İşgücü piyasasının yeniden düzenlenmesi bağlamında genç işsizlik

Uzun sayılabilecek bir süredir devrim tehdidini ortadan kaldırmış gözüken kapitalistler, İş Kanunu’nda tanınan işçi sınıfı kazanımlarının “etkin” işlemesine izin vermediği “işgücü piyasası”nı, kendilerini birtakım sosyal yükümlülüklerden tamamen azade kılacak şekilde dönüştürmek istiyorlar. Bu arzularına burjuva iktisadının teorik modellerinde buldukları bilimsel dayanaklar, toplumsal gerçekliğin en önemli boyutunu -sınıflar arasındaki güç dengesini- ufak bir ayrıntı olarak görecek ölçüde piyasaya imanla yürütülen saha araştırmaları ve ekonometrik hesaplamaların toplamından oluşuyor.

Bu açıdan örnek bir çalışmada, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (BETAM) “Kıdem Tazminatı Reformu: Sorunlar ve Çözümler” (2012) başlıklı raporunda, özetle, kıdem tazminatının fona devredilmesi savunuluyor ve akademik bir çalışma olmasına karşın, bir noktada, reform sürecine ilişkin şu siyasal değerlendirme yapılıyor:

“Yasal düzenleyici açısından iki seçenek söz konusudur: 1) Kıdem tazminatına halen hak kazanmış tüm mevcut ücretliler yeni sisteme geçerler. İşveren bu çalışanlar için kararlaştırılan aylık primi ödemeye başlar, 2) Kıdem tazminatına hak kazanmış olanlardan (kıdemliler) yeni sisteme geçme ya da eski sistemde kalma arasında seçim yapmaları istenir. Eski sistemde kalmak isteyenler için mevcut kıdem tazminatı kuralları mevcut iş akidleri sona erene kadar geçerli olur. Birinci seçenek reformun hedeflerine ulaşmasını kolaylaştırırken, hedeflere ulaşmak için gereken zamanı da minimize eder. Ancak kıdem tazminatı reformunun siyasal bakımdan yapılabilirliğini, diğer ifadeyle reformu destekleyen geniş bir toplumsal koalisyon oluşturmayı zorlaştırabilir. Kamu kesiminde tam kayıtlı çalışan, büyük çoğunluğu sendikalı, vasıfları itibariyle piyasada alabileceğinden daha yüksek ücret alan, dolayısıyla iş değiştirme isteği olmayan, yıldırılarak istifaya zorlanma, iflas gibi riskleri sıfıra yakın ya da sıfır olan, bu nedenlerle kıdem tazminatlarını tam olarak almaları garanti olan ücretliler eski sistemde kalmayı tercih edecekler ve bu nedenle reforma direneceklerdir. Bu grup mensupları sayıca az olabilir ama sendikal örgütleri aracılığı ile reform aleyhine büyük bir baskı yaratabilirler.”1

Burjuvazinin işgücü piyasasını ne yönde dönüştürmek istediğini ve bunu ne gibi argümanlarla gerekçelendirdiğini görmek için, giriş niyetine, BETAM’ın çalışmasını biraz daha inceleyelim. Raporda, sendikalı işçiler “statükoyu savunan küçük, ayrıcalıklı bir azınlık” olarak niteleniyor ve kıdem tazminatı reformunun kayıt dışı çalışmayı azaltacağı, işgücünün maliyetini düşürerek istihdamın büyümesine hizmet edeceği öne sürülüyor.

İstikrarlı büyüme beklentilerinin hakim olduğu yıllarda hazırlanan raporda, reformun istihdama etkisine ilişkin, “artan işgücünü absorbe edebilmek için büyümenin daha fazla iş yaratması gerekmektedir. Bunun bir yolu da işletmeler üzerinde işgücü yükünün hafifletilmesi ile mümkün olacaktır. Kıdem tazminatı reformu bu amaca bir ölçüde hizmet edebilir”2deniyor. Birkaç satır sonra da kıdem tazminatının reforme edilmemiş haliyle, kriz dönemlerinde sosyal politika işlevi gördüğü belirtiliyor:

“…her ne kadar kıdem tazminatına tavan uygulanıyor olsa da, çalışılan her yıl için bir aylık brüt ücret üzerinden hesaplanan tazminat tutarı biriktikçe firma için işten çıkarmayı caydıran bir unsur haline gelebilmektedir. Kriz dönemlerinde bu caydırıcılık işsizlik artışını frenleyerek sosyal politika işlevi görse de, firma açısından verimliliği olumsuz etkileyen bir etmene dönüşebilmektedir.”3

Demek ki, yüksek büyüme döneminde kıdem tazminatı reformunu savunan araştırmacılar, Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarından bihaber oldukları gibi, temel bazı argümanlarının orta vadede tamamen geçersizleşeceğini öngörememişler. Çünkü “büyümenin iş yaratması” için işgücü maliyetini düşürmeyi öneren raporun yayınlanmasından 5 yıl sonra, Türkiye ekonomisinin büyümeye devam edemeyeceği ve koşar adım krize sürüklendiği açık hale geldi. Acaba 2012 yılında kıdem tazminatı reformu uygulanmış olsaydı, işsizlik oranı bugün ne düzeyde olurdu? Yukarıda alıntılanan paragrafa bakarsak, şimdikinden daha yüksek.

Raporun sunuşunda imzası olan iki TÜSİAD iktisatçısının, kıdem tazminatı reformunu hükümete ve kamuoyuna pazarlamak ve uygulanışına etkide bulunmak için hazırladığı rapor, reformun esas amacının sosyal haklara darbe vuracak şekilde patronların vergi yükünü azaltmak ve işgücü piyasasını daha esnek hale getirmek olduğunu gizlemiyor. Bunun işçiler açısından da daha iyi olacağını savunuyor.

“Kıdem tazminatı bugünkü haliyle çalışanlar için de bir çeşit prangaya dönüşebilmektedir. Kıdem tazminatı çalışanın kendi rızasıyla işten ayrılması durumunda geçerli değildir. Bu özellik yıllar geçtikçe çalışanı işyerine bağımlı hale getirmektedir. Daha iyi koşullarda iş teklifi alan ya da almayı uman bir çalışanın daha verimli olacağı, bu nedenle de daha yüksek ücret alacağı işlere geçebilmesi için çalıştığı iş yerinde birikmiş olan kıdem tazminatından vazgeçmesi gerekmektedir.4

(…)

…firmalar, daha yüksek verimle çalışabilecek elemanları işe almak için çalışanlarının bir bölümünü işten çıkarmak istediklerinde, kıdem tazminatı ödemesi yapmak zorundadırlar. Kıdem tazminatının oldukça yüksek olduğu durumlarda, işten çıkarma maliyeti de yüksek olduğundan firmalar düşük verimli çalışanlarla üretime devam etmek zorunda kalmayı tercih edebilirler. Bu tercih ekonomi genelinde toplam üretkenliği (verimliliği) düşürmektedir.” 5

Üniversitelerin lisans programlarında öğretilen işgücü teorisine göre, işçi, tüketim ve boş zaman yani gelir getiren çalışma saati arasında piyasa koşullarını ve faydasını göz önüne alarak tercih yapar. İşveren de kârını optimize edecek şekilde kapasite kullanımını ve piyasadan alacağı saatlik işgücünü belirler. Piyasayı regüle eden bütün yükümlülükler, işveren ve işçinin özgürlüğünü kısıtlar. Sıkı bir şekilde regüle edilmiş piyasada, işçi, kıdem tazminatı hakkını kaybetmemek için işinden istifa edip daha iyi gelir getiren (niteliklerine daha uygun) yeni bir işe girmekten vazgeçebilir. Üretimini azaltma ya da yatırımlarını kârlılık oranı daha yüksek başka bir sektöre kaydırma kararı veren işveren, üretim düşüşüne oranla belli sayıda işçiyi kolayca işten çıkarıp şirketini değişen piyasa koşullarına gereken hızda adapte edemeyebilir. Dolayısıyla piyasanın gerektiği ölçüde esnek olmamasının, bütün sosyal taraflar ve ekonominin bütünü açısından, olumsuz çıktıları vardır vs. Alıntıladığımız BETAM raporu da bu kavrayışla hazırlanmış ve raporda savunulan reformun, işsizliğin azaltılması için 2012’de atılabilecek belki de en yanlış adım olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu “işgücü piyasası” konsepti, başta açıkladığımız gerekçelerle, bir kurgudan ibarettir ve ideolojik işlevi ön plandadır. Kapitalist toplumda basit ve değişmez gerçek, toplumun ezici çoğunluğunun, temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için emeğini kapitalistlere satmak dışında seçeneği olmamasıdır. Dahası, toplumun ihtiyaçlarının her gün patronların tasarrufundaki araçlarla üretilmesi ve dağıtılması gerekir. Ancak kapitalistler kârlarını korumak için üretim araçlarını söküp taşımayı, hatta bazı sektörlerde atölyelerinin/fabrikalarının kapısına kilidi vurup üretimi durdurmayı tercih edebilirler. İşçiler ise, eğer işlerini kaybetmek istemiyorlarsa, patronların taleplerine boyun eğmek ve daha fazla fedakarlıkta bulunmak zorundadırlar.

Kriz durumunda, düzen, patronların taleplerini geri çevirme hürriyetinin, demokratik hakların maliyetini giderek karşılayamaz olur. İşyerinin dışını olduğu gibi içini de denetleyen yargının ve kolluk güçlerinin tarafsızlık maskesi düşer. İş huzurunun bozulması, belli sektörlerde üretimin işçiler tarafından durdurulması yasaktır, bu yasağın kapsamını fiilen bütün sektörlere doğru genişletmek için örtülü girişimlerde bulunulur. İşçiye sermayedarların (daha doğrusu, burjuvazinin egemen olduğu özel mülkiyet düzeninin) yol açtığı krizlerin faturasını ödemek dışında bir tercih hakkı tanınmaz.

Bu durumda, işçi ve patron arasındaki ilişki sadece işyeriyle sınırlı, “işgücü piyasası” çerçevesinde bir ilişki olarak açıklanabilir mi? İşletme ya da sektör ölçeğiyle ve piyasa mekanizmalarıyla sınırlı kalınırsa anlaşılamayacak sınıflar arasındaki ilişki, “tercihler”e değil zora dayalı bir ilişkidir. İşçinin ücretini ay sonunda, yani emek gücünü kapitaliste kullandırdıktan sonra alması, hatta bazen alamaması dahi, bunun göstergesidir.

“… işçi, her yerde, emek gücünün kullanım değerini kapitaliste avans olarak vermiş olur; emek gücünü, henüz onun fiyatını ödememiş olan alıcıya kullandırmış ve dolayısıyla da işçi her yerde kapitaliste kredi açmış olur. Kredi açma sözünün boş bir laf olmadığını gösteren tek olgu, zaman zaman, kapitalistler iflas ettiğinde, kredi olarak verilen ücretlerin yitirilmesi değildir, bunun daha kalıcı bir dizi etkisi vardır. Ancak, para ister satın alma isterse ödeme aracı olarak işlev görsün, bu, meta mübadelesinin doğasında herhangi bir değişikliğe yol açmaz.”6

Emek gücü de tıpkı herhangi bir meta gibi kapitalist tarafından piyasadan satın alınır. Başka bir metanın üretiminde kullanılır. Tüketilir. Emek gücünü yeniden üretmenin (beslenmek, barınmak, dünyaya yeni işçiler getirmek vb.) bir maliyeti vardır ve işçilerin büyük bölümünün aldığı ücret aşağı yukarı bu maliyeti karşılar. Ya da karşılamaz ve devreye borçlanma girer. İnsanların böylesi bir yaşamı sürdürmeye ikna edilmesi için ise özünde kaba kuvvete dayanan sonsuz mekanizma devrededir.

Diğer taraftan, üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki toplumu giderek ağırlaşan sorunlarla karşı karşıya bırakır. Fiyatlar yükselir, işsizlik artar…

Bütün bunlar işçi sınıfının örgütsüz (“emeğin pazarlık gücü”nün düşük) olduğu koşullarda yaşanıyorsa, işsizliğin arttığı kriz durumunda ilk değer kaybeden şey işçinin emeği olur. Türkiye gibi, işçi sınıfı üzerindeki ideolojik ve kültürel kuşatmaya kısmen sınır çeken tarihsel mirasın Avrupa’ya kıyasla daha zayıf olduğu toplumlarda daha hızlı olmak üzere, kendi emeği işçinin gözünde de değersizleşir ve mücadelesinin ufku geçmişte sahip olduğu, elinden alınan kazanımlarıyla sınırlanır. Sınıf aidiyeti, işçiyi toplumda giderek daha güçsüz kılan bir yüke dönüşür ve farklı sınıfları kesen etnik ya da dinsel kimlikler daha çekici hale gelir.

Kriz koşullarının işçinin özsaygısını yıkan psikolojik etkisi deneyimli işçiler için doğruysa, çalışma yaşamına yeni giren genç işçiler için iki kat doğrudur. Genç işçiler, 90’ların ortasına dek etkisini hissettiren sendikal direnişin kazanımlarından faydalanan yaşlı kuşaklar gibi güvencesi görece yüksek, standart istihdam biçimleriyle değil, daha güvencesiz sözleşmelerle çalışmaktadır. Buna ek olarak genç işçiler, sendikal örgütlülüğe ve geçmişteki devrimci yükseliş yıllarına her yeni kuşakta giderek daha yabancı hale gelmektedir.

Durum böyleyken, burjuvazi, kapitalizmin güncel krizini7 işçi sınıfı dünya çapında bir karşı saldırı hamlesi örgütlemeden önce aşmayı başarırsa, bunu, “işgücü piyasası”nı bugün olduğundan çok daha esnek hale getirerek ve işsizliğin kriz öncesinde olduğundan daha yüksek bir oranda sabitlenmesine yol açarak yapması kaçınılmazdır. Dünya ölçeğinde genç işsizlik oranlarının düzeyi ve yaygınlaşan yeni (esnek) istihdam biçimleri, burjuvazi açısından en azından işgücü piyasasında koşulların olgunlaşmakta olduğunun habercisidir.

“Üretimin ölçeğindeki ani ve kesintili genişleme, ani daralmanın da ön koşulu olur; daralma tekrar genişlemeye yol açar, fakat el altında bulunan bir insan malzemesi olmadan, işçi sayısında nüfusun mutlak artışından bağımsız olan bir çoğalma meydana gelmeden, genişleme mümkün olmaz. İşçi sayısında böyle bir çoğalma, çalıştırılan işçilerin sayısını, artan üretime oranla azaltan yöntemlerden yararlanarak sürekli olarak ‘serbest hale getiren’ basit süreçle sağlanır. Demek ki, modern sanayinin bütün hareket biçimi, işçi nüfusun bir kısmının sürekli olarak işsiz ya da yarı işsiz insanlara dönüştürülmesine dayanır.”8

Sermaye düzeninin işsizliği bitirmek gibi bir kaygısı yoktur, aksine bir işsizler ordusunu yedekte tutmaya daima ihtiyacı vardır. Ancak elbette, krizden çıkılmasıyla istihdam hızlı bir şekilde artabilir. Kapitalizm, daralmanın ardından yeniden bir genişleme dönemine girdiğinde, istihdam ve verimlilik artışının nasıl gelişeceği yalnızca üretim sürecinin teknik koşulları ve ek sermayeye dönüştürülebilir toplumsal zenginlik kütlesi tarafından değil, dünya ölçeğinde sınıf mücadelesinin ulaştığı düzey tarafından da belirlenecektir. Genç işçiler arasında sınıf bilincinin olgunlaştırılması ve sınıfsal eksende örgütlenmelerinin önündeki sorunların bugün aşılması, halkın, çokuluslu şirketlerin saldırganlığı karşısında dik durabilmesi açısından belirleyici önemdedir.

Bu yazıda, genç işsizliği, krizden çıkış yolları arayan sermaye sınıfının son 10 yılda işçi sınıfına karşı yoğun bir saldırıya girişerek dönüştürdüğü iş koşulları ve istihdam biçimleri bağlamında inceleyeceğiz. İlk olarak, işçi sınıfının daha gelişkin bir örgütlü mücadele kültürüne sahip olduğu ve birtakım kazanımlarını yaşatmayı başardığı Avrupa’daki genç işsizlik ve genç işçilerin durumu üzerinden genel yorumlar yapacağız. Böylece, Türkiye’nin ekonomik olarak karşılıklı bağımlı olduğu gelişmiş ekonomilerdeki eğilimi göreceğiz. Ardından, Türkiye’deki durumun emek güçlerinin önüne koyduğu görevleri kısaca tartışacağız.

Genç işgücü daha esnek

Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye’ye baktığımızda genç işsizlik oranındaki azalış ve artışların, 1991-2018 yılları arasında genel işsizlik oranıyla paralel seyrettiğini görüyoruz. Ancak dikkat çekici bir fark var: Genç işsizlik oranı daha geniş bir aralıkta, yüksek sıçramalar yaparak hareket ediyor. Özellikle 2008 krizinin ardından AB’de işsizlik oranı 1 yılda 1,9 puan artarken, genç işsizlik 4,5 puanlık sıçrama yapıyor. Artışın sürdüğü 2013 yılına kadar geçen sürede işsizlik 3,9 puan artarak yüzde 10,8 düzeyine çıkarken, genç işsizlik oranı 9,6 puan artarak yüzde 25,8’e yükseliyor.

Kaynak: Dünya Bankası

Karşımızdaki grafikten çıkacak ilk sonuç, 15-24 yaş aralığındaki işgücünün daha esnek olduğu, yani genç işçilerin istihdam koşullarının yaşlı kuşaklara kıyasla daha güvencesiz olduğudur. Genç işsizliğin, gençlerin işgücüne katılımının istikrarlı olarak düştüğü bir dönemde sıçramalar yapması9 , genç işçilerin çok daha güvencesiz, örgütsüz ve dolayısıyla kriz anında ilk işten çıkarılan kesim haline gelmiş olmasından başka ne anlama gelebilir?

Bu çıkarımı, neo-liberal dönemde giderek güvenceli işin yerini alan esnek istihdam biçimlerinin, daha genç kuşaklar arasında daha yaygın oluşuna bakarak teyit edebiliriz. AB-28 ülkelerinde 10 25-54 yaş aralığı için 2009’da yüzde 9,2 olan geçici sözleşmeli işlerin tüm istihdamdaki payı, 2018’de yüzde 10,4’e yükseldi. Aynı ülke grubu için 25-34 yaş aralığındaki geçici sözleşmeli işçilerin tüm istihdama oranı ise söz konusu tarihler arasında yüzde 16,6’dan yüzde 18,4’e çıktı. 15-24 yaş aralığında da geçici sözleşmeli işçilerin oranı 9 yılda 3,3 puan artarak yüzde 40,9 oldu.

Geçici sözleşme ile çalışanların istihdama oranı

Kaynak: Eurostat

Bu noktada bir anımsatma lazım: İstatistikler çoğu zaman “emeğin Avrupası”nın üzücü durumunu gerçekte olduğundan iyi yansıtıyor, dolayısıyla her zaman istatistiklere bir arka plan bilgisiyle yaklaşmak gerekiyor. Örneğin, yukarıda verdiğimiz geçici sözleşmelerin istihdama oranı tablosunda ele alınan tarih aralığı, 2008 krizinden bu zamana geçen 10 yılı içeriyor. Tam bu yıllarda genç işsizliğin sıçrama yaptığını ve geçici sözleşmelerin toplam istihdama oranının arttığını söylüyoruz. Ancak işsizliğin geçici sözleşmeli işçiler arasında mı, yoksa geleneksel istihdam biçimlerinin kapsadığı işçiler arasında mı daha hızlı arttığına ilişkin burada sadece akıl yürütüyoruz. Ve eğer mantık dizgemizde bir hata yoksa geçici sözleşmeli işçilerin işten çıkarılması daha kolay olduğu için, bu kategoriden işsizliğe geçiş daha yüksek oranda gerçekleşmiş olmalıdır.

Öyleyse krizin ardından gelecek büyüme döneminde, yeni yaratılan işler de patronların çıkarları doğrultusunda esnek olacağı için geçici sözleşmelerin ve part-time işlerin toplam istihdamdaki oranı daha hızlı yükselecektir. İşten çıkarmaların yoğun olduğu 2009-2018 aralığında, patron tarafından daha kolay sonlandırılabilir olmasına rağmen geçici sözleşme oranındaki artış bunun işareti sayılabilir.

Bu dönüşümün, pek çok ülkede hiç değilse mevcut sosyal güvenlik modeli tarafından kapsanan kişi sayısını ve sosyal transferleri azaltması beklenir. Dünya Bankası’nın “İşin değişen doğası” başlığını taşıyan Dünya Kalkınma Raporu’nda (2019), konuya ilişkin, “Gelişmiş ekonomilerde dahi, ücret bordrosu bazlı sigorta modeli, standart dışı istihdam biçimlerinin oluşturduğu iş ilişkileri tarafından giderek geçersizleştirilmektedir” değerlendirmesi yapılıyor ve “Halkı korumanın yeni yolları ne olabilir?” sorusu yöneltiliyor. Görüldüğü kadarıyla, uluslararası bürokrasi, güvenceli işin tasfiyesi sürecinde sosyal güvenlik sisteminin büyük toplumsal patlamalara yol açacak ve sermaye birikimini tehdit edecek biçimde çökmesini engellemek için şimdiden yeni modeller üzerinde çalışıyor.

Öğrencilerin işgücüne katılımı artıyor

İşçi sınıfı kazanımlarının tarihsel olarak dünyanın başka bir bölgesine kıyasla daha büyük ölçüde yaşatıldığı Avrupa’da, iki farklı işsizlik oranındaki düzey farkını ve esnek istihdamın gençler içerisindeki yaygınlığını, kapitalizmin insanlığı her yeni kuşakta sosyal kazanımlar açısından geriye götürdüğü şeklinde yorumlarsak hata yapmış olmayız. Yine de kuşaklar arasındaki eşitsizlik bahsini biraz daha açmak gerekecek: Örneğin eğitime katılım ve bazı temel ihtiyaçlara erişim anlamında genç kuşaklar daha avantajlı gözüküyor. Bu noktaya ilişkin sonraki bölümde de bazı yorumlar yapacağız, şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Eğitime katılım oranındaki artış, eğitimli işgücünün “maliyetini” düşürdüğü gibi, piyasaya açılmış bir eğitim sisteminde, part-time ya da staj adı altında öğrenci gençliğin ucuz işgücü havuzuna dönüşmesinin de koşullarını yaratıyor.

Part-time çalışanların istihdama oranı*

Kaynak: Eurostat

*AB’de genç işsizliğin 2013 yılından itibaren düşmesinde part-time ve geçici işlerin rolü olduğu anlaşılıyor.

Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere, AB-28 ülkeleri kategorisinde 15-64 yaş aralığı için 2009’da yüzde 18 olan part-time işlerin tüm istihdamdaki payı, 2018’de yüzde 19,2’ye yükseldi. Aynı oran 15-24 yaş kategorisinde aynı tarihler arasında yüzde 27,6’dan yüzde 32,3’e çıktı.

İşçi sınıfının milli gelirden aldığı paydaki sürekli düşüş ve güncel kriz, daha önce işgücüne katılmayan kesimleri de hanehalkı gelirine katkıda bulunmak için işçileşmek zorunda bırakıyor. 2009-2018 yılları arasında, part-time işlerin oranındaki artışa katkıda bulunan faktörlerden birinin, geçim masraflarını karşılamak ya da ailelerine destek olmak isteyen öğrencilerin artan oranda işgücüne katılımı olması muhtemeldir. Avrupa ülkelerinin büyük bölümünde 15-24 yaş aralığı, okullaşma oranının yüksek olduğu bir toplumsal kategori. Dolayısıyla, buradaki part-time işçiliğin önemli bir bölümünün öğrencilerden oluştuğunu düşünmek yanılgı olmayacaktır.

Kısacası basit bir maliyet hesabı, gençleri, çalışmayı 5-10 yıl boyunca erteleyip yalnızca eğitimleriyle ilgilenmekten bugün alıkoyuyor. Eğer insanı birtakım soyut modellere hapsedip yaşamın gerçeklerini unutan bazı piyasa iktisatçıları gibi olsaydık, belki çalışan öğrencilerin yaşam zorluklarına gözlerimizi kapayıp, bunun ekonomik açıdan da rasyonel olduğunu, maddi durumu iyi olan olmayan bütün öğrencilerin eğitim süresince bir yandan da işe girip çalışması gerektiğini gerekçelendirmeye soyunabilirdik.

Çünkü kapitalist toplumda eğitim, işgücü kapasitesine sahip birey açısından, kendi insani potansiyelini toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu bir biçimde geliştirmenin aracı değil ama ağırlıklı olarak ekonomik bir tercih. Eğitimin maliyeti, fırsat maliyeti ve getirisi var. Birey 4 yıl boyunca bir işte çalışıp toplam 4x gelir elde etmek ve 4 yıl sonra elde ettiği iş deneyimiyle yıllık x/2 getiren bir işe girmek yerine, 4 yıl sonra yıllık getirisi 4x olan bir işe girme umuduyla bir yükseköğretim kurumuna kaydolabilir. Bu durumda söz konusu bireyin eğitim masrafları maliyet, eğitim gördüğü süre boyunca çalışarak kazanabileceği 4x eğitimin fırsat maliyeti, 4 yıl sonra gireceği işten elde edeceği yıllık gelirin 7x/2’lik kısmı ise eğitimin yalnızca işe başlanan ilk yıldaki getirisi olur. Kısacası, eğitimin kişiye kazandırdığı, katsayıların piyasa koşulları ve eğitimin niteliği tarafından dışsal olarak belirlendiği çok değişkenli bir denklemdir. Çoğu durumda eğitimin işgücünün piyasadaki ederini artırması gerekir; eğitimi cazip kılan budur.

Ancak bugün diplomalı işsiz sayısı artmış, buna paralel olarak nitelikli işlerde dahi ücret düşüşü yaşanmış durumda. Eğitim, getirisi maliyetini karşılamayan bir yatırıma dönüşüyor. Bunun en somut göstergelerinden biri ödenemeyen ve takibe alınan öğrenim kredisi borçlarının boyutudur.11 Bir diğer gösterge ise eksik istihdamdaki artış olabilir.

Part-time işlerde çalışarak eğitim masraflarının bir kısmını eğitim gördüğü süre boyunca karşılamak, son 20 yıldır değişen koşullara ayak uydurmak için öğrenci gençlerin alabileceği ilk önlemdir. Ancak ekonomideki daralmaya paralel olarak, bu eğilim sürdüğü takdirde piyasanın mantığı gereği part-time iş bulmak da giderek zorlaşacak, ayrıca ücretler düşecek ve çalışma koşulları ağırlaşacaktır.

Planlama olmazsa, eksik istihdam olur

İşsizlik oranları ve esnek istihdam biçimlerinin nasıl yaygınlaştığı önemli veriler olsa bile, kapitalizmin krizinin genç işçilerin yaşamında yol açtığı olumsuzluklara ilişkin bilmemiz gereken her şeyi söylemiyor. İstatistiklerden işsizlik ve istihdam arasındaki ilişkiye dair biraz daha fazla bilgi edinebilmek istiyorsak eksik istihdam verilerine de bakmamızın faydası var.

Eksik istihdam, istihdamdaki nüfusun üretici kapasitesinin eksik kullanımı olarak tanımlanıyor ve nicel ve nitel eksik istihdam olmak üzere ikiye ayrılıyor.12 Buna göre nicel eksik istihdam, iş sözleşmesinde belirlenen çalışma saatlerinin, işçinin istediğinden (daha doğrusu ihtiyaç duyduğundan) daha düşük olmasını ifade ediyor. Nitel eksik istihdam ise işçinin niteliklerinin altında bir işte istihdam edilmesi, demek oluyor. Eksik istihdamın iki tipinin de genç işçiler arasında daha yaygın olduğu ilgili istatistiklere bakıldığında görülebiliyor.13

Özellikle gazetecilik, çevirmenlik, reklamcılık, set işçiliği gibi sektörlerde yaygın olan freelance sözleşme, bu tip sözleşmelerle çalışanların, yalnızca, çoğu zaman ihtiyaç duydukları çalışma saatinin (yani ücretin) altında çalışması değil, sabit bir aylık gelire sahip olmaması ve kolayca işine son verilebilmesi anlamına geliyor. Dahası, freelancer statüsünde çalışanlar sosyal güvenceye de sahip olamıyor. Bunun yanı sıra, “sıfır çalışma saatli” sözleşmeler (“zero-hour contract”) Avrupa’da genç işçiler arasında giderek yaygınlaşıyor. Bu sözleşme tipinde, işçi şirketin çalışanı olarak birtakım izin ve sigorta haklarından yararlanabiliyor ancak sözleşme saatlik ücreti tespit etse dahi belli bir çalışma saatini yani düzenli geliri garanti etmiyor.

Birleşik Krallık’ta ‘Zero-Hour Contract’ ile istihdam edildiğini bildiren kişi sayısının 2001-2017 arasındaki değişimi (Bin kişi)

Kaynak: Birleşik Krallık Ulusal İstatistik Ofisi

Bir önceki bölümde kuşaklar arasındaki eşitsizlik demiştik. Sırası gelmişken bu bahsi de biraz açalım. Dünya ölçeğinde birtakım kamu hizmetlerine erişimin geçmişe kıyasla geliştiği, eğitime katılımın arttığı, teknolojik gelişmenin yaşamın zorluklarını azalttığı bir gerçek. Bu gerçeği yadsımak, bunda 20. yüzyıla damgasını vuran sosyalizm deneyimlerinin ve işçi sınıfı mücadelelerinin oynadığı rolü reddetmek olur. Gelgelelim, neo-liberal döneme doğan yeni kuşakların refahının artmadığı da bir gerçektir. Nasıl ki teknolojik ilerleme ve bunun üretimde yol açtığı verimlilik artışı iş saatlerini azaltmamakta ama işsizlik artışına yol açmaktaysa, aynı şekilde eğitime katılımın artması işçi sınıfının üretilen zenginlikten aldığı payı artırmamış ama işçi sınıfının eğitimli kesimlerinde “işgücü maliyetini” yani ücretleri aşağı çekme sonucunu vermiştir.

Ancak kapitalist gelişmenin yol açtığı işgücü niteliğini yükseltici ve verimlilik artırıcı yeniliklerin ve demografik değişimlerin işçi sınıfı üzerinde bir başka etkisi daha var. Üretimde verimliliği artıran teknolojik gelişme, nüfusun yoğunlaştığı kentsel bölgelerde, tüketici ürünü olarak işçilerin günlük yaşamlarına da giriyor. Teknoloji sadece fabrikada ya da plazada patronların hesabına değil, günlük yaşamda seyahat etmek, haberleşmek, fiziksel engelleri ya da sakatlıkları engel olmaktan çıkarmak, kısacası yaşamı her alanda kolaylaştırmak için de kullanılabiliyor. Dolayısıyla ihtiyaç, bugün yalnızca temel ihtiyaçlar değil, çağın olanaklı kıldığı yaşam standartlarına uygun olarak yaşama ve çalışma ihtiyacı anlamına geliyor. Bugünün teknolojik gelişmişlik düzeyi, işçilerin çok daha fazla serbest zaman ve çok daha rahat bir yaşam talep etmesini gerektiriyor.14 Oysa tersine, sermaye düzeni genç işçilere anne babalarına kıyasla daha zor, insanlık dışı bir yaşamı dayatıyor.

Kaynak: ILO – SPARREBOOM ve TARVID. Skills mismatch of natives and immigrants in Europe. 2017.

*Çoğu örnekte verilerin uzandığı son tarih 2014’tür.

Eksik istihdam konusuna dönecek olursak… Bugün, bazı raporlar ve çalışmalarda, genç işsizliğin sonuçları arasında “fazla eğitim” (“over-education”) de sayılıyor. “Fazla-eğitim” bir eksik istihdam biçimi olarak, kişinin sahip olduğundan daha düşük bir eğitim düzeyi ile görülebilecek bir işte istihdam edilmesini ifade ediyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 5 Eylül 2018’de yayınladığı “İşsizliği savuşturmak yetmez” başlıklı raporda, 36 Avrupa ve Batı Asya ülkesinden 22’sinde eğitim düzeyinin gerektirdiği niteliğin altında bir işte çalışanların toplam istihdama oranının yüzde 10’un üzerinde olduğu saptanıyor. En yüksek oranlar ise ne acı ki iki eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ülkesinde, Rusya (yüzde 45) ve Ukrayna’da (yüzde 36) gözlemleniyor. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin halkın eğitim düzeyini ne ölçüde yükselttiği, eğitime erişimi nasıl yaygınlaştırdığı kapitalist restorasyonun ardından eksik istihdam verilerinde görülebiliyor çünkü bu iki ülkedeki oranlar, nitel eksik istihdamın yaşlı kuşaklar arasında da yaygın olduğu anlamına geliyor.

Eksik istihdam, günümüzün en çok haberleştirilen konularından diplomalı işsizliğe eşlik eden önemli bir sorun olarak öne çıkıyor: İşsizlik gençleri aldıkları eğitimi kullanamadıkları, nitelikçe uyumsuz ya da ilgisiz işlerde çalışmaya mecbur bırakıyor.15Hem eğitime ayrılan kaynak hem de gençlerin düşünsel yetilerini körelttiği gibi onları gelecekte asla kullanmayacakları teknik becerilerle donatan bir eğitim için harcanan yıllar böylece çöpe gidiyor.16

“İş dünyası”nın bırakalım gelecek 5 yılı, önündeki 6 ayı öngöremediği bir ekonomik sistemde yükseköğretim ve mesleki eğitimin sermayedar örgütlerinin “önerileri”yle şekillendirilmesi, bu durumda büyük pay sahibi. Kalkınma planlarının yerini özel sektöre teşvik paketlerinin aldığı, kamu sektörünün küçültüldüğü günümüzde diplomalı işsizlik şaşırtıcı olmayan bir sonuç. Eksik istihdam verileri, bir ülkenin doğal ve beşeri kaynaklarını çarçur etmemek için üretimde ve üretimle ilişkili olarak eğitimde planlamanın taşıdığı önemi gösteriyor.

Kapitalizmi kurtarmanın acı reçetesi: Genç işsizlik

Türkiye’ye baktığımızda genç işsizliğin, genel işsizlikle birlikte 2001 krizinin ardından yeni bir eşiğe yükseldiğini fark ediyoruz (bkz. ilk grafik). Kemal Derviş’in kahramanı olduğu IMF anlaşması ve ardından halka “acı reçete” adı altında sunulan halk düşmanı ekonomik reformlar, 3 yılda (2000-2003) 7,2 puanlık sıçrama yapan genç işsizlik oranının ve 4,1 puan artan genel işsizlik oranının yüksek düzeylere demir atmasına yol açtı. Genç işsizlik 2003’e gelindiğinde yüzde 19,9, genel işsizlik ise yüzde 10,5 oranındaydı. Uygulanan IMF politikalarıyla birlikte Türkiye’nin ekonomik büyüme hızının yükseleceği ve işsizlik oranlarının düşmeye başlayacağı söylense de, IMF’ci iktisatçıların dediği gibi olmadı. İşsizlik bir daha 2001 öncesi düzeyine inmedi ve hatta 2000’ler “istihdam yaratmayan büyüme” dönemi olarak adlandırıldı.

Bunda belli başlı etkenlerden biri özelleştirmeler olurken, diğeri de IMF-Dünya Bankası programıyla bitirilen tarım oldu. Tarımın bitirilmesi, kırsal bölgelerden kentlere doğru göç dalgasını tetikledi ve 2000 yılında Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre yüzde 35,1 olan kırsal nüfus oranı, 2012 yılına gelindiğinde yüzde 22,7’ye düştü. Kırdan kente göçün etkisine ilişkin şunu söylemekle yetinelim: Kırdan kente göçün doğal bir sonucu olarak tarım sektöründeki istihdamda yaşlı tarım işçilerinin payı arttı, çünkü göç dalgası daha ziyade gençleri hareket ettirdi. Dolayısıyla, söz konusu yıllarda genç istihdam oranı en çok düşen sektör olarak tarım öne çıktı.17

Özelleştirmeler ise, özetle, Türkiye’nin sanayisizleşmesine ve dışa bağımlılık düzeyinin artmasına hizmet eden, uluslararası tekellerin Türkiye pazarındaki belirleyici gücünü artıran bir etkide bulundu. Verimlilikten dem vurularak, “yöneticiler akrabalarını doldurmuşlar” argümanıyla meşrulaştırılan işten çıkarmaları, fabrika kapatmalar takip etti.

Dikkate değer bir nokta, 20-64 yaş aralığındaki üniversite mezunu işsizlerin oranının 2006’daki yüzde 8,1 düzeyinden, 2018’e gelindiğinde yüzde 12,2’ye çıkmış olmasıdır. 2006 öncesi için eğitim düzeyine ve yaş aralığına göre işsizlik verileri bulunmuyor. Ancak, 25-34 yaş arası nüfusta yükseköğretime katılım oranının 2007-2017 arasında 17 puan arttığını biliyoruz.18.Ayrıca, 25-34 yaş aralığı için 1992’de yüzde 5,6 olan yükseköğretime katılım oranının 2006’da yüzde 13,5’e, 2017’de ise yüzde 31,6’ya çıktığını da biliyoruz. Elimizdeki bir diğer veri ise, yükseköğretime kayıtlı öğrencilerin yüzde 72’sinin (2017 verilerine göre) burs, hibe ya da kredi desteği aldığıdır.

Bu temel verileri de elde tutarak, Türkiye’de işgücündeki genç nüfusa ilişkin aşağıdaki notlar çıkarılabilir:

1- Genç işsizliğin 1991’de de yüzde 15,2 oranında olduğunu düşünecek olursak, sorun sadece AKP hükümeti döneminde ortaya çıkmış bir sorun değildir. 12 Eylül darbesiyle birlikte getirilen ihracata dayalı büyüme modeli, ağırlıklı olarak düşük katma değerli üretim yapılan Türkiye’de üretken olmayan sektörlerin yükselişi ve işsizlik oranının piyasa ekonomistleri tarafından makul kabul edilen yüzde 5’in üzerinde sabitlenmesi anlamına gelmiştir. Gençlik de kapitalist toplumun “dezavantajlı” kesimlerinden biri olarak artan işsizlikten payına düşeni fazlasıyla almaktadır.

2- 90’lar boyunca düşme eğiliminde olan genç işsizlik, 2000 yılına gelindiğinde hızlı bir yükselişe geçmiştir. Özellikle, 2001 krizinin ardından uygulanan IMF politikaları ve bunlara AKP tarafından hız verilmesi genç işsizliğin boyut kazanmasında başlıca sebeplerdir. Özelleştirmeler, belli sektörlerde üretimin düşmesine neden olmuş, bağlantılı sektörleri de daraltan zincirleme etkisine bağlı olarak, işsizlik ve genç işsizliği arttırmış, güvencesiz istihdam biçimlerinin yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur.

3- 90’larda üniversite ve yüksekokul mezunu genç işsiz oranı hakkında bilgimiz bulunmuyor ancak 90’lı yıllarda genç işsizliğin düşme eğilimine girdiğini, yükseköğretime katılım oranının ve bu oranın temsil ettiği nüfus büyüklüğünün 2000’lere kıyasla düşük olduğunu biliyoruz. 2006-2018 arasında ise üniversite ve yüksekokul mezunu gençler arasındaki işsizlik oranı yükseköğretime katılım oranıyla birlikte artmış ve bugün 3 milyondan fazla nüfus büyüklüğüne ulaşmıştır. 2000’lerle birlikte, diplomalı işsizlik ve buna paralel olarak eğitimli işgücünün ücret beklentisindeki düşüş de genç işsizlik dendiği zaman ilk akla gelecek meselelerden biridir.

4- Yükseköğretime kayıtlı öğrencilerin pek çoğu öğrenim kredisi almaktadır. Üniversitelerin birinci öğretim lisans programlarında öğrenim harçlarının uzun bir süredir kaldırıldığı düşünülecek olursa, ABD ve Birleşik Krallık’taki durumun aksine Türkiye’de bu kredilerin önemli bir bölümü emlak, hizmet vb. sektörlere talep yaratan bildiğimiz tüketici kredileridir. Kriz koşulları ve artan diplomalı işsizlik, bu kredilerin geri ödenememe riskinin yüksek olduğunu söylemektedir. Öğrenim kredileri, toplam merkezi yönetim bütçesi içinde büyük bir paya sahip olmasa da, Kredi Yurtlar Kurumu’na (KYK) ayrılan bütçeyi zorlamaktadır. KYK da, buradan hareketle 2018-2022 Yılı Stratejik Planı’nda (sayfa 46) bu “tehdide” işaret ederek şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Dünyadaki gelişmeler ekonomik açıdan da kriz riskini beraberinde getirmektedir. Döviz kurlarının hızla artması beraberinde hayat pahalılaşmasını da getirebilecektir. Ayrıca; olası bir ekonomik kriz tehdidi sonucunda işsizlik rakamlarının artmasıyla karşılaşılabilir. Böylece iş bulamayan mezun öğrencilerin kredi geri ödemelerini aksatma riski artabilecektir. Bu anlamda Kurum kredi geri ödeme sistemini yeniden yapılandırmayı ve daha uygun şartlarda ödemelerin gerçekleştirilmesini hedeflemektedir.”

Böyle olursa öğrencilere KYK tarafından verilen kredilerde daralma beklenebilir. Bunun olası sonucu öğrenci işçiliğin ve yükseköğretimi terk eden öğrenci sayısının artması olabilir.

5- TÜİK’in 15 Mayıs 2019’da açıkladığı Şubat 2019 işgücü istatistikleri, 15-24 yaş aralığındaki nüfusun yüzde 26,1’inin işsiz, yüzde 24,8’inin ise “ne eğitimde ne işte” olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre, genç işsizlik oranı önceki yılın Şubat ayına göre 7,1 puan artmış, 15-64 yaş kategorisindeki işsizlik oranı da 4,1 puanlık artışla yüzde 15 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye ekonomisinin lokomotifi olarak kabul edilen otomotiv sektöründe, üretimin 2019 yılının ilk çeyreğinde önceki yıla göre yüzde 15 oranında daralması, sanayi üretiminin genel olarak 2018’in ardından düşüşe geçmesi, döviz kurundaki artışın sebep olduğu enerji sektöründeki sürdürülemez durum ve bunlara ek olarak dışarıdan gelmesi muhtemel yeni şoklara karşı hasar kontrolü yapılabilmesini sağlayacak bir mali durumun olmaması yakın vadede işsizlikteki durumun iyiye gitmeyeceğini gösteriyor.

6- Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) 2019 verilerine göre, Türkiye’de Suriyeli 3,6 milyon ve farklı uyruklardan 400 bin yani toplam 4 milyon sığınmacı bulunuyor. Sığınmacıların dışında, göçmen olarak Türkiye’ye gelmiş ve burada çalışan da ciddi bir nüfus bulunuyor. Bu kesimin Türkiye’nin en ağır çalışan, en yoksul kesimi olduğunu ve hanehalkı araştırmalarına yani ulusal istatistiklere katılmadığını unutmamak gerekiyor. Örneğin, farklı ülke doğumlu olup Türkiye’de yaşayan ve ne işte ne istihdamda olan 15-34 yaş aralığındaki nüfusun oranı yüzde 41,8 gibi çok yüksek bir düzeyde. Aynı oran Yunanistan’da yüzde 38,6, İtalya’da yüzde 34, İspanya’da yüzde 26 ve Fransa’da yüzde 26,6. Yaş aralığı 15-24’e düşürüldüğünde ise saydığımız diğer ülkelerde bu oran biraz düşerken, Türkiye’de yüzde 44’e çıkıyor (EUROSTAT). Potansiyel suçlu olarak bakılan sığınmacılar, gerçekte işlenen en büyük suçların mağdurları olarak gittikleri ülkelerde yurttaşlık hakları dahi olmaksızın çalıştırılıyor ve yoksulluğa mahkum ediliyor.

Sonuç yerine

Türkiye ve Avrupa’da genç işsizliğin ve göçmen akınının sermaye cephesinde bir sosyal patlama kaygısı yarattığını görmek mümkün. Öte yandan, yedek sanayi ordusunun gelişmiş ekonomilerde giderek genişlemesi, yeni bir büyüme dönemi için “fırsat” anlamına geliyor. Üstelik hem nitelikli hem de giderek daha azına razı, hatırı sayılır bir kısmını genç işçilerin oluşturduğu bu yedek sanayi ordusu, sınıf siyasetinden, tarihin hiçbir kriz döneminde olmadığı kadar uzak.

Sermaye sınıfı, krizi yönetmek için hazırlıklarını yoğunlaştırıyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde şahit olunan sağ yükseliş ve yeşiller dalgası, uluslararası tekellerin halkın önüne sürdüğü sahte alternatiflere yenilerinin eklendiğini gösteriyor. “Dünyanın geleceği” ve “çevresel sürdürülebilirlik”, bütün sınıfları birleştiren bir dava olarak öne çıkartılırken, altyapının “çevreci” dönüşümünden Avrupa merkezli otomotiv ve teknoloji devlerinin ve onların başka ülkelerdeki ortaklarının elde edeceği kazanç gözden kaçırılıyor. Faşist hareketin yükselişi, merkez sağ partilerin seçmen tabanlarını korumak için faşistleri taklit etmesine ve işçi hareketlerini bastırmaya yönelik ve göçmen düşmanı yasal düzenlemelerin art arda parlamentolardan geçmesine yol açıyor. Silahlanma harcamalarının artışı ve emperyalistler arasında derinleşen çelişkiler, düzenleyici bir emperyalist savaş ihtimalini güçlendiriyor.

Elbette bu gibi gelişmelerden yola çıkılarak yapılan uzun erimli tahminler, emperyalistlerin stratejik hesaplarına ve krizden çıkış stratejilerine ilişkin yalnızca zihin egzersizi yapmayı ve uyanık olmayı sağlayan spekülatif yorumlar. Bu gelişmelerin nereye varacağını bugün kesin olarak bilmek mümkün değil. Bugün kesin olan tek şey ise işçi sınıfının siyasetsiz, bilinçsiz ve parçalanmış oluşudur. İşçi sınıfı hareketinin, bugün neredeyse sıfırdan inşa edilmesi gerektiğidir.

Kapitalizmin yol açtığı yıkımı daha ağır yaşayan genç işçilerin, bu süreçte sınıf siyasetiyle buluşturulmasının ise işçi sınıfı hareketini inşa etmek hedefi doğrultusunda özel bir önemi var. Genç işgücü havuzu ile 30 yaş üzerindeki işçilerin oluşturduğu işgücü havuzu arasında kayda değer bir farklılaşma oluştuğunu görüyoruz. Bugün genç işçiler için geçerli olan işgücü piyasası koşullarının, işçi sınıfının geleceğine dönük bir tasarım olduğunu ve gidişat bir noktada tersine çevrilmediği takdirde gelecekte bütün işçileri kapsayacağını kavramak önemli. Dolayısıyla bütün işçi sınıfını ve hatta sosyal güvenlik sistemi ve kamu hizmetlerine erişim üzerinden bütün toplumu ilgilendiren bir tehdit söz konusu. Bunu mücadelenin başlayıp bittiği alan olarak görmemek ama Dünya Bankası, IMF, ILO vb. kuruluşların üzerine kafa yorduğu eğilimlerin sınıf hareketi açısından ne anlama geldiğini ve yapılması gereken hazırlığı -örneğin bu yazıda olduğundan- daha detaylı şekilde elde almak gerekiyor.

Toplu sözleşmelerde kapsanacak maddeler, sosyal güvenlik sistemine dönük tartışmalar, “Sanayi 4.0”… Konuyu bunlar ve daha pek çok başka meseleyle bağlantılı şekilde düşünmek ve pozisyon üretmek bir ihtiyaç haline geliyor.

Daha fazla şey söylenebilir ancak ne olursa olsun esas önemli olan, solun uzun zamandır tamamen sendikalara havale ettiği ama sendikalar tarafından asla hakkı verilerek ele alınamayacak birtakım ekonomik gündemlerle, güncel siyasal gelişmelere ilişkin işçi sınıfı partisinin pozisyonu arasındaki ilişkiyi daha doğrudan kurabilmek, ekonomik talepler ile siyaseti ayrı dünyalar olarak görmemektir. Düzen partilerinin emek düşmanlığında birleştiği doğrudur ancak işçi sınıfının birtakım kazanımlar elde edebilmesi için ön koşulun, köklü siyasal tercihlerin ekonomik krizin derinleşmesiyle ya da (iktidarın veya muhalefetin) seçim yenilgileriyle değişmesi olduğuna dönük beklentinin karşılığı olamaz. Parti tabelaları hızla değişebilir ancak ideolojik koordinatların kolay değişeceği düşünülmemelidir. Ek olarak, siyasal ve ekonomik mücadele arasındaki bağlantı, birtakım siyasal hedeflere (belli bir oy oranı, örgütlülük düzeyi) ulaşılmasının, işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirecek yaptırım gücüne ulaşması sonucunu getireceğini söyleyen tek yönlü formülle kurulamaz. Sınıfsal perspektiften siyaset, işçi sınıfı adına hukuksal, toplumsal, kültürel, akademik yaşamda ve çalışma yaşamında mevzi kazanmak, sınıf güçlerini marjinalleştirme girişimlerine engel olarak konsolide etmek, nihai olarak da egemen hale gelmektir.

Siyasette egemen kamplaşma, işçi sınıfı partisi bugünkünden çok daha örgütlü olsa bile, devrimci kriz anına dek düzenin farklı fraksiyonları arasında olacaktır. Bu gerçek, işçi sınıfı partisinin iktidarı yarın almaya hazır bir parti gibi, “ana muhalefet” rolüne ve ciddiyetine bürünmesi gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Kulağa büyük gelen ama bugün koşulların giderek daha mümkün hale getirdiği bu ara hedef, işçilerin (ve özel olarak genç işçilerin), kendi dünyalarında, kendilerini ait hissedecekleri bir kampın oluşturulması ve bunun apolitikleşmeden başarılması sorumluluğunu gündeme taşır.

Dipnotlar

  1. BETAM. Temmuz 2012. “Kıdem Tazminatı Reformu: Sorunlar ve Çözümler”, s. 63.
  2. BETAM. agy. s.8.
  3. BETAM. agy. s.9.
  4. BETAM. agy. s.9.
  5. BETAM. agy. s.37. (Alıntılanan paragraflardaki anlatım bozukluklarına dokunulmamıştır, paragraflar orijinal metinde olduğu gibi alınmıştır.)
  6. Marx, Karl. Kapital. Cilt 1. Sayfa 176-177. Yordam Yayınevi.
  7. “En temel haliyle üretici güçlerin gelişmesi eğilimiyle, kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çözülemez çelişkiden kaynaklı genel krizin dinamikleri sürekli işlemeye devam ediyor ama güncel kriz bu yapısal sorunla bağlantılı olmasına rağmen farklı bir seyir izliyor.” Şen, Özgür. 31 Mart sonrasında Türkiye kapitalizmi. Gelenek 141.
  8. Marx, Karl. agy. s.611-612.
  9. İşgücü= İşsizlik + İstihdam. İşgücündeki büyüme, istihdam büyümediği takdirde işsizlik oranının artması anlamına gelir. Önceki on yıllarda işgücüne katılan yaş kuşağının, eğitime katılması ya da iş aramaktan vazgeçmesi genç işgücündeki büyümeyi azaltır. Bu nedenle, daha fazla gencin eğitime katılarak işgücünden çıktığı dönemde genç işsizlikteki artış dikkat çekicidir.
  10. Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Hırvatistan, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İrlanda, İtalya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Malta, Hollanda, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya, İspanya, İsveç, Birleşik Krallık
  11. “Size hiçbir borcumuz yok”. 24.08.2017 tarihli basın açıklaması. Türkiye Komünist Gençliği.
    https://www.tkp.org.tr/tr/haberler/tkg-size-hicbir-borcumuz-yok
  12. “Görülebilir eksik istihdam” vb başka adlandırmalar da var. Burada “nitel” ve “nicel” sözcüklerini tercih ediyoruz.
  13. Eurostat’ın internet sitesinden ilgili istatistiklere ulaşmak mümkün. Buradaki verilere göre, Türkiye’de nicel eksik istihdam oranı yüksek değil; bunun gerekçesi ortalama düzenli çalışma saatlerinin uzunluğu olabilir.
  14. Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ve Yunanistan Komünist Gençliği (KNE), 2008 krizi patlak verdiğinde, krize karşı bir savunma hattı kurmak yerine, “çağcıl ihtiyaçlar” (contemporary needs) kavramıyla ve bir karşı saldırı örgütleme hedefiyle çıkış yaptı. Bu pozisyon, geçmişte burjuva iktidarının tanımak zorunda kaldığı hakların da, üretim araçlarının bugünkü gelişmişlik düzeyinde halk açısından yetersiz olduğunu savunuyor.
  15. “…en az 21 bin ataması yapılmayan öğretmen, mezun oldukları alanla ilgisiz sektörlerde (inşaatta, hizmette vb sektörlerde) istihdam ediliyor ve bir yandan atanmayı bekliyor.” Bu konuya değinen faydalı bir çalışma için: Düzeni Değiştirmek İsteyen Gençlerin El Kitabı. Sayfa 20-21. Türkiye Komünist Gençliği. 2017.
  16. Elbette buradan çıkan sonuç, eğitime ayrılan kaynağın azaltılmasını talep ettiğimiz olmamalı. Eğitime ayrılan kaynağı artırmakla eğitim sistemindeki bütün sorunların çözülmeyeceğini, bu kaynağın toplumun çıkarları gözetilerek doğru kullanılması gerektiğini söylüyoruz.
  17. Bakis, Ozan. (2015). Recent Trends in the Turkish Labor Market. İktisat İşletme ve Finans.
  18. OECD. Country Note. Education at a Glance 2018
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×