İşçi Sınıfı Kültürü Üzerine

Bu topraklarda sosyalizmin boy atamayışını “işçi sınıfı kültürü”nün yokluğuna bağlayanlar olduğuna oldukça sık tanık olmaya başladık. Yine benzer bir biçimde, bu ülkede felsefe birikiminin olmayışı ya da yetersizliği; sanatın, bilimin, estetiğin “geri” oluşu da devrimin sürekli “bir başka bahara” ertelenmesinin (yegâne) sorumlusu olarak gösteriliyor…

Somut durumun somut tahlilini yapmaya çalışarak sınıf savaşımında işçi sınıfından yana saf tutanlara; yani Türkiye Sosyalist Devrimi’nin gerçekleşmesi için bu toprağın bağrında neler taşıdığını anlamaya çalışıp, başka nelere gereksinim duyduğunu, nelerinse ayıklanmak zorunda olduğunu ortaya koymaya çalışanlara gönderecek devrimci selamlarımız ve verilecek sözlerimiz var…

Ancak… Çubuğu bükmenin ötesinde bir hissiyatla, beyinlerini ne yapılması gerektiğine değil de geçmişe, “neler yapılmadığı için bu iş olmadı”ya kilitleyerek etraflarında bir karamsarlık ve çıkışsızlık halesi peydahlayanlara da söyleyecek sözlerimiz var. Bu ülkenin sosyalist iktidar yürüyüşünün ve sosyalist kuruluş sürecinin öznesi olmaya soyunmuş bu hattın, Ne Yapmalı sorusuna bugüne kadar verdiği cevap gayetle açık olduğu için, bu yazı, sadece kültür üst başlığı altında, felsefe, sanat, bilim, etik, vb. gibi bu ülkede eksiklilikleri gerçekten de hissedilen bir dizi olgunun çevresinde, burjuva ideolojisince palazlandırılan bu haleyi peydahlayanlara Ne Yapmamaları gerektiğini hatırlatmayı amaçlamaktadır.

* * *

Bir kaynağa göre 164 farklı tanımı yapılmış olan kültür kavramının genel kabul göreceğini umduğumuz bir tanımım vererek başlayalım: “Toplum tarafından tarihin gidişi içinde yaratılan ve toplumun kendi gelişmesi içinde ulaşılan aşamayı gösteren tüm maddi ve manevi değerler. Daha özgül olarak, kültür, maddi kültür (yani, üretim deneyi, maddi zenginlik) ile maddi-olmayan, manevi kültüre (yani bilim, sanat, edebiyat, felsefe, etik, eğitim vb.) ayrılır. Kültür tarihsel bir fenomen olup gelişimi toplumsal-ekonomik oluşumların birbirini izlemesiyle belirlenir. Manevi kültürü maddi temelden ayıran ve “seçkinler”in manevi ürünü sayan idealist kuramların karşısında Marksçılık-Leninci bakış, maddi ürünlerin üretimini manevi kültürün temeli olarak görür. Nitekim, kültür, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak kitlelerin etkinliklerinin bir ürünüdür. Manevi kültür, maddi koşullarca belirlenmekle birlikte (karşılıklı etkileşim içinde – DG) maddi temeldeki değişimlerin otomatik bir sonucu olarak ortaya çıkmaz. Sınıflı bir toplumda, kültür, gerek ideolojik içeriği, gerek pratik amaçları bakımından sınıfsal bir nitelik gösterir…” 1

Kabaca, maddi kültürü altyapısal, manevi kültürü de üstyapısal olarak kategorize edebiliriz. Altyapı-üstyapı ilişkisi içinde maddi kültürün manevi kültürü nihai olarak belirlemesi, onun da manevi kültür tarafından etkilendiği gerçeğine işaret eder.

“Fikirler, kavramlar ve bilinç üretimi, her şeyden önce insanların maddi etkinliklerine ve maddi karşılıklı ilişkilerine sıkı sıkıya bağlıdır; gerçek yaşamın dilidir. İnsanların kavraması, düşünmesi, zihinsel ilişkileri, burada, hala, maddi davranışların dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın politikasının, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin, vb. dilinde ifadesini bulan, zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir” 2 .

“Politik, hukuksal, felsefi, dinsel, yazınsal, sanatsal vb. gelişme ekonomik gelişmeye dayanır. Ama bütün bunlar, birbirlerini olduğu gibi, ekonomik temeli de etkiler. Bu demek değildir ki ekonomik durum nedendir, yalnızca o etkendir, bundan başka her-şey ancak edilgen sonuçtur. Tersine her zaman son kertede ağırlığını koyan ekonomik zorunluluk temeli üzerinde bir etkileşim vardır” 3 .

Yine tartışma konusudur, kapitalizm koşullarında bir işçi sınıfı kültürü ya da sosyalist kültür yaratılamaz denir. Sermaye sınıfının iktidarda olduğu ve üretim araçlarının mülkiyetini elinde tuttuğu bir toplumsal düzende burjuva kültürünün yanı sıra bir işçi sınıfı kültüründen bahsedilemeyeceği başka bir şeydir, onun tekleşemeyeceği başka bir şeydir.

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da elinde bulundurur. (…) Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler” 4 .

Evet, işçi sınıfı kültürü, ancak bir sosyalist devrim sonrasında, kuruluş sürecinde gerçek anlamda bir sosyalist kültür haline gelecek ve tekleşerek egemen kültür olacaktır. Ancak bu onun kapitalizm koşularında ortaya çıkamayacağı anlamına gelmez. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı kültürünü yok saymak, kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesini inkar anlamına gelir. Burjuva sınıfına eklemlenmiş çeşitli aydın katmanlarınca “beklenen” tekno-devrim (salt üretim araçlarının ulaşacağı gelişkinlik sayesinde sosyalizmin kendiliğinden ortaya çıkacağı apolitik devrim) de, diyalektiği dıştalayan salt tarihselci bu yaklaşımın ürünü olan bir başka -sözde Marksizm içi- çarpıtmadır. Daha ileri giden bir başka çarpıtma da, değil kapitalizm koşullarında, proletarya diktatörlüğünde dahi bir işçi sınıfı kültürü olamayacağıdır. Hatta bunun için Lenin ve Trotskiy’den alıntılar bile yapılır. Örneğin, Swingewood, Proletkult deneyinin sonuçlarından ve özellikle de Lenin’in 5-12 Ekim 1920 tarihlerinde Proletkult Rusya Kongresi’ne Komünist Parti Merkez Komitesi adına yolladığı 5 maddelik ‘Proletarya Kültürü Üzerine’ karar taslağından yola çıkarak, “Lenin ve Trotsky ise onların (Lunacharsky ve Bukharin) aksine, bütünüyle Marksizme aykırı gördükleri proleter kültür kavramına karşı çıkıyorlardı” 5 diyebiliyor. Art niyet mi aramak lazım, yoksa siyasetten bihaber olmanın kendiliğinden felsefesi ile olguları bütüncül kavrayamama mı? Daha çok ikincisi; ama sadece daha çok. Süreci biraz izleyen bir göz, bu karar tasarısının proletarya kültürü ile ilgili olarak değil, tasarının 5. maddesinde ifade edildiği gibi 6 , kültürel propaganda örgütü olan Proletkult’a nüfuz etmiş ve önemli görevler de üstlenebilmiş olan karşı devrimci burjuva aydınlarının, Komünist Parti’nin ve Sovyet İktidarı’nın yönetiminden bağışık çalışma istemlerine karşı kaleme alındığını kavrar. Karar taslağı siyasi bir karar taslağıdır ve proletarya diktatörlüğünün tahkim edilmesine ilişkindir. Burjuva aydınının laboratuarda, canlı pratikten soyutlayarak yaratmak istediği karşı devrimci proleter kültüre karşıdır.

Maddi kültür olarak anılan teknik, üretim araçlarının niteliği ve niceliği, tüm maddi zenginliklerin burjuvazinin tekelinde olduğu kapitalizmin nesnelliğinde bilim ve teknoloji politikaları da bu sınıfın egemenliği altındadır. Günümüzün maddi kültürü ve onun üretimi için gerekli donanım ve finans, burjuvazinin elindedir. Günümüzde maddi kültür -neredeyse- topyekün burjuva kültürüdür. Ve buna bağlı olarak, çağımızda, üretim deneyi ve bilgisi tüm taylorist ve fordist uygulamalara karşın (esnek üretim ile burjuvazi tarafından da tescillendiği üzere) işçi sınıfı kültürüne içseldir. Kapitalizm koşullarında ürününe, emeğine böylece de kendine yabancılaştırılan emekçi, bir sınıf olarak hareket ettiğinde, ya da kendi için sınıf olduğunda, üretimden gelen gücünü, yani emeği ile birlikte üretim bilgisi ve deneyini kullanmayı reddederek -örneğin- grev yapar. Grev, bir yandan bu düzenle uzlaşmanın bir aracı olarak burjuva kültürüne yazılırken, öte yandan da kollektif hareket etme ve yukarıda anılan bağlamda sınıfsal bir çatışmayı gündeme sokabildiği ölçüde de işçi sınıfı kültürünün içinde; uzlaşmaz karşıtlığın işçinin bilincine yükseldiği bir süreci ifade eder. Bu süreç, kollektivitenin, sınıf dayanışmasının ve sınıf mücadelesinin nesnelleştiği ve bunlarla işçi sınıfı kültürünün doğrudan beslendiği bir süreçtir. Bu beslenmenin yarattığı zemin, öncünün müdahalesine de olağan koşulların ötesinde bir uygunluk arz eder, olanaklar yaratır. Bilinç, sınıfa taşınır. Özne ile sınıf arasındaki açının -bir ölçüde- kapandığı bu dönemde, öncünün üzerine titreyerek geliştirdiği, yeniden ürettiği teori ve pratik olarak işçi sınıfı bilimi, yani Marksizm, işçi sınıfınca benimsenir. Onun doğrudan pratik etkinliği haline gelir, yani kalıcılaşır, yani kültürü olur. Bu durum doğrusal olmayıp her zaman geri dönüşleri de içerir ve sıçramalıdır.

Benzer şekilde, tarihsel olarak üretimin toplumsallaştırılması burjuva kültürünün bir parçası olarak ortaya çıkmıştır; ancak unutulmamalıdır ki aynı süreçte üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaştırılması da -teoride ve pratikte- sosyalist kültürün bir parçası olarak doğmuştur.

İşçi sınıfı kültürü, geçmişin bütün ilerici kazanımlarını bünyesinde taşır. Bugün, özellikle fen bilimlerinde dünya ölçeğinde ciddi bir egemenlik kurmuş olan kapitalist emperyalist sisteme karşın, “konu olarak aldığı tarih kavramını çeşitli üretim biçimlerinin ve toplumsal formasyonların yapıları, oluşumları, işleyişleri ve sosyal formasyonların birinden diğerine geçiş biçimleri açısından inceleyen tarihsel materyalizm ya da tarih bilimi işçi sınıfının ve onun kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır, ebesidir ve çocuğudur. Yine, “özgün konu olarak bilgilerin üretiminin, yani düşünsel evrim sürecinin yapısını ve işleyişini alan, böylece de felsefedeki, felsefenin idealist kavramının (“dünyayı yorumlama” anlamında felsefenin) yadsınması olan diyalektik materyalizm ya da Marksist felsefe” 7 , işçi sınıfının ve onun kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır…

Avrupa burjuva devrimleri sürecinde işçi sınıfının alternatif bir siyasal güç olarak sınıflar mücadelesine katılmasıyla, egemenliğini işçi sınıfına kaptıracağı korkusuyla gericilikle uzlaşan burjuvazinin kültüründe bu tarihlerden sonra, devrimcilik, ilerlemecilik, aydınlanmacılık kalmamıştır. Artık burjuvazinin yegane misyonu, kendi egemenliğini yani sömürü düzenini ilelebet payidar kılmaktır.

Dünyayı değiştirmek, maddi, felsefi, bilimsel, ahlaki… siyasal, her alanda işçi sınıfının görevi ve evrensel kültürünün de bir parçası olmuştur. Burjuvazi, bu kültürün karşısına “insancıl”, “gerçekçi” hiçbir argümanla çıkamamış, yapabildiği gerek kapitalist üretimi biçiminin gerek -her şeyi metalaştıran ve değişim değerine indirgeyerek, insanı ürününe, emeğine ve kendine yabancılaştıran- kendiliğinden salgıladığı ideolojisi ile (örneğin sınıf atlama umudu biçiminde) gerekse de düşünürlerinin (özellikle sanatta ve medyada) her gün yeniden ürettiği ideolojisizlik ideolojisi ile işçi sınıfını tahakkümü altında tutmaya çalışmak olmuştur. Ne yazık ki bunda da önemli ölçüde başarı göstermiştir. Bu başarıyı, burjuvazinin proletaryayı kültürsüzleştirmesi ya da kendi sınıfsal kültürüne yabancılaştırması olarak formüle edebiliriz. Daha çok gelişmiş kapitalist ülkelerde etkin olduğu iddia edilen “sivil toplum uzlaşması” ile birlikte medya gibi diğer ideolojik araçlarının yanı sıra dolaysız zoru ve iktidar aygıtı olan devleti ve böylece eğitimi de elinde bulunduran burjuvazinin bu başarısı şaşırtıcı olmamakla birlikte mutlak da değildir. Bunu burjuvazi de bildiği içindir ki her gün yeni ve geçici bir argümanla karşımıza çıkıyor. Post-modernite’den Kardak Krizi’ne kadar… Gündemi boğarak bulandırıyor.

İdeolojisizlik ideolojisinin, bulanıklık felsefesinin yanı sıra tüm ahlaki değerlerin bir borsasının oluştuğu, sanat ürünlerinin de metalaştığı bir kültürdür burjuva kültürü. Ve bu kültür, proletaryaya dayatılmaktadır, egemen sınıfımız tarafından. Dayatılan, tek kelimeyle yozlaşmadır. İşçi sınıfı en başından beri hem bu topraklarda hem de tüm dünyada bu dayatmaya karşı koymuştur, koymaktadır. Metalaşan sanat, edebiyat ürünlerinin karşısına, tüm ezilen sınıf ve ulusların mücadele geleneğinin birer parçası halinde bayraklaşan ulusal kültürler, yerel renkler sahiplenilerek emekçi kitlelerin etkinlikleri ile çıkılmıştır.

Bu dayatmanın karşısına emekçi sınıfın etkinliği ile çıkarken düşülen bir hata ise, “daha geri” argümanlara sarılmaktır. Biricik ilerici sınıf olarak proletarya, onu kuşatan burjuva değer yargıları ve kültürüne, köylü ve hatta feodalizmden ödünç değerlerle karşı koyamaz. Bu artık anlaşılmalıdır. Türkiye’deki hakim üretim biçimini hala bir sorunsal yapan; diyalektiği aritmetiğe indirgeyip yarı feodal, üretim biçimlerinden dem vuran anlayışların pilav üstü-az kuru “teori”lerinin kültürel düzeyde kendini ifade ettiği halkçılığın yarattığı kirliliğin karşısına (kentsoylu değil) şehirli kültürle çıkmak zorunludur. Feodal ahlakı, aile yapısını… sosyalizm mücadelesine bulaştırmak isteyen her anlayışın bu gerici karakteri deşifre edilmeli, ancak dayanışma ruhu, yiğitlik gibi insani yanlar da işçi sınıfının şehirli kültürüne mal edilmelidir.

İnsani ilişkilerin biçimlenişinde, kentli bir işçi sınıfı kültürünün gelişiminde sanat ve sanatçıya düşen rol çok büyüktür. Ancak sanatçının da öncelikle kendi konumunda bir netleşmeye, ideolojik arınıklığa ihtiyacı vardır. Başka kanallarla kendini nasıl ifade ederse etsin, hayatı boyunca köyü ve köylüyü çizen bir ressamın bir süre sonra “Hadi köyümüze geri dönelim” diyenlerle ideolojik olarak aynı kulvara düşmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. İşçi sınıfından yana saf tutmuş ve kendini sosyalizm ülküsüne adamış olma iddiasındaki sanatçının, kapitalizmi her yönüyle kavraması öncelikli tarihsel görevidir. Kapitalizm koşullarında, sanatçı ve eseri sisteme, sömürü ve ideolojik tahakküm aracı olarak iki biçimde eklemlenir:

“1. Yaşamını bu somut, temel varlığın mülkiyet hakkını -telif hakkı, resim, heykel-satarak kazanmak zorunda olması sanatçının, bir sanatçı olarak eserini pazarın koşullarında bu mülkiyet hakkı için en yüksek geliri getirecek bir şey olarak görmesine neden olabilir. Bu sanatın ya ticarileşmesine ya da kabalaşmasına yol açar. 2. Sanat aslında hiçbir durumda bir şeyle ilişki değil, insanlar arasındaki, sanatçıyla izleyici arasındaki ilişkidir… Sanatın ticarileşmesi dürüst sanatçıyı belki isyan ettirebilir, ama ne yazık ki isyanı burjuva kültürünün sınırları içinde kalır. Pazarı tamamen unutup sanat eseriyle ilişkisine yoğunlaşmaya yeltenir, o zamansa sanat eseri kendi-içinde-varlık olarak daha da temelleşir. (…) sanat eseri bir erek olarak temel alınınca giderek eski bilinçli formülasyonların önemi azalır ve bireysel deneyim giderek önem kazanır. Sonuçta sanat Dadacılık, gerçeküstücülük ve Steincılık’da görüldüğü gibi giderek daha biçimden uzak, kişisel ve bireye özgü olur. Burjuva sanatı, böylece burjuva kültürünün aynı özelliğinden kaynaklanan iki kuvvetin gerilimi altında çözülür. (Her iki yolla -DG) bu, zorunlu olarak söz konusu edilen sanatı toplumsal bir ilişki yapan toplumsal değerlerin yok olmasına, böylece sanat eserinin sanat eseri olmaktan çıkıp yalnızca özel fantazya olmasına yol açar” 8 .

Ve sanatçı, edebiyatçı, kendini alınıp-satılır hale getirmek, pazarın isteklerine göre kendini ve ürününü şekillendirmek istemiyorsa, romanına “bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlamak istemiyorsa, derdi sadece kendi “rahatı” ve yayın tekellerinin karı için sömürülmek değilse, yüzünü işçi sınıfına ve onun geleneğine dönmek zorundadır. Bütünüyle meta ekonomisine teslim olmamak için sanatçı-aydın kendi ideolojik netliğini kazanmalıdır. Sanatçılar, aydınlar kendi bireyselliklerini üretkenliklerini korumak için sadece sanat, edebiyat, felsefe vb. gibi alanlara ilişkin olarak değil, bir dünya görüşü ve bir sınıfın tüm bu kategorilerdeki bileşik tavrı etrafında örgütlü mücadelenin saflarında yer almalıdır, partilileşmelidirler. Ancak, partili sanatçı, partili aydın, bu saldırılara sınıfın bir elemanı olarak sınıfla birlikte kollektif tarzda karşı durabilir. Aydının bilincinde olması gereken en yalın gerçek, karşısındaki gücün, yani burjuvazinin düzenin son hücresine kadar örgütlü olduğudur. Özgürlük ve bireysellikle birlikte üretim, burjuvazinin boyunduruğu altında değil, toplumsal kurtuluşa giden yolda Partili olmakla mümkündür. Bir dönemin özgürlüğünden kendince ödün vermeyen sanatçılarının bugün hangi saraylarda köşe-yazarlığı yaptığına bakılacak olursa, özgürlüğün teminatının burjuvazinin kucağı mı yoksa işçi sınıfının bağrı mı olduğu da kolayca anlaşılır…

Sanat, işçi sınıfının aydınlanmacı sanatı olduğunda; felsefe, işçi sınıfının felsefesi olduğunda; ve bilim işçi sınıfının bilimi olduğunda bir anlam kazanır. Sanat olur, edebiyat olur, felsefe olur, bilim olur… Yoksa tüm bu kategorilerde burjuva kültürünün sonu gelmiştir. Artık tüm bu kategoriler için burjuva kültürü bu sınıfa ait bir tavırdan, ideolojik saldırı ve sömürü aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Aydınlar ve uzmanlar “birkaçı dışında hala ekonomi, politika, sosyoloji, antropoloji, sosyal antropolojiyle vb. kendilerini ‘tatmin etmektedirler’. Kapitalin yazılmasından 100 yıl sonra, hala Galileo’dan 50 yıl sonrasının Aristotales’çi fizikçileriymişler gibi aynı tutumla ayak diretiyorlar. Bunların ‘teorileri’, bir parça düşünsel incelikle karışık ultra modern matematiksel tekniklerle pompalanmış çağını şaşıran bir ideolojinin ürünüdür. Ama bu teorik kepazeliğe kepazelik bile denemez. İdeolojik sınıf kavgasının bir sonucudur bu. Çünkü baskı kullanan, iktidarı elinde bulunduran burjuva ideolojisi, burjuva ‘kültürü’dür o” 9 .

Gereksiz bir yanlış anlama çabasına hiç gerek yok! İktidarı elinde bulunduran burjuvazinin ta kendisidir: “…kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, (…) bu sınıf kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları tek mantıklı, evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır” 10 . Burjuvazi kendi sınıf tavrını gizleyebildiği sürece bu egemenliği de sürecek; emekçi kitleleri maniple edebilecektir. Ancak buradan, sınıf mücadelesinin reddi anlamına gelen, salt kültürel, ideolojik mücadele ile kapitalizmin tarhlarının köklenebileceği anlamı çıkarılmamalıdır. Nihayetinde, burjuva ideolojisi ve kültürü, burjuvazinin maddi güçler üzerindeki egemenliği dolayımıyla el koyduğu siyasal iktidar aygıtı sayesinde burjuva ideolojik ve kültürel tahakkümü haline gelebilmiştir. Yani burjuva kültürünün egemenliği, burjuva sınıfının maddi güçler üzerindeki egemenliğinin bir tezahüründen başka bir şey değildir. Bu bağlamda ele alındığında burjuvazinin kendi kültürünü feodalizmin bağrında tohumlamış ve yeşertmiş olduğu iddiası doğru ancak eksiklidir. Feodalizmin bağrında asıl çiçek açan kapitalist üretim biçimidir. Onun kültürü ise bu nadide etobur çiçeğin döktüğü tohumlardan dört bir yana dağılmıştır. Ancak daha önce vurgulandığı gibi sosyalist kültürün bir tohumu olarak işçi sınıfı kültürü kapitalizm koşullarında sadece çimlenebilir. Unutulmamalıdır ki, sosyalist üretim tarzı kapitalist tarhlarda boy atamaz ve egemen üretim tarzı haline gelip işçi sınıfı kendiliğinden iktidara el koyamaz. Bu yüzden, sosyalist üretim tarzının hakim üretim tarzı haline gelebilmesi, işçi sınıfının Leninist bir öznenin öncülüğünde, işçi sınıfı adına sınıfsız topluma giden yolda siyasal iktidarı ele geçirmesi yani siyasal devrim ve ardından gerçekleştirilecek olan toplumsal devrimle mümkündür. İşte bu süreçte sosyalist üretim tarzı ile birlikte sosyalist kültür de egemen hale gelecektir. Ancak bu da kültürel alandaki mücadeleyi elden bırakmak anlamına gelmez: “…sol’un ideolojik mücadelede kendisine yaratacağı alan, onun iktidara sanıldığından hızlı bir biçimde yaklaşmasının da anahtarı olacaktır” 11 .

Öte yandan, göz ardı edilmemelidir ki, burjuvazinin bu sınıf tavrı da önünde sonunda kendi mezarını kazanlara yarayacaktır. Örnek vermek gerekirse, bilim üretiminin salt kar güdüsü ile gerçekleşiyor olması, belli bilim dalları arasındaki açıyı olması gerekenden çok fazla açmaktadır. İstihdam yaratmaktan uzak bilgisayar teknolojisinde aşılan duvarlar, sayısı hızla artan sokakta yaşayanların ya da en basit hastalıklardan öleceğini belleyen Amerikalı yoksulların ilgisini ne derece çekiyor acaba? Felsefeyi post-modernize eden burjuvazi, yeni kuşağını da post-modern mi yetiştirecek? Düşüncenin böylesine kısırlaştığı ve yozlaştığı, düşünmenin değil düşünmemenin, anlamın değil anlamsızlığın övüldüğü bir dönemden geçerek, burjuvazimiz hangi ideologları, feylesofları, hangi siyasi temsilcileri, ekonomistleri ile kendini üretecek?

Evet, burjuvazi içine girdiği krizde bugünü kurtarmak zorunda ve bunun için kendi olmayan geleceğini de yok ettiğini biliyor; çıkışsızlığını görüyor. Böylece gittikçe saldırganlaşıyor, vahşileşiyor. Yakın geleceğin tek felsefesi barbarlık olacak ya da post-barbarlık. Barbarlık ötesi’nin yegâne alternatifi ise Marksizm, bir dünya projesi olarak sosyalizmdir.

Komünistlerin görevi bu noktada daha da belirginleşiyor işte. İşçi sınıfının kültürel birikimine yani geleneğine sahip çıkmak ve onu yaşamın her alanında yeniden üretmek. Adını koyalım, bu Siyaset’tir. Burjuvazinin bu olmayan kültürünün bulanıklık ideolojisinin beslediği egemenliğe karşı, estetize edilmiş bir Siyasal Mücadele’nin öne çıkarılması gerekmektedir. Başa dönelim, eğer bu topraklardaki sınıf savaşımında bir şeyler eksikli ise bu, işçi sınıfı kültürü değil, onu besleyen ve burjuva kültürsüzlüğünden koruyan iktidar perspektifine sahip olan bir siyasal mücadele pratiğidir.

Burjuva sınıf tahakkümü, burjuva kültürünün hegemonyası son kertede, işçi sınıfının kültürü beslenerek, geliştirilerek değil, burjuvazinin elindeki siyasal güç ele geçirilerek kırılacaktır. Bir yanda, kültürü, bir hegemonya kuramı, ideoloji olarak kavrayıp “dünyayı dönüştürmenin aracı -yani praksis-” olarak gören sivil toplumcu, yeni sol anlayış, öte yanda ise “kitle”lerinin kültürünce belirlenen ve böylece de her türden burjuva düşüncesine yataklık eden devrimci demokrasi… Ne ilki ne de ikincisi… İşçi Sınıfı’nın tüm tarihsel kazanımlarını eğrisiyle-doğrusuyla tüm deneyimini sahiplenen ve onu durmaksızın yeniden üreterek-geliştirerek iktidar perspektifiyle Türkiye Sosyalist Devrimi’ne kilitlenen bir siyasal hat bu memlekette artık var. Bu topraklarda artık kendi evrensel geleneğini oluşturan bu hattın kavgası ne ilki ne de ikincisiyle… Siyasal, ideolojik, kültürel… her alanda, burjuvazinin dışında muhatabı olmayan bu hattı ve mücadelesini görmezden gelerek, işçi sınıfı adına ahkam kesenler önünde sonunda burjuvazinin kulvarına oturacaktır.

Dipnotlar

  1. Çalışlar; A., Felsefe Sözlüğü, Cem Yay., 1991, s. 289.
  2. Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay. 1992, s. 41.
  3. Marx-Engels; Seçme Yapıtlar-3 içinde, Engels’den W. Borgius’a, Sol Yay. 1979, s. 609.
  4. Marx-Engels; Alman İdeolojisi, Sol Yay., 1992, s. 70.
  5. Swingewood; A., Kitle Kültürü Efsanesi, Bilim ve Sanat Yay. s. 77-80.
  6. 5. Madde’den: “…Rusya Proletkult Kongresi, ne şekilde olursa olsun ayrı bir kültür yaratmak, uzmanlaşmış örgütler içinde kapanık kalmak Halk Eğitim Komiserliği ve Proletkult’un çalışma alanını sınırlandırmak ya da Halk Eğitim Komiserliği’ne bağlı kuruluşlar içinde Proletkult’u özerk hale getirme eğilimlerini teorik bakımdan yanlış ve pratik bakımdan zararlı bularak reddeder…” Lenin, Proleterya Kültürü, Yar Yayınları, 1988, s. 83-84.
  7. Poluzantas; N., Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Belge Yay., 1992, s. 5.
  8. Caudwell; C., Ölen bir Kültür Üzerine İncelemeler-I, Metris, s. 60-62.
  9. Althusser; L., Lenin ve Felsefe, İletişim Yayınları, s. 26.
  10. Marx-Engels; Alman İdeolojisi, Sol Yay. 1992, s. 73.
  11. Hekimoğlu; C. ‘Bir Kez Daha Hangi İnsan?’, Gelenek 52, s. 16