kısmının bu çok uluslular tarafından kendi ülkelerine transfer edilmesine de engel koymamalıdırlar.  Yapısal uyarlama programları ayrıca, döviz sağlamak amacıyla, ucuz hammaddeleri dünya pazarlarına satmak anlamına gelen bir ihracat yönlü büyümeyi de içerir. Bunun için de devalüasyon yapılması ve sermaye hareketlerinin tam serbestisi ve döviz kontrollerinin kaldırılması gerekir. Bir bütün olarak, IMF ve DB’ nin bu Yapısal Uyarlama Politikaları,  azgelişmiş  ülkeleri borç ödeme makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan kârlar yaratmıştır.

Daha önce belirtildiği gibi, orijinal Bretton Woods sisteminde IMF kredileri devalüasyonu önlemek ve talebi körüklemek için verilirdi. ABD sermayesi bu Keynesyen önlemleri benimsemişti, çünkü o zamanlar ABD dünyanın en temel ihracatçısıydı, çok büyük cari hesap fazlası vermekteydi ve dünyanın geri kalanı ithalatlarını yapabilmek için onun parasına bağımlıydı. Ancak 1980’lerde IMF daha önce izlediği bu yöndeki politikalarını ters yüz etti ve kasıtlı olarak devalüasyonlar yapılmasını empoze etti, ithalatın kısılabilmesi için milli gelirde ve talepte azaltmaya yol açacak önlemlere yöneldi. Bütün bu politika değişiklikleri de uluslararası finans kuruluşlarının borçlu ülkelerden olan alacaklarını garantili bir biçimde tahsil etmesine yarıyordu.

SORU 6: Söylediklerinizden IMF’nin sadece ödemeler bilânçosunu düzeltmeye yönelik politikalar uygulamadığı, kredi verilen ülkelerin neredeyse tüm politikaları üzerinde belirleyici olduğu ortaya çıkıyor…

Para ve maliye politikaları, IMF’nin azgelişmiş ülkelerin büyüme ve kalkınma hedefleri üzerinde etkili olabileceği alanlardan sadece ikisi ve en çok bilinenleri. IMF daha ziyade “yeşil ışığı” yakmak için bunları şart koşuyor. Ancak IMF aynı zamanda dış ticaret, finansal serbestleşme, özelleştirme, kamu kesiminin büyüklüğü ve rolü gibi çok sayıda başka alanlar üzerinde de etkili olabilecek politikalar ya da uyarlamaları dayatıyor.

IMF kamu işletmelerinin özelleştirilmesini, bu işletmelerin verimsiz çalıştırıldıkları ve kamu müdahalelerinin zararlarından hareketle savunuyor. Ayrıca KİT satışlarından elde edilen gelirlerin dış borçları geri ödemede de kullanılabileceğini öngörmektedir. Bütçe açıklarını ve borç stokunu azaltmak adına IMF ayrıca sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi sosyal refah harcamalarının da kısılmasını emrediyor. Reel ücret düzeyini düşürebilmek için devalüasyon talep ediyor. Burada amaç, ithalatları kısıp ihracata yönelmeyi teşvik etmektir. İhracatı artırabilmek için, gıda fiyatlarını belli bir düzeyde tutan sübvansiyonlar da kesilmelidir. IMF ayrıca çok yoğun bir deregülasyon politikası uygulattırarak uluslararası sermayenin de hareket alanını genişletmektedir.

SORU 7: Peki, kendilerini ciddi fedakârlıklarda bulunmaya zorlayan bu Yapısal Uyarlama Politikaları’ndan az gelişmiş ülkeler fayda sağladılar mı?

Azgelişmiş ülkeler 1980’lerde borç krizine girmeselerdi ve buna bağlı olarak da gıda, ham madde ve sermaye malı ithalatı yapamaz duruma gelmeselerdi, büyük çoğunlukla IMF’nin böyle kölelik anlaşmalarını imzalamaya yanaşmazlardı. IMF patentli kredi ve ticaret politikaları borç yükü altındaki ülkeleri, temelde ABD’li şirketler ve bankaların çıkarlarına hizmet eden bir dünya ticaret ağına daha sıkıca bağlamakta kullanılan bir silah oldu.

Bir yandan giderek ağırlaşan borç servisi (anapara ve faiz ödemesi), diğer yandan ekonomiyi daraltan, büyümeyi yavaşlatıcı tedbirlerin sonucunda borçlu ülkelerde bu dönemde ekonomik büyüme hızları iyice küçüldü. Hatta bazı ülkelerde büyüme hızı negatif oldu, istihdam azaldı, yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizlikler daha da arttı. Buna karşılık IMF’nin öngörüsü de gerçekleşmedi ve özel bankalar borçlu ülkelere verdikleri kredileri genel görünüm itibariyle artırmadılar. Yani, yeşil ışık her zaman işe yaramadı.

1980’lerde imzalanan 187 adet yapısal uyarlama kredisi politik olarak sadece ve sadece IMF gibi kar amacı gütmeyen, çok taraflı bir örgüt tarafından yaptırılabilirdi, çünkü çok acı reçeteler içeriyordu. Bu programlar üçüncü dünya ülkelerine açlık, beslenme sorunları, yoksulluk, hastalık ve ölümler getirdi. Üstelik bu politikalar büyüme de getirmedi. Örneğin Sahra Altı Afrika ülkelerinde bu yıllarda GSYİH yılda yüzde 2,2 oranında düştü. Bu ülkeler aldıkları kredileri geriye ödeyebilmek için sağlık ve eğitim harcamalarını yüzde 25–50 kısmak zorunda kaldılar.

IMF programını uygulayan ülkelerde 1980–1987 arasında kişi başına kamu harcaması miktarı her yıl düşerken dış borç faiz ödemeleri sürekli arttı. Latin Amerika’da faize ayrılan kamu harcamalarının bütçe içindeki payı yüzde 9’dan yüzde 19,3’e çıktı. 1980’ler Latin Amerika için kayıp yıllar oldu. Şili’de IMF koşulları sonucunda reel ücretler yüzde 40 oranında azaltıldı, borç krizinin pençesindeki Meksika’da ise 1982–1992 döneminde reel ücretler ve beraberinde sağlık, eğitim ve temel fiziki alt yapı harcamaları yarı yarıya düştü. Aynı dönemde yetersiz beslenme nedeniyle bebek ölümleri neredeyse üç katına çıktı.

Yapısal Uyarlama Programları’nın ardından geçen 10 yılda üçüncü dünya borç stoku daha da arttı. Yani IMF, bu ülkeleri borçtan kurtarmaktan ziyade sonsuz bir borç tuzağına sürükledi. Devalüasyonlar borç stoklarını daha da artırdı, zira borçlar ABD doları cinsindendi. Kemer sıkma politikası sonucunda büyüme o kadar kısıtlandı ki, faiz ödemelerini bile yapmaya yetmedi. Yeni kredi aldıkça, AGÜ’ler giderek artan bir biçimde uluslararası sermayeye faiz ödeyen mekanizmalara dönüştüler. IMF’nin gerekçesi ise, kredilerin ekonomik büyümeyi teşvik edeceği ve bunun da borç geri ödemesini mümkün kılacağıydı. Gerçekte ise alınan borçların çok büyük kısmı ekonomik büyümeyle değil, giderek daha fazla uluslararası borçlanmayla ödendi. 1969–1982 arasında Latin Amerika’nın dış borçlanması ikiye katlandı. Yeni borçların yüzde 70’inin eski borçların faizlerini ödemek için kullanıldığı ortaya çıktı.

Neden olduğu felaketlere rağmen IMF, 1980’lerin borç krizinin, önerdiği Yapısal Uyarlama Programları’nın beraberinde gelen büyüme hızlarıyla, artan ihracatlarla ve yeni yabancı sermaye yatırımlarıyla çözüldüğünü ve uygulanan neo-liberal reformların sonuçta ekonomik büyüme ve daha iyi yaşam koşullarının oluşturulması için sağlam temeller oluşturduğunu ileri sürdü. Gerçekte, düşük gelirli yapısal uyarlamaya tabi ülkelerin borçlulukları 1980’de 110 milyar ABD dolarından 1992’de 473 milyar ABD dolarına çıkarken, faiz ödemelerinin düzeyi 6,4 milyar ABD dolarından 18,3 milyar ABD dolarına fırlamıştır. Endonezya’da 1980–1992 döneminde dış borçlar GSYİH’nın yüzde 29’undan yüzde 67’ye çıktı (böylece 1990’lardaki derin finansal krizin tohumları da atılmış oldu).

Yani, her iki kuruluş da devasa bir borç tuzağına neden oldu. Bu borç yükü dünyanın en yoksul ülkelerini, milli gelirlerinin çok önemli bir kısmını faiz ödemeye ayırmak zorunda bıraktı. 

Kapitalizmin adaletsiz-hastalıklı mantığı servetin fiilen dünyanın en yoksul ülkelerinden en zenginlerine doğru akmasını gerektirir. Öyle ki, Latin Amerika ülkeleri son yıllara kadar,  her yıl toplam hâsılasının üçte birinden fazlasını diğer ülkelere ve bankalara borç ve faiz geri ödemesi olarak verdiler. Borç, büyük kapitalist güçlerin, yoksul ülkeleri baskılamada kullandığı en önemli silahtır. Hem IMF hem de DB bu borçları, yeni pazarlar açmada ve ucuz emek ve hammadde kaynaklarına erişmede bir kaldıraç olarak kullanmaktadırlar. Borç geri ödemelerini yapabilmek ve yeni kredi sağlamak ve borç ödeme güçlüğüne düşmemek için, bir zamanların sömürge ülkeleri, IMF ve DB’nın koşullarını kabul etmek zorunda kalmışlardır.

Her ne kadar Dünya Bankasının genel merkez binasının girişinde “Rüyamız, yoksulluğun olmadığı bir dünyanın kurulumudur” diye yazsa da, ikizi IMF milyonlarca işçi ve köylünün yaşamlarını ve sağlıklarını uluslararası finans kapitalin kullanımı için feda eden politikaları azgelişmiş ülkelere zorlamıştır ve bu politikaların uygulattırılmasında en büyük desteği de DB vermiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü’ne göre, yapısal uyarlama altındaki ülkelerin yarısında kişi başına düşen gıda maddesi azaldı. Bunun nedeni, Bangladeş’te, Tanzanya’da, Peru’da, Mısır’da, Pakistan ve diğerlerinde gıda sübvansiyonlarını ortadan kaldırtan IMF politikalarıdır. IMF’nin serbest piyasa politikaları, doğal kaynaklar ve zenginlikler yabancı kapitalistlere gitsin diye dünyada bir milyardan fazla insanı günde 1 ABD dolarından az bir tüketime mahkûm etmiştir.

IMF ve DB programlarının benzer nitelikteki ve felaketle sonuçlanan müdahalelerinin bir diğer örneği SSCB’nin dağılmasının ardından Rusya’da görülmüştür. 1991 yılında bu ülkede GSYİH yüzde 60 oranında daraldı. Oysa şu ana kadar en büyük bunalım olarak bilinen 1929–1933 Depresyonunda ABD’deki daralma bunun yarısından azdı, yüzde 30 dolayındaydı. UNDP’nin tahminlerine göre, günde 4 ABD dolarının altında gelir tüketilmesi anlamındaki bir yoksulluk tanımına göre Doğu Avrupa ve BDT ülkelerindeki yoksulluk oranı 1988’ de yüzde 4’ten, 1994’te yüzde 32’ye, yani 13,6 milyon insandan 119,2 milyona fırladı.

IMF politikaları sadece azgelişmiş ülkelerin emekçilerini değil, aynı zamanda, hem doğrudan hem de dolaylı olarak ABD ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerdeki emekçileri de etkilemektedir. Kısmen kamu parasıyla fonlandıklarından, hem IMF hem de DB, gelir ve serveti, vergiler aracılığıyla, bu ülkelerdeki çalışan sınıflardan başta ABD temelli olmak üzere dünyadaki çok uluslu şirketlerin ve finans TEKELlerine hizmet eden programlara transfer etmektedir. Bu, büyük şirketlere bütçeden sübvansiyon vermekle aynı şeydir. Diğer yandan halkın ödediği vergilerden oluşan devlet bütçesinden fonlanan bu şirketler halka hesap vermezler. Yani, IMF-DB politikaları sadece azgelişmiş dünyayı daha da yoksullaştırmakla kalmamış, aynı zamanda sanayileşmiş ülkelerdeki işçilerin yaşam standartlarını da aşağıya çekmiştir.

SORU 8: 1990’lardaki krizler sonrasında IMF’nin başta Asya ülkelerine dönük olmak üzere sunduğu büyük çaplı kurtarma paketlerinin örtülü başka amaçları da var mıydı?

“IMF’nin 1990’lar krizleri ve G. Kore kurtarmasındaki gizli amacı, bu bölgeleri Amerikan sermayesine daha fazla açabilmektir.”

The Economist, 13 Aralık 1997

Vietnam Savaşı ile zayıflayan ABD emperyalizminin askeri gücü, 1980’lerde, Granada, Libya, Lübnan ve Panama gibi askeri olarak zayıf ülkelere yapılan müdahalelerle yavaş yavaş yeniden inşa edildi. Bunu İran Körfezi ve Yugoslavya’ya yapılan daha büyük müdahaleler izledi. 1990’larda bu müdahalelerin amacı ABD askeri egemenliğinin yeniden kurulmasıydı. Buna paralel bir biçimde ABD, 1980’lerde ortaya çıkan üçüncü dünya ülkeleri dış borç krizinde IMF’yi son borçlanıcı olarak tekrar devreye sokarak iktisadi gücünü de pekiştirdi.

ABD’nin ekonomik gücü arttıkça, dünya finansal piyasalarının işleyişinde IMF’nin kilit rolü de daha açık hale gelmeye başladı. Tayland, Endonezya, G. Kore, Rusya ve Brezilya, ABD finansal gücünün kolluk kuvvetlerine dönüştüler. Resmi olarak IMF ortada görünse de ülkeler bunun ardındaki gücün emperyalizmin yeni ilişkileri olduğunun çok iyi farkındaydılar. Örneğin, Güney Kore döviz sıkıntısına girince, bir elçisini gizlice IMF yerine, doğrudan ABD Hazinesine gönderdi ve gerekli desteği alarak kurtarma paketini elde etti.

Son borçlanıcı kurum olarak IMF, 1997–1998 finansal krizinin sınırlı tutulmasında merkezi bir rol oynadı. Meksika örneği dışında, 1980’lerdeki IMF kurtarma paketlerinin toplam tutarı yılda ortalama 8 milyar ABD doları civarındaydı. Ancak, sadece 1997–1998 dönemindeki 18 ayda IMF, 200 milyar ABD dolarlık bir kurtarma paketi düzenledi. Marshall Planı ile verilen tutarın beş kat büyüğü olan bu tutarı ödemek hiçbir özel bankanın, ya da bankaların, ya da her hangi bir aracının yapabileceği bir şey değildi. IMF yeni bir role soyunmuştu: Uluslararası bankacılık sisteminin parçalanmasını önlemek.

Bu bağlamda, Ağustos 1997- Aralık 1998 dönemindeki beş kurtarma paketi çok önemlidir. Bu paketlerle Tayland: 17 milyar dolar, Endonezya: 43 milyar dolar, Güney Kore 57 milyar dolar, Rusya 21 milyar dolar ve Brezilya 41 milyar dolarlık kredi elde ettiler. Piyasa faizlerinin altında faiz oranlarıyla verilen bu krediler, mevduat sahiplerini ve yabancı kreditörleri korumak ve çöküşün kıyısına gelmiş olan ulusal bankacılık sistemlerini yeniden kapitalize etmek amacıyla veriliyordu. Nitekim Güney Kore örneğinde, bazı yabancı kreditörlerin parası doğrudan IMF tarafından ödendi. IMF kurtarma paketleri ve şartlılığıyla, yabancı bankalara mevcut borçları yenilemeleri durumunda geri ödemelerin tam olarak yapılacağının da mesajı verilmekteydi. IMF kredileri olmaksızın finansal erime uluslararası kredi kurumasına neden olacaktı. Ancak, bankerler ve sanayiciler mevcut alacaklarıyla ilgili çok zararlar edeceği riski altında yeni kredi vermek konusunda keyifsiz davrandılar, bu da uluslararası finansal sistemin işleyişini bozdu ve dünyayı resesyonist bir sarmala itti.

Bir başka anlatımla, 1997-98’ler finansal krizleri sonrasında uygulanan yapısal uyarlama programlarının görünürdeki amacı Batılı ve Japon bankaları ve yatırımcıları kurtarmaktı. Ancak, finansman dünyasında da bedava yemek yoktur. Çünkü ABD, IMF aracılığıyla uluslararası bankaları şemsiyesi altına alırken, aslında bütünüyle kendi çıkarlarına hizmet etmiştir. IMF kredi şartlılığı ile ABD, egemenliğini sadece 1980’lerin yoksullaşmış ülkeleri üzerinde değil, bu kez küresel kapitalizmin en hızlı büyüyen ikinci katman Asya ülkeleri üzerinde kurmayı denemiştir. Bu da Avrupa bankaları ve de özellikle 1970 ve 1980’lerde Güney Doğu Asya’da yerini dolduran Japon bankalarını karşısına almasına neden olmuştur.

ABD ve Japonya’nın Güney Doğu Asya üzerindeki rekabeti, krizin boyutlarını da artırarak büyümesine neden oldu. Önce Japon Hükümeti öneri olarak, 100 milyar ABD doları tutarında bir Asya Para Fonu yaratma önerisinde bulundu. Ancak, bu öneri ABD’nin Asya’daki varlığını tehdit ediyordu ve ABD, krizi önlemeyi ikinci plana atarak bu tehdide yoğunlaştı. ABD Hazine Bakanı bu öneriyi, IMF’nin yetkisine zarar verdiği gerekçesiyle veto etti. Çünkü gerçekte IMF parasal sistemin en etkin jandarmasıydı. Daha da önemlisi, ABD güdümlü IMF himayesi altında verilen bir kurtarma paketi, nakit zengini ABD bankalarına, Güney Doğu Asya’da Japon bankalarının üstünde bir güç veriyordu ve aynı zamanda da ABD’li şirketlerin bu bölgeye girmelerinin önünü açıyordu.

Nitekim Tayland’a verilen 3,9 milyar ABD doları kredinin onaylanmasının ardından yabancıların yerel bankaları ve finansal şirketleri devralma dönemi başladı. The Economist’e göre, Güney Kore paketinin ardından IMF, bu ülkeyi Amerikalı ve diğer yabancı şirketlere açmada bir kilit haline geldi. Bu paket ile ülkenin ağır borçlu şirketlerinin (chaebol) borçları yeniden yapılandırıldı. Ardından IMF, Daewoo Motors’un iflasını istedi ve bu iflasın ardından dünya otomotiv devlerinden olan bu grup 6 milyar ABD doları gibi düşük bir fiyatla ABD’li Ford ve GM’e satıldı.

Uygulamadan da görüleceği gibi, IMF’nin Güney Doğu Asya’daki kredileri, durumu istikrara kavuşturmak ve borçların geri ödenmesini sağlamanın çok ötesine geçerek, yerel bankaların ve sanayi şirketlerinin haraç mezat, esasta ABD’li olmak üzere, yabancı firmalara satılmasına hizmet etmiştir. Üstelik bu soygun operasyonu ABD basınında, Asya bankacılık krizinin yolsuzluk ve usulsüzlüklerden kaynaklandığı iddia edilerek savunulmuştur. Daha vahim bir durum, SSCB’nin çöküşü sırasında, Rusya’daki doğal gaz ve petrol kaynaklarının bizzat IMF yardımlarıyla, çok kısa bir sürede Batı sermayesi işbirlikçisi bir avuç Rus oligarkın eline geçirilmesinde yaşanmıştır.

IMF’nin yönlendirdiği böyle büyük çapta sermaye akımları dünya bankacılık sisteminin, ABD emperyalizmine olan bağımlılığını bir kez daha ortaya koymuştur. Küreselleşme altında IMF, ABD hegemonyası altındaki bir uluslararası merkez bankası gibi davranmaktadır. Bu IMF için yeni bir roldür. Krizleri ne kadar kötü yönetse de şimdilik başka bir alternatif de gözükmemektedir. Her ne kadar milyonlar için bu durum felaket demek olsa da, IMF bir avuç azınlık için emperyalizmin ilk dönemleri gibi oldukça verimlidir. Birçok insana göre IMF, bir işgal ordusunun vereceği zarardan daha fazla insani zarara neden olmuştur.  Bu barışçıl emperyalizm, savaşın diğer yüzü kadar öldürücüdür.

SORU 9: Anlaşılan Güney Asya Kriz Paketleri ABD için başka kazanımlara da neden oldu. Peki, bu paketlerin karşılığında uygulanan bu politikalar kredi alan ülkelerin sorunlarını çözdü mü?

IMF, ABD ve Japonya’nın uyguladığı politikalarla krizi sınırlı tutabilse de, dünyanın yüzde 40’ı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra görülmüş en derin resesyona girdi. Bu nedenle de genelde IMF programlarının krizi daha da ciddileştirdiği ve Asya gribini yaygınlaştırdığı kabul edilmektedir. Çünkü, IMF, ihracatları artırarak krizden çıkabilme anlamında devalüasyon dayatmaktadır. Buna uygun olarak Güney Kore wonu yarı yarıya ve Endonezya rupiahı üçte iki oranında değer yitirdi. Bu durum da giderek pahalı hale gelen ABD doları ile geri ödenecek olan borç yükünü daha da ağırlaştırdı. Bu ulusal bankacılık sistemini çökertti ve finansal kurumaya neden oldu.

Bu ülkelerde IMF talimatıyla yükseltilen yüksek faiz oranları, sermaye kaçışını önlemek ve yabancı sermaye girişini teşvik etmek için tasarlandı, ama çöküşe katkıda bulundu. Çünkü borç düzeyleri kısa sürede iki üç katına fırlayınca bir zamanların çok güçlü firmaları borçlarını ödeyemediler ve resmi olarak iflas ettiler. Bunu yaparken ulusal bankacılık sistemini de yanlarında götürdüler. Yabancı sermaye IMF’ye rağmen ya da IMF politikaları nedeniyle, bölgeden kaçmaya devam etti. Hatta DB bile, IMF’nin bölgesel krizi küresel bir çöküşe dönüştürdüğünü ileri sürdü.

IMF’nin Asya kurtarma paketlerinin başarısızlığı borsaları sıkıntıya sokarken, aynı zamanda başka bölgelerde (Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Afrika) ulusal para birimlerinden kaçışı beraberinde getirdi. 1998 yazında, uluslararası finansal sistemin yeni zayıf noktaları Rusya ve Afrika oldu. Haziran 1998’de IMF, Rusya için 21 milyar ABD doları tutarında bir kurtarma paketi hazırladı. IMF, yabancı yatırımcılara, Rusya’nın mükemmel temellere sahip olduğu yönünde garanti verirken, uluslararası sermaye piyasalarını Rusya’nın borç sorununu çözmesi için teşvik ediyordu. Rusya bankalarını yöneten oligarklar bu kredileri ceplerine attılar ve bu kredileri, varlıklarını Rusya’dan Batıya transfer etmekte kullandılar. Bir anda gerçekleşen büyük çaptaki sermaye çıkışları sonucunda Ruble çöktü, bankalara hücum başladı ve bu durum Rusya Hükümetinin ulusal borç ödemelerini reddetmesinin de yolunu açtı. Bu da 1998 yazında ortaya çıkan finansal krizin önünü açtı. IMF garantilerine rağmen uluslararası bankalar Rusya’da ciddi zararlar ettiler ve bir zamanların en büyük hedge fonlarının başında gelen Long-Term Capital Management (LCTM) iflas etti. Fed ise, bu iflasın ABD bankacılık sistemi için çok ciddi tehdit oluşturduğu iddiasıyla LCTM kurtarmasına müdahil oldu.

Kriz Brezilya’ya yayılınca IMF’ye olan eleştiriler artmaya başladı ve IMF vites değiştirmek durumunda kaldı. IMF, ulusal parasını devalüe etmemesi koşuluyla (aşırı değerlenmiş olmasına rağmen) Brezilya’ya 41 milyar ABD dolarlık bir kurtarma paketini önerdi ve devalüasyonu baskılamak için faiz oranlarını yüzde 30 ve üzerinde yükseltmeye zorladı. Ancak, iflas etmiş bir hükümetin aşırı değerli parayı uzun süre devam ettiremeyeceğinin bilincinde olan sermaye, Brezilya’dan kaçmaya devam etti.

1990’lar krizleri sonrasında uygulanan IMF politikalarının emekçi yığınlar ve halk üzerindeki etkileri ise tam anlamda bir felaket olmuştur. Güney Kore’de kitlesel işten çıkartmalar yaşandı (öyle ki IMF tanımı üzerinden şakalar geliştirildi: “IMF: I’M fired (işten atıldım)”. Aileleri yoksullaştığından sokağa bırakılan çocuklara “IMF Öksüzleri” adı verildi. Tayland’da çok sayıda çocuk fahişeliğe zorlandı. Suharto diktatörlüğü altında Endonezya’da okula kayıtlı öğrenci sayısı dörtte bir oranında azaldı. Pirinç fiyatı yüzde 38, kızartma yağı yüzde 110 ve petrol fiyatı yüzde 70 oranında arttı. Bunlar ayaklanmalara ve Suharto’nun 1998 yılında devrilmesine neden oldu. Bu durum, halk ayaklanmalarına yol açabileceği endişesi nedeniyle, yerel egemen sınıf için tehlikeli hale gelmeye başladı. Arjantin’de ulusal toplu pazarlık sisteminin kaldırılması ve işverenlerin istedikleri zaman işçilerini atabilmeleri yönünde yasalarda değişiklikler yapılması şart koşuldu.

SORU 10: IMF uluslar üstü özerk bir kuruluş mudur, yoksa büyük devletlerin kontrolü altında mıdır?

Hem IMF hem de DB sapkın ya da şeytani kurumlar değiller ama izledikleri politikalar da özerk politikalar değil. Bu kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere büyük sermayenin araçları konumundalar. Politikaları, neo-liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve eğilimlere hizmet ediyor. Kapitalist hükümetleri, IMF ve DB’yi neo-liberal programları izlemeye zorlayan şey ise küresel kapitalizm. Bu iki kuruluş küresel kapitalizmin bürokratik metaforları konumundadırlar.

Daha spesifik olmak gerekirse, IMF zengin ülke hükümetlerince özellikle de ABD Hazinesi’nce kontrol edilmektedir. Görüntüde 186 ülkenin ortak bir örgütü olsa da, New York Times’ın da bir tarihte tanımladığı gibi ABD Hazinesinin çoban köpeği (lab dog) gibi davranıyor. Temelde IMF, ABD’nin, kendi belirlediği ekonomi politikalarına diğer ülkeleri razı etmede kullandığı bir örgüt konumundadır. Nitekim Baltimore Sun Gazetesinin, 18 Haziran 1981 tarihindeki bir tespiti her şeyi anlatıyor:

“Bazen, ABD yatırımlarının doğrudan dikte ettirilmesindense, çok taraflı ajansları kullanmak daha iyidir.”

Nitekim 1990’ların sonlarındaki Güney Kore krizi sırasında, bu ülkenin doğrudan IMF’ye gitmeyip, ABD Hazinesi’ne gitmesi, istediği krediyi alması, bunun rüşveti olarak da ABD’li büyük sermaye gruplarına çok büyük imkânlar tanıması IMF’nin bağımsız, uluslar üstü, özerk bir kuruluş olmadığının somut bir örneğidir.

Keza, 2008 krizi sonrasında, ABD Hazinesi’nin Pakistan’da uygulamaya konulan daraltıcı IMF koşullarını gevşettirmesi şaşırtıcı olmadı. Çünkü nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde, Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’nin bölgesel çıkarları açısından iyi olmazdı. Bu nedenle de IMF, Pakistan’da faiz oranlarının düşürülmesine karşı çıktığı bir sırada, bütçe açığının yüzde 3,4’ten yüzde 4,9’a çıkartılmasına evet demek durumunda kaldı.

IMF’nin özerkliği konusunu daha iyi tartışabilmek için tarihe bakmakta yarar var.  2. Dünya Savaşı sonrasındaki ulusal kurtuluş hareketleri ve bağımsızlıkçı hareketlerin yükselişi sömürgeciliğin sona ermesine neden olmuştu. Ancak emperyalizm yok olmadı, sadece spotlarını değiştirdi. Önceki sömürgeler resmi bağımsızlıklarını kazansalar da gerçekte politikaları ve ekonomi politikaları emperyalistlerce ve büyük sermaye tarafından şekillenmeye devam etti. Sosyalistler, resmi olarak bağımsız, ancak ekonomik olarak emperyalizm tarafından kontrol edilen bu ülkelerin bu çelişkili durumlarını anlatmak için bu ülkeler için yarı sömürge tanımını kullanırlar. Bu durumu Jesse Jackson, Afrika Uluslar Konferansı’nda yaptığı konuşmada şöyle özetler: “Emperyalistler eskiden mermi ya da urgan kullanırlardı, şimdi ise DB ve IMF’yi kullanıyorlar”.

Bugünkü emperyalist hegemonya ekonomiktir ve bu dünya piyasalarının kontrolüyle, ÇUŞ’ların gücüyle, uluslararası finansal kurumlarla ve yoğun bir askeri güçle muhafaza edilmektedir. Gerektiğinde emperyalizm, piyasaları koruyabilmek için, askeri olarak da müdahale etmektedir. Fantastik bir teknoloji, büyük ölçekli sanayiler ve devasa bir finansal gücü barındıran bu şirketler ve büyük kapitalist hükümetler dünyanın kaderini belirlemektedirler. Kendi güçlerini ve karlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik kısımlarını savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde görmektedirler. Emperyalist sermaye bu bağlamda IMF, DB ve DTÖ’yü, kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde hali hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için kullanmaktadır. Yani, IMF ve DB’nın, emperyalizmin güçlü birer enstrümanı olarak yarı sömürge dünyanın ekonomik ve politik kontrolünün sürdürülmesinde kullanıldığını ileri sürmek mümkündür. Bu bağlamda, daha önce ele aldığımız ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ küresel sermayenin yarı sömürge ülkeleri yönetmede kullandığı politik bir şantaj şeklidir.

Aşırı birikim ve aşırı üretimden kaynaklanan kar oranlarındaki azalma ve bunun türev sonucu olarak yetersiz talep sorunu, neo-liberalizmin, az gelişmiş dünyayı hem ucuz işgücü hem de yeni pazarlar olarak emperyalist sermayenin hizmetine açmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece, ÇUŞ’lar ürünlerini girdikleri ülkelerin yerli üreticilerden daha ucuza satarak ekonomileri ele geçirebilmişlerdir. IMF üzerinden yürütülen neo-liberal kemer sıkma programlarının yerel üreticiler için verilen sübvansiyonlara, küçük çiftçilere verilen yardımlara ve küçük işletmelere verilen desteklere bulaşmasının da ana nedeni budur. Böylece, serbest ticareti öngören neo-liberalizm yoksul ülkelerin insanları için bir felaket olurken, serbest ticaret görüntüsü altında, ÇUŞ’lar bu ülkelerin zenginliklerine el koydular ve bu serveti Batının büyük bankalarının kasalarında depoladılar. Gerçekte, IMF, DB ve DTÖ destekli olarak hayata geçirilen böyle bir süper ekonomik dominasyon, geçmişte yürütülen doğrudan ırkçı sömürgeciliğin gizlenmiş bir şeklidir.

SORU 11: Bu örnekler, IMF’nin sadece özerk değil, aynı zamanda demokratik olmayan bir yapısının da olduğunu göstermiyor mu? IMF geçmişte, Filipinler’de Marcos diktatörlüğünü desteklemişti. Yakın dönemde de bu tür anti-demokratik iktidarları desteklediği oldu mu?

IMF, geçtiğimiz aylarda Honduras’taki darbeci hükümete 150 milyon ABD doları ve 9 Eylül’de 14 milyon ABD doları tutarında kredi verdi. Dünyadaki hiçbir hükümet ya da örgütün, DB, BM ya da bölgesel kalkınma bankasının bu darbeci askeri hükümeti tanımamasına ve hatta verilen mali destek ve kredilerin durdurulmasına rağmen, IMF’nin darbenin hemen ardından darbecilere destek vermesi IMF’nin politik arenadaki konumunu da ortaya koymaktadır.

IMF’nin bu tutumu aslında kurulduğu tarihten bu yana onun temel gözetmeni olan ABD’nin politikalarıyla uyumludur. Honduras’taki darbenin ardından, ABD Hükümeti bu ülkeye doğrudan verdiği 18 milyon ABD dolarlık yardımı keserken, IMF üzerinden bunun 10 katını vermiştir. Aynı IMF, geçen Kasım ayında bu ülkenin demokratik olarak seçilmiş başkanı Zeleya Hükümeti ile yapılmış olan Standby anlaşmasını, ekonomi politikaları konusunda anlaşma sağlanamadığı gerekçesiyle, durdurmuş ve krediyi kesmişti.

Aslında IMF’nin anti-demokratik iktidarları desteklemesi yeni değil. 1970’li yıllarda Filipinler’deki diktatör Marcos’a ve Zaire’de diktatör Mobutu’ya da destek vermişti.

Darbeci hükümetlere destek verme konusunda son derece cömert davranan IMF aynı ilgiyi demokratik halk iktidarlarına göstermemiş, hatta kredilerini onları cezalandırmada bir araç olarak da kullanmıştır.

Örneğin, Nikaragua’da 1979 yılında yapılan Sandinista devriminin ardından hem IMF hem de DB, devrimin tüm Latin Amerika’ya yayılacağı endişesiyle, bu ülkeye vermekte oldukları tüm kredileri kestiler. Sandinista Hükümeti, halkın da desteğiyle bazı şirketleri millileştirdi, okuryazarlık kampanyası, sağlık ve ucuz gıda gibi halkının lehine olan projeleri başlattı.  ABD, IMF ve DB’yi Nikaragua’ya hali hazırda verdikleri kredilerin faizlerini yükseltmeye zorladı ve bunu başardı. Ayrıca devrilen diktatörün borçlarının da hemen ödenmesini talep etti ve yeni kredi verilmesini engelledi.

Keza, aynı ABD, Meksika’nın Nikaragua’ya yaptığı petrol satışlarını durdurdu, kontr-gerilla ordusunu eğitti ve finanse etti. Bundan 12 yıl sonra, 1992 yılında, bir muhafazakâr hükümet iş başına geldiğinde ise, her iki kuruluş da kolları sıvayarak ekonomiyi tamamıyla dönüştüren bir destek programı uygulamaya başladı. Köylüler tarafından daha öncesinde el konulmuş olan topraklar tekrar büyük toprak sahiplerine geri verildi, millileştirilmiş şirketler özelleştirildi, daha öncesinde bedava olan sağlık ve eğitim hizmetleri kısmen özelleştirildi ve kamu işçileri yığınsal olarak işten çıkartıldı. Bugün bu ülkenin borç stoku GSYİH’nin 6 katı tutarında, nüfusun yüzde 74’ü yoksul, yüzde 60’ı işsiz ve beş yaşın altındaki çocukların yüzde 30’u yeterince beslenemiyor.

Keza, IMF 2002 yılında Venezüella devlet başkanı Chavez’e karşı yapılan, ancak sadece birkaç saat ayakta kalabilen askeri darbenin hemen ardından, darbecilere her türlü mali desteği vermeye hazır olduklarını açıklamıştı.

Tüm bu örnekler uluslararası politika arenasında IMF’nin, ABD’nin emperyalist hegemonyasının devamı için bir araç olarak da kullanıldığının göstergesidir.

IMF’nin, karar alma mekanizması anlamında, iç işleyiş biçimi de demokratik değildir. Bunun ana nedeni, sermaye payı anlamında kota ve oy hakkı dağılımıdır. Buna göre, en büyük beş kotaya ve oy hakkına sahip ülkeler sırasıyla; ABD (yüzde 17,09 ve yüzde 16,77 ), Japonya (yüzde 6,12 ve yüzde 6,02), Almanya (yüzde 5,98 ve yüzde 5,88), Büyük Britanya ve Fransa’dır (her biri yüzde 4,94 ve yüzde 4,85). İkinci büyük grup ülkeler ise, Çin (yüzde 3,72 ve yüzde 3,66), S. Arabistan (yüzde 3,21 ve yüzde 2,69) ve Rusya’dır (yüzde 2,73 ve yüzde 2,69). Türkiye’nin payı ise sırasıyla yüzde 0,55 kota ve yüzde 0,55 oy hakkıdır.

Azgelişmiş diğer ulusların payları da yüzde 0,01 ile yüzde 1 arasında değişmektedir. Böylece oyların yüzde 40’ı en büyük beş ülkeye aittir. S.Arabistan, Çin ve Rusya’yı da içine kattığımızda oyların yüzde 50’sini bulan bir kısmının ve veto hakkının büyük ülkelere ait olduğu görülür. Bu durum uluslar üstü bir kurum görüntüsündeki bu örgütün aslında zenginler kulübünün bir örgütü olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu açıdan azgelişmişlerin gerçekte IMF kararlarında söz hakkı yoktur. Bu ülkeler için toplantılara katılmak sadece bir ritüel gereğidir. 2008 krizi sonrasında azgelişmişlerin kotasının üç katına kadar çıkartılabilmesine imkân veren değişikliğin ise hiçbir işe yaramayacağı açıktır.

SORU 12: IMF’nin değişmekte olduğu doğru mudur? Doğruysa bu değişikliği nasıl yorumlamak gerekir?

IMF’nin değişmekte olduğu iddiaları Nisan 2009’da toplanan G20 Londra Zirvesi ve yine aynı yıl yapılan IMF İstanbul Zirvesi sonrasında dillendirilmeye başlandı.

Değişimle ilgili olarak, öncelikle, bu yıl ikinci baskısı yapılan ‘Kapitalizmin Krizi’ adlı kitabımda da geniş olarak yer verdiğim gibi, G20 Londra Zirvesi’nden çıkan kararların iyi okunması gerekli. Bu zirvede bir araya gelen G20 ülkelerinin liderleri krize karşı küresel işbirliğinin koordinasyonu anlamında, hem IMF’nin mali gücünü ve rolünü artırmaya, hem finansal piyasaların regülasyonuna, hem de dünya ticaretine ilişkin bir dizi karar aldılar. Bu kararlar özetle:

• Güvenin tesisi, istihdam ve büyümenin canlandırılabilmesine yönelik olarak ortak eylem planı,

• Finansal denetim ve regülasyonların güçlendirilmesine yönelik olarak finansal sistemin regülasyonuna ve gözetimine ait bir reform taslağı,

• IMF ve Dünya Bankası üzerinden sağlanan, finansman miktarını 850 milyar ABD dolarına artırmak, IMF kaynaklarını üç misli artırarak 750 milyar ABD dolarına çıkartmak ve toplamda 250 milyar ABD dolarlık bir dış ticaret finansmanı sağlamak;

• IMF’nin Esnek Kredi Kolaylığı (FLL) koşullarının ve Dünya Bankası’nın az gelişmiş ülkelere dönük uygun kredilere erişim koşullarının yumuşatılması,

• 2011 sonunda IFIS-IMF kota reformu ve Dünya Bankası’nın reformu (2010), IMF ve Dünya Bankası’ndaki istihdamın liyakata göre yapılması, IMF stratejisi ve sorumluluklarının belirlenmesinde fon guvernörlerinin daha fazla inisiyatif almalarının sağlanması,

• Küresel ticaret ve yatırımların geliştirilmesi, korumacılığın önlenmesine yönelik olarak ülkelerin bir yıl için korumacılığa başvurmamaları doğrultusunda 2008 Kasım’ında alınan kararın 2010 yılına kadar uzatılması,

• Adil ve sürdürülebilir bir canlanmanın sağlanabilmesine yönelik olarak, Milenyum Kalkınma Hedefleri’ne bağlılık, düşük gelirli ülkelere Sosyal Sorumluluk Fonu adı altında, 50 milyar ABD dolarlık bir fon tahsisi, IMF’nin imtiyazlı kredilerinin limitleri ve kapasitesinin artırılabilmesi için altın rezervlerinin bir kısmının satılması, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün krizin yoksullar üzerindeki etkilerini izleyen bir mekanizma oluşturması ve daha yeşil bir üretim dünyasının sağlanması biçimindeydi.

İstanbul IMF Zirvesi sonrasında yayınlanan bildiride ise, IMF’nin kuruluşu sırasında yer alan temel amaçlarda herhangi bir değişiklik meydana gelmediği vurgulandı. Bu klasik amaçlar sırasıyla; uluslararası ticaretin geliştirilmesini, böylece büyüme ve istihdam yaratılmasını teşvik etmek, döviz kuru istikrarını sağlayarak uluslararası açık ödeme sisteminin devamını sağlamak ve ödemeler bilânçosu sorunlarına yönelik olarak gerektiğinde ülkelere, yeterli miktarda döviz kredisi vermek.

Aynı toplantıda bu amaçlara ilave olarak 2008 krizine karşı yeni eylem planları açıklandı. IMF’nin iyiye doğru değişmekte olduğu yorumlarına neden olan da işte bu fiili durumun beraberinde getirdiği öneriler ve alınan kararlardır. Bunlar sırasıyla;

• Azgelişmiş ülkelere yönelik kredilerin artırılması: Bu çerçevede IMF 2008 yılından bu yana Beyaz Rusya, Macaristan, İzlanda, Letonya, Pakistan, Polonya, Romanya, Sırbistan, Sri Lanka ve Ukrayna’ya yönelik olarak 160 milyar ABD dolarlık rekor bir taahhütte bulundu. 

• Azgelişmiş ülke ekonomileri için yeni bir kredi hattının oluşturulması: Küresel finansal kriz nedeniyle ülkelerin yaşadıkları likidite problemlerinin çözümüne yönelik olarak yeni bir kısa vadeli likidite kolaylığı uygulaması başlatıldı. Kolombiya, Polonya ve Meksika gibi ülkeler bu krediler için başvuruda bulundular.

• Sosyal korumaya önem verilmesi: IMF olabildiğince sosyal harcamaların korunacağını açıkladı. Örneğin, Pakistan’da yoksullara yönelik nakit transferleri ve elektrik sübvansiyonları sunulacağı ileri sürüldü. Çok tartışılan yapısal reformların, krizden en fazla etkilenen kesimleri gözetecek bir biçimde tasarlanacakları açıklandı.

• Çok düşük gelirli ülkelere yönelik kredilerin artırılması: IMF bu tip ülkelere yönelik finansal yardımlarını iki katına çıkarttı. 2008 yılında bu tip ülkelere yönelik yardımlar 1,5 milyar ABD doları iken bu rakam Temmuz 2009 itibariyle 2,9 milyar ABD doları olarak gerçekleşti. Ayrıca SDR’ler aracılığı ile yaratılacak olan 250 milyar ABD dolarlık kaynağın 18 milyar dolarının bu tip ülkelere yöneleceği ve bu paranın, ülkelerin rezervlerinin güçlendirilmesinde ya da ödemeler bilânçosu problemleri nedeniyle ortaya çıkan nakit ihtiyacına yönelik olarak kullanılabileceği dile getirildi. 

• Kredi koşullarının kolaylaştırılması: Geçmiş dönemlerde IMF, program çerçevesinde belirlenen amaçlarla doğrudan ilgili olmamakla beraber ülkenin uzun dönemli gelişimi için gerekli olabilecek şartları anlaşmalara dâhil etmekteydi. Bundan böyle, kredilerin bağlandığı şartların kolaylaştırılacağı ve yalnızca ülkelerin cari dönemde yaşadıkları ekonomik sorunların çözümünün hedefleneceği açıklandı.

IMF’nin avukatlığına soyunmuş yayın organları da IMF’nin değiştiğini söylüyor. Örneğin The Economist’e göre, IMF yeni bir görünüme büründü. Buna göre, IMF artık sadece Wall Street ve Avrupa bankaları için değil, dünyadaki tüm ülkeler ve insanlar için çalışacak. Bunu da, hem kaynaklarının 1,1 trilyon ABD dolarına çıkartılması, hem de işleyiş biçiminde önerilen bazı değişikliklere ve IMF’nin giderek daha çok azgelişmişlerin sorunlarına yöneleceğinden hareketle savunuyor.

Yani, IMF’ye sanki dünya çapında “son borç verici kurum” anlamında bir dünya merkez bankası rolü veriliyor. Üç katına çıkartılmış kaynaklarıyla IMF şu ana kadar oynadığı rolü daha önce ayak basmadığı bölgelere doğru genişletmeyi düşünüyor. Tarihinde ilk kez IMF bu yaygınlıkta klasik koşullarına bağlı olmayan kredi tahsisi yapmayı planlıyor. Bu durum onu resesyonda kredi enjeksiyonu yapma anlamında son borç verici konumuna yaklaştırıyor ve haklı olarak da bugünkü gelişmeler 2. Dünya Savaşı sonrasında Bretton Woods anlaşmasıyla kıyaslanıyor ve G20 Londra Zirvesi sonucunda BW benzeri bir yeniden yapılanmaya gidilip gidilemeyeceği tartışılıyor.

Öncelikle vurgulamak gerekir ki, IMF’nin değiştiğine ilişkin yorumlara esas teşkil eden bu kararlar, krizdeki dünya ekonomisinin kumanda ve kontrolünü tamir etmeye yönelik kararlardır. Ancak, IMF kaynaklarını artırmaya dönük bu 1,1 trilyon ABD dolarlık plan, 600 trilyon ABD dolarlık türev borç piyasasındaki toksik borçlarla ilgili hiçbir şey söylemiyor ve bu toksik borçlar finansal sistem için yeni kriz riskler oluşturmaya devam ediyor. Bu durum son borçlanıcı rolü verilen IMF’nin de en önemli kısıtını oluşturuyor. Nitekim IMF son olarak, finansal sistemin zararının 2010 yılında 4 trilyon ABD dolarını bulacağını açıklamıştı. Söylentilere göre, IMF daha yüksek rakamlar telaffuz etmeye hazırlanıyor. Böyle bir ortamda finansal piyasaların pusulası niteliğindeki güvenin nasıl tesis edileceği ve IMF’nin bu işin kaptanlığını nasıl becerebileceği ciddi bir sorundur.

Kaldı ki, 1,1 trilyon ABD dolarlık enjeksiyon, fabrika kapanmaları ve iflasları durdurmak, istihdam yaratmak, konutların el değiştirmesini durdurmak ve ihtiyaç içindeki üçüncü dünya ülkelerine yardım için kullanılmayacak, çalışan sınıflara veya yoksullara gitmeyecektir. Bu para kriz nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş kapitalist devletlere borç olarak verilecektir. Bunu yaparken de IMF, her zaman olduğu gibi, krizlerin bedelini ihtiyaç halindeki ülkelerin kapitalistlerine değil, işçilerine, köylülerine ve yoksullarına ödettirecektir. Nitekim kriz sonrasında yapılan çok sayıda kredi anlaşması bunu ortaya koymuştur.

Ayrıca, bu trilyon ABD dolarlık fon, IMF’nin kamusal yoldan fonlanmasıyla sağlanmış olan bir fondur ve özel bankaların hizmetine sunulacaktır. Kriz nedeniyle bankalara borç geri ödemelerini yapamayan ülkeler bu sözü edilen fondan kredi alarak bu borçlarını ödemeye çalışacaklar. Böylece, aslında, G20 bir adımda IMF’nin kreditör ve gelecekteki borç tahsildarı rolünü yeniden zorunlu, vazgeçilemez bir hale getirmiştir.

Washington Uzlaşması yıllarından bu yana IMF’nin kötü isminin nedeni, kalkınmayı destekleyen bir acente olmaktan ziyade bir banker gibi davranmasıydı. Krizle mücadele konusunda yapılan resmi açıklamaların tersine, krizin kendisi eski IMF’nin yeniden dünyaya gelmesinde ebelik görevi yaptı. Yani kriz yeni IMF’yi doğurttu. IMF’ye örneğin 3 trilyon ABD doları dahi verilmiş olsaydı, çöken dünya talebini ayağa kaldırma konusunda bir farklılık ortaya çıkmazdı. Bu 3 trilyon ABD doları efektif talebi ve istihdamı ayağa kaldırmayı finanse etmek için değil, kriz içinde olan ve geri ödemelerini yapamayan hükümetlere yapılacak kredilendirmede bir donanım faktörü olarak kullanılacaktı. Bir başka deyimle G20 ülkelerinin IMF kaynaklarını güçlendirme kararı bırakın düğümü çözmeyi konuya değinmiyor bile.

1,1 trilyon ABD dolarlık kaynağın bir kısmı aslında sanıldığı gibi ihtiyaç halindeki ülkelere kredi biçiminde de verilmeyecektir. Bunun 250 milyar ABD doları, dünya ticaretine yöneliktir, ancak bu bir harcama şeklinde değil, sigorta şeklindedir. İhracatçının parasını alamaması durumunda sağlanan bir ödeme garantisi niteliğinde bir destektir. Yani, 250 milyar ABD dolarlık ticari kredi sigortası, mal bedellerinin ödenmemesi durumunda ihracatçıları kurtarmak için sunulmaktadır. Vergi mükelleflerinin cebinden çıkacak olan bu para, istihdamı korumak, kamulaştırma yapmak ya da gıda ve ilaç sübvansiyonu için kullanılmayacaktır.

Nitekim IMF, 2009 yılında 283 milyar ABD dolarlık bir kredi tahsisi yaptı, ama bunun büyük kısmı zengin ülkelere, bir kısmı yükselen piyasalara ve sadece 20 milyar ABD dolarlık kısmı yoksul ülkelere ayrıldı.

Dolayısıyla IMF’ye sunulan bu yeni kaynak imkânı, aslında mevcut krediler, yeni bir dış ticaret sigorta sistemi ve IMF’nin para basması imkânı dışında bir yenilik de içermemektedir. Artık sadece finans kapital için değil, aynı zamanda azgelişmiş ülkelerin sorunlarının çözümü için çalışacağı iddiası ise tutarsızdır. Bu iki grup arasındaki uzlaşmaz nitelikteki bir çelişki uluslararası sermaye tarafından kurdurulup, denetlenen, güçlendirilen bir kurumca nasıl çözümlenebilecektir? Kaldı ki, hala hedge fonlar ve vergi cennetleri gibi Anglo-Sakson finansal modelin temel dayanaklarına karşı bir duruş bile sergilenememiştir. Bankaları kontrol etmekte başarısız kalan mekanizmalar şimdi hedge fonları nasıl kontrol edebilecektir?

Bu anlamda G–20 toplantılarından çıkan IMF’nin yenilenen rolü, bir göz boyama niteliğindedir. Bu rolde dünyanın ezilen, sömürülen, yoksul halklarının durumlarını iyileştirici bir yenilik mevcut değildir. Siyah Obama ile ABD emperyalizmi ne kadar insancıl olduysa, G–20 sonrası IMF de o kadar insancıl olacaktır.

SORU 13: IMF’den umutlu olanlar bu kurumun reforma tabi tutulması ve hedeflerinin daha da netleştirilmesiyle yararlı bir kurum haline getirilebileceğini ve eski hatalarını tekrarlamayacağını ileri sürüyorlar. Bunlar size inandırıcı geliyor mu?

Öncelikle şu gerçeğin altını çizmek gerekir. IMF geçmişte, yardıma ihtiyacı olan birçok ülkeye, pek çok yanlış politika dayatıp onları daha da sıkıntıya soktu. 2008 krizinden sonra bunu sürdürdü. Örneğin, ekonomisinin yüzde 18 küçüleceğini tahmin ettiği Letonya’da IMF, beklenenin aksine devalüasyona karşı çıktı. Oysa devalüasyon Letonya ekonomisi için daha iyi olabilirdi. Çünkü devalüasyon yapılmayınca geriye sadece ekonomiyi küçültmek ve reel ücretleri düşürmek kaldı. Aynı yanlışı IMF 1999–2002 derin krizi sırasında Arjantin’de de yapmıştı.

IMF geçmişte de, örneğin Stiglitz gibi bazı iktisatçılar tarafından, bütün azgelişmiş ülkelere aynı formatta reçeteler yazmakla suçlanıp eleştirilmişti. Oysa az gelişmiş ülkeler dahi kendi içlerinde homojen bir yapıya sahip değiller. Öyle ki enflasyonun talep mi yoksa maliyet enflasyonu biçiminde mi olduğu ülkelere göre değişmekte, bu da anti enflasyonist önlemleri kökten değiştirebilmektedir. Bu bağlamda “Yapısal İktisatçılar” adı verilen bir grup Latin Amerikalı iktisatçı, ABD’nin Latin Amerika’yı yanlış analiz ettiğini, arz yönlü bir enflasyonun varlığına rağmen IMF’nin ısrarla bu ülkelere talep düşürücü politikalar dayatarak, bu ülkeleri daha da daralttığını, hatta stagflasyona soktuğunu iddia ettiler.

Her ülkeye aynı reçetenin yazılması şu tür sorunlara da neden oldu: AGÜ’ ler henüz hazır olmadan, bazen de sömürgecilik dönemlerindeki gözdağı siyasetiyle, piyasalarını uluslararası sermayeye açmak zorunda kaldılar. Bu açılımdan faydalananlar ise gelişmiş kapitalist ülkelerin çok uluslu şirketleri oldu. Standart Yapısal Uyarlama Politikaları, AGÜ hükümetlerinin kendi ekonomilerini idare etme imkânlarını ellerinden aldı ve bunun sonucunda işsizlik ve yoksulluk daha da arttı.

Şu ana kadar yapılan eleştiriler dışında, IMF’nin benimsemiş olduğu iktisadi felsefeye, temel paradigmaya ve temel aldığı modele yönelik ciddi eleştiriler yapmak da mümkündür.

IMF politikalarının temelinde ‘Finansal Programlama Modeli’ adı verilen bir model yatıyor. Bu model ağırlıklı olarak Monetarist bir felsefenin ürünüdür. Ancak Howard gibi bazı iktisatçılara göre, model saf Monetarist bir model olmaktan ziyade Monetarist, Keynesyen ve Yeni-klasik serbest piyasa yaklaşımlarının eklektik bir ürünü.

Modele göre, gelişmekte olan ülkelerde görülen ödemeler dengesi sorunları, iç kredi hacmindeki artışın para arzını artırmasıyla ortaya çıkan parasal bir sorundan kaynaklanmaktadır. Bir başka anlatımla, kamu harcamalarının kamu gelirlerinden fazla olması, bu açığın kamu sektörüne sağlanan merkez bankası kaynaklarından karşılanması ve para talebi veri iken bunun para arzını artırması sonucunda enflasyon oluşmakta ve beraberinde de ödemeler dengesi açıkları ortaya çıkmaktadır. Böylece IMF programı uygulayan bir ülkenin yapması gereken ilk iş, iç kredi hacmini daraltmak (hem özel sektöre hem de kamu sektörüne yönelik) ve buna neden olan bütçe açıklarını kapatmak ya da azaltmaktır. Ayrıca yaklaşım döviz kurunun ödemeler bilançosu üzerindeki etkilerinden yola çıkarak, ödemeler bilançosunu dengeleyebilmek adına hemen hemen bütün programlar için devalüasyon yapılmasını şart koşmaktadır.

Böylece toplam arz ile toplam talep arasındaki dengesizliğin çözümü, toplam talebin toplam arz seviyesine çekilmesini sağlayan bir istikrar programıyla mümkün olabilmektedir. IMF’ye yapılan temel eleştirilerden biri bu noktada oluşur. Buna göre talep yönlü baskı gereğinden fazla abartılmaktadır. Kendisini ağırlıklı olarak ‘Yapısalcı Görüşler’ olarak ifade eden bu eleştiriye göre gelişmekte olan ülkeler talep yönlü olmaktan ziyade arz yönlü bir baskı altındadırlar. Bu nedenle de gelişmekte olan ülkelerdeki üretim yapısından kaynaklanan (yapısal) sorunlara sırt çeviren ve istikrarsızlığı talep fazlasında arayan IMF politikaları başarılı olamamaktadır.

Yapısalcı görüşlerin dayandığı temel nokta azgelişmiş ülkelerdeki üretim (arz) ve talep yapısının katılığıdır. Böylece talep yapısı yeterince esnek olmadığı sürece para arzının daraltılmasının enflasyonu düşürme yönündeki etkisi çok zayıf olacaktır. Ayrıca kamu harcamaları da çok katı bir görünüm sergilemektedir. Böylece faizlerin serbest bırakılması ve kredi hacminin daraltılması biçimindeki sıkı para politikaları özel tüketim ve kamusal harcamaları kısmaktan ziyade, özel yatırım harcamalarının düşmesine neden olacak ve bu da uzun vadede üretim ve istihdamın düşmesine yol açacaktır. Böylece gelişmekte olan ülkelerdeki hali hazırda mevcut olan yapısal sorunlar giderek tırmanacaktır. Bu da ekonominin uzun vadede döviz yaratma (ihracat) kapasitesini daraltacak ve ödemeler dengesi sorunlarının daha da ağırlaşmasına neden olacaktır.

Kısaca, temel aldığı iktisadi felsefenin tutarsızlığı nedeniyle üretimden kaynaklanan sorunların göz ardı edildiği böyle bir durumda hastalığa yanlış teşhis konulmakta ve yanlış tedavi yöntemleri uygulanmaktadır. IMF tarafından alınan bu önlemler ise doğaları gereği daraltıcı olup, istihdam, üretim ve gelir azalmasına ve gelir dağılımında hızlı bozulmalara neden olurlar, bu da yoksulluğu artırır.

Reform konusuna gelince, son krizle beraber küresel finansal sisteminin reforma tabi tutulması yönünde talepler ve baskılar artmaya başladı. Ancak, bu krizdeki durum, 1990’ların krizlerinden farklı. Çünkü bu kriz AGÜ’ler kadar zengin ülkeleri ve geçmişteki adaletsiz dünya düzeninden büyük fayda sağlayan ekonomileri de etkiledi. Ayrıca geçmiştekilerden farklı olarak, AGÜ’lerin reform konusundaki sesleri biraz daha fazla çıkıyor.

IMF ve DB içindeki insanların kendileri de, reforma tabi tutulmaları gerektiğini dillendirmeye başladılar. Örneğin, Dünya Bankası başkanına göre G7 işlemiyor, daha çok ülkenin katıldığı büyük bir gruba ihtiyaç var.

Fransa devlet başkanı ve AB dönem başkanı Sarkozy, IMF ve DB’de temel reformlar yapılması çağrısında bulundu. Bu çağrı, yeni bir finansal mimari için olduğu kadar, eriyip yok olmaya başlayan bu iki kurumu kurtarma operasyonu olarak da değerlendirilmelidir. Sarkozy’nin önerisi, uluslararası bankacılık sisteminin daha sıkı denetlenmesi ve devletlerarasında zararlı vergi rekabetine neden olan vergi cennetlerinin ortadan kaldırılmasını içeriyor. Ancak burjuva hükümetlerin liderlerinin ve OECD gibi örgütlerin benzer önerileri 20–30 yıldır yapmakta olduğunu da unutmamak gerekir. Yani, bu yeni bir şey değil.

Ayrıca, Sarkozy’nin adeta ikinci bir Bretton Woods toplanması yönündeki talebini ciddiye alabilmek için o ve diğer liderlerin, az gelişmiş ülkelerin hem IMF hem de DB’nda daha fazla söz hakkına sahip olma yönündeki taleplerine sahip çıkmaları gerekiyor. Bilindiği gibi Stiglitz gibi reformist iktisatçılar, azgelişmişlerin daha iyi temsil edilmesi, daha fazla şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi yönetişim konularını uzun zamandır tartışmakta, ancak aynı zamanda da bu kurumların bunu sağlayacak temellerinin olmamasından dolayı, bu kurumları özellikle de IMF’yi ikiyüzlü davranmakla suçlamaktadırlar.

Diğer taraftan, ABD, Kasım 2009 ortalarında finansal krizi tartışmak amacıyla G20 ülkelerine bir toplantı daveti yaptı. Gayrı resmi yapılanmasına rağmen, G20 ekonomileri dünya GSH’sının yüzde 90’ını, dünya nüfusunun yüzde 80’ini temsil ediyorlar (en yoksul yüzde 20 yani 160 ülke hiç temsil edilmiyor). Bu toplantıda AGÜ’ler ve Avrupalı ülke temsilcilerinin bir kısmı olası temel reformları tartışmak istediler, ama ABD ve yanındakiler sadece mevcut krize ve onunla ilgili olarak alınması gerekli kısa vadeli önlemlere odaklanılmasını sağladılar. Bu saptırma görüşmelerin etkinliğini azaltan faktörlerden birisi oldu. Ardından, Birleşmiş Milletler’in Kasım 2009 sonunda düzenlediği, “kalkınmanın finansmanı” konulu daha çok katılımcıyı içeren (192 üye ülke) bir konferans ise nedense medyada çok az yer bulabildi.

Ağırlıklı olarak bazı AB ülkelerince ve AGÜ’ ler tarafından talep edilen bu değişikliklerin her hangi birisi etkin olarak gerçekleşebilir mi? Ya da gerçekleşse dahi ne değişir? Örneğin, Nisan 2008’de toplamda zengin ülkelerin oy haklarının  yüzde 3’ünden vazgeçerek, bunun yüzde 2’sini yükselen piyasalara ve yüzde 1’ini de diğer AGÜ’ lere devretmesi konusunda karar verilmişti. Ancak, açıktır ki bu çok şey değil ve bu kriz daha fazla şeyin ve daha anlamlı biçimde ve daha derin olarak yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu yapılır mı, iyimser olmak çok zor. Eğer tarih iyi bir göstergeyse, güç ve açgözlülüğün iyi fikirleri yok ettiğini çok iyi biliyoruz. Sistemden faydalananların, sistem değişikliklerini kabul etmeleri zordur. Ya da kendileri lehinde olan değişiklikleri kabul etmeye yanaşırlar ki, bu da herkesin iyiliğine olmayacak bir değişikliktir. Yani reformlara karşı sistemin kendi içindeki egemenler tarafından bir direniş söz konusudur.

Soru 14: Yani, IMF’nin reforma tabi tutulmasına bizzat zengin ülkelerin direnç gösterdiklerini söyleyebilir miyiz?

Evet. Çünkü sırasıyla G20 Nisan zirvesi ve 26 Haziran 2009 tarihli BM’nin “Kalkınma Üzerinde Dünya Finansal ve Ekonomik Krizinin Etkileri” konulu konferans sırasındaki gelişmeler bunu ortaya koydu. İlkinde zengin ülkelerin mevcut kriz konusunda alınacak anlamlı önlemleri destekleyeceği, ikincisinde ise daha uzun dönemli ve daha anlamlı önlemlerin hayata geçirilebileceği ümit ediliyordu. İlk toplantıyı bir kenara bırakın, ikincisinde de AGÜ’lerin belki de ilk defa seslerini yükseltebilecekleri ve reformlarını masaya koyacakları bu konferansta, zengin ülkeler reformlara yanaşmadılar. Tam tersine, az gelişmişlerden gelen haklı taleplere direndiler. İşin acı yanı, ciddi bir değişiklik olmamasına ve IMF’ye ve DB’na daha fazla para akıtılması kararına rağmen, Nisan G20 zirvesi büyük medyada çok olumlu bir şekilde yer bulabildi.

Hatırlayalım, G20 Zirvesi sonrasında IMF, yeni kaynak anlamında 500 milyar ABD doları, 250 milyar yeni SDR sunumu sağlayarak aslan payı aldı. SDR tahsisi efektif olarak yeni para basmak demektir. Bunun 100 milyar ABD doları yükselen piyasalara ve az gelişmiş ülkelere giderken, toplamda 1,1 trilyon ABD dolara yükselen kaynaktan dünyanın en yoksul 49 ülkesine sadece 50 milyar dolar tahsis edilecek. Bu toplam tahsisatın yüzde 5’inden az bir orana denk düşüyor. Güçlendirilmiş bir IMF’nin yoksul ülkeler için bir anlam ifade etmediğinin de açık bir göstergesidir bu.

IMF kaynaklarındaki bu büyük artışa rağmen, IMF’nin şu ana kadarki kurtarma paketlerinin ardından uygulattığı kemer sıkma politikalarını sonlandıracağına ilişkin açık bir taahhüt de söz konusu değil. Çünkü krizle beraber verilen birçok reçete, geçmişte eleştirilmiş olan reçetelerle aynı: Kemer sıkma ve krizde en çok ihtiyaç duyulan kamu harcamalarında kısıntılar. IMF’nin öne sürdüğü koşullar, IMF’nin 10 yıl önceki Asya finansal krizlerinden ders almadığını da ortaya koyuyor.

G–20 zirvesi sonrasında yayımlanan tebliğ ise uluslararası finansal kurumların(IFI) yönetişim reformlarıyla ilgili yeni hiçbir şey söylemiyor. Bankacılıkla ilgili düzenlemelerde elle tutulur somut gelişmeler yok. AGÜ’lerin oy haklarının artırılarak daha fazla seslerinin çıkmasını sağlayacağı ileri sürülen değişiklikler ise sadece lafta kalmış gibi gözüküyor.

IMF’nin reforma tabi tutulabileceğini ve iyileştirilebileceğini savunanlar yukarıda açıkladığımız iktisadi felsefenin geçerliliğini sorgulamaksızın, onu veri alarak, yeni IMF’nin görev tanımının iyi yapılmasıyla daha faydalı olabileceğini savunmaktadırlar. Bunlara göre IMF’nin yeni dönemde görevleri sırasıyla; ulusal politikaları nedeniyle ödemeler bilânçosu sorunları yaşayan ülkelere yardımcı olmak; küresel bir rezerv havuzu oluşturmak; makro düzeyde basiretli bir denetçi olmak; büyük ülkelerin izlediği politikaların neden olduğu risklere karşı uyarılarda bulunmak ve uluslararası sistemin reforme edilmesini koordine etmek.

Yani, reformistlerce IMF’ye hem GÜ hem de AGÜ’lerin ekonomi politikalarını izleme konusunda daha büyük yetki verilmek istenmektedir. Fakat aynı IMF yakın geçmişte 1990’ların borsa balonu ve son konut balonunu önceden görüp izleyememişti. Bu geçmişi varken ve AGÜ’ler konusunda yanlış çok sayıda politika izlediği bir gerçekken, IMF’ye böyle bir genişletilmiş işlev, yani resesyondan çıkarken ülkelere sıkı makro ekonomi politikaları izletme yetkisi verilmeli midir?

Diğer yandan, 2008 küresel krizi sonrasında ortaya çıkan durum kapitalizmin bekası için ‘küresel bir rezerv sisteminin’ kurulmasını gerekli kılmaktadır. Çünkü krizden sonra ABD doları güçsüz bir küresel değer biriktirme aracı haline geldiğinden, dünyanın ABD doları esaslı bir rezerv sisteminden uzaklaşması söz konusu olabilir. Az gelişmiş ülkelerin krize etkin bir biçimde yanıt vermeyi sağlayacak ilave kaynakları yok, yani yardıma ihtiyaçları var. Ancak, az gelişmiş ülkelerin halkları yeni borç tuzaklarına düşmek istemiyorlar. Bu nedenle de bu ülkelerin güvenini kazanacak çok çeşitli ve yeni dağıtım kanalları, yeni kredi kolaylıkları gerekli, ayrıca yardımın büyük kısmı hibe biçiminde verilmeli. Ama uluslararası finans kapitalin böyle bir yaklaşımı benimsemesini beklemek için safdilli olmak gerekir.

Ayrıca, bu tür iyileştirici (!) önlemler konusuna da dikkatli yaklaşmak gerektiği kanısındayım. Bu tür öneriler aslında emekçiler açısından yoksulluk, işsizlik ve beraberindeki zulüm dışında şu ana kadar bir şey getirmemiş olan bir sistemin ve onun kurumlarının yeniden umut haline getirilmesine de hizmet edebilmektedir.

SORU 15: IMF’nin bundan böyle az gelişmiş ülkelere daha fazla miktarda ve daha iyi koşullu kredi vereceği doğru mu?

IMF belki de tarihinde ilk kez bu çapta bir koşulsuz kredi tahsisi yapıyor. Bu durum onun son borç verici işleviyle uyumlu. Ama bu bir radikal değişiklik değil. Çünkü IMF kurulduğu 1944 yılından bu yana ilk kez bu denli bir küresel finansal kriz ve resesyonla karşı karşıya kaldı. Bu nedenle de otomatik olarak uluslararası finans kapital onu küresel bir merkez bankası rolü oynamaya doğru zorlamaya başladı.

Aslında, IMF’nin 2001 krizi sonrasında Türkiye’ye verdiği ve o döneme kadarki en büyük kredilerin başında gelen Standby kredilerinin de koşulları eskilere göre yumuşatılmıştı, ama bu kredilerin büyükçe bir kısmı fiilen yabancı bankaların batan Türk bankalarıyla ilgili alacaklarını tahsil etmede kullanıldı.

Yani, 2008 krizi sonrasında IMF’nin küresel krize karşı daha etkin tedbirler alması zorunluluğu kendisini açıkça dayattığından, IMF bu yönde bir dizi kararlar aldı.

Bunlardan ilki, daha önce de vurgulandığı gibi, azgelişmiş ülkelere verilen IMF kredilerinin hacim olarak artırılmasıydı. Öyle ki, 2008 yılından bu yana IMF, bu ülkelere toplamda 160 milyar ABD dolarlık bir kredi taahhüdünde bulundu. Sadece Meksika için taahhüt edilen 47 milyar ABD doları ve Polonya için 20,5 milyar ABD dolarıdır. İkinci olarak, azgelişmiş ekonomiler için yeni bir kredi hattı oluşturuldu. Bu yeni bir kısa vadeli likidite kolaylığından şu ana kadar sadece Kolombiya, Polonya ve Meksika yararlandı. Üçüncü olarak, çok düşük gelirli ülkelere yönelik çok düşük faizli krediler ve finansal yardımlar hacim olarak artırılarak iki katına çıkartıldı. Ama çok düşük gelirli ülkelerin büyüyen IMF kredi pastasının kırıntılarıyla yetinmek durumunda kalacaklarını vurgulamıştık. Son olarak, kredi koşullarının kolaylaştırılacağı açıklandı.

Uygulamada ise, 2008 krizi sonrasında verilen IMF kredilerinin sadece bir kısmının eskiye göre sıkı para ve maliye politikalarına bağlı kılınmadığı ya da sadece bir kısmında politika sıkılığının gevşetildiği görülmektedir. Büyük bir kısım kredi yine Standby kredileri statüsü altında eski bildik kemer sıkıcı politikalara bağlı olarak verilmiştir. Nitekim kriz sonrasında kredilendirilen 41 ülkenin 31’i ile yapılan kredi anlaşmaları ortodoks sıkı para ve maliye paralarını şart koşmuştur. Kalan 10 ülke ise Polonya, Meksika, Kolombiya’nın aralarında bulunduğu nispeten gelişmiş ülkeler ya da yükselen piyasalar olarak tabir edilen ülkelerdir.

SORU 16: Sözü edilen ülkeler hangi ülkeler ve bunlara ne tür koşullar dayatıldı?

Bu ülkeler daha ziyade Gürcistan, Ukrayna, Letonya, Romanya, Macaristan, Ermenistan, İzlanda, Pakistan gibi ülkeler.

Bunlar içinde en çarpıcı örneklerden biri Aralık 2008’de IMF ile 1,7 milyar euroluk bir Standby anlaşması yapmak durumunda kalan ve yüzde 17,2 resmi işsizlik oranıyla İspanya’dan sonra en yüksek işsizlik oranına sahip bulunan Letonya’dır.

Bu ülke IMF ile yaptığı Standby anlaşması gereğince, bütçe açıklarını IMF’nin istediği düzey olan yüzde 4’e çekebilmek için kamu hastanelerinin yarısını, kamu okullarının bir kısmını kapatma taahhüdünde bulundu ve bunları uygulamaya başladı. Hali hazırda bütçesi yüzde 40 oranında daraltıldı. Buna rağmen, bütçesini yeterince kısmadığı için Mart 2009’da IMF’den verilmesi beklenen 200 milyon euroluk tahsisatını alamadı. Bunun üzerine, öğretmen maaşları ve emeklilerin maaşları yüzde 10 ile yüzde 70 arasında azaltıldı. 2010 yılından itibaren artık emekli maaşları enflasyona endekslenmeyecek. KDV oranları yüzde 21’den yüzde 23’e çıkartılırken, petrol ve alkollü içkiler üzerinden alınan özel tüketim vergisi oranı artırıldı. Aylık özel geçim indirimi 90 lottan 35 lota düşürüldü. 2010 yılında bütçe açıklarının daha da aşağı çekilebilmesi için GSYİH’nin yüzde 4’ü oranında vergi artışı ve harcama kısıntısı yapılacağı taahhüt edildi. Tarıma verilen vergisel teşviklerin azaltılması planlanıyor. Gider kısıcı tedbirler olarak ise, yapısal uyumun gerçekleştirildiği bakanlık ve kamu kurumlarının bütçelerinde GSYİH’nin yüzde 1,5’i tutarında kesintiye gidildi.

Bu politikaların da etkisiyle, Letonya’nın GSYİH’si 2009 yılının ilk çeyreğinde yüzde 18 daraldı (2008’in son çeyreğinde yüzde 10,3 daralmıştı). Bu, IMF’nin acı reçetelerinin günümüzde de sürdüğünün tipik örneğidir. Oysa IMF kredilerinin işleri daha da zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için verildiği ileri sürülmektedir.

IMF kredilerinin eski sıkı koşullarının sürdüğünün kanıtı diğer bir Standby anlaşması Ukrayna ile yapılan anlaşmadır. Bu ülkede de bütçe açığının yüzde 4’e çekilmesi şart koşulmuş ve bunun için; doğal gaz ve elektrik fiyatlarına yüzde 20 dolayında zam yapılmış, kamusal mal ve hizmet sunumunda kısıntılara gidilmiş, kamu çalışanlarının ücretlerine zam yapılmayacağı kararlaştırılmış, başta enerji dağıtım firmaları olmak üzere bazı KİT’lerin özelleştirilmesi hızlandırılmış, sıkı para politikası uygulanması sözü verilmiş, bu arada beş özel bankanın kurtarılması kararlaştırılmıştır.

Bugün Ukrayna adeta resesyon ve IMF koşullarının pençesinde kıvranıyor. IMF, resesyonla sarsılan Ukrayna’nın 2009 yılı sonunda talep ettiği 2 milyar ABD dolarlık acil yardım kredisini 2010 bütçesini basiretli bir biçimde hazırlamadığı ve yaklaşan devlet başkanlığı seçimi için politik bir uzlaşma sağlayamadığı gerekçesiyle geri çevirdi. Oysa hükümetin, Rusya’ya olan doğal gaz borcunu ve memur maaşı ve emekli maaşlarını ödeyebilmek için bu paraya ihtiyacı vardı.

Ukrayna Maliye Bakanı Ihor Umansky, IMF ile görüşmeleri 2010 yılı başlarında tazeleyeceklerini ancak bu yılın sonundan önce taze bir IMF kredisi almanın mümkün olmayacağını açıkladı. IMF ise 2009 yılında, GSYİH’si yüzde 15 oranında daralmış olan bu ülkeye hali hazırda 11 milyar ABD doları kredi verdi, ancak reformların yetersizliği ve politik kavgaların derinleşmesi nedeniyle yardımı Kasım 2009’da dondurdu. Hükümet yetkilileri eğer ülkenin finansal sıkıntısı artarsa bunun diğer bölgelere de yayılacağını ileri sürdü. Avrupa bankalarının Ukrayna pazarındaki payının yüzde 40 dolayında olması, durumu iyice kötüleştiriyor.

Bu arada, Ukrayna Merkez Bankası’nda 27 milyar ABD dolarlık bir rezerv olması Hükümete kaynak transferi yapılabileceği anlamına gelse de, bu rezervler IMF parasıyla sağlandığı için rezerv düzeyinin aşağı çekilmesi izni IMF’den çıkmadığı sürece bu paranın Hükümete bir faydası yok. Bu rezervler 2008 yılında yüzde 40 oranında değer kaybeden ulusal paranın yeniden istikrara kavuşmasını sağlamıştı.

Bir başka sorunlu ülke olan Romanya ile yapılan Standby anlaşması daha da çarpıcı maddeler içeriyor. Bu ülkede 2009 yılında yüzde 7,3’lük bütçe açığı hedefine ulaşabilmek için GSYH’nin yüzde 0,8’ine denk gelen bir mali daralma gerçekleştirilmesi planlandı. Bu bağlamda, cari harcamalar için aylık tavanlar belirlendi, personel harcamalarının kısılması için acil önlemler devreye sokuldu ve kamu çalışanlarının ücretleri yüzde 15,5 oranında düşürüldü. 2010 yılında bütçe açığının yüzde 6 seviyesinin altına düşürülmesi planlandığından, personel harcamaları daha da kısılacak, emeklilik reformu ile sosyal güvenlik kuruluşlarına yönelik transfer harcamaları düşürülecek, bazı mal ve hizmet alımlar durdurulacaktır. Gelirler yönünde ise emlak vergilerine yönelik düzenleme ile vergi tabanı artırılırken aynı zamanda da petrol ve tütün mamullerinin ÖTV’leri artırılacak.

Ayrıca bu anlaşmayla uzun dönemde, gerçekleştirilecek reformlarla kamu kesiminin etkinliğinin artırılması hedeflenmektedir. Bu reformlar yedi alanda yoğunlaşacak: i) kamunun yeniden yapılandırılması kapsamında kamu çalışanlarının payının azaltılması, ii) emeklilik reformu, iii) mali sorumluluk yasasının yürürlüğe konulması, iv) kamusal girişimlerde reforma gidilmesi, v) mali hesap verilebilirlik adına yerel yönetimlerle olan finansal ilişkilerin yeniden yapılandırılması, vi) vergi idaresinde etkinliğin artırılması, vii) daha verimli sosyal yardım programlarını geliştirilmesi.

Macaristan’da benzer politikalar hayata geçirilmeye başlanmıştır. Buna göre, 2009 yılı bütçe açığının  yüzde 4 oranında tutulması planlandığından, kamu harcamalarını kontrol altına alacak tedbirler yürürlüğe konulmuştur. Bu bağlamda, yerel yönetim harcamalarının kontrol altına alınması, eğitim harcamalarının demografik eğilimlere göre azaltılması ve belli sübvansiyonların azaltılması hedeflenmiştir. Ayrıca kamusal ulaşım harcamalarında da kısıntıya gidilmektedir. Ayrıca ÖTV oranları artırılmış ve vergi dışı kamu gelirlerinde artış sağlamak için KİT ürünlerine zam yapılmıştır. 

Krizden etkilenen ülkelerin başında gelen İzlanda’da ise finansal sektöre yönelik birçok tedbirin yanı sıra 2009 yılında yüzde 14’e ulaşan bütçe açığını aşağıya çekebilmek için orta vadeli bir mali uyum kanunu çıkartılarak kamu harcamalarında özellikle de sermaye yatırımlarında kısıntıya gidilmesi, böylece de faiz dışı fazla verilmesi hedeflenmiştir. 2013 yılında vergi gelirlerinin GSYİH’ye olan oranının yüzde 32’ye çıkması hedeflendiğinden vergi yükü artırılacaktır. Bu bağlamda, gelir ve kurumlar vergisi oranlarının artırılması, tüketim üzerinden alınan vergilerin daha da ağırlaştırılması ve teşviklerin kapsamının daraltılması planlanmıştır.

Yukarıdaki kredilendirme örneklerine, kemer sıkmaya yönelik sıkı para ve maliye politikası uygulamaları damgasını vururken aynı IMF, ABD’nin telkinleriyle Pakistan’da koşullarını gevşetmiş, hatta 2011 yılında KDV’ye geçiş ve sigaranın vergisinin artırılması gibi önlemlerin dışarıda tutulduğunda, genişletici sayılabilecek maliye politikalarının uygulanmasını kabul etmiştir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde, Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’nin Asya’daki çıkarları açısından iyi bir politika olmazdı. Bu nedenle de IMF, Pakistan’da bütçe açığının yüzde 3,4’ten yüzde 4,9’a çıkartılmasını kabul etti.

Soru 17: Son olarak, Türkiye bir süredir yapılan görüşmelere rağmen IMF ile henüz bir Standby anlaşması imzalamadı. Sizce bunun nedeni nedir? Böyle bir anlaşma gerekli midir?

IMF ile yeni bir Standby anlaşmasının gerekli olup olmadığını değerlendirebilmek için öncelikle Türkiye’nin dış borçlarıyla ilgili bazı verilere bakmak yararlı olur.

Öncelikle, 24 Ocak 1980 kararlarının en yoğun bir biçimde uygulamaya konulduğu Özal döneminden başlayarak, yani 1983 yılından, 2009 yılı üçüncü çeyreğine kadar yapılan dış borçlanmaya baktığımızda çok çarpıcı gerçeklerle karşı karşıya kalıyoruz. Öyle ki, bu 27 yıllık dönem boyunca Türkiye kamu ve özel sektör dış borç servisi olarak toplam 520 milyar ABD doları civarında dış borç servisi yapmıştır. Bunun 377 milyar ABD doları anapara olup, 141 milyar ABD doları faiz ödemesidir.

Bu borç servisinin 324 milyar ABD dolarlık kısmı yani yüzde 62’si 2002 yılından bu yana yani AKP iktidarı döneminde yapılmış olup, bunun içinde faiz ödemelerinin tutarı 71 milyar ABD dolarıdır.

Bu veriler özellikle son 30 yıldır Türkiye’den borç anapara ve faizi biçiminde önemli bir miktarda kaynağın uluslararası finans çevrelerine doğru aktarıldığını ortaya koymaktadır. Bu aktarma süreci özellikle AKP iktidarı döneminde hızlanmış olup, son 7 yılda aktarılan değer bu döneme kadar ki kısmın iki katından fazla olmuştur.

Buna rağmen Türkiye’nin dış borç stoku azalmamıştır. 2009 yılının üçüncü çeyreği itibariyle toplam brüt dış borç stoku yaklaşık 274 milyar ABD dolarıdır.  Bunun 84 milyarı kamu (yüzde 30,5) ve 176 milyarı özel sektöre (yüzde 64,5) ve 14 milyarı T.C.Merkez Bankası’na aittir (yüzde 5). Türkiye’nin Ocak 2005 tarihinde yaptığı 19. Standby anlaşması gereğince kalan borcu ise 8 milyar ABD doları civarında ve bu borç 2013 yılına kadar geri ödenmiş olacak. Türkiye bugüne kadar 50 milyar ABD dolarının üstünde bir IMF kaynağı kullandı. Türkiye’nin böyle bir borç ödeme mekanizmasına dönüşmesinde kuşkusuz IMF’nin hem doğrudan hem de yeşil ışık anlamında dolaylı olarak payı büyüktür.

Diğer taraftan, vade yapıları itibariyle, daha sorunlu olabilecek kısa vadeli borçlar toplam dış borçların sadece yüzde 18’ini, uzun vadeli borçlar ise yüzde 82’sini oluşturuyor. Özel sektörde ise kısa vadeli dış borç oranı biraz daha yüksek olsa da (yüzde25) çok büyük bir sıkıntı yaratacak gibi gözükmüyor. Ayrıca, TCMB net rezervlerinin kısa vadeli borçlara oranı : yüzde 151, toplam borç stokuna oranı yüzde 27 civarında. 2008 yılından bu yana bu rasyolarda iyileşme anlamında bir artış var. Keza, dış borç servisinin ihracata oranı yüzde 60 (yüzde 75’in altında).

Bu göstergeler, yukarıda ele aldığımız ve IMF ile ağır koşullarda Standby anlaşmaları yapmak zorunda kalan ülkelerle kıyaslandığında göreli olarak Türkiye’nin neden rahat davrandığını bir miktar açıklıyor.

Ancak, 2010 yılı itibariyle şöyle bir durum da söz konusudur: Bankacılık dışı reel sektörün 2010 yılı sonu itibariyle ödemesi gereken dış borç miktarı (faiz hariç) 27 milyar ABD doları civarında. Bankaların dış borç ödemelerini de kattığımızda bunu 35 milyar ABD doları (faiz hariç) olarak düşünmek mümkün. Kamu kesiminin 2010 yılında yapması gereken faiz dâhil dış borç geri ödemesi 11 milyar ABD doları tutarında. Hazine garantili dış borç stoku ise 6,3 milyar ABD doları civarında, ancak bunun geri ödeme detayları bilinmiyor. Ayrıca kamu kesiminin 2011 ve 2012 yıllarının her birinde faiz dâhil 10’ar milyar ABD doları dolayında bir borç servisi var.

Kısaca, 2010 yılında kamu ve özel sektör, borç anapara ve faizi olarak 50 milyar ABD doları civarında bir dış borç geri ödemesi yapacak. Bunun dörtte üçü özel sektöre, ağırlıklı olarak da reel sektöre ait.

Kanımca, burada temel sorun bu borcun çevrilip çevrilemeyeceğiyle ilgili. Aslında 2007’den bu yana pek de sıkıntı çekmeden bu miktarda bir borç çevrilebilmiş ve sırasıyla 2007’de 49 milyar, 2008’de 53 milyar ve 2009 üçüncü çeyrek itibariyle 59 milyar ABD dolarlık bir geri ödeme(faiz dâhil) yapılabilmiş. Bu nedenle de 2010’da 50 milyar dolar civarındaki bir dış borç servisi yapılabilir gibi gözüküyor. Bu anlamda da IMF ile bir Standby anlaşmasına gidilmesi çok elzem gibi gözükmüyor.

Bununla birlikte, IMF kredi anlaşmalarının beraberinde getirdiği ve emekçilerin aleyhine olan koşullar (özelleştirmelerin hızlandırılması, istihdamın daha da esnekleştirilmesi, sendikasızlaştırma-örgütsüzleştirme, sosyal harcamaların kısılması gibi) ve bir miktar da özel sektörün borçlarını çevirebilme arayışından dolayı yeni bir Standby büyük sermaye tarafından destekleniyor olabilir.

Nitekim 10 Mart 2010 tarihinde Hükümet tarafından yapılan ve “Standby görüşmelerinin Mayıs 2010’a kadar durdurulduğu ve bu tarihte 2007 yılından beri ertelenmekte olan 4.Madde görüşmelerinin ardından durumun tekrar değerlendirileceği, ancak bir anlaşma yapılmasının da zorunlu olmadığı” yönündeki açıklamaya TÜSİAD’ın tepkisi “bu noktadan sonra da dış finansman Türkiye için üzerinde durulması gereken, hükümetin üstünde durması gereken bir konu” biçiminde oldu.

Bu gelişmeler daha ziyade IMF’siz yola devam edileceği biçiminde yorumlansa da, her şey Mayıs ayındaki gözden geçirmeden sonra belli olacak. Hükümet zaten Orta Vadeli Programı IMF ile yakın temas içinde hazırlamıştı ve bir süredir “mali kural” uygulamasını ısıtmaktaydı. Bu iki araç aslında IMF’siz IMF programı uygulamak anlamına geliyor. Keza, 2011 yılındaki seçime Hükümet, IMF koşullarını kabul etmiş bir hükümet görüntüsü altında girmek istemiyor ve seçimi almaya dönük olarak uygulayacağı politikalarda elinin kolunun çok fazla bağlanmasını da istemiyor.

Mayıs 2010’dan sonra IMF ile bir Standby anlaşması yapılırsa, Hükümet’in ekonomide beklenen toparlanmadan umudunu kestiği ve uygulayacağı daha ağır emek karşıtı politikaları bu anlaşmaya bağlayacağı anlamına gelecektir.

Son söz olarak, Türkiye 1958 yılından bu yana IMF ile beraber. O yıl söz kesmişiz, ardından nişan ve ardından evlilik, ama 60 yıl süren bu beraberlikte ülke olarak ve özellikle de emekçiler olarak hiç mutlu olamamışız. Sadece 1999–2005 döneminde 30 milyar SDR civarında kredi kullanıp, şu ana kadar 19 Standby anlaşması imzalamışız. Geldiğimiz nokta nedir? Her seferinde başa sarıyoruz. Yani, IMF ile geçen 60 yıl, boşa geçmiş 60 yıl olarak değerlendirilebilir.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×