IŞİD Karşıtı Kampanya: Emperyalizm Gericilikle Hesaplaşır mı?

Bundan yaklaşık 3 sene önce, 2014 yılının Eylül ayında dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, IŞİD’e karşı ABD öncülüğünde bir koalisyonun kurulması için yaptığı Ortadoğu turunu tamamladı ve bugün ‘IŞİD karşıtı koalisyon’ olarak bilinen yapının ilk hali ortaya çıktı. IŞİD karşıtı koalisyona, aralarında Suudi Arabistan ve Katar'ın da bulunduğu 10 Arap ülkesi dahil, 40’a yakın ülke destek verdi. İçinde bulunduğumuz yılın Mayıs ayında NATO da, savaşta etkin muharip rol üstlenmeyecek olmasına karşın koalisyona katılacağını duyurdu ve böylece Irak ve Suriye’deki IŞİD varlığını hedef alan ABD öncülüğünde bir askeri ittifak bugünkü haline geldi.

 

Bugün Koalisyon’un operasyonları ana akım medyada birkaç nedenle tartışma yaratıyor. Verilen sivil kayıplar ve hava operasyonlarının IŞİD karşısında etkisiz kalması bu nedenlerden öne çıkanlar. Diğer yandan, ilk günden beri koalisyonun parçası olan Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin aynı zamanda IŞİD’in arkasındaki maddi gücü oluşturması, koalisyonun ‘ruhuna’ ve temeline ilişkin yeterince fikir veriyor. IŞİD karşıtı operasyonun başını çeken ABD’nin Suriye’de IŞİD’e nasıl serpilme fırsatı verdiği de yeterince biliniyor.

 

Oysa hem bu koalisyonun hem de son 3-4 yılda yoğunlaşan ‘Cihatçı karşıtı’ Batı müdahalesinin, sahada alınan sonuçları çok aşan bazı çıktıları var. Öyle ki, IŞİD karşıtı koalisyonun hava saldırılarının ‘fiziki’ ve askeri sonuçları, bir yerden sonra önemsiz kalıyor. Emperyalizmin IŞİD karşısındaki sözde ‘kararlı’ ve ‘sert’ tutumu, emperyalist müdahalenin karakterine ilişkin önemli bir dönüşümü temsil ediyor.

 

Müdahalenin bu biçiminin en belirgin özelliği, emperyalist saldırganlığın sol kamuoyunda bile meşruiyet kazanabilecek bir ‘gerekçe’ elde etmiş olması. IŞİD’e karşı koalisyon operasyonları, bombalamalar ve YPG gibi unsurların silahlandırılması, ‘cihatçılara karşı her yol mübah’ diyen çok geniş bir kamuoyunun yaratılmasıyla kolaylaşmış oldu. IŞİD öyle bir ‘canavarlığı’ temsil ediyordu ki, karşısında bütün ilkeleri, bütün ayrımları ve kırmızı çizgileri bir kenara bırakıp yan yana gelmek, kim hangi adımı atıyorsa baş tacı etmek gerekiyordu. IŞİD’in profesyonelce hazırlanmış videoları, insan katliamında şimdiye kadar ulaşılamamış bir gaddarlığın temsilcisi haline gelmesi ve katliamlarında hiçbir sınır tanımaması, bahsettiğimiz uluslararası ‘projenin’ ayakları olarak belirginleşti. ‘IŞİD karşıtı’ emperyalist müdahalenin işlevine dair en net görüntü bu oldu ve bu ‘fotoğraf’ sayısız kez dillendirildi.

 

Oysa bahsedilen dalganın etkisi bundan ibaret değil. Emperyalizmin IŞİD karşıtı müdahalesinin ve dünyada ‘cihadizm’ karşıtlığını vitrine koymasının başka dolaylı sonuçları da var. Bu yazıda biraz daha bu sonuçların solun dünyasındaki etkilerinden bahsedilecek.

 

‘KÖKTENCİLİK’ KARŞITLIĞI

IŞİD’in günümüzdeki ‘imajına’ ulaşmasında en belirgin dönüm noktalarından birisi, Charlie Hebdo saldırısıydı. 7 Ocak 2015’te Charlie Hebdo dergisinin Paris’teki bürosuna yapılan ve 5 kişinin yaşamını yitirdiği saldırıdan sonra dünyada ‘IŞİD karşıtı’ kamuoyu belirgin şekilde nitelik değiştirdi ve emperyalist merkezlerin aktif olarak katıldığı bir kampanyanın startı verildi. Kampanyanın ruhunu ortaya koyan fotoğraf, 11 Ocak 2015’te Paris’te 50'ye yakın hükümet ve devlet başkanının katıldığı dev yürüyüştü. Türkiye’den Ahmet Davutoğlu da o fotoğrafta yerini almış ve AKP hükümetinin ‘treni kaçırmayacağını’ ve yeni kampanyada yer alacağını göstermişti. Bunun mümkün olup olmadığı ayrı konu…

 

Tam da bu yürüyüş yapıldığı sıralarda, dünya genelinde laiklik, İslamcılık ve ‘islamofobi’ kavramları üzerine ‘derin’ tartışmalar başlatıldı. O güne kadar, özellikle de Türkiye gibi dinci gericiliğin kapitalist saldırganlığın bir aracı olarak işlev gördüğü ve muhafazakâr bir toplum projesinin hayata geçirilmeye çalışıldığı ülkelerde, laiklik ve sol arasındaki ilişkiye solcular tarafından şüpheyle bakılıyordu. Temel soru, laikliğin ve aydınlanma mücadelesinin sınıf siyasetinin temel unsurlarından birisi olup olmadığıydı ve liberalizm etkisiyle doğru orantılı olarak, ‘gericiliğe karşı mücadele’ solun gündemi olmaktan çıkarılmıştı. Paris saldırısından sonra iyice belirginleşen ve emperyalistlerin etki alanı içerisinde serpilen ‘IŞİD karşıtı’ kamuoyuyla birlikte, soldaki konumlarda önemli oynamalar gerçekleşti. Bugüne kadar ‘İslamofobi’ başlığı altında mahkûm edilen ‘gericilik karşıtlığı’, belli bir biçimde yeniden keşfedildi, aydınlanma ile solun ilişkisi ‘olumlu’ bir içerikte yeniden tanımlandı. Elbette ‘tanımlanan’ sınırlar içerisinde kalınmasına dikkat edilerek ve anti-kapitalist içerikten uzaklaştırılarak…

 

Bu tartışmalar arasında akılda kalan yazılardan birisi, Sloven düşünür Slovaj Zizek’in ‘İslamcılığı eleştirmekten geri durmamalıyız’ mesajı içeren makalesiydi.1 Zizek’in yazısı çokça tartışıldı ve bugüne kadar laiklik ve sol arasındaki ilişkinin tartışıldığı ortamlarda bir referans olarak gösterildi. Zizek’in ifadeleri, “Şu radikal İslamcı çizgiye artık bir ayar verilmeli” mesajı vermesi bakımından pek tutuldu.

 

Zizek, “‘Ama Charlie Hebdo da Müslümanları gereğinden fazla kışkırtıyor ve aşağılıyordu’ tarzı zımni ikazlara hiç prim vermemeliyiz” diyerek başladığı makalesinde, liberal solculuğun o güne kadarki tezlerini eleştiriyor, “Bu sahte solculara göre İslam’ın her türlü eleştirisi Batı İslamofobisi’nin bir çehresi olarak kınanmalı” diyerek İslamofobi kavramının kullanımını sorguluyordu.

 

“Charlie Hebdo’ya karşı düzenlenen saldırı basitçe ‘geride kalmış korkunç bir kaza’ değildi. Açık bir dinsel ve politik gündemi vardı” diyen Zizek, bugüne kadar dünya ölçeğinde ve özellikle de Ortadoğu’da gericiliğin ‘açık bir politik gündemi’ yokmuşçasına, IŞİD barbarlığının ilk kez böyle bir gündemi dayattığını ima ediyordu.

 

Zizek’in ‘çözümü’ ise, konuyu nereye getirmeye çalıştığına ilişkin net bir tablo ortaya koyuyor. IŞİD barbarlığı karşısında, liberalizmin kendi ‘özünü’ bile koruyamayacak kadar güçsüz olduğunu savunan Zizek, “Liberalizmin temel değerlerini kurtarabilecek olan tek şey yeni bir Sol’dur. Bu temel mirasın ayakta kalabilmesi için liberalizm, radikal solun kardeşçe desteğine muhtaç. Köktenciliği yenmenin, ayaklarını bastığı zemini ortadan kaldırmanın tek yolu bu” diyerek, ‘köktencilik’ karşısında oluşturulan kamuoyunun ideolojik zeminini de bulmuş oluyordu.

 

Zizek’in ‘emperyalist kampanyanın ideoloji üreticisi’ olduğunu iddia etmek ‘biraz fazla’ olabilir. Ancak buradaki paralellik, emperyalizmin ‘IŞİD karşıtı kampanya’sının dünya soluna yönelik çok özgün bir etkisini görmek için yerinde görünüyor: Köktencilik kavramı etrafında, barbarlığı şüphe götürmeyen IŞİD’e karşı, burjuva özgürlükçülüğünü ve ilericiliğini temel alan bir cihadizm karşıtlığı, bu kampanya neticesinde meşru zemin olarak görülüyor ve sol kamuoyundan da karşılık buluyor.

 

Köktencilik kavramının seçilmesi, ‘bir taşla iki kuş’ vurmak için de isabetli: IŞİD’in aşırıcı ve köktenci bir ‘canavar’ olarak hedef alınması, karşısında oluşturulması hedeflenen cephenin niteliğinin ‘düzen karşıtı’ olmasını baştan imkansız hale getiriyor. Köktencilik çuvalında IŞİD’in yalnız kalmayacağına kesin gözüyle bakabiliriz: Charlie Hebdo saldırısından sonra Paris’te yan yana yürüyen Batılı liderlerin tamamı, örneğin Nazi suçlarının yanına Komünizmin ‘suçlarını’ yazan ve bunların tamamını ‘aşırıcı görüşler’ olarak paketleyen siyasi çizgilerin temsilcileri. Köktenciliğe karşı, liberal değerlerin savunucusu olan bir sol pozisyon vitrine çıkarıldı ve IŞİD karşıtı kampanya, bu doğrultuda, daha önce atılan adımlardan çok daha etkili oldu.

 

Laikliğin sol kamuoyundaki yeri de bu kampanyayla birlikte radikal şekilde değişmiş oldu. Aktörleri bulanıklaşmış bir ‘neo-liberalizm’ tasavvuruyla birlikte, bunun bir ürünü olarak İslami gericilik hedefe oturtuldu. Sanki, gericiliğe karşı tüm itirazları ‘İslamofobi’ etiketiyle linç eden sözde sosyalistler çok eskide kalmış gibi, aydınlanma değerleri ve laiklik için iade-i itibar süreci başladı. Zizek’in ‘aykırı’ sesi, bu doğrultuda atılmış bir adım olarak görülmeli. Bu ‘aykırı’ ses, yeni tablonun ‘ana akım’ görüşü olarak dönemin ruhunu yansıtıyordu.

 

TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN YENİDEN KEŞFİ

Türkiye, tüm bunların çoğu zaman doğrudan yansıdığı bir ülke. Ülkemiz, sol kamuoyunun ‘dış dünyadan’ etkilenme biçimleri açısından örnek sayılabilir. Dış dünyada ‘trend’ler, çoğu zaman gecikerek ve karikatürleşerek Türkiye’de uygulanmaya başlanıyor ve en kararlı savunucularını buluveriyor. IŞİD karşıtı emperyalist operasyonun sol camiadaki etkisi de, Türkiye solunun belli kesimlerinde ‘laikliğin yeniden keşfi’ olarak belirginleşti.

 

Herhalde bu ‘gelişme’ en çok, on yıllardır istikrarlı biçimde gericiliğe karşı siyaset yapan komünistler tarafından izlenebilmiştir. 28 Şubat döneminde ‘türbana özgürlük’ palavrasının parçası olmayı reddeden, AKP’nin gericiliğini hiçbir zaman ‘demokratikleştirici’ bir dinamik olarak baş tacı etmeyen, Türkiye’de dinselleşmenin ve somut uygulamalarının karşısında durmaya çalışan Türkiye Komünist Partisi, bu duruşunun karşılığında ‘kemalist’, ‘MGK’cı’ ya da ‘elitlere seslenen’ bir parti olmakla eleştiriliyordu. Bu suçlamaların sahiplerinin tamamı, bugün IŞİD’in ‘ortaçağ karanlığını’ temsil ettiğini söyleyebiliyor.

 

Laikliğin keşfi, ‘aşırıcılığa karşı’ liberter bir zeminde ortaklaşmayı öneriyor. Dünyadaki bu trendin Türkiye’deki karşılığı ise Ortadoğu’da cihatçıları desteklemek konusundaki sicili bir hayli kabarık olan AKP’nin karşısında, ‘radikal olmayan’ bir laik cepheyi yaratmaya denk düşüyor. Bu cephede, İslamcılara bile yer var; tek ki ‘köktenci’ hareketlerle aralarına mesafe koysunlar ve Batı’nın IŞİD karşıtı operasyonuyla ‘akort’ olabilsinler.

 

Birikim dergisi yazarları ya da Nilüfer Göle gibi isimler, burjuva siyasetinin ‘sol kanadındaki’ trendi ölçmek için doğru isimler. Bu ikisinin bileşimini, Ahmet İnsel’in Nilüfer Göle ile yaptığı ve ses getiren bir röportajda buluyoruz. 16 Şubat 2017 tarihinde T24 haber sitesinden yayılan fakat ilk olarak Birikim dergisinde yayımlanmış olan röportaj, Nilüfer Göle’nin şu sözlerini başlığa taşıyor: “Kemalizm, Müslüman laikliğin en gelişmiş, evrenselleşmiş biçimi.”2

 

Laikliğe yönelik her hassasiyetin, aydınlanmaya ilişkin her vurgunun ‘kemalizm’ olarak etiketlenerek tu kaka ilan edildiği günlerin geride kaldığına sevinen var mıdır bilinmez ama Nilüfer Göle, Batı’da sol kamuoyunun yeni yönelimine bütünüyle uyum sağladığını bu röportajla ortaya koymuş görünüyor.

 

Göle, “80’li yıllarda yazdığım otoriter laiklikle demokrat Müslüman karşılaşması artık geçerli değil” diyerek ‘yeni’ bir analize girişiyor. “Bugün iktidarı içlerine kimileri sindirmese de, kendilerini mazlum olarak görmekte ve göstermekte ısrar etseler de, artık Müslümanlar iktidarda” diyen Göle, yıllarca ‘Müslümanların seçim kazansalar da iktidar olamadıkları’ yönünde ortaya atılan laiklik karşıtı yorumların üstünü çiziyor. Kemalistlerin ‘önemli bir sosyolojik dönüşüm’ geçirdiğini savunan Göle, dünya genelindeki laikliğe yönelik ‘iade-i itibar’ kampanyasının bir tezahürü olarak kemalizme ve Türkiye laikliğine ‘çok özgün’ bir içerikle itibar iadesinde bulunuyor. Göle, bunun sınırlarını itinayla çiziyor:

 

“Bugün 30’lı, 40’lı, 50’li yaşlarda olan bu kesimin, kentlerde kültürel artı değer yaratılmasında katkıları büyük oldu. Yayıncılık yaptılar, klasikleri tercüme ettiler, yeni yazarları keşfettiler, kitabevleri açtılar, romancılar dünya edebiyatına girdi, senaryolar diziler her dilden izlendi, filmler ödül aldı, besteler yapıldı, kalan müziğe sahip çıkıldı, yeni tatlar eski tatların yanına kondu. Kısacası kültürel sermaye birikimi oluştu, yeni mekânlar, tasarımlar, mimari yapılar, modalar yaratıldı. İstanbul bu kültürel devinimin parçası olmak isteyenler için çekim merkezi haline gelmişti. Göçmen sanatçılar İstanbul’a yerleşiyor, Avrupalı akademisyenler Türkiye’ye yöneliyor, işadamları yatırım yapıyordu. Türkiye bir fırsatlar ülkesi olmuştu, bunun temelinde özgürlük ve yaratıcılık rüzgârları vardı (…) Esas kayıp bu birikimdir, dantel gibi örülen, zaman ve emek isteyen, hoyratlığa gelmeyen bu birikim.”

 

Nilüfer Göle, laikliğin ‘önemini’, yaratılan kültürel sermaye ve İstanbul’un bir yatırım sahası olarak çekim merkezi olmasıyla açıklıyor ve gerici saldırganlığın ‘esas olarak’ bu birikimi tehdit ettiğini söylüyor. Laikliğin bin bir tanımının yanında, en ‘samimi’ yorumlar arasında mutlaka Nilüfer Göle’yi de almak gerekiyor. “Bu kesimin özgür havaya, yumuşak iklime ihtiyacı var” diyen Göle, kültürel sermaye yaratıcıları için ‘laiklik’ istiyor. Kemalizme ve laikliğe itibarını geri kazandırmaya giden yollardan birisinin bu olması, Türkiye’ye has bir ‘karikatür’ örneği olarak görülebilir.

 

Diğer yandan, Göle’nin laikliğe ilişkin yeni kavrayışını bir karikatür olarak mahkûm edip geçemeyiz. Charlie Hebdo saldırısından sonra doruk noktasına ulaşan ‘IŞİD karşıtı laik cephe’ ihtiyacı ve bunun sahada hem ABD saldırganlığıyla yan yana gelmesi hem de ideolojik ayrımları silikleştirecek bir ‘IŞİD karşıtlığıyla’ uygulamaya sokulması, Türkiye’deki ‘seküler kuvvetlerin’ özel bir bileşimle yan yana getirilmesini gerektiriyordu. Nilüfer Göle’nin kavrayışı bu açıdan son derece açıklayıcı ve böyle bakıldığında ‘şaka’ olmaktan uzak.

 

Bu yazının konusu, liberallerin ‘yeni durum’ adaptasyonunun sınırlarını ölçmek ve bu alandaki başarılarını takdir etmek değil. Özgün bir örneğini Nilüfer Göle’de gördüğümüz, dünyada ise sol entelektüellerin uyum yakaladıkları ‘seküler rüzgar’, Türkiye solcusunu çeşitli yanılsamaların ortasında bırakması bakımından önemli. Göle gibiler çoktandır ‘liberalizmin bayrak taşıyanı olarak’ görüldüğü için Türkiye soluna doğrudan etkide bulunma ehliyetine sahip değiller. Ancak bu görüşlerin dolaylı da olsa sol kamuoyunda karşılık bulduğunu görmek gerekiyor.

 

Özetle, Türkiye solunu her dönem çeşitli araçlarla etkileme ve bazı dönemeçlerde ise tamamen belirleme gücüne sahip ‘düşünürler’, yeni dönemde emperyalizmin yönelimiyle rezonans yakaladılar ve Türkiye solu bugüne kadar şüpheyle yaklaştığı laiklik davasına sırf bu gelişme nedeniyle ‘özel’ bir noktadan bağlanma eğilimi göstermeye başladı: Düzen karşıtı niteliğinden arındırılmış bir ‘cephe tutkalı’ olarak ‘laiklik hassasiyeti.’

 

TÜRKİYE SOLUNDA YANILSAMALAR

IŞİD karşıtı emperyalist kampanyanın ayaklarına birkaç başlıkta değindik: Çok önceleri başlayan fakat Charlie Hebdo saldırısından sonra doruk noktasına çıkan ‘canavar’ yaratımı, ‘IŞİD karşıtı ılımlı kamuoyu’ yaratmak, solu da zararsızlaştıracak bir çerçeveyi ideolojiler dünyasına dayatmak ve IŞİD karşıtı koalisyonun kurulması ile askeri operasyonlar aracılığıyla emperyalist müdahale.

 

Türkiye’de solun içine düştüğü yanılsama, bu unsurların her birisinden etkileniyor.

 

Öncelikle, bütün bunlardan yola çıkarak ‘laikliğin yükselişe geçtiğine’ yönelik bir sezgiye ulaşmak ve buradan hareket etmek, yanılsamaların ilkini oluşturuyor.

 

Bu görüşün sahipleri, AKP’nin ve daha özel olarak Tayyip Erdoğan’ın Batı tarafından ‘götürülmesine’ yönelik beklentinin zemini olarak, ilk olarak Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler ekolünün tasfiye edilmesine odaklanmışlardı. Elbette önemsiz değildi. ‘Rabiacılığın’ devre dışı bırakılması, AKP’nin de ‘misyonunu tamamlamış’ olduğuna yönelik güçlü bir sinyaldi. Ancak hayat her zaman formüllere dökülebilir netlikte akmıyordu ve bu ‘dalga’ Erdoğan’ı hafif hasarla sıyırdı geçti. Elbette ‘devre dışı bırakmak’ opsiyonu, güçlenerek masada kalmaya devam etti. Katar krizinden sonra yeniden hortlayan ‘Rabia’ işareti polemiği, ‘AKP’yi bu sefer götürecekler’ beklentisini yeniden diriltmedi mi?3

 

İkinci büyük beklenti, AKP’nin Suriye’de girdiği angajmanlardı ve bunlardan en büyüğü, cihatçı örgütlere verilen destekti. IŞİD karşıtı kamuoyunun Batı tarafından ve belirlenen sınırlar içerisinde inşa edilmesinin ardından AKP’nin ‘götürülmesi’ için yeni bir beklenti yaratıldı. MİT TIR’ları üzerinden yürüyen kavganın bir boyutu da bu beklentiydi. Madem tüm dünya IŞİD denilen canavara karşı birleşmişti, Ortadoğu’da IŞİD’i karşısına almaktan çekinen bir AKP de hedef tahtasında demekti. Fakat bu ‘vizyon’ da yarıda kaldı, AKP aldığı hasarla yola devam etti. Zaten emperyalist merkezlerin istediği belki de ‘hasar almış’ bir AKP idi.

 

Bu stratejiyle AKP’nin ‘yenilmesi’ mümkün değildi elbette. Fakat mümkün olmayan tek şey bu değil. Bu ‘fotoğrafa’ bakarak laikliğin yükselişe geçtiği, İslamcılığın köşeye sıkıştığı değerlendirmesini yapmak da mümkün değil. Çünkü yukarıda bahsedildiği gibi, yükselişe geçen, solun temel motiflerinden birisi olagelmiş, aydınlanma mücadelesinin zeminini oluşturan ‘laiklik’ değil, çeşitli ön eklerle tarif edilebilecek bir ‘birleştirici’ motifti sadece. Düzen siyasetinin bütün ‘ılımlı’ unsurlarını yan yana getiren bir tutkal.

 

Bu tutkalın Türkiye’deki ismine bir türlü karar verememiş olmaları dikkat çekici. Laikliğin ‘yumuşak’ ya da ‘sert’ olması, ‘demokratik’ ya da ‘jakoben’ olması hakkındaki tartışmalar bu yüzden yapılıyor. Birleştirici unsurun mümkün olduğunca ‘soft’, şekilsiz, iddiasız olması gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’ne katılan Alevi yurttaşlar ile Meral Akşener’i yan yana getirmenin başka bir formülü bulunabilir miydi? Ya da Nilüfer Göle’nin ‘kültürel sermaye üreticilerinin gönlünü hoş tutmaya’ indirgediği ‘laiklik hassasiyeti’ başka bir yolla kucaklanabilir miydi?

 

Burada yükselişe geçen bir şeyler var, ama onun adı solcuların anladığı anlamda ‘laiklik’ değil. Dolayısıyla buradaki yükselişe basarak ‘laiklik kavgası’ vermenin önü, sanıldığı kadar açık değil. Bu yüzden inatla söyleniyor: Laiklik kavgası, bu düzlemin dışında, komünistlerin ‘sınıf perspektifi’ dediği bir noktadan yapılabilir ancak. Çünkü bizim laikliğimiz, Charlie Hebdo saldırısından sonra Paris’te dünya liderlerinin salladığı bayrakta yazan ’laiklik’ değil. Bu ikisi, kimi zaman karşı karşıya gelecek kadar zıt kutupları temsil ediyor.

 

Bununla bağlantılı bir diğer yanılsama, laikliğin ‘birleştirici motif’ olmasına ilişkin. Yukarıda bahsedildi: Bugün yükselişe geçen ‘köktencilik karşıtı’ motifin kimleri birleştirebileceği açıkça görülüyor. Diğer yandan, laikliğin ‘herkesin çıkarına olduğu’ görüşü, dünya genelindeki sosyal demokrat, oportünist akımların sınıf işbirlikçisi pozisyonuna çok benziyor. Sınıf zemininde kurulmamış toplumsal ittifak projeleri, sosyalizmin toplumsal zeminini güçlendirmekten çok uzak zihni sinir projelerinden öteye geçmiyor. Örneğin Türkiye’de Kürtlerle CHP tabanı arasında ‘AKP karşıtı’ bir yan yana gelişin hamuru olarak laikliği öne sürmek, olmayacak duaya amin demekten öteye geçemiyor.

 

Bunun nedeni, laikliğin her niyete yenebilecek kadar köksüz olmaması. Laiklik kavgası da Türkiye’de laikliğin geleneğinin ‘tamamen dışında’ bir ideolojik motif olarak kullanıma sokulamıyor. İşin aslı, Kürtler ve cumhuriyetçi kesimler, her birisi fazlasıyla katılaşmış toplumsal kesimler olarak, sözü edilen ‘birleştirici motif’in alıcısı değiller. Daha açığı, AKP karşısında birleşmenin formülü olarak ortaya atılan ve ‘yamalı bohça’ haline getirilmiş bir laiklik vurgusu, bu iki kesimi de pek çekmiyor.

 

Diğer yandan, laikliğin ‘birleştirici’ rolünün de ancak bu kesimlerin pozisyonlarını aşan ve başka bir doğrultuyu bu kesimlere dayatan bir siyasi yönelim eşliğinde yürürlüğe girebileceğini söyleyebiliriz. Sınıf siyasetinin bir ‘belirleyen’ olarak kendisini dayattığı ve bu kesimleri çeşitli yollarla etkilediği, hatta bu kesimlerin ileri unsurlarını mevcut çizgilerinden koparmayı başarabildiği bir konjonktürde, laiklik bu bileşimin harçlarından birisi olabilir ve olacaktır. Ama daha ötesi değil… Bu yüzden ısrarla ifade ediliyor: Laiklik, sosyalizm kavgasının bayrağında yazdığında birleştirir ancak.

 

Emperyalizmin IŞİD karşıtı kampanyasının en etkili sonuçlarından birisi ise, ‘gericilik’ olgusu ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi görünmez kılması oldu. Gericilik karşıtlığı ve emperyalizme karşı mücadelenin bütünlüğüne çok etkili bir darbe indirildiğini itiraf etmek gerekiyor. Oysa gericilik, anti-emperyalist akımlar için yalnızca radikal İslamcılık ya da cihatçı bir örgütlenmenin fiziki varlığından ibaret değildi hiçbir zaman. Gericilikle kavganın içeriğini dolduran, tarihin tekerleğini ileri doğru çevirme iradesi ve bunun siyasi uzanımlarıydı. Emperyalist saldırganlık ve ilerici değerler, bu bağlamda uzlaşmaz bir karşıtlığın içerisinde yer alıyorlar. Üstelik tüm dünyada gericiliğin her türlüsünün sırtını sıvazlayan bir emperyalizm olgusu, solun zihnindeki yerini koruyor.

 

Dünya genelinde son 2-3 senedir yükselişe geçen ‘IŞİD karşıtı kampanya’, emperyalizm ve gericilik arasındaki bağı kırarak ABD müdahalesinin ‘uygarlaştırıcı’ bir rol üstlenebileceğini öğütlüyor. Elbette Irak işgalinden sonra ABD müdahalesinin böyle bir maskeyi taşıyabilmesi çok zor. Diğer yandan, örneğin Suriye’nin kuzeyinde ‘Rojava devrimi’ adı altında gerçekleşen IŞİD karşıtı direnişin neredeyse hiçbir ‘sürtünme’ yaşamadan ABD silahlarıyla ve üsleriyle donatılması, tarihi bir önem taşıyor. Rojava merkezli olarak Türkiye’deki sol kamuoyuna taşınan düşünce, ‘IŞİD karşıtı direnişe kimin destek verdiğine bakamayız’ görüşü olmuştu ve Kürt siyaseti belirlenimli aktörler Türkiye solunda öyle ya da böyle bugüne kadar gelmiş olan anti-emperyalist ilkeleri temelinden dinamitlemeye soyunmuştu. Gericiliğin emperyalizmle ilişkisinin bütünüyle unutulmasını gerektiren bu ideolojik angajman, ABD bayraklı zırhlı araçların ‘devrimciler’ tarafından alkışlanmasına kadar giden bir ideolojik yıkımı temsil etti.

 

Solun dünyasında gericiliğin emperyalizmle ilişkisinin kurulmaması, ilk olarak anti-emperyalist çizgiyi sekteye uğratan, ikincisi de gericilik karşısında solu zayıflatan ve toplumu tekellerin gericiliğine teslim eden bir çizgiyi teslim ediyor. Rojava örneği kadar vurucu olmasa da, başlarda Zizek’ten örneklediğimiz ‘neo-liberalizmin yarattığı radikal İslam’ formülünün de benzer bir sonucu yarattığı görülmeli.

 

Gericilik, bir sınıf kavgasının aracı olarak dünyada ve ülkemizde silahlandırılıyor. Emperyalistler ise daha önce örneğini çok gördüğümüz şekilde, silahlandırdıkları gericiliğin karşısına ‘en kararlı güç’ olarak çıkıyorlar ve ‘sahneyi’ bütünüyle kendi istedikleri şekilde kuruyorlar. Bu açıdan IŞİD karşıtı kampanya, siyasi ve ideolojik ayaklarıyla birlikte, solun kendi penceresinden mahkûm etmesi gereken bir emperyalist müdahale olarak görülmeli.

 

Türkiye’de ve dünyada komünistlerin yapması gereken, emperyalist kampanyanın karşısına, işçi sınıfının aydınlanma kavgasıyla ve uzlaşmaz bir anti-emperyalizmle çıkmaktır. IŞİD barbarlığını, bu karanlığı yaratanlarla birlikte tarihin çöplüğüne göndermek ancak bu perspektifin güç kazanmasıyla mümkün olabilir.

Dipnotlar

  1. Zizek: Dinci köktenciliği liberalizm yaratıyor, ancak laik sol yenebilir, http://haber.sol.org.tr/dunya/zizek-dinci-koktenciligi-liberalizm-yaratiyor-ancak-laik-sol-yenebilir-105057
  2. Prof. Nilüfer Göle: Kemalizm, Müslüman laikliğin en gelişmiş, evrenselleşmiş biçimi, Birikim 333-334
  3. Erdoğan’dan Kılıçdaroğlu’na Rabia yanıtı, http://haber.sol.org.tr/toplum/erdogandan-kilicdarogluna-rabia-yaniti-199153
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×