İşçi Hareketinde Perspektif Krizi

Sınıfımızın ihtiyaç duyduğu yeni öncü işçi kuşağına,

bu kuşağın habercilerinden Hyatt Oteli işçisi yoldaşlara.

Bu yazının akademik anlamda bir mükemmellik iddiası olmayacak. Çizilecek çerçevede öne çıkartılan öğeler, özellikle Türkiye işçi sınıfı hareketinin tarihinin tam ve eksiksiz bir değerlendirmesini değil, özellikle bugün içinde bulunduğu sıkışmışlığın kavranmasına katkı kaygısıyla seçildi.

Kaldı ki, çoğunlukla somut bir kaygıya dayanmayan mükemmellik arayışları politik irdeleme alanının dışında kalır. Mükemmellik kaygısı, siyasal mücadelede doğruyu arayış motivasyonu sağladığı ölçüde anlamlı ve yararlı. Kendi başına kaldığında ise lüzumsuz bir saplantıya dönüşür.

Bu yazı, akademik mükemmellik iddiasından uzak ve bir politik çalışma. Bu vurgu, işçi hareketimizin gereksindiği araştırma hacminin bilimsel çalışmalarla zaten doldurulduğu anlamına asla gelmiyor. Vurgunun bu yönde yanlış anlaşılmamasını diliyorum. Tersine bu yazıyı hazırlarken, Türkiye’de bizzat “bizim” üretim ve tartışma alanımız olan işçi hareketi ve sendikal mücadele başlıklarında hüküm süren çoraklık karşısında, bir kez daha hayrete düştüğümü itiraf etmeliyim.

Bu başlık altında değerli tartışmalar elbette var: Türkiye işçi hareketi tarihi ne zamandan başlatılmalı? İşçi sınıfının elde ettiği kazanımların arka planında egemen sınıfların kendi iç dengeleri ve işçilerin mücadeleleri arasında nasıl bir denklem kurulmalı? Hatta somut tarihsel veri ve bilgilerin test edilmesi… Bu sorular anlamlı. Ancak güncel politik uzantılarının pek kuvvetli olmadığı kabul edilmek zorunda.

Politik uzanımları zayıf sorular çevresinde yapılmış tartışmalar ve araştırmaların hiçbir zararı yok… Yararı ise politik perspektife ilişkin bir “odak tartışma” sürdürülebildiği takdirde. Şaşırtıcı çoraklığın dışında kızgınlık veren bir nokta da tam burada:

Birincisi; Türkiye sol sendikal literatürünün 12 Eylül sonrası dönemi, sol ile hiç bir alakası kalmayan bir otorite tarafından işgal edilmiş! Burada işgalci unsuru, eski solcu olduğu söylenen Yıldırım Koç adlı sendika ağası danışmanı temsil ediyor.

İki; sendika bürokrasisine kızmanın anlamı yoktur. Bunlarla mücadele edilir. Kızılması gereken, sol adına piyasayı doldurmuş bulunan unsurlar. Koç’un otoritesi Türkiye solu tarafından bir matah sanılarak alkışlarla karşılanmış ve “imtiyaz” bizzat solun kendisi tarafından verilmiştir.

Üç; sendikal hareket içinde dönem dönem adını duyuran ya da etkinlik kuran sol çevrelerin kendi gerçekleştirdikleri üretim ise, incir çekirdeğini doldurmayacak ölçüdedir. Akademik ve siyasal değeri pek düşük olan bu üretimin sahiplerine göz gezdirmekte yarar var.

Bunlar, önce Perinçek takımıdır. Türk-İş bürokrasisini baştacı etmekte Yıldırım Koç ile sonsuz bir uyum halindedirler. Sonra, yakın geçmişte Emek Partisi’ne dönüşen çevre gelmektedir. Bunların ortada elle tutulur bir üretimleri yoktur. Üçüncüsü, bugün ÖDP’ ye evrilen ve geçmişten bugüne eski TKP’si, TİP’i, DY’si ile sendikal alanda kimi yerleri tutan kesimleri kapsamaktadır. Bunların da baş tacı ve rehber ettikleri, kesinlikle rastlantı değil, yine Koç külliyatıdır. Kendi başlarına kaldıklarında ise, aşağıdaki sayfalarda ele alacağım “örgütlenme modeli” tartışmasını pek sevmektedirler.

Bir ara sonuç: Sendikal hareket içinde dönem dönem etkin olan sol çevrelerin üretimi ya yoktur ya da çok geridir! Kimileri açıktan haindir. Kimilerinin ise, mediokr oldukları için ellerinden bir şey gelmiyor. Ve bugünkü ataletin sorumluluğu başta bunların omuzlarındadır.

Dört; “model tartışması” sendikal hareketin sorunlarım ele alırken sınıf mücadelesini ve siyasal süreçleri aklına getirmeyen unsurlar tarafından yürütülmekte ve ileri işçilerin beyinlerini iğdiş etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Türkiye solunun yukarıdaki “suçlular” bölmesine girmeyen unsurları da politik perspektif yokluğundan aynı kısırlığa su taşımaktadırlar.

Durumun böyle olduğu; perspektif üretim ve tartışmasının pek zayıf olduğu bir toprakta, kendi içlerinde statüko oluşturmuş olanların cenahında, bizim söylediklerimizin fazla yankı uyandırmamasına ise kızmıyorum 1 . Türkiye’de solun bir kapsayıcı polemik yaratması gerekiyor. Söyleyecek şeyleri olmayan ve üretmek de istemeyen kesimlerin, tartışmanın içerisine ancak ve ancak pratik zorlamalarla girecekleri açık olmalıdır. Gelenek ve başka yayınlardaki üretim, Hyatt’ın mücadeleci işçileri ve benzeri işçi odaklarından yükseltilen bayrak sayesinde gündeme girecek. Kimileri gündemlerine almak ihtiyacı ve zorunluluğu duyacaklar…

İki sınıf iki dönem

Burjuvazi ile işçi sınıfının taraf olduğu sınıfsal çelişkinin başlangıcı, bilim açısından ücretli emeğin ilk doğduğu yerdir. Ancak sınıf mücadelesi siyasal mücadeleye eşittir ve bu, nesnel çelişkinin varlığı ile özdeş tutulamaz. İki modern sınıf arasındaki sınıf mücadelesi, burjuvazinin, kapitalizmin gelişmesi sürecinde egemen sınıf olma perspektifini edindiği tarihsel ana kadar geri çekilmelidir. Bu iktidar perspektifi ile birlikte burjuvazi, hem gerisindeki feodal sınıflar ile aristokratik düzeni, hem de ilerisinde yerini alma işaretleri veren işçi sınıfını kollamaya başladı. Ancak bu ikinci moment, işçi sınıfının bir yeni cephe açacağı noktadan da ayırt edilmelidir. Yeni cephenin ilk tarihsel örnekleriyle birlikte burjuvazi kendi egemenliğini, işçi sınıfını “ana muhatap” seçerek yeniden düzenledi. Emek-sermaye çelişkisinin başlangıcının, yani ücretli emeğin ilk kullanıma girdiği momentin belirlenmesinde ciddi güçlükler olabilir. Son sözü edilen moment ise Fransız Devrimi’nin içerisinde, 1848 yılındaki proleter insiyatifin ortaya çıkışında gözlemlendi. Burjuva devriminin yarattığı büyük altüst oluşun yanına, bir de yoksul emekçi kitlelerde hayal kırıklığının gelişmesi eklendiğinde, devrimin içinde, o ana kadar bir destekçi taban olmanın ötesine geçmemiş proletarya yeni bir saf oluşturmaya yöneldi. Tarih 1848’dir. Bu tarihten başlayarak burjuvazinin proletaryayı temel muhatap olarak belirlediği tartışma götürmez.

Bu belirleme siyasal mücadeleler açısından önem taşıyor. Burjuvazinin işçi sınıfını, kendi devriminin yedek gücü, kitle tabanı olarak değerlendirdiği ön evrenin siyasal mücadeleleri ile sonrası köklü biçimde farklılaşıyor. Birinci evrede, işçilerin de bir parçasını oluşturduğu geniş emekçi ve yoksul kitleler, tarih boyunca zaman zaman sorun oluştursa da, kritik, iktidar alternatifi bir tehdit niteliğini hiç kazanamayan mazlum isyanlarına referansla değerlendiriliyordu. Dolayısıyla, burjuva demokratik devriminin eşitlikçi, özgürlükçü, ulusalcı, sonraları bağımsızlıkçı demagojisi ön plandaki yerini koruyabiliyordu. Zaman zaman burjuvazinin kendi içinden bile inananların çıktığı bu demagoji, esas olarak yoksul emekçileri burjuva devriminin yedeğine alma misyonunu yüklendi.

İkinci evrede burjuvazi mülk sahibi sınıfların tarih boyunca biriktirdiği tüm gerici değerleri kendi toplumsal formasyonuna uyarlayarak yeniden üretecek, egemenlerin sömürücü mirasına sahip çıkacaktı.

Konumuz açısından daha önemli nokta ise şudur: İşçi sınıfının kendi anti-burjuva cephesini şekillendirmesinin öncesinde burjuvazinin bu sınıfla kurduğu ilişki “dışsaldır”. İster peşinden sürükleme, ister eski tarihsel hoşnutsuzlukları hatırlatan durumlarda olduğu gibi şiddetle bastırma biçiminde olsun… Sonrasında ne olduğunu söylemek daha açıklayıcı olacak: Burjuvazi Avrupa’da 19.yüzyılın ikinci yarısında işçi sınıfı hareketine içeriden müdahale etme araçlarını geliştirmiştir. Burjuva sendikalizmi ve burjuva işçi partileri ile. Öncesinde, proletarya hareketi, örnek olsun, makine kırıcıdır, ütopyacıdır, kimi zaman “burjuvasız burjuva devrim” perspektifinde demokratik taleplerle sınırlı ve politik, başka yerlerde ise anarşizmi haber veren tarzda apolitiktir. Ama her durumda bunlar birer “işçi hareketidir”. Ne denli geri, gelişmemiş olursa olsun… 19.yüzyılın ikinci yarısında burjuvazinin içten kuşatma harekâtı ise, gelişkin ve modern kurumsallıkları olan bir “burjuva işçi hareketi” yaratmıştır.

İngiliz sendikacılığı, trade-unionism 1848 Fransız Devriminde boy veren proleter kanat ile İngiltere’yi sarsan Çartist kampanyaların dersleri üzerinde yükseldi. 1860’ların sonunda örgütlü Britanya proletaryası, burjuva sendikacılığı ile bir burjuva partisi, İşçi Partisi tarafından teslim alınmıştır. Sosyal-demokrat işçi kitle partileri ve sendikaları, Kıta Avrupası’nda biraz daha gecikerek Marksizmin yani işçi sınıfı kimliğinin hegemonyasından “kurtarıldı” ve yüzyılın başında henüz pek az kimsenin, ancak Luxemburg ve Lenin’in itiraf edebildiği gerçek, kitle hareketinin burjuvalaşması olgusu, 1914’te Birinci Paylaşım Savaşı gelip çattığında tescil olundu.

Türkiye, bu genel gidişattan bağımsız bir siyasal yol izlememiştir. Burjuvazinin, işçi sınıfını peşinden sürükleyeceğini önsel olarak varsaydığı, bu güvenle dışsal bir etkileme ya da bastırma ilişkisini yeterli saydığı bir dönemi ile işçi kitlelerini bizzat kendisinin örgütlediği bir başka dönemi ayırdedilebiliyor. Kapitalizmin bizim topraklarımızdaki gecikmişliği, burjuvazinin ve işçi sınıfının özgün eşitsiz gelişmişlikleri ise, dönemlemenin batı orijinli örnekleri tıpatıp izlememesini açıklar.

Burjuvazinin içeriden kuşatması, düzenin anti-proleter yapılanmasının en önemli halkalarından biridir. Bu olgu, aynı anlama gelmek üzere, burjuva iktidarının, “önlemleri” birinci sıraya yazdığı bir karşı-devrim örgütlenmesi, ya da iç savaş organı olarak yapılanmasıdır.

Gerici ve baskıcı bir mülk sahibi sınıf olarak burjuvazinin doğumunun ilk günlerinden başlayarak emekçilere karşı reflekslerle donanmış olması tabiatı gereğidir, ancak yukarıda anlatılmaya çalışılan temel yönelim ve yapılanmayla karıştırılmamalıdır. Hele Türkiye söz konusu olduğunda, kapitalizmin gecikmişliği, burjuvazinin diğer ülkelerdeki “sınıf kardeşlerinin” deneyim birikiminden bol bol yararlanmasına da olanak sağlamıştır. Geciken kapitalizm ile egemen sınıfın siyasal bilincinin gelişmişliği arasında güçlü bağlar vardır. Türkiye’nin İttihat Terakkici ve Kemalist genç burjuvazisi en başından itibaren bu evrensel derslerden yararlandı ve iç savaş organlarını kurdu. Gecikmiş kapitalizmin bir yasası da budur.

İşçi sınıfının içeriden kuşatılması boyutu ise Mustafa Kemal’in imzasını taşıyor. İlk adım resmi TKP’dir. İkincisi 1923 İzmir İktisat Kongresi’dir. İki Lozan Kongresi’nin arasına denk gelen İzmir İktisat Kongresi, kemalist iktidarın kapitalizm tercihini, emperyalizme güven verici biçimde ilan etmesi anlamını taşıyor. Bu Kongre’ye işçi temsilcileri de katılıyor. “Temsilciler” 1920’lerde işçi sınıfının akla ilk gelebilecek gündelik taleplerini taşıyorlar. Ekim Devrimi rüzgârını arkasına alan komünist hareketin etkisini hissettikleri kesin. 1 Mayıs’ın yasallaşması talebi bunun göstergesi olarak görülmeli 2 . Kemalist burjuvazi kendi “işçileri”ne kendi kongresinde işçi sınıfını temsil ettiriyor. Komünistlerin ise Kongre’ye katılmanın koşullarını araştırdıkları, ancak bir çözüm bulamadıkları biliniyor 3 .

Elbette İzmir İktisat Kongresi’nin benimsediği işçi hakları hayata geçemedi. Zaten kemalist burjuvazinin işçi sınıfına ilişkin programı da, şu veya bu hakkın sunulması değil, önceki yıllarda sınıf kitlesi içinde anlamlı bağlar ve Ekim Devrimi dolayımıyla Anadolu’da belirli bir siyasal etkinlik bulan TKP’nin önünü kesmekten ibarettir. Kemalizmin, sahte TKP, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli, İzmir İktisat Kongresi’ndeki işçi temsili ve 1923-46 arasında hüküm sürecek olan baskı dönemi operasyonları aynı çizginin parçalarıdır. Ancak bunlardan ikisi işçi sınıfının içeriden kuşatılmasını esas alan havuç politikaları olarak Türkiye burjuvazisinin anti-komünist, anti-proleter önlemler dizgesinde ilk programlı adımlarını oluşturur. Proleter safın güçsüzlüğünü ve bu durumda havucun illa da gerekmediğini de saptayan burjuvazi, içeriden kuşatmanın inceliklerini bir yana bırakarak şiddete dayalı reflekslerine geri döndü.

Yukarıda dile getirilenler hatırlandığında, 1919-23 döneminde ajandaya dahil edilen tarzın öncesinde, burjuvazi ile proletarya arasında dışsal bir ilişkinin bulunduğunu söylediğim çıkarsanmış olmalıdır. Gerçekten de komünistlerin işçi hareketiyle temasları bu dönemde son derece ilginç seyretmiştir. Aşağı yukarı tüm anlamlı işçi eylem ve örgütlenmelerinde komünistlerin harcı olduğu görülmekte, hissedilmektedir. Komünistlerin çalışkanlığının ötesine geçen bir açıklama, bu ilk dönemde burjuvazinin proletaryaya dışsal müdahalelerde bulunmakla yetindiğini, ana muhatabın henüz hala “gerideki” güçler olduğunu, işçi sınıfının yeni burjuva iktidarının mücadele gündeminde merkeze oturtulmadığını saptamalıdır.

İşçi sınıfı hareketine yönelik şiddete dayalı müdahalenin içeriden kuşatma ile zenginleştirilmesinin ardından, genç kapitalizm bir “oturma” evresine girmiş, bu tür evrelerin kaçınılmaz karakteristiği olan fizik şiddet kullanımı ve zor ideolojisi ön plana geçmiştir. Türkiye işçi sınıfı ile komünist hareket arasında belirli bir tecrit çizgisinin varlığını koruduğu ve daha çok komünistlerin, en önemlisi Nazım Hikmet çevresinde dönen aydın çıkışları aracılığıyla siyasal/ideolojik süreçlere dahil olabildiği bu dönemi, savaş yıllarının faşizan baskıları izlemiştir.

1946, iki komünist orijinli legal partinin, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi’nin, sendikalaşma hareketi ile anılıyor. Bu hareket komünist hareketin sınıf bazlı ilk büyük atağını oluşturmuştur. Bir dönemin sonunu belirlemekle kalmamış, komünist hareket açısından başka bir başarı anlamını da taşımıştır 1946 sendikacılığı: Egemen sınıfın beklemediği bir ataktır bu. Ancak altı aylık ömürleri olabilen bu partiler, şaşırtıcı biçimde, büyük bir ivme ile işçi sınıfına o güne dek oluşturulan en geniş ölçekli sendikal pratiği sundular. Komünistler burjuvaziyi bir politik beceri ile apansız yakalamışlardır 1946’da.

Burjuvazinin işçi sınıfına yönelik programı açısından, TSEKP ve TSP’nin kapatılmaları ve sendikal dalganın şiddetle bastırılması işin bir yönüdür. İkinci yön CHP bünyesinde bir İşçi Bürosunun 1947 yılında oluşturulması ve komünistlerin yarattığı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği adının 1948’de düzen partisi tarafından gasp edilmesidir. Geçmişinde de sınıfın öncü partisi TKP’nin adına el koymayı deneyen burjuvazi, ikinci içeriden kuşatma operasyonunu yürürlüğe koymaktadır. Önlem açıkça komünist hareketin işçi sınıfıyla buluşma kanallarını tıkamaya yöneliktir. Şefik Hüsnüler’in örgütlenmeyi yayınla destekleme örneği de izlenir ve komünistlerin Sendika gazetesinin yerine Hürbilek gazetesi konulur.

CHP’yi DP izler ve 1949’da İstanbul Hür İşçi Sendikaları Birliği kurulur. Artık bu yönelimin egemen sınıf ve temsilcilerinin stratejik bir kararına denk düştüğü açıktır: İşçi sınıfının mücadelesini yalnızca dışsal yasaklarla karşılamanın yetersiz kalacağı saptanmış, aynı alana anti- komünist alternatifler çıkartılmaya dönülmüştür. Üstelik bu deneme daha önceleri devletin direkt uzantısı yapılarla denenirken, şimdi iki ana burjuva partisi de kendi “sivil” alternatifleriyle emekçilere seslenme çabasındadır.

Burjuvazinin karşı-devrim ve iç savaş örgütlenmesi enternasyonal bir karakter taşıyor. Söz konusu dönemde CIA’nin direkt olarak devreye girmesi son derece olağandır. Türk-İş’in kurulması da bu çerçeveyi tamamlayan öğe oldu. CHP’nin sendikacısı Seyfi Demirsoy, Hürbilek gazetesinin yayın yönetmenliğinden Amerikancı konfederasyon kuruculuğuna terfi edecektir. Komünistlerin temizlenmesinden sonra sendikacılık kariyerinde yükselen aynı Demirsoy, 1962’de TİP’in önünü kesmek üzere tezgâhlanan Çalışanlar Partisi girişiminin de önderi olacaktır. Demirsoy’un başarıya ulaşamayacak olan Çalışanlar Partisi kuruluş çalışmalarında direkt olarak MİT tarafından yönlendirildiği ve yardım gördüğü iddia edilmektedir 4 .

1940’lardan itibaren, işçi sınıfı örgütlülüğünün tasfiye edilme yolu açısından yapılmış ek, devletin gizlenmeye ve sivil biçimlerin devreye sokulmasıdır. Amerikan gizli örgüt beslemesi sendikacılık “sivil katkı”(!) rolü oynamaktadır.

Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfı hareketini içeriden kuşatarak tasfiye edişine ilk örnek 1923 ise, ikincisi de Türk-İş ile taçlandırılan 1947-50 dönemi oluyor. Burjuvazinin içeriden kuşatma stratejisinde bir kural olarak birinci öğe, önce devletin şiddet kolunun vurması, ikinci öğe de burjuva işçi örgütlenmesinin inşası olmaktadır.

Oyunbozan sol

Türkiye solu Washington’dan, Türk burjuva partilerine, devlete, basın organlarına ve direkt olarak burjuvazinin kendisine uzanan bu geniş ölçekli senaryo karşısında onurlu oyunbozanlıklar yapmış ve zaman zaman oyunu gerçekten bozmuştur da. Ancak bazen başarılı olunsa da, komünist ya da ilerici çıkışların, sergilenmeye devam edilen bir oyunun “bozuculuğunu” aşamadığı kabul edilmelidir. İşçi hareketinin tarihine kuşbakışı bir göz atıldığında süreklilik taşıyan müdahalelerin burjuvaziye, kesikli olanların sola ait olduğu rahatlıkla görülecektir.

Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu 1946’dan sonraki ilk önemli çıkışı oluşturuyor. Sermayenin sendikal oyununa çomak sokan ilerici sendikacılar girişiminin başlangıcının doğrudan sosyalizme yazılabileceği zannedilmemelidir. Ancak 1960’ların başlarındaki siyasal tablo içerisinde TİP’in objektif olarak denk düştüğü bir sol konum elbette vardır. Tereddüt ise TİP’in kuruluşunda TSEKP ve TSP örneklerinde olduğu gibi herhangi bir biçimde önceki sol birikimin doğrudan örgütsel etkilerinin bulunmamasından kaynaklanıyor. Sol, TİP’in burjuva sendikalizminin ötesine geçecek bir ufku olduğunu sezen Marksist ve demokrat aydınlar tarafından sonradan taşınmıştır.

DİSK, bu sol damarın devreye girmesiyle siyasal kişilik ve toplumsal güç kazanan TİP’in cesaretlendirdiği sol sendikacıların eseri oldu. Ancak DİSK’in doğuşunun egemen sınıfın yeni bir tasfiye girişiminin sonucunda ve sonrasında gerçekleştiğini not ekmek gerekir. 1966’da Türk-İş yönetiminin TİP’li sendikacılara yönelen öfkesi yeni bir konfederasyonun doğuş ortamını besledi. Dikkat edilirse artık 1960T’larda Türkiye emekçi hareketi ve sol, burjuvazi karşısında çaresiz değildir. O güne kadar düzen güçleri emekçi cephesini önce fizik bir bombardıman altına alıyor ardından da içeriden teslim alma yoluna gidiyordu. TİP’li sendikacıların tasfiyesinin ardından muhtemelen bu sol sendikal alanı doldurmaya yönelik bir yeni operasyon gündeme gelecekti.

Ancak bunun için alanın boş kalması gerekir. Oysa tasfiye edilen sendikacılar 1967’de ortaya DİSK ile çıkmayı başardılar. CHP ve DP-AP’nin oluşturduğu “partili sendikacılık” modelini sol da hayata geçirecek güce artık ulaşmış bulunuyordu.

DİSK burjuva sendikalizmine karşı solun büyük bir oyunbozanlığıdır. Ancak ne yazık ki yalnızca oyunbozanlık…

DİSK’in kuruluşunu sendikal tasfiyecilikle engellemeye çalışan perspektif, 1970’de bu kez hukuksal bir tasfiyeciliğe başvurmak istedi. Tek devlet sendikası modelini öngören yasal düzenleme 15-16 Haziran’da işçi sınıfının vetosuna çarptı. Bu, burjuvazinin işçi hareketine karşı şiddet kullanımının geri teptiği ilk büyük örnektir. Saldırı beklenenin tersine, DİSK’i bitirmek yerine DİSK’in önünü açmış, geniş emekçi kitleler gözünde DİSK’i kahramanlaştırmış, daha önemlisi işçi sınıfı özgüven kazanmıştır. Bu boyutlarda Türkiye işçi sınıfının tarihinde ilk kez…

Burjuva sendikalizminin, DİSK’in ilk yıllarında yaygın kabul gören kavramla söylersek, “devrimci sendikacılık” karşısında art arda aldığı bu iki yenilgi egemen sınıf açısından bir strateji değişikliğini gündeme getirmemiş, ancak reel politikada dengelerin daha ince hesaplanmasını gerekli kılmıştır. Strateji yine aynıdır: Önce şiddet, ardından içeriden kuşatma: 12 Mart şiddettir. DİSK’in sosyal-demokratlaştırılması ise içeriden kuşatma.

12 Mart çıkışında DİSK’te birinci güç haline gelen TKP’nin ise bu sosyal-demokratlaştırma operasyonunun ne kadar bilincinde olduğu belirgin değil. Burjuva operasyonuna bilinçli biçimde dahil olmanın adı ihanettir; öbür türlüsü ise ciddi bir hata anlamına gelecektir. Bu tartışmayı çok fazla önemsemiyorum. TKP merkezinin çok yanlış sendikal politikalar izlemesine karşılık, bütününün bir ihanet şebekesi olduğu yolundaki görüşleri sorumsuz fanteziler olarak görürüm. Dolayısıyla önemli olan noktaya, sosyal- demokratlaştırma sürecinde TKP’nin “bilinçli katkı payının” ne olduğunu geçiyorum.

Önemli olan şudur: DİSK’in sosyal-demokratlaştırılması TKP’nin egemen sınıf içerisinden müttefik arama politikası ile örtüşmüştür. Bu burjuva ittifaklar politikasının birinci alanı olarak DİSK ortaya çıkmıştır. Ve TKP’nin sağ ittifak politikasının bir karşılığı da kendi solunu budamak olmuştur. Bir yandan DİSK içerisindeki sosyalist ve devrimci damarların önünü keserken diğer taraftan sosyal-demokrasiye kapı açılması, yalnızca politik değil aynı zamanda etik bir sorundur da.

Yukarıda geçerken değinilen “ihanet mi-hata mı” tartışmasında, benim tercihim, “hata” yönünde. Ancak bu durum TKP yönetimini ne daha az vebal altında bırakır, ne de bir tür aklama anlamına gelir. Çünkü ortada bir cinayet ve bir körlük var… DİSK’in içine, en büyük sendikası Maden-İş’ten daha büyük bir sendikayı, Genel-İş’i almak, önderliği bu sendika kökenli unsurlara teslim etmekten başka ne anlamına gelirdi ki? Bu inanılmaz bir körlüktür. Sosyal-demokrasi ile yani “ilerici burjuvazi” ile ittifak saplantısı solun bu kesiminin gözlerini kör etmiştir. Hareketin içerisine pompalanan birlikçilik ve demokratizm ideolojisi ise bu operasyona karşı herhangi bir direncin gelişebilmesinin önünü kapatmıştır. Birlikçilik ve demokratizm egemen olunca, genel hizmetler işkolundaki koskoca bir sendikanın, yönetim ve kadro yapısı ne olursa olsun üyeliğe kabul edilmemesi diye bir olasılık mevcut bile değildir. TKP anlayışına göre ise Baştürk ekibinin katılımı “Ulusal Demokratik Cephe” yolunda bir sıçrama olacaktı… Sıçranmıştır ve bu kez TKP, DİSK içerisinden tasfiye edilmeye başlanmıştır 5 .

1970’lerin sonlarına gelindiğinde “DİSK geleneği, mücadelecilik, devrimci sendikacılık” vb… büyük ölçüde birer yanılsamadır. CHP eski milletvekillerinin, CHP Sendika Bürosu şeflerinin, kısaca Amerikancı sendikacılık geleneğinin yönettiği DİSK’i 1980 darbesinin eşiğinde “sol” kılan kendisi değil, toplumdaki siyasal kutuplaşmadır. DİSK, Türkiye solunun en geniş ölçekli emekçi örgütlenmesidir ve bir mücadele döneminin sonunda “toplumsal zihinde” sol denildiğinde ilk akla gelen sözcük DİSK olmaktadır 6 . DİSK yönetimindeki sosyal-demokrat ekibin yönelimi ne olursa olsun, konfederasyon adına söylenecek her şeye geleneksel sol/Marksist bir üslubun yerleşmiş olması da artık geri döndürülemez. Ama bu görüntülerin ardında oynanan gerçek senaryo, Türk-İş’i 1960’larda merkez sağa kaptıran CHP’nin kendi sendikal ayaklarını DİSK üzerinden restore etmesidir.

İleri Demokratik Düzen stratejisinin vazgeçilmez unsuru ve UDC’ de solun biricik partneri, bildiğimiz devlet partisi CHP, önceki tüm operasyonlarda birinci dereceden üstlendiği rolü, 1960’larda “ortanın solu” lakabını ve 1970’lerde “demokratik sol” unvanını aldıktan sonra da sürdürmüştür.

TİP’li sendikacılara karşı 1966’dan başlayan ve 1976’da başarıya ulaşan saldırının altına düzen adına imza atan CHP’dir.

1962’de Ecevit’in Çalışma Bakanlığı döneminde düzenin emek politikası üçlü bir yapıya oturtulmak istenir: Türk-İş, hükümet ve ABD sendikaları. CHP hükümeti ve Ecevit’in fonksiyonu sendikalarda CHP’nin yeniden konsolide edilmesidir. Bu arada tek konfederasyon “majestelerinin işçi temsilcisi” ilan edilecek, bununla birlikte, adına ister toplumsal uzlaşma, ister sivil toplum denilsin, sendikalar üzerinden işçi sınıfının “temsiliyetini” sağlayan bir yapı kurulacaktı.

1966 tasfiyesinden sonra Türk-İş’te CHP’yi temsil eden ilk önemli çıkış 1971 tarihli “4’ler raporu”dur. Baştürk’ün birinci isim olduğu bu hareket aynı yıl 12 sendikayı kapsayacak biçimde genişler.

Yapılmak istenen aslında şundan ibaret: Burjuvazinin belirli bir kesimi sol sendikacılığı DİSK’in tekeline bırakmayı yanlış bulmuştur. İşçilerle burjuvaların dışsal ilişki kurdukları dönemler ya kapitalizmin eski zamanlarında söz konusudur, ya da mevzilerini sağlam tutan bir işçi hareketinin burjuvaziyle göğüs göğüse mücadele verdiği koşullarda… Sonuçta biri geçmiş, diğeri ise henüz “gelmemiştir” ve DİSK’in doldurduğu sol alanın paylaşılması düşünülmektedir. Türk-İş yapısının bütününün bu doğrultuda hareket etmesi ise son derece saçmadır. Kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş’in sosyal-demokrat muhalefet tarafından baştan aşağıya DİSK’in önünü kesmek üzere yeniden yapılandırılması diye bir ihtiyaç yoktur ihtiyaç daha sınırlı bir alana denk düşmektedir… 1973’te 9.Genel Kurul’da sosyal-demokratlara, merkez yönetime girememeleri ile “kapı gösterilmiştir.”

Sosyal-demokrat Türk-İş muhalefetini değerlendirirken sol açısından yanıltıcı olan bir diğer faktör bizzat Abdullah Baştürk’ün kişiliğinden kaynaklanıyor. Ecevit önderliğinin doğrudan memuru olmayan Baştürk mücadeleci bir kişiliğe sahip olduğunu 12 Eylül sonrası tutukluluk deneyiminde fazlasıyla kanıtlayacak ve her çevreden saygı görecekti. Ancak Ecevit ile arasındaki mesafenin, kişilik ve kariyer çekişmesi ya da güven sorunu dışında herhangi bir politik ve ideolojik nüansa oturduğuna dair hiçbir veriye rastlanmamaktadır. Yeri gelmişken, Baştürk’ün başkanlığı döneminde genel sekreterliği üstlenen Fehmi Işıklar da anılmalıdır. Baştürk’le HEP sürecine kadar kader ortaklığını sürdürecek olan Işıklar, zamanında CHP’nin sendikalar bürosunun başındaki kişidir.

Ecevit kesiminin, sendikacılarından daha bilinçli ve uzak görüşlü olduğu kabul edilmelidir. Sendikacılar kendi alanlarında bir örgütsel mücadeleyi tüm sıcaklığı ile verirlerken, CHP yönetimi, etkinliğinin her iki işçi konfederasyonunda birden sürdürülmesini gözetmiştir. Türk-İş sosyal-demokrat muhalefeti, sıra kopuş noktasına geldiğinde daralmıştır. Baştürk-Işıklar ekibinin DİSK’e geçmesinden sonraki 1976 Türk-İş Genel Kurulu’nda beklenen daha geniş kopuşlar yaşanmayacaktır. CHP sendikal alandaki uzantılarının bir kısmım DİSK’i ele geçirmeye sevk etmekte, bir bölümünü de Türk-İş muhalefeti olarak tutmaktadır.

DİSK’te 1975 yılında toplanan 5. Genel Kurul, açıktan CHP çıkartmasına sahne olur. Delegelerin yaklaşık %40 kadarı TİP ya da TİP ile birlikte hareket edebilecek unsurlardan oluşmaktayken, bir dizi sorun yaşanmasının ardından bu topluluk Kongre’yi terk eder. On yıl kadar önce Türk-İş’ten tasfiye edilen TİP’li sendikacılar şimdi de DİSK’ten püskürtülmektedir.

Ecevit’in 1962’de rüyasını gördüğü “sendikal sivil toplum” için bir olanak da 1977-79 arasındaki 22 aylık CHP iktidarı döneminde yakalanır. Politikanın açık bir iç savaşa döküldüğü koşullarda DİSK her şeye rağmen belirli bir çizginin sağma çekilememiştir, çekilmemiştir. Yukarıda değinildiği gibi Türkiye’de o dönem sol sözcüğünün ilk hatırlattığı kurum DİSK’tir 7 .

Burjuvazinin senaryosu süreklilik arz ederek kazanmış, DİSK’in ilk döneminin bütünü, sonrasında ise içindeki “ilerici kazanımlar bölmesi” solun oyunbozanlığı anlamına gelmiştir.

1967-70 DİSK misyonunun iki benzeri daha var. 1989-94 KESK ile 1993-94 işçi sendikaları şubeler platformları. İkisi de burjuva sendikalizmine birer karşı çıkışı simgelemiş, ancak yalnızca onurlu oyunbozanlıklar olarak sınıf tarihine geçebilmişlerdir. Bunlara aşağıda döneceğim.

Burjuva sendikalizmi ya da anti-komünizm endeksi

Türkiye burjuvazisi gecikmiş kapitalizmine karşılık güçlü bir sınıf sezgisine sahip olageldi. Kapitalizmin bir dünya sistemi olması, dolayısıyla burjuvazinin enternasyonal bir sınıf karakterine sahip bulunması, deneyim aktarımını kendiliğinden ve olağan hale getiriyor. Türkiye burjuvazisinin emekçi sınıflarda ve soldaki dinamikleri oldukça yakından gözlemlediği ve gereken tepkileri göstermekte başarılı olduğu görülüyor. Türkiye burjuvazisinin anti-komünist bilinci taşra politikacılarının nutuklarındaki düzeysizlikle karıştırılmamalıdır.

Sermaye iktidarının anti-komünist reflekslerine sendikal alandan örnekler vermek istiyorum.

Aslında yukarıda kimilerine değinmiş bulunuyorum. “İçeriden kuşatma” olarak adlandırdığım tarzın tüm örnekleri sermaye iktidarının işçi sınıfı cephesinde geliştirdiği rafine anti- komünist politikalardır. Dahası var…

TİP’in kuruluşuna karşı ÇP girişimine yukarıda değinildi. Bütünüyle düzenin anti-komünist refleksi olarak görülmelidir 8 .

Türk-İş’in ünlü “partiler üstü politika” ilkesi 1964’te benimsenmiştir. Yine tek amacı ve anlamı TİP’e yönelecek unsurların önünü kesmektir. Seyfi Demirsoy-Halil Tunç ekibi iki yıl önce parti kurmaya kalkıştıklarını, onun öncesinde CHP’nin kucağında geçirdikleri yılları, TİP’in oluşturduğu tehdit karşısında çabucak unutuvermişlerdir 9 .

1965’te TİP’in işçi adaylarının milletvekili seçilme olasılığının karşısına AP’li sendikacı milletvekili adayları ile çıkıldı. Seçim sonuçlarında TİP’ten üç, AP’den dört sendikacı meclise girdi. Düzen partilerinin daha önce ihtiyaç hissetmedikleri sendikacı milletvekili “kontenjanı” 1969’da 1 TİP’liye karşı 4 AP’li ve 7 CHP’li, 1973’de TİP’lİ kalmamasına karşın 5 CHP’li 2 AP’li olarak sürüyor. Öncesinde gerek duyulmadığı gibi sonrasında da yine özel bir gereklilik duyulmamaya başlanıyor. TİP sayesinde kimi sağcı sendikacılar da milletvekilliği yapmış oluyorlar…

Bayram Meral-Şemsi Denizer ekibinin 1992’de “Değişim” adıyla yönetimi almaları da rastlantı değildir. 1979 Tariş Direnişinde eylemi kırmak için işçilere pek çok emek vermesiyle tanınan Rıdvan Budak’ın, sol hafızanın umutlarla karşıladığı DİSK’in yönetimini, yeniden kuruluşundan ve kısa bir belirsizlik ortamından sonra burjuva sendikalizmi adına teslim alan kişi olması da rastlantı değildir…

Düzenin her hücresine sinen bu anti-komünist bilince karşılık Türkiye solunun -ve Türkiye “sendikal solu”nun- kavrayışı inanılmaz ölçülerde naif kalmaktadır. Sol bilincin ortalaması, ekonomik-sendikal mücadele ve bilincini siyasal mücadele ve bilincinin öncesine ve bir zorunlu basamak olarak yerleştiren formülasyona sadakatle bağlıdır. Buna göre ekonomik-sendikal mücadele ve bilinç işçi sınıfının nihai kurtuluş mücadelesi ve bilincine çıkan bir merdivenin atlanılması olanaksız ilk basamaklarını oluşturmaktadır. Hal böyle olduğu için de, sendikalar söz konusu olduğunda birlikçilik ve demokratizm sol siyasete ev sahipliği yapıyor.

Sol siyaseti kötürüm eden tam da bu demokratizm olmuştur. Onlarca, yüzlerce devrimci sendika aktivistinin militan mücadelesi üzerinden ve inanılmaz bir aymazlıkla DİSK’i CHP’ye teslim ettiren bu demokratizmdir. Bugünkü sendikal yapı karşısında yine onlarca solcu sendikacı ya da aktivisti, veya “sendika solcusunu”, eli kolu bağlı tutan aynı demokratizmdir. KESK’te ifadesini bulan devrimci sınıf dinamiğinin köreltilmesine sahne sunan da budur.

Solda, sendikal alan bir sınıf mücadelesi alanı olarak kavranmamakta, onun yerine eğlenceli bir “sendikal rekabet” sahneye konulmaktadır. Bu rekabet sol içidir. Ancak çok uzun süredir sendikalarda sol unsurların düpedüz bir sınıf mücadelesi vermelerine, burjuva sendikacılığına karşı açıktan bir kavgaya giriştiklerine tanık olunmamıştır.

Oysa bilinçli ve elinde sayısız koz tutan burjuvazinin ve burjuva sendikalizminin karşısına, aynı sınıfsal ve politik pragmatizm ile çıkmaktan başka yol yoktur. Sendikaların iç işleyişini, örgütlenme modellerini bol bol ve bıkıp usanmaksızın tartışan, durgunluk dönemlerinde tartışmasının referans noktalarını uluslararası sosyalist hareketin başka bölmelerinde, klasik saflaşmalarda yeniden keşfetmekten haz alan sol hareket sendikaların bir sınıf mücadelesi alanı olduğunu kavramanın çok uzağında kalmıştır.

Sendikal hareketin açmazlarını örgütlenme modellerinde arayan tartışmalar bu naifliğin örneklerini oluşturuyor.

Fantezi çözümler, yeni ayetler

Türkiye işçi sınıfı hareketinin dertlerine devayı siyasetin dinamiklerinin dışında aramak genel bir tarz haline geldi. 1980 öncesinde hareketi savunmasız ve öngörüsüz kılan apolitik naiflik ve onun kaynağındaki demokratizm, içinde bulunduğumuz dönemde tam bir fantezi üretimine dönüşmüştür. Fantezi üretiminin, troçkistlerin Şemsi Denizer’e işçi kitle partisi kurma çağrısında bulunmalarıyla sınırlı kalması ne hoş olurdu! Bu örnek diğer akıl yürütmelerin yanında o kadar masum kaldı ki!

Aslında bu durumun nedenleri belli: Sendikal hareket içinde siyasal iddia taşıyan hareketlerin ağırlığı bulunmuyor. Dolayısıyla işçi hareketi veya sendikal pratikle ilgilenen herkes, siyasal misyonlar dışında ne kadar başka öğe varsa, ısrarla bunlara referansla akıl yürütüyor. Hele bir de, bu apolitik düşünce sistematiğinin dayanaklarım meşrulaştırmaya hatta teorileştirmeye kalkışan “otoriteler” de varsa!

– Örgütsel bağımsızlık fantezisi

Sendikal alana ilişkin 1980 sonrası yargıların ideolojik çerçevesi liberalizmdir. Liberalizmin sendikalara ilişkin ayetlerinin başında, örgütsel bağımsızlık geliyor:

“Ekonomik mücadele için kurulmuş bir çalışanlar örgütü olarak sendikalar, siyasal partilerin hepsinden uzak ve onlardan özerk olmalıdır. Dönem dönem herhangi bir siyasal partinin eylemliliğiyle sendikaların eylemlilik sureci paralelleşebilir; ancak bu bir sendikanın çizgi örgütü haline dönüşmesi gerektiği anlamına gelmez. Buna karşı çıkmak gerekir. Çünkü, böyle bir durum, o siyasal partinin başarısı gibi görünse de, durum, hiç de böyle değildir. Siyasal partilerle sendikalar arasında kurulması öngörülen ‘dolaysız’ ilişkinin, esasen, bir yanılsama olduğu kısa bir süre sonra rahatlıkla ortaya çıkar. 3. Enternasyonal’e üye partilerin önerdiği ‘Kızıl Sendikalar’ modelinin hangi sonuçlara yol açtığı bilinmektedir. Komünist partilerin sendikalarla kurmak istedikleri yakın ilişkileri bir zorunluluk haline dönüştürdükleri, ‘Kızıl Sendikalar’ önermeleri anımsandığında, dikkat çekilen bu noktanın önemi biraz daha anlaşılır olacaktır” 10 . [IŞIK, Yüksel]

Bu uzunca alıntının onlarca benzerini onlarca sendikacının ya da araştırmacının dilinden ve kaleminden, ama aynı zamanda liberalizmle bir türlü bulaşık politikacıların ağızlarından duymak mümkündür.

Burjuva demokrasisinin, hatta cumhuriyetçiliğinin bir öğesi kuvvetler ayrılığıdır. Kuvvetler ayrılığı, iktidarın meşru üç erki arasındaki ilişkiyi tarif ediyor; ama bunun ötesinde belirli bir mantığı da anlatıyor. Bu burjuva demokratizminin mantığıdır, ve esası uzlaşmalar üzerinden yürünmesidir. Burjuva demokratizmi, emekçi sınıfları, düzenin diğer güçleri ile, egemen sınıfları ile uzlaşmaya gitmenin en hayırlı yol olduğuna ikna etme çabasıdır. Yukarıdaki örneğin ne farkı var?

Sendikalara burjuva siyasetinin girmesini yasaklayacak bir mekanizma bulunmuyor. Hatta kapitalist bir toplumda sendikalı emekçi nüfusunun genel tablosuna bakıldığında, örneklerin büyük çoğunluğunda, burjuva partilerinin tabanının çok daha kalabalık bir bölmeyi oluşturduğu görülecektir. Son derece olağandır…

O halde yukarıdaki alıntıda sergilenen sendikal düzen, burjuva partileriyle sol arasında kurulacak olsa gerektir! Bir “toplumsal konsensüs” önerisi ile karşı karşıyayız. Bu fantezi hakkında daha fazla konuşmaya gerek var mı?

Aslında sendikaların örgütsel bağımsızlığı üzerine üretilen edebiyat ya burjuva demokratizminin bu alana uyarlanmış halinden ibarettir, yani burjuvazi emekçileri kendisiyle uzlaşmanın en hayırlı yol olduğuna kandırmaya çalışmaktadır; ya da sözü edilen tartışma bir başka zaman ve bir başka mekân, belki de bir başka gezegen için yapılmaktadır. Ancak bu tezleri yazanların tümü bilinçli anti-komünistler olmadığından, önemli bir bölümünün, objektif olarak sendikal bürokrasinin ya da sendikalarda egemen olan verili siyasal hareketin sözcüsü/savunucusu durumuna düşen tecrübesiz solcular oldukları kabul edilebilir. Kısaca aralarında iyi niyetliler olabilir.

Görülmesi gereken sorunlardan bazıları şunlardır:

*İyi niyetli yorumcular, muhtemelen “sendikaları hiçbir siyasi hareket/parti kendisine bağlamaya çalışmasın”, derken burjuvaziyle değil, sol içi bir mutabakat önermiş olmaktadırlar. Yani sendikalar solun asli malı sayılmaktadır. Bu varsayım, yukarıda değinilen “ekonomik mücadele ve bilincin ilk basamaklarını oluşturduğu emekçi merdiveni” fikriyle bağlantılıdır.

*Örgütsel bağımsızlığa özen göstermesi talep edilen parti, örneğin işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının savunucusu öncü devrimci komünist partisi de olabilir. Karşısında da düpedüz bir burjuva partisi, hatta gerici bir parti bulunabilir. Bu durumda önermenin apolitik ve değersiz olacağı çok açıktır.

*Yalnızca sol içi bir mutabakattan söz edildiğini kabul ettiğimiz duruma da, bu yazının önceki sayfalarında itiraz edilmiş bulunuluyor: Sendikalar sınıf mücadelesinin alanıdır, solcular arası sendikal rekabetin değil…

*Anlatımın dönüp dolaşıp Komintern ve Kızıl Sendikalar olgusuna getirilip dayanması yukarıdaki alıntının talihsizliği değil, bu literatürün genel bir özelliğidir. Gerçekten bu arkadaşların sorun ettiği konu komünistlerin sendikalara pragmatik yaklaşmalarıdır. Ancak bu mahzurlu bulunan durumun bugün söz konuşu olduğunu herhalde kimse iddia edemeyecektir. Bugün Türkiye’deki en güçlü sendikalar mafya tipini esas edinmiş gerici/faşist sendikalardır. Eleştirilerin sermaye iktidarının bu uzantılarına değil de, yenik durumdaki sola yönelmesinde bir samimiyetsizlik yok mu…

*Peki ya bir liberal eğilimin egemenliği altındaki sendikal yapıda işler nasıl gidecek? Bugün KESK bünyesinde benzeri bir durum vardır. Kürt ve devrimci azınlıkların dışında büyük bir kütle üç liberal öbek tarafından paylaşılmıştır, ve birer sol partiye de denk gelen en azından iki liberal öbek, tüm Kongrelerde grup tavrıyla davranan, söylemlerinin tersine sol içi sendikal rekabetin örneklerini tam boy bir örgüt pragmatizmiyle de birleştirerek sergilemektedirler. Bu öbeklerin sendikal anlayışları sorulduğunda, yukarıdaki liberal ayet parçalarını ezbere okuyacaklarından kuşku duyulmamalıdır.

Demek ki sermaye temsilcilerinin emekçileri uzlaşmaya kandırmaları, nasıl aslında bir sınıf egemenliğine razı etmek çabası ise, bunların örgütsel bağımsızlık lafları da kendi örgütsel ağırlıklarının diğer sol hareketler tarafından sorgusuz kabullenilmesine indirgenmektedir.

– Yatay örgütlenme fantezisi

“…doğruluğu veya yanlışlığı hiç tartışılmayan, neredeyse tabu gibi algılanan bu konu, sendikalarımızın iş kolları esasına göre örgütlenmesi sorunudur. Bugün bu tarz bir dikey örgütlenmenin birçok sakıncası ortaya çıkmış bulunuyor. Özellikle birleşik ve merkezileşmiş bir işçi hareketinin önünde, ciddi engel haline gelmiştir. Bunun en büyük sakıncası yatay ve derinlemesine örgütlenmeyi reddetmesi, farklı işkolları veya işyerlerinin aynı bölgede, aynı mekânda, yan yana durmalarına rağmen birbirinden yalıtılıyor olması, adeta meslek şovenizmi içinde kendi işkoluna hapsetmesi ve dış dünyayla bağlantısını kesmesi sonuçlarını doğurmuştur” 11 . [OĞUZ, Hasan]

Alıntıyı daha fazla uzatmamak için yazarın dikey işkolu sendikası yerine işyerlerinde derinleşen ve bölgesel birliklere açılan modelinin gerekçelendirmelerini kabaca aktarıyorum:

*İşkollarının gündemlerinin birbirlerine yakınlaşması,

*dikey örgütlenmenin koordinasyon açığı bırakması,

*taban inisiyatifini engellemesi,

*fabrika merkezli derinliğine ve genişliğine yatay örgütlenmenin sendikal bürokrasiyi parçalayacağı,

*meslek ve işkolu şovenizminin engellenmesi,

*işçilerin siyasallaşması için daha elverişli koşullar yaratmak…

Bu hızlı ve özet aktarım dolayısıyla kusurlarım olduysa peşinen yazardan özür dileyeceğim. Ancak benim hedeflerim açısından fazla sorun çıkmayacağı kanısındayım.

Kanımca bu da bir diğer fantezidir. Fantezi kurmanın hoş olması bir yana, tehlikeleri de var. Örneğin kurgunun kendisini izlersek saptayabileceğimiz bir dizi açığın görülememesi, fantezi kurucularının başlıca sorunudur.

Ne bu sorunlar?

Herhalde kimse sendikaların ilgili kapitalistler ya da temsilcileriyle “ekonomik temelli bir pazarlık” işlevi taşıdığını reddetmeyecektir. Marksizm içerisinde herhangi bir yorum, sendikal alanı bu yazıda çizilen çerçevenin ötesinde daha politize biçimde kavrayamaz. Sendikalara, “ayrı bir siyasal kuruma, partiye bağımlı olarak siyasal işlev tanınması” bir yaklaşımdır. Bunun ötesinde sendikaya başlı başına siyasal işlev tanınması mümkündür, ancak bu noktada Marksizmin sınırları bitmiş ve anarko-sendikalizmin sahasına girilmiş olur…

Paragrafın başına dönersek; anarko-sendikalizmin alanına girmekten kaçınacak olan Marksistler açısından sendikanın “pazarlık” işlevi, en azından, söz konusu bağımlı siyasal işlevin rasyonalizasyonu, meşrulaştırılması açısından reddedilemez bir konudur. Bağımlı siyasal işlev “aktarılacağına” göre yalın, çıplak olması mümkün değildir. O halde, sendikanın ekonomik mücadele diye bir kez daha adını koyabileceğimiz bir diğer tanımlı alanı vardır. Ama bu durumda da sınıf mücadelelerinin evrensel birikiminin sonucu olarak konulmuş kurallar bir veridir. İşkolu sendikacılığı sendikaların ekonomik fonksiyonu açısından yerleşik bir ilkedir.

Dahası işyeri sendikacılığı tarihsel olarak, kapitalistlerin çok daha doğrudan kontrol altına alabildikleri, sarı sendikacılığın kök salabildiği bir modeldir. Hem dünyada hem Türkiye’de, işyeri ölçeğinde değil işkolu ölçeğinde işçilerle kapitalistlerin karşı karşıya gelmeleri sınıf bilinçli emekçilerin cephesinden bakıldığında bir ilerlemedir.

Bu ilerleme işçilerin bir ve tek sınıfın üyeleri olarak kendilerini kavramaları açısından da tartışmasız geçerlidir.

Sendikal örgütlenme dinamiklerinden önemli bir tanesi de sendikalı kesimlerin iktisadi kazanımlarının diğer örgütsüz kesimlere örnek olmasıdır. Açıkça kapitalist bir kategori olan bu iktisadi saikler, kapitalist toplumda işçi sınıfının iktisadi mücadelesinin, dolayısıyla mücadelesinin bütününün bir gerçeğidir. Burjuvazi sendikalaşma özgürlüğünü kendi elleriyle teslim etmediğine göre, sendikalı olmanın nimetleri sınıfın diğer kesimlerine “gösterilebilmelidir.” Bu aktarımın elverişli koşullarından bir tanesinin işkolu esası olduğu açıktır.

Bunlar, işkolu sendikacılığının, kimsenin küçümseyemeyeceği “taban dinamizmine elverişli koşullar yaratmak” adına bir çırpıda reddedilivermesine karşı, işkolu sendikasının pozitif yönleri. Bu birinci tartışma açısı.

İkincisi en azından Türkiye ölçeğinde tarihsel bir veridir, ve ilk bakışta karşı görüşü beslemektedir. İşkolu sendikacılığı, aynı zamanda uzmanları CIA kökenli olan Amerikan sendika otoritelerinin ülkemize uygun buldukları modeldir. “Ulusal tip” de denilen bu kurumsallığı tercih etmek için Türkiye burjuvazisinin de yeterli deneyimi vardır aslında. Şefik Hüsnü’nün TSKEP’si kısacık ömründe altı yüz civarında işyeri sendikasını örgütlemiştir. İşyerlerinde zuhur eden ve komünistlerin maniple etmekte olduğu bu dinamizmin düzen tarafından kontrolündeki güçlük açıktır. “Ulusal tip” modelinin düşmana sağladığı yarar bellidir: En alt birimleri en tepedeki bürokrasinin kararlarına ve denetimine tabi kılan, tüm örgütsel şemayı ve bilgileri bir merkezde toparlayan bu yapı devletin ilgili organları için çok uygundur.

Ancak dikkat! 1946-TSKEP sendikalarının kontrol edilemez olmasının nedeni, niçin yalnızca örgütlenme modeline dayansın? Komünistlerin elinde olması düzen açısından yeterli “denetimsizlik” gerekçesi ve tehdidi oluşturmuyor mu! Benzeri bir tehdit TSP’nin işkolu esaslı sendikaları tarafından da gelmiştir. Kaldı ki, işyeri sendikalarının tam anlamıyla atomize kalmaları da asla düşünülemez. 1946-TSKEP örneğinde bu sendikaların coğrafi/bölgesel bazda üst örgütlenmelere kavuşturulmaları planlanmıştır. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği, Kocaeli İşçi Sendikaları Birliği ilk örneklerdir. Bu bölgesel üst örgütlerin de “ulusal” düzlemde merkezileştirilmeleri gelişmenin doğal akışı olacaktı…

Kendi adıma, direkt olarak işkolu bölünmeleri üzerinden ilerleyen ve işkolu sendikalarını üst örgüt olarak yan yana getiren modelin, neden işyerleri bazında başlayıp bölgesel birlikleri yan yana getirecek olan modelden daha bürokratik ya da burjuva olduğunun yanıtının kolay kolay bulunabileceğini sanmıyorum. Elbette burada somut örneklerde sürecin nasıl işlediğini değil, genel ve mutlak bir yanıttan söz ediyorum.

Benim önerim konunun daha siyasi parametrelerle ele alınması: Bir sendikal örgütlenmenin egemen sınıf tarafından kontrol altına alınmasında birinci kritik faktör biçimsel örgütlenme modelinden önce egemen perspektif, egemen siyasal hareketin niteliğidir. Bu adımı attıktan sonradır ki, başka bir dizi faktörü devreye sokarak, gerek burjuva sendikalizmi gerekse komünistler, kendi içlerinde, ve verili yapı içerisinde özgün hedeflerine en uygun modeli tartışacak, bulacaklardır.

Üçüncü tartışma “açısı” için bir soru: Taban dinamizmi ve diğer olumluluklar neden ille de ve yalnızca işyeri sendikaları modeliyle uyumlu olsunlar?

Bugün bir sendika şubesinin komşu birimlerinde bile koordinasyon açığı ortaya çıkabilmektedir. Dikey-yatay ikileminin değil insan faktörünün oynadığı rol azımsanmamalıdır.

Sonra, şovenizm yalnızca işkolu düzeyinde değil örneğin işyeri düzeyinde de ortaya çıkabilir. Bugün adı spor kulübü olan sayısız “işyeri” vardır. Reklamcılık, burjuvazinin para kazanma dışındaki toplumsal etkinlik alanlarına girerek “alan tutma” ve meşruiyet arayışı, kimi spor dallarında düpedüz kar etmek, bir de kendi adına şovenizm yaratmak… Sporsever burjuvaların amaçladıkları bunlar değil mi?

Yine şovenizm, bölgesel düzeyde de ortaya çıkabilir. Üstelik bu kez işçilerin emek sürecindeki konumlarının dışında gerçek şovenizmlerle bezenmiş olarak… “Hemşehricilik”, daha kötüsü milliyetçilik bugün emekçi sınıfların bir gerçeğidir.

Bürokratikleşme genellikle tavan ile taban arasındaki mesafeyle doğru orantılıdır. Ancak bir “tavanın” varlığı sendikal mücadeleyi yerel, küçük ölçekli etkilerin ötesine taşımaktadır. Üst örgütlenmesi sayesinde, soyutlanabilir bir burjuva sınıfıyla ve onun devletiyle karşı karşıya gelmek, sınıf bilincinin gelişimi, kitlelerin siyasallaşması için az şey midir?

Bu akıl yürütmeleri daha sistematik olarak ve ayrıntılı spekülasyonlar eşliğinde, hatta somut örneklere de başvurarak sürdürebilirim. Ama amacım bu tartışmayı tamamlamak değil. Bu düzlemin yetersizliğini ve tek başına bırakıldığında içine düşeceği anlamsızlığı göstermek…

Koordinasyon eksikliğini yaratan, örgütlenmenin biçimi değil içeriğidir, yani sorun siyasaldır. Örnek olsun, Zonguldak halkını herhangi bir örgütlenme biçimi değil, hükümetle uzlaşma arayan gerici sendika bürokrasisidir, Ankara yolunda yalnız bırakan. Sınıf dayanışmasını ideolojik arka planıyla benimsemiş bir etkin güç mevcut olmadığı sürece bu yalnızlık kaderdir.

İşçi sınıfının genel anlamda siyasallaşmasının içeriği kritiktir. Örneğin islami gericiliğin etkisi altındaki emekçi yığınların üzerinden açılacak taban inisiyatifi bürokrasiyi kırabilir mi? Herhalde tam tersine mevcut bürokratları, bir de ruhanileştirecektir.

Yalnızca örnek olsun diye verdiğim alıntı ve ona paralel modeller, reel sorunlarla ilgisizdir, çünkü saptadıkları sendikal bürokrasi sorununu baş aşağı koymaktadırlar. Bürokrasinin gerilemesinden siyasallaşma ve sınıf sendikacılığı türemeyecektir. Sanılmakta ki, bürokrasi -ve özellikle merkezdeki en büyük bürokrasi parçası- geriletildiğinde, bu boşluktan politizasyon ve doğru bir sendikacılık üreyecektir. Doğrusu bunun tam tersidir; politizasyon ve sınıf sendikacılığı geliştirildiği ölçüde bürokrasi tüm bölmeleriyle birlikte geriletilebilir. Yoksa bürokrasi arası itiş kakış süreçlerinden sosyalizme yar olacak herhangi bir dinamik çıkmamaktadır.

Tersine sınıfın siyasallaşması ve sınıf sendikacılığı akımı güç kazandığı ölçüde bürokrasi göğüs göğüse bir kavga ile geriletilebilir.

Bu yaklaşımlarda ideoloji ve siyasete ayrılan herhangi bir yer yok. İdeoloji ve siyaset sendikal örgütlenme tekniklerinin arkasına gizleniyor. Oysa ekonomik örgütler olarak sendikalar açısından, ekonomik işlevi olmayan yapılanma düzlemleri de vardır, ve bunlar doğrudan ideolojik ve siyasi yönelimlere oturur:

Konfederasyon böyledir; bölgesel işbirlikleri, platformlar böyledir; direnişlerle dayanışma amacıyla oluşturulan komiteler, koordinasyonlar yine bu kategoridendir.

Türkiye’de geçmişte, sermaye iktidarından yana olduğu için Türk-İş, sosyalizmden yana olduğu için DİSK, islamcı olduğu için Hak-İş ve faşist olduğu için MİSK adlı üst örgütlerin her biri çok anlaşılır konumlara sahip olmuşlardır. Bugün böylesi ideolojik tercihler kalmadığı için DİSK’in ayrı varoluşunu gerekçelendirmek güçleşmiştir. Kamu emekçilerinin konfederasyon kurmaları, tam da bu hareket, net bir ideolojik-siyasal zemine oturmaktan kaçındığı için ilerletici hiçbir etki yaratamamıştır.

– Ve diğer fanteziler

Model tartışması bir kez güncelleştirildiğinde, varılan sonuç “doğrusu” bile olsa güncelleştirmenin kendisi başka bir değerlendirmeyi ihtiyaç haline getiriyor. Model tartışmasının merkeze alınmasının kendisi, sorunu politik çerçevesinden izole etmeye yarıyor.

Sendikal harekete, devrimci ve komünistler işçi sınıfının nihai kurtuluşu mücadelesine yani asli politik sürece nasıl bir destek sunduğundan yola çıkarak bakarlar, bakmalıdırlar. Komünist hareketin belirli bir coğrafyada birincil muhalefet otoritesi haline geldiğini düşünün. Bu hareketin bölgesel sendikal otoritesini daha da güçlendirmek ya da geriletici etkilerden korumak için, sendikal yapıyı bölgesel esasa doğru zorlamasının ne sakıncası olabilir? Böylesi koşullarda kalkıp, yukarıda hatırlattığını “sendikanın kapitalistle pazarlık işlevi” kıstası ile uğraşanların aptal değillerse kötü niyetli olacakları, esas amaçlarının komünist etkinliğin kırılması olduğu düşünülmelidir.

Ya da daha somutu; belirli bir süredir şubeler platformu adıyla denenen girişimler bir model midir? Açıkçası kimi siyasi hareketler İstanbul’daki sendika şube yönetimlerinde belirli bir etkinlik sahibi olmasalardı, ya da şubeler platformunun kendi gelişimlerini besleyeceğini düşünmeselerdi, ortada platform mu kalırdı!..

Peki birkaç yıl önceki İşçi Kurultayı girişimleri… Bunlar da bütünüyle benzeri örgütsel pragmatizmlerle çakıştıkları için gerçekleşmediler miydi?..

Dahası, bir dönem anlamlı ve işlevli görünen bir bölgesel platformun daha sonra gereksizleştiği ya da işe yaramaz hale geldiği örnekler vardır. İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu Türk-İş merkez bürokrasisine karşı sol dinamizmi bir süreliğine temsil edebilmiştir. Böyle bir temsiliyet vasfı iki yıla yakın süredir söz konusu değildir.

Kamu emekçileri sendikalarının bölgesel platformları, eylemli bir süreçte aktif mücadelenin en önemli unsuru olmuştur. Bugün ise genel merkezler düzeyinde zayıflayıp şubeler düzeyinde etkinliğini eşitsiz biçimde daha yüksek tutabilen ekiplerin kendilerine manevra alanı açma vesilesi haline gelmişlerdir. Hepsi o kadar…

Yine çok tartışılan işçi komiteleri için model uydurmak mümkün müdür? İşçi komitelerinin tonlarca değişik biçimi vardır ve örneğin bunlardan biri olan, “taban dinamizmiyle bütünleşmiş mücadele organları” olarak işçi komitelerinin süreklileşmesi olanaksızdır. Bunların süreklilik kazanabileceğini düşünmek, örneğin devrimci durumun kalıcı olduğunu zannetmeye ya da bir direnişin ilanihaye süreceğini beklemeye benziyor.

Oysa her işçi direnişi başlar ve biter. Başlaması, sürmesi ve bitiminde konjonktüre uygun araç ve açılımlar geliştirebilen önderlik, direnişin kendisini başarıya yakınlaştıracağı gibi, işçi sınıfının kollektif hafızasına da daha fazla deneyim ve ders kaydetme imkânı bulacaktır. Tekil bir direniş için geçerli olan mücadelenin bütünü için de geçerlidir, ve öncülük faktörünün yeri önemsenmelidir. Hele sınıf hareketinin temel zaafının siyasallaşmakta odaklandığı günümüz Türkiyesi’nde…

Sendikaların zaafları tartışılırken şubeler platformu benzeri ek organlaşmalara eylem koordinatörlüğü görevi atfedilmekte ve bir kez daha büyük hata yapılmaktadır. Sınıf eylemini teknik bir iş olarak kavrayan pür sendikalizmin elinden başka türlüsü gelmiyor. Ama eylem koordinasyonunun başlı başına bir siyasi etkinlik olduğu emekçilerin eğitilme ortamlarının en fazla eylemin kendisi olduğu açık değil mi! Hiç ikirciksiz iddia edilebilir: Bugünkü koşullarda sendika bürokratlarına kaldığı sürece eylemler koordine bile edilemez! Sorun politiktir ve politik girdilerle yol alınabilir.

Hareketlilik ve taban insiyatiflerinin de örgütlenme modelleriyle hiçbir bağlantısı yoktur. Her ikisi de siyasal bir perspektifle geliştirilmiş (eylem değil) mücadele programlarının konusunu oluşturuyorlar. Bir de eğitimin… Burjuva akademisyenlere ve anti-komünist kaynaklardan “sendika ile siyasi örgütün birbirine karıştırılmamasını” öğrenmiş, bir de, kişilik bölünmesine uğramış eski solcu uzmanlara teslim edilen eğitimlerden söz etmiyorum…

Özeti; sendikal hareketin ana ekseni politikanın, politik mücadelenin bir fonksiyonudur. İsteseniz de istemeseniz de. O halde akıl yürütme biçiminin de politize olması gerekir.

Eleştirdiğim yaklaşımın aslında bir ideolojik ve siyasi perspektifi mevcuttur. Bu özgün perspektif, biçimsel meselelerin arkasına gizlenmeye son derece uygundur, ve esası da budur. Buna göre, herhalde, işçi sınıfına en uygun örgütlenme biçimi sunulduğunda, kitleler kendiliğinden bir süreç içerisinde siyasallaşacak, devrimci rollerinin bilincine varacaklar. Sınıfın aydınlarının misyonu, işçi sınıfında kendinden menkul olarak var olduğu zannedilen “devrim bilinci” nin “serbest” kalmasını sağlayacak bir organizasyonu yaratmaya indirgenmektedir. Bu kendiliğindenci yaklaşımda siyasal özneye, dışarıdan bilinç taşıyıcıların etkinliğine, partiye fazla bir yer kalmıyor.

Kendiliğindenci perspektif sendikal örgütlenme tekniklerinden söz etmekle yerinebilir. Aslında bu durum, benzeri konumdaki arkadaşların siyasal mevzularda söyleyecek pek bir şeyleri olmadığını yansıtıyor da olabilir…

Yukarıda bir ölçüde de keyfi biçimde seçilmiş örnekler üzerinden belirli yaklaşımları sergilemeye ve eleştirmeye çalıştım. Söylenmek istenen öz, sanırım yeterince belirginleşti. Ancak okuyucunun zihninde şekillenmesi muhtemel bir yan konuya ilişkin parantez açmakta yarar görüyorum.

İktidar perspektifi, merceği, adı geçen hedefe odaklamaktır. Odağın çevresinde kalan diğer öğeler flulaşacak ve merkezdeki netliğin öne çıkmasına yardımcı oldukları ölçüde anlam taşıyacaklardır.

Siyasal mücadelenin her alanından örneklenebilir. Devrimci öznenin kendi örgütlenmesi dışında, komünistler tarafından ilkesel olarak, zamandan ve mekandan bağımsız savunulabilecek herhangi bir süreklileşmiş kurumsal yapı söz konusu olamaz. Uluslararası komünist hareketin siyasal mücadele deneyim birikimi bunun örnekleriyle dolu. Sendikalar mı doğrudur, komiteler mi? Sendikalar çağında dernek türü biçimlere dönülmesi bütünüyle reddedilebilir mi? Gerici sendikalarda çalışılır mı çalışılmaz mı? İşçi sınıfının sendikal birliğinin reddedilip gerici sendikaların parçalanması yönünde harekete geçmenin doğru olduğu konjonktürler yok mudur? Ve tüm bu sorulara, zamandan ve mekandan bağımsız yanıtlar verilebilir mi?…

Dünya komünist hareketinin, bitirmekte olduğumuz şu yüzyıl boyunca, devrimci öncü parti dışında yarattığı süreklileşmiş kurumsallıkların var olduğu doğrudur. Burada iktidar olmuş ve önlerinde devletin örgütlenmesi gibi bir alan açılan komünistlerin konumu ayırt edilmelidir. İktidar öncesi işçi hareketlerinde süreklileşmiş kurumlar ise özenle analiz edilmelidir. Kanımca bunların mutlaklaştırılması yönünde ortaya çıkmış her bir eğilimin ardında ya söz konusu kurumun önemsenmesi için konulmuş abartılı bir vurgu, ya da reformist/konformist bir eğilim bulunacaktır.

Öncü işçi tasfiyesi

Burjuvazinin işçi hareketine yönelik saldırısı, ister içten kuşatma isterse imha olsun, her zaman belirli bir öncü işçi kuşağının tasfiyesini temel almıştır. Türkiye’de sınıf mücadelesinin daha önceki evrelerinde öncü işçi tasfiyeleriyle baskı altına alınan komünist kadrolar çakışmıştır. Türkiye işçi sınıfının komünist hareketten ayrı kanallardan “doğal önderler” üretmeye başladığı evre 1960’lardır.

TİP ile birlikte sendikacıların Türkiye solunda yeni bir damar haline gelmelerinin sınıfın organik yapısında mutlaka bir karşılığı olmalıdır. Ayrı bir inceleme konusu olan bu karşılık, kapitalist sömürü koşullarında belirli merkezlerde yerleşik bir işçi sınıfının, kendine özgü ideoloji ve kültürü ile birlikte serpilmeye başlamasıdır. Benim altını çizmek istediğim olgu ise şu: Türkiye komünist hareketi belirli, az sayıda, ancak işçi hareketinde kritik roller üstlenen işçi kadrolara ulaşmış ya da yetiştirmiştir. Ancak eski TKP’nin tabanındaki en güzel, en değerli militan tipolojisini de resmeden bu birikim sosyalist tarihimizin ayrıksı bir damarı değildir. Komünist hareketin tek ve ana kanalı Marksizmle tanışması sayesinde kulvar değiştiren küçük burjuva aydınlar olagelmiştir.

1960’lar ve TİP bu niteliğin değişmesi açısından da önemlidir. TİP’in kuruluşuyla solun tarihinde ilk kez TKP belirlenimli Marksist aydınların dışında birileri, bir ilerici sendikacılar damarı bu ölçekte bir projeye imza atmış olmaktadır.

Bu damar yukarıda hakkında yalnızca bir kestirimde bulunmakla yetindiğim nesnel bir değişimin işaretidir. Türkiye işçi sınıfı, burjuvazinin dayattığının dışında bir kimlik kazanmaya elverişli konuma gelmektedir. Aynı zamanda bu damarın ortaya çıkışı burjuva sendikalizminin bölünmesi ve değişime uğramasıdır. Söz konusu değişim, doğal olarak, ancak sol sendikacıların Marksist aydınlarla buluşmalarıyla doğru bir anlam bulmuş, burjuva sendikalizminin bölünmesi boyutundan çıkarak Türkiye solunun bir kolu halini almıştır.

Burjuva sendikalizmi kökenli sol sendikacılık I. TİP’in parçasıdır. I. TİP’te esas olarak Marksist aydınların arasında gerçekleşen ayrışmalar, bu diğer kanalı fazla etkilemez. Sol sendikacılığın, komünist hareketle içli dışlı hale adım adım gelmekle, içerisinden Marksist sendikacılar çıkartmakla birlikte, ne denli “komünistleştiği” tartışmalıdır. TİP aydınlarının ayrışmaları ise sol sendikalizmin kendisini partide yabancı hissetmesine yol açmış olmalıdır.

Sol sendikacılığın alt yapısını oluşturan tabandaki öncü işçi kuşağı, 1970 15-16 Haziranı’nda, temsilcisi sendikacıları aşar ve beklenmeyen ölçülerde bir devrimci dinamizm sergiler. Bu öncü işçiler kuşağı, çeşitli devrimci demokrat veya sosyalist unsuru kapsamıştır. Ama kendi toplam yapısı, bu unsurların ait oldukları örgütlü kollektifleri de aşmıştır.

Türkiye işçi hareketinde, komünist kadrolara yönelik saldırılardan ayrı olarak, sol örgütlerden bağımsız bir öncü işçi kuşağının uğradığı ilk tasfiye hareketi de 15-16 Haziran’ın ertesinde gerçekleşir. Kalkışmayı omuzlarında taşıyan bir önderler topluluğu işsiz kalır, kara listelere alınır…

Kalkışmanın kendisi, öncü işçilerle sol sendikalizm arasında bir mesafenin oluşması anlamına gelmişti. Sendikacılar, burjuvazinin tasfiye operasyonuna karşı bir direnç oluşturmak, tabandaki işçilere sahip çıkmak yönünde bir yönelim içinde kesinlikle olmamışlardır. Belki de 15-16 Haziran konulu literatürün de bu denli kısır ve sınırlı olmasının arkasında bu çelişki yatıyor. Ne yardan ne serden, ne sol sendikalizmden ne de tabandaki işçi dinamiğinden vazgeçemeyecek durumdaki sol, 15-16 Haziran’ı bir güzelleme/yiğitleme edebiyatı ile geçiştirmiştir. Kolay değil, koskoca kalkışmanın geri planında ve sonrasında büyük bir utanç var…

İlk büyük işçi eyleminin ardından yaşanan kadro budanmasının maliyeti büyüktür. Sol sendikalizm, bir yandan işçi tabanıyla arasında oluşan mesafe, diğer yandan partili mücadele içindeki hayal kırıklıkları dolayısıyla konumunu sorgulamaya başlar. 12 Mart faşizmi de, yabana atılmaması gereken bir diğer geriletici, yıldırıcı faktördür.

12 Mart günlerinin çıkışında DİSK yönetimindeki sol sendikacılar, sosyalist siyaset ile aralarına bir mesafe koymuşlardır. Bu mesafeyi değil, önceki yıllardaki buluşmayı veri alan tüm geleneksel sol kaynaklı çıkışlar ise, işçi hareketi ve sendikacıların oluşturduğu toplumsallık ve DİSK üzerindeki sol etki üzerine hesap yapacaklardı. Bu öngörüden sağlıklı ve devrimci bir sürecin şekillendirilmesi olanaksızdır. Nitekim sosyalist siyasete giderek yabancılaşan sol sendikalizm, sendikacılık siyasetsiz yapamayacağı için gözünü Ecevit sosyal-demokrasisine çevirmeye başladı. Ne yazık ki, CHP’nin yaptığı değerlendirmenin sosyalistlere oranla çok daha sağlam olduğu ortaya çıkmıştır.

1970’lerde DİSK’in iki kitlesel eylemi, DGM ve MESS grev ve direnişlerini de yine öncü işçi kıyımları izledi. Sendikalizmin 15-16 Haziran’dan kendi payına çıkarttığı ders ise, devrimci kimlik edinmeye açık tabandaki öncü işçilere kuşkuyla bakılması gerektiği olmuştur. Bir sendikalist çalışma ilkesi haline gelen tarz, bu unsurların burjuvazi tarafından tasfiye edilmesine seyirci kalmak ya da sendikal bürokrasi içerisine çekilerek pasifize edilmeleridir.

Sınıfın mücadelecilik ve bilinç ortalamasını ileri çekebilecek unsurların süreç içinde defalarca tasfiye edilmesinin ardından kalan sonuç, 12 Eylül darbesinin neredeyse mutlak bir sessizlikle karşılanması oldu. İşçi sınıfının faşizmi bu kadar tepkisiz karşılayacağını darbeci generallerin bile beklemediğini biliyoruz.

1960’lardan başlayarak Türkiye işçi sınıfının maddi gelişkinlik düzeyinin, artık sürekli yeni öncü işçi kuşakları üretmesi kaçınılmazdı. 1980 darbesi bu toplumsal yasayı yok etmeye çalıştı. 1980’lerin ikinci yarısında askeri diktatörlük mirasındaki ilk gevşemelerle beraber bu çabanın ancak geçici ürünler verebileceği görülmüştür. Bahar Eylemlerini gerçekleştiren kitlelerin ileri unsurları arasında önceki dönemlerden devrolan ve yeniden canlanan unsurlar olmakla birlikte, bir genç işçi kuşağının da belirginleştiği görülmüştür. Bir başka büyük tasfiye operasyonu bu kuşağa yönelik olarak uygulamaya konulmuştur.

-1989 Bahar eylemleri

Türkiye işçi sınıfı hareketinin bu kendiliğinden yükselişinin, kitlesel bir politizasyonla paralel ilerlediği düşüncesi tümüyle yanlıştır. Böyle bir şey olmadı. İşçi hareketi çok yaygın direnişlerle ve yer yer polisle çatışma pahasına ülke gündemine egemen oldu. Türkiye’nin toptan depolitize edildiği, burjuva partilerinin klasik anlamda birer ideolojik-siyasal alternatif olmaktan çıktıkları bu dönemde, kendiliğinden hareketin politize olması için, dışarıdan siyasal girdilere mutlak olarak ihtiyaç vardı. Oysa “Çankaya’nın şişmanından” şikayet eden ve siyasal hedef adına en fazla demokrasi sözcüğünü dile getirebilen işçi hareketine solun ideolojik ve politik bir girdisi olamadı. Nedeni basittir; sol dağınık ve örgütsüz, en fazla hazırlık evresindedir, sınıfla kesilen bağları yeniden kurulmuş olmaktan uzaktır. Sosyalist ve devrimci hareketlerin işçi kitleleri içindeki unsurları ise örgütlü bir sürecin parçası/taşıyıcısı olarak değil, yalın işçi kimlikleriyle hareket edebiliyorlardı.

Bu güçsüzlük haline karşın, 1980’lerin ikinci yarısı bir dizi sol işçi yayınına sahne oldu. Bu yayınlardan kimilerinin yerel işçi panelleri düzenlendiği, toplantılara azımsanmayacak ölçüde işçi katılımı sağlandığı hatırlanabilir. Etkinlik düzeyinin yetersiz olmasının yanısıra, liberalizm ve demokratizmin sol hareket üzerindeki etkisi de kaydedilmeli.

Dönem, Sovyetler Birliği’nde Garbaçov ihanetinin örülmekte olduğu, bu doğrultuda uluslararası sosyalist hareketin, “yeni düşünce” adı altında geleneksel normlardan liberal mevzilere çekilmekte olduğu dönemdir. Garbaçov çizgisinin acenteliğini üstlenen TKP-TİP ittifakının dışında kalan unsurlar ise glasnost sürecinin sonuçlarını bekliyorlar, bir yandan da adım adım sağa çekilen genel yapılanmaya ayak uyduruyorlardı.

Bekleme odasından görülebilen tek şey burjuvazinin demagojik demokrasi kampanyası olmuştur. Türkiye tarihinin en kişiliksiz ve apolitik parti başkanı Erdal İnönü ile faşist milislerin hamisi karşı-devrimci Demirel, sol hareketin bütünü üzerinde çekim gücüne kavuşan bir dalgayı ortaklaşa ürettiler. Sol, ideolojik mücadelenin eksenine bu gerici ikilinin getireceği demokrasiyi koydu!

İdeolojik içerik burjuva demokratizmine havale edildikten sonra geriye dar politik/örgütsel “girdiler” kalıyordu. Türkiye solunun, dönemin görece iri devrimci demokrat ve geleneksel sol hareketleri sendikalarda bir koltuk paylaşımı mücadelesine girdiler. Solun bu tür “politik” kadroları, kendiliğinden hareketin geri çekilmeye başladığı gün, kendilerini öne itelemiş olan yoldaşlarına sırtlarını döndüler ve koltuklarında huzura erdiler. Siyasal hareketleri, bu yeni sol sendikacı kuşağını kapsayacak denli sağa çekilmişse, huzur ve atalet restore edilebilmiştir. Bugün Türkiye solunda bütün reformist açık partilerin işçi hareketi içindeki etki alanları bu buluşmadan türedi.

1989 Bahar Eylemlerinde politik bir içerik yoktur. Ekonomik taleplerle belirlenen hareket içinde siyasi gerekçeli eylemler, ancak mumla aranırsa bulunuyor: Tümtis’in örgütlü olduğu Topkapı Nakliyeciler Sitesi Ambar işyerlerinde ve Deri-İş’in örgütlü bulunduğu Kazlıçeşme atölyelerinde 1 Mayıs 1989 günü eylem yapılıyor. Yine Tümtis, Topkapı’da cezaevlerinde sürmekte olan ölüm oruçlarına destek amacıyla eylem yapıyor… Petrol-İş sendikasının yıllıklarında 1980’lerin ikinci yarısındaki işçi dalgasında ücret artışı dışında gerekçeleri olan eylemler olarak bunlar var.

Peki, bir mücadelenin geleceğe ne bırakacağı nasıl belirlenir?

Toplumsal mücadele geleneklerinin şekilsiz, dipten gelen dalgaların güçsüz olageldiği Türkiye’de, bir mücadelenin geleceğe aktaracaklarının anlam ve çerçevesini politik taşıyıcılar, ya da hatırlatıcılar belirleyecektir. Bahar’da bu unsurlar yoktur. Dönemin tabandaki önderlerinin büyük çoğunluğu, şimdi bakkal dükkanı çalıştırmıyor ise sendikacı koltuğundadır ve bizzat kendileri de politik perspektif adına Çankaya’nın şişmanından başka bir şey hatırlamayacaklardır. Bilindiği gibi işçi sınıfının yaşadığı dramatik ekonomik yıkım bu mücadele sonucunda hafifletilmiş ve eylemlilik de sönmeye başlamıştır.

Bahar eylemlerinin önemi ’80 sonrasında, “bilimsel-teknolojik devrim, hizmet sektörünün önem kazanması, emekçi sınıfının yapısının değişmesi, otomatizasyon ve robot kullanımı, hatta kapitalizmin sömürücü karakterinin değişmesi” gibi bir dizi “yeni” düşünceyle işçi sınıfının tarihsel rolünü ve devrimci kimliğini sorgulamaya girişen eski solcu/liberal kesimleri şiddetle yalanlamasından gelmektedir. Bu yalanlama önemli ancak yetersizdir: İşçi eylemi, ihanet amigolarını zor durumda bırakırken burjuvazinin gerçek rafine liberalizmi geri planda kıs kıs gülmektedir: Hareketin en yoğunlaştığı yıl boyunca neredeyse bir buçuk milyon işçi durmaksızın eylem yapacak, ama siyasal içerik ısrarla dışta tutulacak… Bu kuşağın tasfiyesi çok zor olmamıştır.

-Genel Eylem ya da Büyük Sabotaj

Hareket, ekonomik kazanımlara paralel olarak gerilemeye başlamış, ancak doruk noktası Zonguldak madencilerinin Büyük Yürüyüşü olmuştur. Tasfiyenin kritik tarihi de aynı günlere denk getirilen 3 Ocak “Genel Eylemi” olarak saptanmalıdır. 3 Ocak Zonguldak’tan başlayacak yürüyüşün hemen arifesidir. Türkiye o günlerde Zonguldak’ın tansiyonunun her saat yükseldiğini hissediyor, bir patlama, adım adım geliyordu. Türk-İş Başkanlar Kurulu, “müstear adı” genel eylem olan genel grev kararını 1988 Şubatı’nda almıştı. Tarihi belirlenmeksizin alınan bu karar, konfederasyonun fiilen kullanacağı bir silah, değil bir tehdit unsuru olarak değerlendiriliyordu.

1989 Bahar Eylemleri sırasında bile kaçınılan genel grev tarihi olarak Zonguldak yürüyüşünün arifesinin seçilmesi rastlantı olamaz. İşçi hareketi gerileyen bir trend göstermekle birlikte etkinliğini 1990 boyunca da sürdürmüş, değişmekte olduğu iddia olunan Türk-İş, hareketin önünde yürümek yönünde bir eğilim göstermemiştir. Konfederasyon genel grevi buzluktan indirmek için her nedense Zonguldak yürüyüşünün tam bir gün öncesini seçmiştir.

Nedeni bellidir: Zonguldak’la fokurdamaktan çıkıp patlama noktasına dayanan kendiliğinden hareketliliğin “buharının alınması” gerekiyordu 12 .

Zonguldak yürüyüşü 4 Ocak tarihinde başladı. On binlerin tüyler ürperten korteji, umutsuzu ve dirisiyle sol kesimlerde yarattığı deprem boyutlarında olmasa da Türkiye’yi de belli ölçülerde sarsmıştır. Belli ölçülerde… Bu kayıdın silinebilmesi için, örneğin dayanışma gösterileri, yürüyüşe başka illerden katılımlar, yine başka kentlerden yürüyüşler gibi bir dizgenin başlangıcı olması gerekirdi. Zonguldak’ın 4-5 yıl öncesinden gelen bir dalganın zirvesi ama son noktası olmasının nedeni, devletin aldığı polisiye önlemler, baskılar değildir. Bu fiziki önlemlerden daha etkili olan Genel Maden İşçileri Sendikası’nın izole edilmesidir. Sol hareket ve sol sendikacıların elinden yürüyüşçülere yiyecek yardımı ulaştırmaktan başka bir şey gelmedi!

Türk-İş bürokrasisi 3 Ocak eylemi ve Zonguldak’ın geri basması ile istediği sonucu hazırlamış ve altın tepsi içinde burjuvaziye sunmuştur. Bir yandan da sınıf içindeki mücadeleci ve radikal unsurlar ve sol kesimlere kendilerini avutma imkânı da hazırlanmıştı: Ne de olsa, 3 Ocak günü genel grev yapılmıştı! Eylem biçimi olarak “evde oturmanın” dayatıldığı bir genel grev!

Genel grevi pijamalarıyla geçiren işçi kitlelerinin Zonguldaklı sınıf kardeşleriyle dayanışma yönünde sahip oldukları düşünülebilecek sezgisel heyecan televizyon karşısında pijama kıvrımlarında boğulmuştur…

Genel grevin burjuva yasallığının sınırlarını zorladığı açıktır ve burada sınıfın ileri unsurlarının, yukarıda sözü edilen genç öncüler kuşağının sendikal yapı üzerindeki basıncının payı da mutlaka vardır. Bu ileri unsurların başından itibaren bir sabotaja imza koyup gönül verdiklerini iddia etmiyorum elbette. Ancak bir eylemin, bir siyasal olayın tarihsel anlamı, büyük ölçüde sonuçlarına bakılarak çıkartılabilir. Sonuçlar, eylemin içerdiği öznelerin tasavvurlarından çok daha gerçek ve kalıcıdır. Bu tasavvurlarla tarihsel sonuç arasındaki mesafe geniştir. Zamanında yine Gelenek’te yaptığımız değerlendirmeleri hatırlatmakta yarar görüyorum:

“On yıldır ilk kez bütünsel olarak Türkiye’nin sendikal örgütlü, politik örgütsüz tabanı sendikal yönetimlerin önüne geçiyor. Artık fiilen yılların kaşarlandırdığı yöneticiler tabanı temsil yeteneğini yitiriyorlar” 13 . [GİRİTLİ, Aydın – UYGUR, Cengiz]

Tam da öne geçen taban dinamizmi depolitize olduğu içindir ki, “tarihsel sonuçlara” sendika bürokratları imza atabilmişlerdir.

Sürecin bir de sendika içi boyutu var. Hizip çekişmeleriyle sarsılan Türk-İş’te iktidardaki Şevket Yılmaz ekibi, 1982’de yenilgiye uğrattığı solun genel sekreter adayı Denizer’e darbeyi bu biçimde vuracağını düşünmüştür. Ancak konunun sendikal hesaplaşmaları aşan boyutu daha önemlidir. Tarihin sonraki akışı da bunu göstermiyor mu? Önünde sonunda Türk-İş merkez bürokrasisi, Denizer’in yalnızca kendiliğindenci bir işçi hareketinin tepesine oturmuş olmadığını, aynı zamanda Zonguldak’ta devletin en güçlü ayağı olmaya, bir tür devlet-mafya örgütlenmesi ile bölgeyi kontrol altına almaya pek yakın olduğunu ihmal etmiştir. GMİS ve Denizer’in yalnız bırakılması Yılmaz ekibinin yalnızca geçici başarısı olmuş, izleyen Genel Kurul’da yönetim değişmiştir.

“Türk-İş zoraki ‘genel eylem’ kararının üzerine yatmak istedi. Şevket Yılmaz ekolü tarihlerinin en ağır eleştirisine, en büyük genel eylem sonrasında muhatap oldular” 14 . [GİRİTLİ-UYGUR]

İşçi yükselişine nokta konuyordu. Bu darbeden sonra işçi sınıfı hareketi belini uzun süre doğrultamamış, bürokrasi kendisini yenileme imkanı bulmuştur. Tasfiyenin biçimi aynıdır. Yine öncü işçiler kuşağının sermaye tarafından tasfiyesine sendikalar tarafından göz yumulmuş, ya da bu taban önderleri bürokrasinin içine çekilmişlerdir.

-Düşüş ve tıkanma

Türk-İş bürokrasisi bu genel eylem uygulamasının düdüklü tencereyi rahatlatma işlevinden çok memnun kalmış olacak ki, Nisan 1994 Çiller paketinden sonra 20 Temmuz’da aynı yola yeniden başvurdu. Sonra 20 Aralık’ta bir kez daha…

Genel eylem denilen, işyeri temsilcilerine okunması için bir bildirinin iletildiği, işçilere de taşıdıkları heyecana oranlayarak sert ya da şakayla karışık işe gelmeme öğüdü verilen günler, gerek işçilerin gerekse kamu emekçilerinin mücadele tarihine kaydedilmeye başlandı. Bugüne kadar 1980 sonrasında en etkili genel eylem 3 Ocak’tır ve ihanet ile sabotajın da en büyüğünü ifade etmektedir. Diğer genel eylemlerin ise öneminin ihmal edilebilir olduğunu düşünüyorum.

Genel eylem sloganının ciddiyeti yok olmaya yüz tuttuğunda Kızılay mitingleri bulundu. Bu mitingler her defasında oldukça kitlesel olarak gerçekleşmiştir. Ancak 1994 Kasım ayında Ankara’da gerçekleştirilen yürüyüşte Meral’in işçileri geri çevirmekte zorlanması ve karakola sığınması kritik bir olaydır. Sendikal bürokrasi, bundan büyük bir ders almış ve bundan sonra Türk-İş’in büyük eylemleri faşistlerin organizasyonuna bırakılmıştır. Faşist sendikaların alana hakim olmaları, kürsünün de bu unsurlara emanet edilmesi asla ihmal edilmemiştir. “Türk-İş nerede biz oradayız”, uzlaşmacı bürokratlara yönelen taban tepkisi ve bu tepkinin içinde mevzilenen sola karşı faşist sendikacılığın alamet-i farikasıdır.

Türk-İş merkezinin iddialı kitle eylemlerinden 20 Temmuz 1994 genel eylemi, Nisan ayındaki “istikrar” paketini izledi. Bu eylem kararında, daha 1992 Aralığında yönetime gelmiş olan Meral-Denizer’in “Değişim” grubunun tabanındaki sol sendika ve şube yönetimlerinin basıncının payı görülmelidir. Orta kademe sendika tabanına dayanarak yükselen Değişimcilerin, burjuvazinin emekçilerden özveri taleplerine verebilecekleri olumlu tepkinin bir sınırı vardır.

Aynı dönemde İstanbul şubeler platformu, merkez bürokrasiden kopma eğilimi gösteren sol orta kademelerin en çok öne çıktığı ve temsil edildiği odak haline geldi. Şubeler platformunun dört dörtlük bir devrimci sınıf perspektifine oturduğu düşünülmemelidir. Platform ilk çıkışlarındaki radikal tonlamaları biçimsel olarak sürdürse bile, merkez bürokrasinin genel grev değil “genel yasak savma eylemi” yapma geleneğine teslim olmuştur.

Siyasal perspektif ile değil koltuk mevzileriyle ilgilenen sendikacı-demokrat solun zihninde uyanan çözüm, şubeler platformunun kurumsallaştırılması oldu. Ancak bu insiyatifin yukarıda kullanıldığı anlamıyla “oyunbozanlık” işlevi pek kısa ömürlü kaldı.

20 Temmuz’un “abartılacak bir yanı olmadığında” anlaştığım bir kaynakta söz konusu eyleme (1) şubeler platformunun ilk kez ağırlığım hissettirmesi, (2) kamu emekçileri ile işçilerin ilk ortaklaşa eylemi olması, (3) kimi sendika genel merkezlerinin konfederasyon merkezi ile değil şubeler platformu ile birlikte davranmaları, (4) hareketin siyasallaşması ve (5) platformun kalıcı bir kurumsallığa doğru gelişmeye işaret etmesi biçiminde özetleyeceğim olumluluklar yükleniyor 15 . [OĞUZ, Hasan]

Bu değerlendirme kanımca oldukça sorunlu:

Bir; perspektifsiz ve iddiasız orta düzey sendika bürokratlarının ağırlık kazanmalarının pek bir fayda getirmediği sürecin daha sonrasında görülmüştür.

İki; kamu emekçileriyle ortaklaşa eylem yapılmasının sürekliliği olmamıştır. Üstelik bu olumlu nokta kitlesel düzeyde sınıfın bu iki bölmesinin arasında sağlam köprüler inşa edilmesi anlamına gelmekten çok, iki bölmenin içindeki “sendika solculuğu”nun eseridir. Süreklilik için kamu emekçilerine işçi sınıfının bir parçası oldukları yönünde bir ideolojik eğitimin taşınması, her iki bölmeye, sermaye sınıfının “emekçileri birbirine düşürme” politikasının teşhir edilmesi vb gerekirdi. Kamu emekçileri cenahındaki sendika solculuğunun uzun süre “Memur Değil İşçi” sloganına, tabanı fazla zorlayacağı gerekçesiyle soğuk durduğu biliniyor. Bu yaklaşımın sahipleri, tam tersine kamu emekçilerinin kendilerini ayrıcalıklı gören yanlarını pohpohlamayı tercih etmişlerdir.

Üç; bir siyasallaşma yaşandığı gerçektir. Daha doğrusu, büyük bir çoğunluğu geçmişte siyasallaşmış, daha sonra bürokratlaşmaya yönelmiş sendikalistlerin bir “re-politizasyonu”ndan söz etmek daha yerinde olacaktır. Bu gelişme sayesinde ortaya bugünkü sendika solculuğu çıkmıştır. Kitlelere nüfuz eden bir siyasallaşmadan söz etmek ise fazla iyimser bir yorumdur.

Dört; kendi başına bir kurumsallığın kalıcılaşmasını baştan olumlamak, adı geçen yazarla aramızdaki en temel farklılığımız olsa gerek. Siyasal yönelişine bakmaksızın “işçiler kurumsallaşıyor” diye sevinmeyi doğrusu hiç anlayamıyorum…

20 Temmuz değerlendirilirken solda önemsenmesinin bir nedeni de elbette, 3 Ocak’a göre solun kendisinin çok daha yoğun biçimde devrede olmasıdır. Ancak bunun eylemin karakteri ve sonuçlan itibariyle abartılacak bir yanı gerçekten yoktur… Şubeler platformu girişimleri sürüyor. Sessiz, perspektifsiz ve Türk-İş’in ikinci kez kongre kazanan genel merkezinin ihanet çizgisini kırmayı düşünmeksizin…

-Kürt tasfiyesi

Türkiye kapitalizminin sinyal veren krizine politizasyon tepkisi soldan değil Kürt hareketinden geldi. Kürt dinamiğinin işçi hareketinde de kaçınılmaz yansımaları olmuştur. Daha sınırlı sayıda kişiyi kapsayan ve sendikal hareketin tabanındaki ileri unsurları değil, üst yönetimlerine yansıyan bir diğer tasfiye rüzgarı bu yönde esti. Kürt kökenli ve Kürt sorununda düzen karşıtı/demokrat kimlikli sendika önderlerinin, yargı-hapis yoluyla tasfiye edildiklerini, bu arada geride kalan önemli bir niceliğin de sindirildiğini biliyoruz. Türkiye’de ilerici hareket içinde Kürt motifleri giderek artarken işçi sınıfının sendikal hareketinin “Türk” karakteri kazanması son derece önemli ve gerici bir olgudur. Değişim Grubu’nun bu devlet müdahalesinin ortağı olduğu açıktır. Orta düzey reformist bürokrasi ya da sendika solculuğu ise işçi kitleleri içerisinde körüklenen şovenizme en azından sessizlikleriyle teslim oldular. Sendikal alanda koltuk mevzisini birinci sıraya yazan demokrat/reformist sol, anti-Kürt tasfiyeden, kendisini sıyırmayı düşünmüştür yalnızca. Bu tutum, 1960 ve 1970 yılları sol sendikalizmine içkin milliyetçi-kemalist çizginin de restore edilmesine denk düşüyor.

İdeolojik tasfiye

Öncü işçi kuşaklarının tasfiyesi mutlaka bir ideolojik taarruzun eşliğinde gerçekleşiyor. Fiziki tasfiyeyi bir de ideolojik tasfiye izliyor. Daha önce yukarıda telaffuz edilen demokratizm ideolojik tasfiyenin en büyük aracı olarak rol oynadı.

Demokratizmin 1980 sonrası liberal sunumu, bir yanılsama oluşturdu. Demokratizmin özel olarak devlet ile arasında bir karşıtlık ilişkisi bulunduğuna inanıldı. Sivil toplumcu tasavvurların içerisine devletten bağımsız, “siyasal iktidarın” alanını sınırlayan, kendi dinamiklerine sahip bir sendikacılık oturtulmaya başlandı. Bu sendikacılığın diğer iktidar perspektiflerinden de bağımsızlaşması gerekiyordu elbette!

İktidarsızlaştırma, tam da burjuvazinin toplumsal muhalefet dinamiklerine yönelik operasyonunun özünü oluşturur. Bu bir yana, devletten bağımsızlık, tam bir fasaryadır. Bizzat sendika bürokrasisinin genişlemesi ve oturması, Kürt tasfiyesine sessiz kalınması gibi yalın göstergeler bile son dönem sendikacılığının sivil toplumcu/liberal inançlarla başlatılan yolunun burjuva devletin kucağında son bulduğunu anlatıyor.

1980 sonrası kendiliğinden hareketin iktidarsızlaştırılması, burjuva devletle yeniden barıştırılması ve Türk-İş’in bürokratik konsolidasyonu süreçlerine en çok emeği geçenlerden biri, başlarda da değindiğimiz “otorite” Yıldırım Koç’tur. Koç en büyük efsanelerinden bir tanesini Türk-İş’in değişmesi üzerine kurdu.

Türk-İş Sadık Şide’yi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak verdiği 12 Eylül sonrasında işçi sınıfı üzerinde zora dayalı bir tekelin sahibi oldu. 1980’lerin ikinci yarısında yükselen kitle hareketi ve işçi sınıfının sendikal örgütlülüğünde en büyük ve -daha önemlisi- rakipsiz bölmenin fiilen bu konfederasyonda örgütlü hale gelmesi, militarist tekelin önemini azaltmıştır. Devrimci sendikacılığın yenilgiye uğradığı koşullarda işçi sınıfına ve komünistlere de bu durumun veri alınması kalıyordu.

Birinci TİP’in kurucularından ve tarihi boyunca sık sık sosyalizmden söz ettiği bilinen İbrahim Denizcier’in başkanlığında selamlanan 12 Eylül dönemi, Türk-İş geleneğinin uygun isimlerinden Şevket Yılmaz ile sürdü. Konfederasyonun solla da temas eden ilk büyük eylemi 1986 İzmir mitingi oldu. Solun adım adım kendini toparlama ve emekçilerin de mücadeleye dönme işaretleri vermeleri, hepsinden önemlisi Özal liberalizmini aşan bir burjuva demokrat dalganın büyümeye başlaması ile birlikte konfederasyon içerisinde de bir “sol” kanat serpilmeye yöneldi.

Bu kanadın sosyalizmle temas eden eski sol sendikalizmle bir ilintisi yoktur. 1970’lerin ortalarında Türk-İş’ten kopartılmayan geleneksel sosyal-demokrat muhalefettir bu: 1986 Aralık ayında gerçekleşen 14. Genel Kurul’da Yılmaz-Başoğlu ekibinin karşısına, sonradan milletvekili ve bakan da olan Petrol-İş Genel Başkanı Cevdet Selvi çıktı. “Sol” 1986’da kaybetti. Ancak üç aylık Netaş grevi, ardından Bahar Eylemleri dalgası Türkiye işçi sınıfının 12 Eylülcü devlet sendikacılığı tarafından kapsanmasını giderek güçleştirmekteydi. En hareketli yıl olan 1989’da 1.5 milyona yakın eylemci ve 40 bin grevci kayıtlara geçiyordu. Bu yıl toplanan 15. Genel Kurul’da “solun” parlayan ismi, genel sekreter adayı olan Şemsi Denizer’dir. Yılmaz ekibinin bir kez daha kazanması burjuvazinin ve devlet sendikacılığının işçi hareketini “kapsayıcı biçimlerle” değil 12 Eylülcü baskı ve Özalcı kayıtsızlık ile karşılamaya devam etme tercihini gösterir.

Aslında 1990 yılı da kendiliğinden hareketin ivmesinin düşmeye başladığı yıldır. Fiili ve kitlesel eylem çizgisi geriler, ve bunun yerini yasal grevler ve bu grevlere katılan işçi sayısının artışı alır. 1991’in başındaki büyük sabotaj ise, yukarıda tartışıldı, işçi hareketinin doruk ve sonu olmuştur. 1992 Aralık ayı ve 16. Genel Kurulda uzun süredir solun hayallerini süsleyen Türk-İş’in değişmesi vitrinde sağlandı: Bayram Meral ve Şemsi Denizelin “Değişim Grubu” kazandı. Bir önceki Genel Kurul’da Şevket Yılmaz’ın sağcı listesinde yer alan Enver Toçoğlu bu kez “değişimci” olmuş, üç yıl önce sol muhalefet listesinde yer alan Denizer ve Sabri Özdeş ile birlikte seçiliyordu. Değişimcilerin arasında sosyal-demokrat bile yoktur!

Ancak bu arada kimi gelişmeler yaşandığı da varsayılmalıdır: Ara kademelerden Türk-İş’e bağlı sendikalara geçen eski sol sendikacıların kendiliğinden hareketlilik döneminde belirli bir güç kazanmış olmaları normaldir. Bu etkinlik tabandaki öncü kadrolara genel olarak bir “sınıf kini”, ama apolitizm olarak yansı(tıl)mıştır. Bir diğer etken yukarıda değinilen İnönü-Demirel demokrasisinin artık iktidara yerleşmiş olmasıdır Düzenin işçi örgütlenmesini hükümetin yapısına daha uyumlu hale getirmesi de olağandır. Sonuçta Değişim hareketi ile ’92 Genel Kurulu’nun arkasında sermayenin hükümet düzlemindeki tercihlerinin yansımaları ve orta kademelerdeki bir solculaşmanın merkezdeki gericilik ile içine düşebileceği bir çatışma ortamının ertelenmesi gibi nedenler aranmalıdır.

Türk-İş’in değiştiği ise… Değişmekten kastedilecek olan yalnızca CIA yönlendirmeli burjuva sendikalizminin, kısaca devlet sendikası kimliğinin farklılaşması olabileceğine göre, büyük bir yalandır!

Kaldı ki “değişim” palavrasının Meral-Denizer ekibiyle doğrudan bir ilintisi de bulunmamaktadır. “Türk-İş Çok Değişti” tezini aynı başlık altında TSİP’in Görüş dergisinin sayfalarında ve 1990 yılında anlatan Yıldırım Koç’un sunduğu kanıtlara bakmak yararlı olur:

Buna göre, Türk-İş’in 711 şubesinin 338’inin başkanları 1987-1990 arasında değişmiştir. Değişimin oranı % 48’dir. 32 sendikanın 15’inin genel başkanları değişmiştir. Bağlı sendikaların 196 genel merkez yönetim kurulu üyesinin 97’si değişmiştir. Bu son verinin anlattığı değişim oranı da % 49’dur 16 .

Önce; bu görüşlerin pazarlandığı yayın, o dönem Garbaçov ihanetine teslim olmamış, TBKP zırvalıkları karşısında geleneksel solcu Ortodoks bir direnç göstermeye çabalayan TSİP’e aittir. TSİP’in bu tür tezlere vitrin olmak açısından PDA ve TİP – TKP geleneklerinden aşağı kalmadığı söylenmelidir 17 .

İkincisi, otorite sayılan bir araştırmacının şaşırtıcı muhakeme düzeyidir. Koç, Türk-İş’in yaşadığı değişimden sayıları ve oranları anlıyor. Amerikan sosyolojisi kökenli bu kaba, sayısal ampirizmin değişim ile ne alakası olduğu o dönem cesaretle sorulmamıştır. Ama artık söylenmeli ve bu öykülere son verilmelidir. Siyasal ve ideolojik içeriğin devreye sokulmadığı bir değişim tartışmasıdır yapılan ve asıl anlamı yalındır: Solda, sol sendikalist gelenekten gelen unsurlarda, genç öncü işçilerde, gerçek bir değişimin nasıl olması gerektiği yönünde bir tartışmanın önü kesilmiştir.

Koç’un bu işten ne kazancı olduğu sorulabilir. Koç, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yaşanması kaçınılmaz hale gelen kadro değişimi sırasında kariyerini güçlendirmek istemiş ve başarmıştır. Yeni sendikal bürokrasinin solu tanıyan, sol tarafından kabul gören ve şiddetli anti-komünist bir unsuru sahiplenmeleri hem bürokratlara hem Koç’a yararlı olmuştur. Üçüncüsü; evet Koç şiddetli bir anti-komünist olarak bu operasyondan özel bir tatmin almış olabilir 18 . Başka ne tür faydalar sağladığı ise henüz tam olarak bilinmemektedir.

Elbette 1992 yılında yönetime gelen ekibin hanesine yalnızca sendika bürokrasisini yeniden yapılandırmak ve solun alanını daraltmak yazılamaz. Bu nedenle iki eylemin “Koç literatüründe” abartıldığı görülür: 20 Temmuz ve 26 Kasım 1994… 20 Temmuz yukarıda tartışıldı. 26 Kasım ise, hatırlanacaktır, Meral’in ağacın tepesinden işçileri eylemi bitirmeye ikna etmeye çabaladığı, pet şişe yağmuruna tutulduğu, karakola sığındığı, işçilerin Ankara sokaklarında “bunun için mi geldik” diye hiddet içinde kalakaldıkları eylemdi. Koç’a göre bu eylemlerin kimi eksiklikleri “elbette” var: 20 Temmuz’un kusuru, örneğin “örgütsüz işçiler ve özelikle de kayıt-dışı sektörde kaçak olarak çalışan işçilerin” eyleme katılmaması 19 , 26 Kasım’ınki ise kötü hava koşulları ile katılımın daha da yüksek olmaması ve ses düzeninin yetersizliğidir 20 . Bilindiği gibi, yere göğe sığdırılamayan 26 Kasım eyleminin içeriği Meclis’e dilekçe verilmesi ve Anıt-Kabir ziyaretiydi…

Yıldırım Koç’un çalışmalarında “işçi sınıfının bağımsız siyasal örgütlenmesi” ifadesine rastlayan sol okurun “şaşırması” ve “etkilenmesi” mümkündür. Ne yazık ki, kökeni itibariyle komünist partiyle, sınıfın öncü partisi ile tek ve aynı örgütlenmeye gönderme yapan bu ifade, 80’lerin askeri-liberal operasyonu sonucu anti-komünist sendikal bürokrasinin eline geçmiştir. Ve bu söylem bir başka bürokrasi geleneğiyle de birleşti: Siyasi parti kurma tehdidi.

Sendikalizmin Mustafa Kemal’den öğrendikleri bu yöntemin doğumunda TİP’e karşı ÇP girişiminin bulunduğu da hatırlanmalıdır. Türk-İş defalarca ve son yıllarda giderek daralan periyotlarla, DİSK de en vurgulu haliyle 1970’lerin sonlarında bu silaha başvurdular. Türk-İş’in tehditleri asla ciddiye alınmamalıdır. Emekçi kitlelerin düzen partilerinden kopuşu karşısında bir oyalama ve düzen sendikası platformuna yönelik umutların diriltilmesinden başka anlamı yoktur. Emekçi kitlelerin burjuva partilerden kopuşunu resmen ilan etme anlamını da içerdiği için, bunların ve dolayısıyla hükümetlerin, “partileşiriz” söyleminden hoşnut kalmayacakları bellidir.

DİSK’in kitle partisi fikri ise, sosyal-demokrat sendikalizmin TKP’yi ve devrimci demokrat kanalları zayıflattığı, öte yandan Ecevit sosyal-demokrasisinin DİSK’e yıkılan sol kimliği kapsama olanağını yitirdiği bir konjonktürde ortaya atılmıştır. Bir gerçekliği yoktur.

Ancak bu söylemin etkisi Emek Partisi kuruluş sürecinde gözlemlenmektedir. Kır kökenli bir hareket olarak EP geleneği, işçi sınıfı hareketiyle temasını 1980’lerin ideolojik ve politik içeriksizlik döneminde yoğunlaştırdı. Kır kökenli formasyon kendiliğinden/burjuva sendikalizmiyle buluştuğunda ortaya uvriyerist/sendikalist bir sentez çıktı. EP, “dışarıdan bilinç taşıma” modeline alerji geliştiren ve solculuğu, mevcut sendikal yapının biraz daha “işçici” kesimi olarak kavrayan sendikal bürokrasinin sözcülüğüne oynamaktadır.

Türk-İş’in değiştiği tezi, bu bürokrasinin maddi konumuna, bu konumun rasyonalizasyonuna son derece uygun düşüyor. Aslında yaşanan gelişme bir yanıyla DİSK için 1970’lerin başında geçerli olan senaryonun çok daha geri bir tekrarı olarak da görülebilir. Sol sendikalizm o dönem TKP’yi ittifak yapılabilecek, yani kendisini fazla zorlamayacak ve kadro yapısıyla yararlanılabilecek bir odak olarak değerlendirmişti. Şimdi DİSK’ten Türk-İş’e, sol sendikalizmden düpedüz sendika bürokrasisinin sol kanatlığına, geleneksel soldan (TKP) maoist-devrimci demokrat bir kökene doğru gerilenmiştir.

-Yalan atılımları

Yukarıdaki tarihsel benzerliklerin anıştırmalarıyla devam etmek istiyorum. TKP’nin o dönemki çıkışının adı “atılım”dır, ve kesin bir gerçektir. 1990’larda işçi hareketiyle sol siyasetin temas noktalarına bakıldığında ise ortaya atılan atılım iddialarının birer büyük yalandan ibaret olduğu görülecektir. Yalancılar listesine ilk kayıt yaptıran Sosyalist Parti/İşçi Partisi’dir. Bu parti, eskiden DİSK’teki geleneksel sol ağırlığı “sosyal-faşizm” olarak görmesinden olsa gerek, Türk-İş bürokrasisiyle görece kolay bir barışıklık tesis etmiş, en azından TKP kökenli sendikacıların Türk-İş’çiliklerinde olduğu gibi yüzlerinin kızarması gerekmemiştir.

SP/İP’i takiben TBKP/BSP/ÖDP, arkadan EP atılım iddialarını çeşitlendirmişlerdir. İnanan olursa Bahar Eylemlerinin ardında SP vardır(!) İP uzunca bir süredir, sendikalarda bir anti-Kürt kimlik şekillendirilmeye başlandığından beri, milliyetçi dalgaya tutunmuştur. Türk-İş mitinglerinin artık genel güvenliğini faşistler alırken İP de ay-yıldızlı bayraklarla iyi bir aksesuar oluşturmaktadır…

İkinci “atılım” da EP’e nasip olmuştur. İnanan olursa Şubeler Platformu’nun kuruluşunu izleyen dönemdeki tüm parçalı ve genel eylemlerin arkasında bugün EP’yi oluşturan kadrolar vardır(!)

Bu ekiplerin bir faaliyet yürüttükleri elbette doğru. Faaliyetin içeriği ise ideolojisiz ve siyasetsiz köşe tutma harekatıdır. Reformizmin kadroları sendikalarda birbirlerinden kolay kolay ayırt edilebilir nitelik taşımazlar. Türk-İş solu, DİSK ve KESK, reformistlerin kimi zaman kendi aralarında, kimi zaman saf burjuva liberalleriyle, başka bir yerde açıktan devlet sendikacılarıyla, bir diğer köşede de Kürt yurtseverleri ile ittifak oyunları üzerinden yönetilmektedir.

Konfederasyonların, üçü de son aylara sığıveren genel kurulları “solun” etkinlik iddialarının kofluğunun ve merkez bürokrasiye bağımlılığının yeterli göstergelerini sunmaktadır.

1995’in kamu kesiminde genel grev boyutlarındaki eylem dalgasını hatırlayalım. Türk-İş Genel Merkezi gözle görünür biçimde uzlaşmacı ve idareci bir çizgi izlerken, bürokrasinin solu Genel Kurul arifesi olmasına karşılık güç kazanmayı hedefleyen bir atak içine girememiştir. Nedeni bellidir; sol bürokrasi merkezdeki ağalarla bağımlılık ilişkisi içindedir, ve tabanla arasında, en az merkezin olduğu kadar yabancılaşma durumu söz konusudur. Sol kesim, örneğin Türk-İş’te mevcut yapıyı zorlamaya kalkması ve bunun için risk almasının herhangi bir nedenini bulamamakta, hissedememektedir. Çünkü böyle bir hissiyatın varlığı tamamen ideolojik ve siyasi bir misyonun sahibi olunmasına bağlıdır. Sol bürokrasinin bugünkü yapılanması böyle bir misyondan çok uzaktır.

Bürokrasinin bütün kanatları arasında bir kader ortaklığının gelişmesinde, sendikaların kapsadığı emekçi nüfusun giderek daralmasının ve bunun sendikal hareketin toplumsal ağırlığını hızla aşağıya çekmesinin payı büyüktür. Bürokratik kurum bu duruma bir çare üretememektedir. Giderek daralan sınırların içine çekilmek ve korunma güdüsü ağır basmakta, ancak sol, toplam sendikal alanın daralması sonucu süratle kimliksizleştiğini fark edememektedir. 1 Mayıs 1996 bu kimliksizleşme açısından da çarpıcı bir fotoğraf vermiştir. Sendika bürokrasisinin en geri ve gerici unsurlarından en soluna kadar kapsayıcı bir ittifakla kararlaştırılan Kadıköy mitingine sendikalı işçi katılımı gülünç bir düzeydedir. Gerici bürokrasinin, Türkiye işçi sınıfının gündeminden 1 Mayıs’ın çıkmasından yalnızca keyif alacağı bellidir. Bürokrasinin solu ise, girdiği bu bağımlılık ilişkileri içerisinde ayırt edilemez hale gelmiştir.

Tüm bu söylenenlerden mevcut sendikacılık alanı içinde sınıf perspektifli adacıkların mevcut bulunmadığı anlamı elbette çıkartılmamalıdır. Ancak bugünkü çoğu küçük/yerel ölçekli ve az sayıda sosyalist kazanım baz alınarak herhangi bir çıkış yapılması olanağı yoktur. Sınıf sendikacılığının gerçek atılımı bu kazanımlardan güç almak ve bunlarla bütünleşmek durumundadır. Ancak bu doğrultuda dinamiklerin serbest kalmaları ya da ortaya çıkmaları başka etkenlere bağlıdır. Sonuç bölümünde dönmek üzere…

-Kamu emekçileri, demokratizm, atalet

DİSK’in ikinci kuruluşu egemen burjuva sendikalizmiyle uzlaşma yolunun aranmasıyla damgalanmıştır. DİSK’in de kuruluşundan başlayarak yarattığı “yönetimin giderek sağa kayması” yasası değişmemiştir. Nebioğlu Baştürklerden, Budaklar Nebioğlulardan daha sağdadır. Baştürk sosyal-demokrat ama “solcu DİSK’in başkanı” ve 12 Eylül işkencelerinden alnının akıyla çıkan bir “liderdir”. Sosyal-demokrasi ile “güler yüzlü sosyalizm” arasında bir yerlerde duran Nebioğlu, ikinci kuruluşta ancak bir ara dönem “duayeni” olmuştur. Tariş direnişi sırasında işçileri vazgeçirmek için çok dil döküp emek harcayan Budak, düpedüz sağ-liberaldir…

DİSK’in örgütlü sendikalarında yüksek ücret-yüksek aidat sisteminin sağladığı rehavet, genel sendikalaşma oranının %10’lar düzeyine inmesinin sendikacılarda yaratması gereken örgütlenme arzusunu perdelemektedir. Mafya tipi ilişkiler, burjuva partileriyle dirsek temasları, DİSK’in toplumsal ağırlığını Avrupa Birliği konusunda olduğu gibi devletin sözcülüğüne ve yine Avrupalılaşma ile bağlantılı ve liberal/zararsız medyatik kampanyalara havale eden bir “önderlik” söz konusudur. Bu önderliğin içinde ve yanı başındaki reformist sol da, aynı Türk-İş içindeki kardeşleri gibi kimliksizleşmiş, silikleşmiştir.

Bir dönem Türkiye işçi sınıfı hareketinin, mücadelesinde güçlü ideolojik öğeler bulunduran kamu emekçileri dalgasındaki hastalığın adı ise demokratizmdir. Demokratizmin sermaye iktidarının iç süreçlerindeki karşılığı Demirel-İnönü ikilisinin yükselişi oldu. Burjuvazinin demokrat demagojisi, açıkça emekçi ve sol kimlikli hareketin gevşek önderliği üzerinde dağıtıcı etki yarattı.

1992 yılında dokuz kamu emekçisi sendikasının imzasıyla “Anayasa değişikliği ve ortak genel demokratik bir sendika yasası için Düşünce ve Önerilerimiz” başlıklı bir metin hükümete sunuluyor. Metnin, bugün ortak partilerinde buluşmuş bulunan TBKP ve DY geleneklerinin ortak ürünü olduğunu tahmin etmek zor olmayacaktır. Burada önemli olan, bir metnin mevcut iktidara iletilmesi değil, taleplerin gerçekleşebilir olduğuna önderliğin samimi olarak inanıyor olması ve kitle içine salgılananın da bu boş beklenti olmasıdır.

Bugünden bakıldığında Demirel-İnönü koalisyonunun emekçi hareketine büyük bir darbe vurduğu görülebilmektedir. Kitleler demokrasi beklentileri üzerinden tam boy teslim alınmış, emekçi dinamiklerinin içi boşaltılmıştır. Özal döneminin TBKP liberalizmini teşvik ettiği hatırlanacaktır. Şöyle ya da böyle kendisini dışa vurmak zorunda olan likidatör eğilimin yapacağını bir an önce yapmasını Özal reformları denilen demagoji, ciddi ciddi teşvik etmişti. Aynı mekanizma gerek işçi sendikalarındaki sol bürokrasi gerekse kamu emekçileri hareketindeki TBKP ve DY ardılları için, bu kez Demirel-İnönü ekibi tarafından işletmeye açılmıştır.

15 Haziran 1993 tarihinde Başbakan vekili Erdal İnönü devlete bir genelge yayınlıyor. “Hükümetimiz, diye başlıyor İnönü, kamu görevlilerinin sendikal haklarını bu sözleşmeler çerçevesinde düzenlemeyi amaçlayan hazırlık çalışmalarını sürdürmektedir…” Devamında İnönü, devletin tüm kademelerinden sendikal faaliyetlerin engellenmemesini talep ediyor… Engellemelerin, sürgünlerin, sendikalara açılan kapatma, yöneticilere ceza davalarının, ayrıca Kürt illeri ya da devrimci eğilimlerin devreye girdiği noktalarda sermaye iktidarının konuyu kontr-terör kapsamında görerek buna uygun geliştirdiği ek araçların bitmediği açık… İnönü-Demirel demokrasisinin en büyük meziyeti emekçilerde ve aydınıyla sendikacısıyla, solumsu muhalefette bir hayal dünyasını körüklemesidir… Reformizme hayal dünyasının yettiği anlaşılıyor.

Elbette “yetinenler” ve “hayal edenler” yalnızca sendikal alandan çıkmıyor. Bizzat sol siyasetin içinde aynı sürecin işlediğini hatırlatmak gerekir. 1990 yılında giderek sağına açılan ancak TBKP likidasyonunun dışında kendisini tutmuş olan TSİP ve Görüş Dergisini yeniden hatırlatacağım. Bu çizgiyi, herhangi bir biçimde güncellik taşımamasına karşılık, devrimcilik ile ihanet arasında orta yol arayışı açısından tipik olduğu için seçiyorum.

Bugün Demokrasi gazetesine katkı koyan Varlık Özmenek, Süleyman Demirci ile “konuşan Türkiye’nin yükseliş günlerinde” bir söyleşi yapıyor. Eski TİP’li Özmenek’in röportajının başlığı: “Barışçı Çözüm Lazımdır!”… 21 Herhalde ünlemli olunca dönemin DYP Genel Başkanı Demirel’in demokratlığı daha inandırıcı olacak!

Solun Demirelciliğine başka örnek vermeye gerek yok. Elbette sol siyaset böyle bir sapma gösterirken, sol eğilimli sendikacılığın daha direngen olması beklenemezdi. Hele kamu emekçileri hareketinde, sol eğilimli sendikacılığın eski TBKP ve eski DY kökenlerine, Türkiye solunun en fazla liberalleşmiş bölmelerine dayandığı göz önüne alınırsa…

Bu demokratizmin atalete dönüşmesinde kritik tarih 1994, kritik gündem maddesi ise “konfederasyonlaşma” hedefinin egemen kılınmasıdır.

Konfederasyon kuruluşu kamu emekçileri hareketi için asla gerçek bir ihtiyaç değildir, olmamıştır. Konfederasyonlaşma muazzam bir enerji ve zaman harcanması anlamına gelmiş, sendika yöneticilerine ünvan sağlamış ve yeni koltuklar hazırlamıştır. Sendikaların sosyal-demokrat kimi belediye başkanları dışında muhatap alınmadığı bir evrede, konfederasyon reel bir alan genişlemesi anlamına gelemezdi, gelmemiştir. KESK bir iş hayatı protokolüne girerek mücadele alanını genişletmeyi tasarlamıştır. Sermayenin anti-sendikal saldırıyı kararlı biçimde sürdürdüğü koşullarda bu protokol ilişkisinin ve statükoya oturma arayışının ilerletici hiçbir değeri olmayacağı açıktır. Kamu emekçileri hareketi, mücadelesiz geçen her gün, toplumsal etkinliğini fiili ve kitlesel mücadelelerden aldığı geçmişinden biraz daha uzaklaşmaktadır.

Kamu emekçileri sendikalarının yönetici hizbi DYP-SHP hükümetinin karşı-devrimci işlevlerini görmekten kaçınmış ve demokrasi umudunu yılların Demirel’i ile -ilk zamanlarında mitinglerde lanse edildiği ünvanı ile- II.İnönü’ye bırakmıştır. Kamu emekçilerinin 1989’da Sendika Yürütme Komisyonları, 1990’da da sendikalarını oluşturarak başlattıkları süreç, işçi sınıfı hareketi sessizliğe adım adım gömülürken yükseliş içinde olmuş ve emekçi hareketinin tasfiye operasyonuna karşı güçlü bir direnç noktası oluşturmuştu. 1994’te girilen konfederasyonlaşma süreci hareketi içe döndürmüş ve sınıfsal mücadele dinamizmini likide etmiştir. Şimdi kağıt üzerinde 400.000’i aşkın üyesi bulunan bir konfederasyon vardır. Ve KESK bir yeni devrimci kuruluşa muhtaçtır.

Ya şimdi…

1 Mayıs 1996’da Kadıköy’de yaşanan olayları konu alan bir televizyon programına DİSK adına katılan Kemal Daysal’ın 22 dilinden “sayın vali” sözcüğü düşmemiş, bulunan tüm sendikacılar hep birlikte şehit veren devrimcilerin karşısında saf tutmuşlardı. Ne o programda ne de burjuva basının diğer platformlarında, gelişen olaylardan asla sorumlu tutulamayacaklarını anlatmaktan ve olayları denetlemelerinin olanaksız olduğunu kanıtlamaktan başka bir sorunları olmayan sendika bürokratlarına, o halde neden miting düzenlemeye kalktıklarını, ya da durum bu olduğuna göre bundan sonra bir daha böyle organizasyonlara girişip girişmeyeceklerini soran çıkmadı. Ancak tüm o dönemki programlar, tabanlarındaki sendikalı işçileri hareketlendirme yeteneğini tümden yitirmiş, işi sermaye ve devletten ricacılığa dökmüş bulunan, ideolojisiz ve siyasetsiz merkez bürokrasi ve ondan kopmayı göze alamayan sendika solculuğunun, değil 1 Mayıs mitingi, aile pikniği bile düzenleme yeteneği olmadığını gösteriyordu. Bugün sendikal hareket içinde kitle tabanının, nicel ağırlığın yanı sıra siyasal etkinliğe dönüştürülebilen bir gücü temsil yeteneği de bütünüyle has burjuva sendikalizmine geçmiştir. Sağ ve has burjuva sendikalizmi, sol sendikalizminden ve uzantılarından intikamını almış görünüyor.

Geleceğe bakmak için birinci saptama bu olmalıdır: Sendika solculuğu ömrünü doldurmuştur.

Bu kavramı ideolojik kimliği ve örgütlülüğü ile sendikaları yalnızca mücadele alanlarından biri olarak değerlendiren bir sosyalist hattan ayırt etmek üzere, kendisini sendikalara hapseden bir akımı kastederek kullandığım açık olmalı. İşi biten tekil solcu veya eski solcu sendikacılar değil, reformist ve liberal kesimlerin paylaştıkları “sendika solculuğu”dur.

Böyle bir türün bağımsız bir varlık gösterebilmesi, sendikacılığın yerleşik bir mesleğe dönüşmesidir. Sendikal alanın, sınıf mücadelesinin trendlerine paralel biçimde giderek politize olduğu ve sermaye düzenini tehdit ettiği bir dönemden, 12 Eylül’ün aldığı intikamdır bu. Askeri diktatörlüğün zor yoluyla getirdiği sendikal düzen, aradan 15 yıl geçtikten sonra, örgütlenme hedefi taşımayan bir aidat sendikacılığı ile aşağı yukarı elde edilmiş görünmektedir.

Sendikal hareketin krizinin kalkış noktası uluslararası burjuvazinin tam boy ve cepheden saldırışıdır. Bu saldırının ve sendikaların gerilemesinin öncesinde tüm sendikal akımlar, ulusal ve global ölçekte sınıflar arasındaki denge durumunu veri almışlar, bu dengelerin kimi sabitlerine göre kendi konumlarını ve ufuklarını tarif etmişlerdir. Denge kırılmış ve kapitalizm dünya çapında mutlak ağırlığını koymuştur. Artık dünya işçi sınıfı hareketinin geçmişi yüzyıllara uzanan kazanımlarından oluşan bir “alt sınır” mevcut değildir. Kendisini sendikalaşma oranlarıyla, sosyal güvenlik kurumlarıyla, “kamu devleti” kavramıyla dışa vuran bu alt sınır, kapitalizmin yeni-liberal karşı-devrimci atağı ve sosyalist ülkeler topluluğunun dağılarak reel sosyalizmin çözülmesi koşullarında, yeniden bir mücadelenin konusu haline gelmiştir. Bu mücadele yalnızca sendikal hareketin sorunu değildir. Sosyalist hareketin bir yeniden kuruluş mücadelesinin konusudur. Bu derinlikte bir saldırının karşılanabileceği tek zemin, sınıf sendikacılığı ile sınıfa karşı sınıf perspektifi olabilirdi.

Sendikal önderliklerin “sorunu” ise yenilgi koşullarında sosyalist hareket ile aralarındaki beslenme kanallarının tıkanması sorununu, mücadele bütünlüğünün eksikliğini kendi başlarına çözebilecekleri yanılgısıdır. Bu yanılgıyı paylaşan devrimci, “sınıf ve kitle”ci, solcu, ilerici sendikal önderliklerin sayası çok fazladır.

Yanılgının karakteristik bir diğer öğesi de siyaset ve ideolojinin, siyasal örgüt ve ideolojik kimliğin sendikal dinamiklerin önüne değil arkasına atılmasıdır. Oysa bu ilişki istendiği gibi kurulamaz. Parti-sendika ilişkisinin belli bir yönde kurulması burjuva sendikalizmine ve düzen partisine, diğer yönde biçimlendirilmesi sınıf sendikacılığına ve öncü partiye işaret eder.

Ortada bir dejenerasyon var. Bu dejenerasyonun kritik özelliklerinden biri, işçi sınıfının en istikrarlı, en disiplinli kesimlerinin yer aldığı, toplumun yaşamsal fonksiyonları açısından en kritik sektörlerindeki ataletin üzerinde yükseliyor olmasıdır. Modern sanayi proletaryasının 20.yüzyıla damga vuran çekirdeği, somut olarak metal, petro-kimya gibi sektörlerdeki kesitleri olmuştur. Bugün sendikalaşma oranının en yüksek, ücretler ve yaşam standartlarının ortalamanın üzerinde, sendika bürokrasisiyle barışık, konjonktürel olarak düzenle de uyumlu bölmeleri bunlardır. Çemberin kırılmasının işçi sınıfına ana rengini veren bu kesimlerden başlama olasılığı pek zayıftır.

O halde bir diğer saptamamız şu olacaktır: Sosyalist hareket işçi sınıfının “oturmuş çekirdeğini” değil, başka dinamiklerle çakışan kesimlerini odak alacaktır. Kuşatmanın kırılabilir olduğu bu zayıf halkaların ortak paydası, Türkiye’nin diğer devrimci dinamikleriyle, Kürt kökeniyle, kent yoksulları dinamiğiyle temas etmeleri, ve sendikal bürokrasinin üzerinden gerçekleştirilen “içeriden kuşatmanın” ya zayıf olması ya da mevcut olmamasıdır.

Türkiye işçi sınıfının yorulmuş ve “kirlenmiş” kuşaklarının devrimci rollerine geri dönmelerini sağlayacak olan mutlaka bir yeni genç işçi kuşağı olacaktır. Türkiye sosyalist hareketi, emeğini yeni bir öncü işçi kuşağını adım adım yetiştirmeye vakfetmek durumundadır.

Önümüzdeki evrede, 1980’lerin ikinci yarısının olduğu gibi tekrarını özlemek bütünüyle boştur. Kendi önderlik görevinin uzağında kalan Türkiye solu, emekçi kitlelerin kendiliğinden örgütlenme ve hareketlenmelerini gereğinden fazla önemseme eğilimindedir. Oysa sınıf hareketinin burjuvazi tarafından başı boş bırakılıp kirletilmeden yeni bir ön birikim evresinden geçme ihtimali sıfırdır. Önümüzdeki dönem doğrudan ve doğumundan itibaren, siyasal hareketin devrede olacağı bir işçi hareketinin gelişimine sahne olmalıdır. Türkiye solunun iddiası mevcut yapılar içinde mevzi paylaşımında zafer kazanmak değil böyle bir kuruluşa imza atmak olmalıdır.

Bu söylenenlerden mevcut sendikal hareketin “hiç önemsenmediği” sonucunu çıkartan okurlar varsa, son bir vurgu: Komünist hareketimiz genç bir öncü işçi kuşağının yetiştirilmesinde başarı kazandığı ölçüde, aslında piknik düzenleme yeteneği bile olmayan sendika bürokrasisinin sapır sapır döküleceğinden ve mevcut sendikal düzen içinden geleceğe uzanma imkanı bulunan tüm değerlerin yeniden yapılanmak üzere devrimci bir dinamizm kazanacağından kimsenin kuşkusu olmasın.

Dipnotlar

  1. Yaklaşık iki yıl önce Gelenek’te benzer bir konuda bir başka çalışmam yayınlandı. (Güler; Aydemir, “Sendikalar Sınıf Mücadelesinde Ne İşe Yarar”; Gelenek 47; İst. Ekim 1994) Bu yazı, benim rastladığım kadarıyla tek bir yerde, Sosyalist Politika’da Metin Çulhaoğlu tarafından tartışıldı. (“Sınıf ve Siyaset: Kuramsal Bir Giriş Denemesi”, agd.6 içinde; ss.35-43; İst. Ağustos 1995) Çulhaoğlu’nun derdi işçi sınıfı hareketine ilişkin herhangi bir verimli polemiği başlatmak değildi. Derdi, yalın biçimde, en azından o zamanlar, Gelenek’e duyduğu öfke olduğu için, “takılmaları” ciddiye almıyorum.
  2. Bir dizi kaynakta bulunması mümkün olan bu işçi talepleri, yıllık izin, hafta tatili, asgari ücret belirlenmesi, ücret ödemelerinin düzenli yapılması, grev ve sendika hakkı, sekiz saatlik işgünü, madencilik gibi işkollarında çalışma süresinin altı saate çekilmesi, kadın işçiler için ek düzenlemeler gibi ekonomik niteliktedir. Ekonomik nitelikte olmaları, işçi sınıfının hem verili gücü hem de o güne kadarki mücadele birikiminin sınırlılığı gözönüne alındığında asla küçümsenemez.
  3. Işıklı; Alpaslan, Sendikacılık ve Siyaset c.2; Öteki yay. Ankara 1995; s.151: “Şefik Hüsnü, ayrıca, “amele teşkilatlarının işyerlerinden para toplayarak hiç olmazsa iki şuurlu işçiyi muayyen bir programla İzmir’e göndermelerini istemektedir”.Alpaslan Işıklı’nın alıntı yaptığı kaynak: Hüsnü, Şefik; “İktisat Kongresinde İşçi ve Köylü Sınıfların Mevkii, Aydınlık, 10 Şubat 1923.
  4. Yurt ve Dünya dergisi, sayı: 8 İstanbul Mart 1978; ss257-279; “Türkiye’de İlerici Sendikal Hareket ve Sorunları (Tartışma)” içinde Ayhan Başaran, Sadi Koçaş’ın yayınlanmış anılarına atıfla “1962 Çalışanlar Partisi için Seyfi Demirsoy MİT’ten temas edeceği kişilerin isimlerini almıştır” demektedir.(s. 259)
  5. DİSK’te TİP ağırlıklı kesimin tasfiye edildiği, henüz “konuk” statüsündeki CHP’nin ağırlanmasında ise kusur edilmeyen 1975 5. Genel Kurulunda, o sıralar CHP milletvekili ve Türk-İş’e bağlı Genel-İş baskanı Baştürk’e yönelik bir kınama kararı alınıyor. Konu Baştürk’ün mecliste verdiğibir yasa önerisi. Lokavtın meşrulaştırılmasını ve grevlerin pratikte sınırlanmasını getirecek olan teklif dolayısıyla Genel Kurul oy birliğiyle karar alıyor, ancak sonrasında kararlar arasında yayınlanmıyor. DİSK yönetimi ve Genel Kurul Divanı ulusal ve demokratik ittifak arayışlarında titizlik sergiliyor. (Bak. İlhan Akalın; DİSK Kısa Tarih (1960-1980); Öteki yay., 1995 Ankara; ss.111-115)Ancak sosyal-demokratlar kendi iktidarında kadirşinas davranmayacaklardır. 1979’da TKP ağırlıklı oldukları bilinen Maden-İş, Bank-Sen, Bay-Sen gibi sendikalar bahane olduğu görülen gerekçelerle geçici ihraç cezasına çarptırıldılar. Sosyal-demokrasi kendi solundaki güçlerin etkinlik sınırını geri iteleme çabasındaydı.
  6. Burada bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Sol denildiğinde bir sendikanın hatırlanması sosyalist hareket açısından her durumda çok sorunludur. Hele bu tabloyu yaratan bir siyasi hareket oturup düşünmelidir. Daha önceki bir çalısmada 1970’lerin DİSK örneğine değinmiştim: “1970’lerin DİSK’i sol politikanın tahakkümü altında olmak bir yana, sol politikayı tahakkümü altına almıştır. Bu deney, bir yanıyla ilerlemeci çizginin sendikal politikasının da iflası olmuştur. TKP sendikaları kendi yükselişinin bağlantı kayışları olarak kullanmayı tasarlamıştır, ve bunda ne saşılacak ne de kızılacak bir şey yoktur. TKP bu işlemi, sendikalarda ideolojik içeriği olan bir hegemonya kurmak yönünde’meşakkatli’ bir çalışma üzerinden değil de, ideolojik ve politik kimlikleri verili ve pek iç açıcı olmayan sendikacılar üzerinden gerçekleştirmeye çalışmıştır. Deneyim, bu yolun, politik partinin değil,sendikanın önünü açtığını gösteriyor. Politik partinin öncülüğü olmaksızın önü açılan sendikanın doğal akışı, düzen içine doğrudur.” (Güler; “Sendikalar Sınıf Mücadelesinde Ne İşe Yarar”; Gelenek 47 içinde; s.29; İst. Ekim 1994.
  7. Yönetiminde sosyal-demokratların mutlak bir ağırlık taşıdıkları DİSK’in, sol denildiğinde akla ilk gelen kurum olması bugün içinde bulunduğumuz durumun çarpıklığı açısından çok açıklayıcı geliyor. Bugün yönetiminde sosyal-demoksinin daha solundaki, hatta sosyalist olma iddiasındakiçeşitli kesimlerin mutlak ağırlık sahibi oldukları bir konfederasyon da KESK. Ancak değil sol dendiğinde KESK’in hatırlanması, düpedüz KESK denildiğinde bile akla sol gelmiyor!
  8. TİP’in önünü kesmek üzere kurulmaya kalkışılan Çalışanlar Partisi projesinde sendikacılar fazla ısrarlı olmuyorlar. Alpaslan Işıklı bu durumu da yine anti-komünist reflekse bağlıyor: “…burada ayrıca üzerinde durulması gereken, niçin Türk-İş yöneticilerinin Çalışanlar Partisi hareketinde ısrar etmemiş veya daha genel olarak niçin herhangi bir işçi partisi hareketini başlatmak istememiş olmalarıdır. Öyle görünüyor ki bağımsız bir işçi partisi hareketinin elverişli koşulları içinde zamanlazorunlu olarak sosyalist harekete dönüşmeye elverişli görülmesi, Türk-İş yöneticilerini böyle bir atılımdan alıkoyan önemli etkenlerden biri olmuştur. Gerçekten, anti-sosyalizm, Türk-İş içinde yalnızca yönetici kadroya değil, bütünüyle örgüte egemen olan bir öğedir.” (Işıklı; Sendikacılık ve Siyaset c.2, Öteki yay., Ankara 1995; s. 217)
  9. Yine Işıklı tarafsızlık ilanını şöyle yorumluyor: “‘Partilerüstü politika’ gereği, Türk-İş, işçilerin gücünün, siyasal alanda çıkarlarına uygun bir çizgide oluşturacakları veya biçimlendirecekleri bir partiye kanalize olmasına araç olmaktan uzak tutulmuştur” (Işıklı; age ss.235-6)
  10. Işık, Yüksel; Sendikal Bürokrasi ve Çözüm Önerileri; Öteki yay. Ankara 1995 (ikinci baskı); s.92
  11. Oğuz, Hasan; 1980 Sonrası İşçi Hareketinde Durum; Scala yay. İstanbul 1995; s.80-81.
  12. Sendikacılık hareketimiz “buhar alma” konusunda pek deneyimlidir. Aziz Nesin’in Büyük Grev öyküsünde eleştirilen MESS grevi hatırlanmalıdır. Eylem, her zaman adına yapılan ve harekete geçirilen emekçi sınıfların çıkarlarını yansıtmayabilir. Son dönemde sendikal harekete ilişkin sol literatürün kısırlıklarını kıran İlhan Akalın bir kitap çalışmasında bir bölümü MESS Grevlerine ayırmış: DİSK Kısa Tarih (1960-1980); Öteki yay. Ankara 1995; s. 150-166.
  13. Giritli, Aydın – Uygur, Cengiz; Türkiye’de Siyasal Kriz ve Solun Payına Düşen, Gelenek 33; Şubat 91, s. 14.
  14. a.g.e.; s. 14.
  15. Oğuz, Hasan; a.g.e.; s.54.
  16. Koç, Yıldırım; “Türk-İş Çok Değişti” Görüş 43, Haziran 1990; s.32-33.
  17. Yanlış anlaşılmasın; Koç bir araştırmacı sıfatını da taşıyor ve isteseniz de istemeseniz de, araştırmacılığın dışında sendikal harekette belirli bir yeri de dolduruyor. Mesele Yıldırım Koç’un görüşlerine alan açmak ya da ambargo koymak değildir. Böyle bir ambargoyu bizim de uygulamadığımızı hatırlatmak durumundayım. Koç ile bir söyleşi uzun süredir Sosyalist İktidar olarak yayını süren iktidar gazetesinin bir sayısında yer almıştı. Sorun başka: Türkiye solunun PDA, TBKP, TSİP ve yeni solcu-devrimci demokrat tüm eğilimleri Koç’un baştemsilcisi olduğu bir platformunparçalan olarak hareket etmişlerdir. Bugün alt tarafı Bayram Meral’in danışmanı olan Koç, hala Aydınlık ve Söz aracılığıyla sol sendikal tartışma alanına saygın bir taraf olarak dahil edilmektedir.Hal böyleyken Yıldırım Koç ve benzerlerine ambargo uygulanmasına hiç bir itirazım olmayacağını da belirtmek isterim.
  18. 1993 yılı 1 Mayısı’nda İstanbul’da iki ayrı alanda kutlandı. Türk-İş Şişli’ye DİSK Pendik’e yönelmişti. Nisan ayı boyunca “tek ve devrimci 1 Mayıs” görüşünü ısrarla savunan Sosyalist Türkiye Partisi yöneticileri, bir dizi devrimci ve sendikal kuruluş ve kişiye ek olarak, Türk-İş’in 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde sorumluluk almış yetkilisiyle de randevulaştılar. Bu yetkili Yıldırım Koç’tu ve, kullandığı deyimlerin en hafifleri “sorumsuz, maceracı” olan bir anlatımla, temel derdinin 1 Mayıskutlamalarında devrimcileri görmemek olduğunu ifade etti. Değişen Türk-İş’in strateji uzmanlığını yürüttüğü anlaşılan Koç’un görevi, sendikalar ile devrimci hareket arasında bir izolasyon duvarı örmekolarak belirginlik kazanmıştı.
  19. Koç; Y., Sendikacılığın Güncel Sorunları; Öteki yay. Ankara 1995; s. 100.
  20. a.g.e.; ss. 108-111.
  21. Özmenek, Varlık; Demirel ile röportaj; Görüş 47, Ekim 1990.
  22. Kemal Daysal DiSK’in eskilerinden… Konfederasyon içindeki “İlerleme” kanadının önde gelen isimlerinden… Son olarak 27-29 Eylül tarihlerinde toplanan Genel-İş sendikasının Genel Kurul Divanında konumuyla son derece tutarlı bir tavır alış sergileyerek, konukların konuşmaları bölümünde SİP temsilcisine konuşma hakkı vermemek üzere “militan” bir mücadele yürüttü: “Ne yani, DİSK’e küfredenlere bir de söz mü vereceğiz” ifadesi Daysal’a atfediliyor. 1 Mayıs sonrasında kendisini ve arkadaşlarını tehdit eden İstanbul Valisi karşısında el pençe durup özür dilemek, suçu devrimcilerinüzerine atmakta burjuvaziyle yarış etmek, Hyatt işçilerini üye oldukları sendika binasına sokmamak için İstanbul Emniyetinin terörle mücadele servisiyle ittifak kurmakta sakınca görmeyen Oleyis Marmara Şube yöneticileriyle “bürokratik dayanışma” görevini ihmal etmemek, bu uğurda direkt ilintisi olmayan bir sendikanın Genel Kurulundaki sembolik divan başkanlığı görevini anti-komünist histerisi içinde değerlendirmek, SİP’e kin tutmak… Herşey çok tutarlı.