Kadınlara yönelik baskının kökeni ve şiddet

Kapitalizmin ve gericiliğin baskısı altında geçen AKP’li yıllarda kadının toplumsal konumunun ekonomik, kültürel ve siyasal olarak geriletilmesinin bir yansıması olan kadına yönelik şiddet, yakıcı bir gündem olarak önümüzde duruyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre, Türkiye’de sadece 2018 yılı içerisinde 440 kadın katledildi, 317 kadın ise cinsel şiddete maruz kaldı. Kadına yönelik şiddetin en uç noktasını kadının yaşam hakkını elinden almak olarak koyarsak ve bu ülkede her gün birden fazla kadının cinayete kurban gittiği gerçeğine odaklanırsak, bu uç noktayı mümkün kılan her tür ve boyuttaki şiddetin ne kadar sistematik bir biçimde toplumda yeniden üretildiğini bir kez daha görebiliriz.

Yinelemekte zarar yok; kadın cinayetleri toplumun izole sorunları değildir, aksine toplumdaki kadına yönelik şiddet sorununun ve bu sorunu ortadan kaldırabilmekten aciz mekanizmaların sonucudur. İktidarın, kadına yönelik şiddetin aslında marjinal düzeylerde, toplumun belirli kesimleri ile sınırlı olduğuna veya bireysel psikopatolojilerin bir çıktısı olduğuna ilişkin açıklamaları, şiddetin politik yüzünü gizleme niyeti taşımaktadır. Bu çabaya rağmen, kadına yönelik şiddetle mücadele eden örgütlerin kapsadığı alanın dışına taşan bir toplumsal duyarlılığın geliştiği kimi örnekler, şiddetin farklı boyutlarıyla tartışılmasına neden olmuştur. Örneğin Özgecan Aslan ve Şule Çet’in önce cinsel saldırıya uğrayıp ardından öldürülmesi toplumda büyük tepki uyandırmış ve uzun süre gündemde kalmıştır. Peki, verili durum içerisinde (tamamıyla aynı olmadığı açık olsa da) böylesi bir toplumsal duyarlılığın farklı konumdaki kadınları da kapsaması, mesela son dönemde popüler bir şarkıcıya yine popüler bir oyuncu olan erkek arkadaşı tarafından şiddet uygulanması ve şiddetin zengin kadınların da sorunu olduğu üzerinden çokça tartışılması, şiddetin toplumsal kavranışına dair bir gösterge olabilir mi? Değilse, bu kavrayış biçimine nasıl müdahale edeceğiz?

Hangi sınıftan olursa olsun tipik örüntüde şiddeti uygulayanların erkek, şiddete uğrayanların ise kadın olması gerçeğinin yarattığı güçlü etki, kadınlara yönelik baskı ve şiddetin, kaynakları ve varlığını sürdürme dinamikleriyle bir bütün olarak ele alınmasını zorlaştırıyor gibi görünebilir. Ancak bugün zorluk ve karmaşa gibi görünenin, en temelde kadınlara yönelik baskı ve şiddetin kökenine dair farklı bakışlardan kaynaklandığını biliyoruz. Bu farklılık, bu soruna karşı verdiğimiz mücadelenin hedeflerini ve mücadele yöntemlerini de farklılaştırmaktadır. Bu yazı, konuya dair tarihsel bir bakış sunmanın ardından, kadın hareketleri ve sosyalistlerin kadın mücadelesindeki tutumu üzerine bir değerlendirme niteliğinde olacaktır.

Kadınlara yönelik baskının kökeni

Marx ve Engels, kadınlara uygulanan baskının kökenini, sınıflı toplumların ortaya çıktığı döneme yerleştirirler. Engels, Marx’ın ölümünden sonra yazdığı ancak Marx’ın notlarını kullandığını belirttiği Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli eserinde; ilkel topluluklardan sınıflı topluma geçişi ve bu geçişin yarattığı eşitsizlikleri analiz etmiştir. Engels’in bu analizi, insanlık tarihinin çoğunluğu boyunca varlığını sürdüren avcı-toplayıcı topluluklarda, özel mülkiyetin olmadığı bir yaşam biçimi tarif eder. İhtiyaçları kadarını birlikte elde ettikleri ve tükettikleri için biriktirmenin söz konusu olmadığı bu kabilelerde de kadınlar ve erkekler arasında cinsiyete dayalı bir iş bölümü vardır. Kadınların daha çok toplayıcılık işini üstlendiği, erkeklerin ise avlandığı bu iş bölümünün kadın ile erkek arasında cinsiyete dayalı toplumsal bir eşitsizlik yaratmadığı varsayılır.

Yaklaşık altı bin yıl kadar önce tarımın gelişmesiyle birlikte, daha öncekinden farklı bir biçimde ihtiyaçtan fazlasının üretilmeye başlanması ve yerleşik hayata geçilmesi ile toplumsal ilişkilerde değişiklikler yaşandı. “Büyüyen kabileleri yöneten kabile şefleri, hastaları tedavi eden ve o dönem inanılan tanrılarla bağlantı kurduğu düşünülen büyücüler topluluk içinde farklılaşıyor ve daha önceki dönemde topluca tüketilen nesneler üzerinde hak iddia ediyorlardı. Bu haklar yazılı olmayan bir babalık hukuku ile babadan oğula geçiyor, kadının topluluk içindeki eşit konumu yavaş yavaş bozuluyor ve yerini erkeğe tabi bir konuma bırakıyordu.”1

Erkeğin saban kullanımı gibi ağır tarım işlerini üstlenmesi, kadının annelikle birlikte yeni üretim biçimine dahil olma güçlüğü, avcı-toplayıcı topluluklardan farklı olarak tarım işlerinde yardımcı olmak üzere çocuk sayısında artışa duyulan ihtiyaç gibi nedenlerle erkekler üretimde daha özel bir rol üstlenirken, kadınlar yeniden üretimde oynadıkları rol nedeniyle daha fazla ailenin içine hapsoluyorlardı. Sömürüye dayanan yeni üretim ilişkileri nedeniyle ana soyluluk da değerini yitiriyordu.

Engels’in analizine göre, bu dönüşüm kadın-erkek eşitsizliği açısından tarihsel bir dönüşümdür. Artı emeğe dayana bu yeni düzende, erkeğin toplumsal alanda kadının aleyhine farklılaşan konumu, kadının sınıflı toplumlar tarihi boyunca aşağılanması ve köleleştirilmesi ayrıca bu dönüşümün giderek kurumsallaşması ile perçinlenmiş oldu.

Engels’in tezini dayandırdığı Morgan’a ait kimi antropolojik bulgular artık geçerliliğini yitirmiş olsa da, yakın zamanda yürütülen çalışmalar onun temel evrimsel çerçevesini desteklemektedir. Bugün ilkel toplumların yapısına dair kesin şeyler söylemek mümkün değil ancak şimdiye kadar bilinenler, sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte evrensel bir ataerkil sisteme geçişin gerçekleşmiş ve öncesinde hiç olmadığı biçimde kadının konumunun geriletilmiş olduğunu gösteriyor.

Sınıflı toplumların gelişmesiyle birlikte yönetici sınıfların toplumun geneli üzerinde denetimini sürdürebilmesinin zorunluluğu olarak farklı kurumsal araçlarıyla birlikte devlet bir baskı aygıtı olarak ortaya çıktı. Bu baskı aygıtı, üretilen artı emeğin çeşitli biçimlerine egemen sınıf tarafından el konulmasını garanti altına alırken, zenginliğin dağılımındaki eşitsizlikler, etnisite, din ve cinsiyet gibi boyutların katılımı ile toplumun kimi kesimlerinde daha yakıcı şekilde ortaya çıkmaya başladı.

Yine üretim ilişkilerinin sömürüye dayanan bir biçimde gelişmesiyle birlikte, örgütlenmiş dinler de tarih sahnesinde yerini almaya başladı. Dinler, bir üst yapı unsuru olarak, toplumsal üretim ve yeniden üretimde belirleyici bir role sahipti. Sınıflı toplumlarda dinler, tarihsel olarak, toplumsal düzende halihazırda var olan eşitsizlikleri kuvvetlendirecek ve bunları koruyacak bir ideolojiyi yaratma işlevi görmüştür. 2

Dinler aracılığıyla kadının ve bedeninin denetim altına alınması sağlanmış, yüzyıllar boyunca sürecek olan kadına yönelik baskı ve şiddet meşrulaştırılmıştır. Karanlık Orta Çağ’da Katolik kilisesinin erkeğin karısını dövme hakkını tanıması, ruh sağlığı bozuk kadınların ve hatta kimi iddialara göre eşitlikçi cinsiyet ilişkilerini savunan kadınların şeytana ruhunu satmış cadılar olarak diri diri yakılması, Havva’nın Adem’in kürek kemiğinden yaratıldığı iddiası gibi birkaç örnek; kadının dinler tarihindeki yerini özetler niteliktedir.

Kapitalizmin gelişimi ve kadının değişmeyen yeri

Bugün kapitalizm koşullarında kadına yönelik baskı ve şiddeti konuşurken, yukarıda çok kısaca değinmeye çalıştığımız tarihsel sürecin genel hatlarıyla anlaşılmasının bizim açımızdan iki önemli noktası var. Birincisi, kadına yönelik baskının temeli ve bu baskının kurumsallaşması, kadını toplumsal olarak ikincil konuma iten sınıflı toplumların tarihinde aranmalıdır. Bugün bizim için kadına şiddetle ilgili her mücadele başlığı, ancak bu sınıfsal perspektifin belirleyiciliği ile anlam kazanabilir. Bu tarihsel süreç, kapitalizm içerisinde kadının toplumsal konumu önceki sınıflı toplumlara göre kazanımlar ve dönüşümlerle farklılık gösterse de, kadına yönelik baskı ve şiddetin sınıfsal bir sorun olarak kavranması gerektiğini bize sürekli hatırlatmalıdır. İkincisi ise, bu sınıf perspektifinin bir gereği ve devamı olarak, kadınların kapitalizm koşulları içerisinde de devam eden kendilerine yönelik baskı ve şiddeti dönüştürebilecek ve yıkabilecek potansiyeli içlerinde barındırdıklarını unutmamamız gerektiğidir.

Kapitalizmin gelişimi ile birlikte yeni bir egemen sınıf (burjuvazi) ve ezilen sınıf (proletarya) ortaya çıkmış, bu iki sınıfın gelişimi ile yepyeni toplumsal ilişkiler oluşmuştur. Eve hapsedilen kadın yavaş yavaş fabrikalarda yerini almaya başlamış ve eski feodal düzenin aile yapısı değişmiştir. Clara Zetkin kapitalizm için kadın emeğinin önemini şu sözlerle vurguluyordu: “Kadın emeği, kapitalistin memnuniyetle hesaba kattığı kudretli bir ekonomik güce dönüşmüştü… Kadınlar sadece ucuz işgücü olarak kalmıyor, koşulları daha az kavrama, dayanışma duygusundan yoksunluk, daha az kendine güven, şimdiye kadarki köleliğe katlanma sonucu zahmetsiz ve söz dinleyen bir işgücü oluşturuyordu.”3

İşçi sınıfının kadınlarının toplumsal üretimde aldıkları yeni roller, aile yaşantısında kimi farklılıklar yaratsa da kapitalizmde aile varlığını sürdürmeye devam etti. Kapitalizm istikrarlı ve birbirini ikame edecek bir işçi sınıfına ihtiyaç duyuyordu. İşçi sınıfının yaşamını sürdürebilmesi, çocukların ve yaşlıların bakımı gibi ihtiyaçların karşılanabilmesi için ailenin varlığı bir zorunluluktu. Kadınlar, bir yandan işçi sınıfının bir parçası olarak üretimde yerini alırken bir yandan ailenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere eski görevlerini de üstleniyordu. Ayrıca, bu aile kurgusu içinde iş gücünün bakım ihtiyacını sürdüren kadın, ekonominin çarklarının işlemesinde önemli bir hizmet veriyordu.  

Kadınların evlerinde üstlenmek zorunda oldukları ek işler, onların erkeklerden daha ucuz ve esnek çalıştırılmasını kolaylaştırmaktaydı. Kadınların ücretlerinin düşüklüğü ise aynı zamanda erkeklerin ücretinin de aşağı çekilmesi anlamına geliyordu. Her durumda kapitalist kazanıyor, işçi sınıfından kadınlar ve erkekler birlikte sömürülmeye devam ediyorlardı. Ancak işçi sınıfının sessiz boyun eğişi sonsuza dek sürmeyecekti.

Fransa’da eşitlik ve özgürlük talebiyle krallığa karşı ayaklanma, insanlık tarihi için çok önemli bir ileri adım olmuştur. Fransız Devrimi ile birlikte insanlık aydınlanma yolunda büyük kazanımlar elde etmişti fakat yurttaşlık “erkek yurttaşlık” anlamına gelmekteydi. Kadınlar, bu kazanımların uzağında bırakılmışlar ancak uyanmışlardı: “O eski büyük ailenin baskıcı ortamından kurtulan kadınlar, burjuvazinin işçi ve emekçileri kendi yanına almak için sahtekarca kullandığı ve hızla vazgeçtiği ‘eşitlik, özgürlük, kardeşlik’ söyleminden etkilenmiş, bu doğrultuda örgütlenmeye başlamıştı.” 4

19. yüzyıl ise işçi sınıfının ilk kez devrimci bir güç olarak sahneye çıktığı ve sosyalizm fikrini yükselttiği dönem olmuştu. Bu dönemde kadınlar da sosyalizm mücadelesinde yerlerini almaya başladılar. Bu mücadelenin taçlandığı 1917 Ekim Devrimi, kadınların yaşamında büyük değişikliklere yol açtı. İşçi sınıfının iktidarı almasından sonra yapılan ilk işlerden birisi kadınların ve erkeklerin yasalar önünde eşitlenmesi oldu. İlerleyen süreçte kadınların sadece yasalar önünde değil, eğitimden meslek edinmeye kadar pek çok alanda eşitlenmesi hedeflenmiş, kadını köleleştiren ev işleri ve çocuk bakımı da toplumsallaştırılmıştı.

Kapitalist ülkelerde de kadın hakları mücadeleleri ile yasalar önünde kadınlar ve erkekler arasında büyük ölçüde eşitlik sağlandı. Genel oy hakkı, eğitim ve miras hakkı gibi kazanımlar, daha çok burjuva sınıfından kadınların yaşamında değişikliklere yol açarken, nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfından kadınların önemli bir kısmı için kağıt üzerinde kaldı. Eğitim alabilmek, mesleğini seçebilmek, eşini seçebilmek ya da boşanabilmek gibi konularda sadece belli bir kesim için özgürlükten söz edilebilirdi.

Bugünün modern kapitalizminde kadınlar, pek çok tarihsel kazanımın varlığına ve toplumsal üretime daha fazla katılma olanaklarına rağmen hâlâ baskı ve şiddetle yaşamak zorundalar. Erkeklerle aynı işi yapsalar bile daha ucuza, sıklıkla güvencesiz, çok daha fazla mobbinge maruz kalarak çalıştırılan kadınlar, üretici emeklerinin yanında ailenin bakımı ve ev işlerini de sıklıkla tek başlarına üstleniyorlar. Çekirdek aile yapısı, kapitalist üretim biçiminin temel birimi olarak varlığını sürdürmekte. Din, ailenin kutsallaştırılması ve kadın üzerindeki tahakkümün meşrulaştırılmasında önemli bir rol üstlenmeye devam ediyor. Hele Türkiye gibi dinin toplumsal alanda etkili olduğu, gericiliğin iktidarını sürdürdüğü ülkelerde, kadınlar pek çok haklarından yoksun bir şekilde daha fazla baskı altında yaşamaya mecbur bırakılıyor.

Kapitalizm bir yandan işçi sınıfının yeniden üreticisi olarak kadınları aileye hapsederken bir yandan ucuz iş gücü olarak sömürmeye devam etmekte. Büyük mücadelelerle kazanılmış yasal hakları geri çekmenin yollarını ararken, özgürlük ve eşitlik vaadini pazarlamaktan da geri durmuyor. Kitle iletişim araçlarının çoğu, kapitalizmin çıkarlarını korumak ve ideolojisini toplumun geneline dayatmak üzere kullanılıyor. Kadının bedeni, moda, müzik, dizi gibi araçlarla erkek cinselliğinin doyumunu sağlamak üzere sergilenirken; kadını kendi bedenine yabancılaştıran estetik uygulamalar, güzellik ve zayıflama ürünleri de bir pazar olarak giderek büyüyor. Kapitalizm bir yandan metalaştırarak, bir yandan dinci gericiliğin baskısı altında örtünmeye zorlayarak, kadın bedenini şiddetin nesnesi haline dönüştürmüş durumda.

Türkiye ve dünyada kadına yönelik şiddet

Türkiye’de dinci gericiliğin baskısı altında özellikle son yıllarda giderek artan boyutlara taşınan kadına yönelik şiddet, tüm dünya ülkelerinde kapitalizmden kadına düşen en büyük pay olarak kendini gösteriyor.

Kadına yönelik şiddet: “İster kamusal ister özel hayatta olsun bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya özgürlükten keyfi olarak yoksun bırakma dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik zarar veya acı verme sonucu doğuran veya bu sonucu doğurması muhtemel olan, cinsiyete dayalı her türlü şiddet eylemi” olarak tanımlanıyor. 5

Kadına yönetilen her türlü hakaret, aşağılama, alay etme, küçük düşürme, küfür ve tehdit de sözel şiddet olarak adlandırılıyor. Kadının çalışmasına izin vermemek, geliri üzerinden söz sahibi olmasını engellemek, parasını elinden almak ya da kişisel ihtiyaçlarına yönelik harcamalarını engellemek ise ekonomik şiddet olarak tanımlanmakta. Kadının hoşlanmadığı hareket, sözle taciz ve dokunma, kadını istemediği zaman ve biçimde cinsel ilişkiye zorlama cinsel şiddet olarak kabul görüyor. Kadını küçümseme, aşağılama, alay etme, küçük düşürme, korkutma, sevdiklerinden, aile ve arkadaşlarından uzak tutma, sokağa çıkartmama, kuma getirme, çocuğu göstermeme, tehdit ve gözdağı verme gibi yollarla kadını psikolojik olarak yıpratma, zarar verme ise psikolojik şiddet olarak tanımlanıyor. Bugün kadına yönelik şiddet sıklıkla fiziksel şiddet olarak algılansa da, kabul görmüş farklı türleriyle kadınların yaşamını etkiliyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün son verilerine göre dünyadaki her üç kadından birine fiziksel ya da cinsel şiddet uygulanıyor. 6 2014 yılında AB üyesi 28 ülkede, 42 bin kadınla yüz yüze gerçekleştirilen araştırmada; her üç kadından birinin 15 yaşından itibaren fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığı, her beş kadından ikisinin (yüzde 43) şimdiki veya eski eşi/hayat arkadaşından psikolojik şiddet gördüğü, kadınların yaygın biçimde istismara uğradığı ancak bunların çok azının kayıtlara geçtiği, aile içi şiddet vakalarının sadece yüzde 14’ünün ve diğer şiddet vakalarının sadece yüzde 13’ünün rapor edildiği gösterildi. 7

Türkiye’de ise son dönemde yapılan geniş kapsamlı kadına yönelik şiddet araştırması, evlenmiş kadınların yüzde 38’inin, yaşamlarının herhangi bir döneminde eşleri ya da birlikte oldukları erkekler tarafından fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz bırakıldıklarını gösteriyor. Evlenmiş kadınların yüzde 44’ünün eşleri veya birlikte oldukları erkekler tarafından korkutma, tehdit, küfür, hakaret ve aşağılama gibi duygusal şiddet/istismar konusu olacak davranışlara maruz kaldıkları belirtiliyor. Boşanmış/ayrı yaşayan kadınların ise yaklaşık dörtte üçü yaşamlarının bir döneminde fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kaldıklarını belirtmişler.  Kadınların neredeyse üçte birinin yaşamının herhangi bir döneminde eğitimlerinin engellendiği görülüyor. Araştırmanın bir diğer önemli sonucu ise kadınların yüzde 44’ünün şiddetten kimseye söz etmemiş olmasıdır. 8

Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşunun aydınlanmacı karakteri sayesinde, ikincil konumdaki kadınlar toplumsal yaşamda ve üretim sürecinde söz sahibi oldular ve önemli kazanımlar elde ettiler. Seçme ve seçilme hakkı, medeni haklar, eğitim hakkı ve örtünme zorunluluğunun sona ermesi gibi pek çok ilerici adım bu dönemde hayata geçirildi. Hukuksal düzlemde birçok ilerici dönüşüme karşın, kanunlar önünde erkeğin ailenin reisi olarak görülmeye devam edilmesi, işbirliği sağlanan kimi feodal unsurların çok eşlilik gibi kadının aleyhine işleyen geleneksel uygulamalarının görmezden gelinmesi, namusun kadın cinayetlerinde hafifletici unsur olarak değerlendirilmesi gibi birçok gerici uygulama aslında burjuva devrimlerinin cinsiyetler arası ilişkileri ancak kendi ihtiyaçları doğrultusunda ve o ihtiyaçların sınırında ileriye götürebileceğini gösteriyor.

İktidardaki burjuva hükümeti, bir tercih olarak dini siyasal alandan uzaklaştırdı ancak toplumsal yaşamda muhafaza etti. Çünkü din, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinin önündeki en büyük engellerden biriydi. On yedi yıl önce liberalizmin desteği ile hükümet olan dinci gericilik, Cumhuriyet’in kazanımlarına savaş açarak yola koyuldu. Bu savaşın sonuçlarından kadınlar, erkeklere kıyasla çok daha fazla etkilendiler.

AKP iktidarı süresince, hem yasal alana hem de toplumsal yaşama müdahaleler ile kadınlar üzerindeki baskı arttırıldı. Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni (İstanbul Sözleşmesi) 2011 yılında imzalayan AKP iktidarı, aynı yıl Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nı kaldırarak yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nı kurdu. Bu hamle aslında ailenin kutsanması, kadının annelik ve ev kadınlığı ile sınırlı geleneksel role hapsedilmesi anlamına gelmekteydi. Kadınların eğitim alması, çalışması, sokağa çıkması, giyimi kuşamı, konuşması kısacası toplumsal yaşamda kapsadığı alan kısıtlandı. Yine tüm tarihsel gericilik örneklerinde olduğu gibi kadının bedeni her türlü aşağılamaya maruz bırakıldı. Daha da ötesi iktidarın temsilcilerinin her geçen gün artan cinsiyetçi söylemleri ile toplumsal algıda kadına yönelik şiddet meşrulaştırılmış oldu.

Kadınların evlerinde, sokakta ya da işyerlerinde başlayan şiddete maruz kalma durumları, ardından işleyen adli süreçte de devam ediyor. Polis tarafından şiddet gördüğü eve sırtı sıvazlanarak geri gönderilen ya da korunma talepleri ciddiye alınmayan kadınların, yalnızlık, güvensizlik ve çaresizlik duygularıyla pek çok kez şiddetten kimseye söz etmediğini biliyoruz. Korunma kararı çıkarıldıktan sonra öldürülenlerin varlığı, kadınların güven duymama konusundaki haklılığını kanıtlıyor. Fiziksel-cinsel şiddet ya da cinayet davalarında uygulanan haksız tahrik ve iyi hal indirimleri de şiddetin yasa uygulayıcıları tarafından nasıl algılandığının bir göstergesi.

Kadınlara yönelik baskı ve şiddetle mücadele deneyimleri

Kadınlara uygulanan şiddet, kadının toplumdaki yeri ve gördüğü baskıdan ayrı düşünülemez. Bu nedenle kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele aynı zamanda kadının gerçek eşitliği ve özgürlüğü için mücadeleye bağlanmak durumundadır. Kadının şiddet görmesinin kaynağı olan düzen değişmedikçe kadına yönelik baskı da şiddet de sonlanmayacaktır.

“Kadınların ezilmesine karşı mücadele, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıldan itibaren birincisi daha çok orta sınıfları etkileyen burjuva feminizmi, ikincisi de işçi sınıfı hareketi içinde değerlendirebileceğimiz iki hatta ilerlemiştir. Her dönemde benzeşmeler ve süreklilikler mevcut olmakla birlikte, yaşananlar ve bu gerçekleri açıklama çabaları farklılaşmaktadır.” 9

İşçi sınıfı hareketlerine baktığımızda, hareketin yükseldiği tüm dönemlerde kadınların da direnişin içinde yer aldıklarını görüyoruz. 1834’te erkeklerin yarısı kadar olan ücretleri ve ağır çalışma koşulları nedeniyle greve gidenler Lowell Fabrikası’nın kadın işçileriydi. Bugün 8 Mart’a da adını veren New York’lu kadın dokuma işçilerinin grevi, 40 bin kadın işçinin katılımıyla, o güne kadarki en kitlesel kadın eylemlerinden biri olmuştu. Ekim Devrimi’nin fitilini ateşleyenler arasında, 1917’nin 8 Mart’ında “ekmek ve barış” diyerek sokağa dökülen Petrogradlı tekstil işçisi kadınlar vardı.

Kadınlar ve erkeklerin birlikte mücadelesi ile örülmüş eşsiz bir deneyim olan Sovyet Devrimi’nin hemen sonrasında kadınların yasalar önünde ve toplumsal alanda eşitlenmesine yönelik adımlar atıldı. Döneme özgü eksikleri içinde barındırmakla birlikte tüm dünya tarihinde kadınların en büyük kazanımları sosyalizmle oldu.

19. yüzyıl boyunca kadın hareketleri, liberal burjuva eşitlikçi feminizm ve sosyalist hareketler olarak ilerliyordu. 1960’larla birlikte görünür olan radikal feministler ise, kadınları ayrı bir sınıf olarak görüyor, kadınların maruz kaldığı baskının temel nedeni olarak biyolojik farklılıkları işaret ediyorlardı.

Özellikle Britanya’da etkili olan sosyalist feminizm akımı ise; Marksizm’in sınıf analizini kadın tarihine, kadınların ekonomik ve baskı altına kalışına uyarlamaya çalıştı. Erkek egemenliğine son vermek için sosyalizmin bir ön koşul olduğunu ancak buna ulaşmak için bağımsız bir feminist hareketin gerekliliğini savunuyorlardı. 10

Şiddet olgusu ise 1970’lerle birlikte feministler arasında tartışılmaya başlandı. Şiddeti erkek doğası ile özdeşleştiren biyolojik yaklaşımlar ile şiddetin temelinde cinsel rollerin öğrenilmesi olduğunu iddia eden davranışçı yaklaşımlar bu dönemde ortaya çıktı. Feminist teoride şiddeti analiz eden bir başka çalışmadan döneme ait çarpıcı bir örnek olarak Susan Brownmiller’ın 1976’da yayımlanan ‘Cinsel Zorbalık’ isimli kitabında biyolojizm-davranışçılık karışımı geliştirdiği teori verilebilir. Bu teoriye göre: “Erkeklerin tecavüze başvurmalarını mümkün kılan bir biyolojik kapasiteleri-penisleri-vardır; bu onları ‘doğal yağmacılar’, kadınları da ‘doğal av’lar haline getirir. Erkekler bu silahı bir kez keşfettikten sonra kullanmaktan kaçınmamışlar, tersine tecavüzü bilinçli kolektif bir strateji haline getirmişlerdir. Bu silah aracılığıyla ilk mülkünü edinen erkek, artık onulmaz bir savaşçı ve mülk edinicidir.” 11

Radikal feministlerin tüm erkekleri asıl düşman ilan eden teorileri kadın hareketleri içinde “erkek şiddeti”ne karşı taleplere dönüştü. İngiltere’de yükselen hareketlerde bu talepler sonuç vermeye başladı. 1975 yılında Londra’da 90 kadar sığınma evi kurulmuştu. Ardından tecavüz ve pornografiye karşı çıkışlar yaşandı. İlk Tecavüz Kriz Merkezi de 1975’te kuruldu. 12

Türkiye’de de benzer bir hareketlenme çok geçmeden gerçekleşti.  Çankırı’da bir hakimin eşinden dayak yiyen bir kadının boşanma davasını “arada bir kavga evliliğin tadı tuzudur” ve “kadının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gerek” diyerek reddetmesi sonrası, feministlerin öncülüğünde 17 Mayıs 1987’de kitlesel bir “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” yapıldı. 13 Ardından şiddet gören kadınlar için dayanışma hattının oluşturulması ve 1989 yılında Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’nın kurulması geldi.

Kapitalizm şiddeti beslemeye, büyütmeye ve kadınları her geçen gün daha fazla köşeye sıkıştırmaya devam ediyor. Şiddeti var eden koşulların tartışılmadığı mücadelelerden çıkan enerji, şiddeti uygulayanlardan tüm erkeklere yönelen bir öfkeye dönüşürken, amaç da kadınların şiddetten korunmasına indirgenmiş oldu.  Kadın sığınma evleri elbette şiddet tehdidi altındaki kadınları ve çocuklarını korumaya yönelik atılmış önemli adımlardandır ancak sorunun kaynağı sorunu üretmeye devam ettiğinden sığınma evlerinin işlevi de kısıtlı olmaya mahkumdur.

Kadına yönelik baskı ve şiddetle mücadelede sosyalistlere düşen görev

Bu anlamda Clara Zetkin’in yıllar önce söyledikleri bugüne de ışık tutuyor: “Kadın hakları savunucularının taleplerinin kadın proleterler ve emekçi kadınlar için de değerli olduğu ve özellikle onlar için de kadın cinsiyetinin eşit değer ve eşit haklılığının ilkesel kabulünün öneminin büyük olduğu yadsınamaz. Ne var ki, kadınların cinsiyet köleliğinin hafifletilmesi ya da kaldırılması için reformların değeri ve anlamı, onların çoğunluğu için, burjuva toplumunda, sömürülenlerin vücudunu ve ruhunu zincire vuran sınıf köleliğinin sürmesiyle küçültülmekte ve hatta yok edilmektedir.”14

Kadına yönelik şiddetin kaynağını erkekliğin “öz”ünde arayan, erkeğin kadın üstündeki tahakkümünü merkeze koyan farklı feminist akımların mücadele yöntemleri de sorunu kavrayışlarının bir yansıması şeklinde gelişiyor. Tarihselliğinden ve sınıfsal bağlamlarından koparılmış bir kadın mücadelesinde kapıların sonunda “erkek düşmanlığı”na çıkıyor olması şaşırtıcı değildir. Kadınlara uygulanan şiddeti, sadece erkek cinsinin evrensel ve değişmez bir gerçekliği olarak kavramak, kadınların ikincil konumundan ve baskıdan kurtuluşunu da olanaksız kılmaktadır.

Bugün şiddetin çoğunlukla erkek eliyle gerçekleşiyor olması bir gerçekliktir. Ancak biliyoruz ki, tüm erkekler birer şiddet uygulayıcısı olmadığı gibi kadınların tahakküm altına alınmasından ve baskı altında tutulmasından yana da değildir. İlişkinin bu şekilde kurulması baskı ve şiddetin asıl kaynağı olan sömürü düzeninin sınıf çelişkilerini gizlemektedir. Cinsiyet eşitsizliğinin sınıfsal dinamiklerden bağımsız olarak kavramsallaştırılması, toplumsal düzlemde kadını erkeğe göre ikincil konuma iten ve kadının özgürleşmesine ket vuran her tür yaşam pratiğinin ardında yatan ekonomik ilişkileri meşrulaştırır ve kadın hakları hareketini reformlarla sınırlı bir mücadeleye hapseder.

Farklı sınıftan kadınlar ortak çıkarları için birlikte mücadele edebilirler mi? Zengin de olsa yoksul da olsa kadın kadın mıdır? Kollontay bu durumu şöyle açıklar: “Bazı özel durumlarda bütün sınıflardan kadınların kısa dönemli hedefleri birbirleriyle çakışsa da, bu iki kampın uzun süreçte hareketin alacağı yönü ve kullanılacak taktikleri belirleyen nihai hedefleri birbirlerinden kesin bir şekilde ayrılır. Feministler için modern kapitalist dünyanın çerçevesi içerisinde, erkeklerle eşit haklara sahip olmayı başarabilmek kendi içinde yeteri kadar somut bir sonuç ifade ederken; proleter kadınlar için günümüzde eşit haklara sahip olmak, sadece işçi sınıfının yaşadığı ekonomik köleliğe karşı mücadeleyi geliştirmek için bir yoldur.” 15

Burjuva kadın da hiç şüphesiz baskıya ve şiddete maruz kalabilir, kalmaktadır. Ancak Kollontay’ın açık bir şekilde ifade ettiği gibi burjuva kadının bu baskıdan ve şiddetten kurtulma mücadelesi kendi sınıfsal konumunu korumakla sınırlanacaktır. İşçi sınıfından kadın ise sadece kadın olmaktan kaynaklı baskı ve şiddete değil aynı zamanda sınıfsal baskıya ve sömürüye de maruz kalır. Bu durum burjuva kadının maruz kaldıklarını önemsizleştirmediği gibi, erkeği iki farklı sınıftan kadının ortak düşmanı haline de getirmez.

Öte yandan komünistler, kadınlara uygulanan baskının kökeninde sınıfsal sömürü ve eşitsizlik olduğunu iddia ederken, bu baskının güncel sonuçlarını görmezden gelemez. Kadınların bireysel gündelik zorluklarına karşı, gasp edilmiş hakları için yürütülecek mücadeleler aynı zamanda işçi sınıfının çıkarınadır. Tersinden bugüne dek işçi sınıfının güçlendiği tüm dönemlerde kadınlar da bireysel hak ve özgürlüklerine dair farkındalık kazanmış ve harekete geçmişlerdir.

Komünistler için kadına yönelik baskı ve şiddetle mücadele, biyolojiye indirgenmiş yaklaşımlara terk edilemeyecek ya da sosyalizme ertelenemeyecek kadar yaşamsaldır. Kadının kurtuluşunun, gerçek özgürlük ve eşitliğinin ancak sosyalist bir düzende mümkün olacağı gerçeği, bugün kadınların giderek daha fazla baskı altına alındıkları, şiddet gördükleri ve hatta katledildikleri gerçeğini silikleştirmemeli. Unutmamalıdır ki bugün küçük burjuva kadın hareketlerinin yerleştikleri alan biraz da komünistlerin kadın mücadelelerinde bıraktıkları boşluklardır. Kadın sorunu, sosyalizm mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak, kadın-erkek tüm komünistlerin kavradığı ve benimsediği bir mücadele başlığı haline gelmelidir. Bugün kadın emekçilerin örgütlenmesi ve sosyalizm mücadelesine katılması için de güncel sorunlarına müdahale edilmesi ve kadın emekçilerin güçlendirilmeleri gerekir.

“Komünist kadın hareketinin kendisi bir kitle hareketi, salt proleterlerin değil, bilakis her türden sömürülen ve ezilenin yani kapitalizmin ya da herhangi bir egemenlik ilişkisinin tüm kurbanlarının genel kitle hareketinin bir parçası olmalıdır… Kadınlar olmaksızın hiçbir kitle hareketi olamaz.” Lenin 16

Dipnotlar

  1. Sosyalist iktidar Gazetesi, Kadın ve Ülke Broşürü, s.6-7.
  2. Sharon Smith, Kadınlar ve Sosyalizm, 2005, Yordam Kitap s.131.
  3. Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar & Clara Zetkin Üzerine, İnter Yayınları, s.16-17.
  4. Sosyalist iktidar Gazetesi, Kadın ve Ülke Broşürü s.15.
  5. Kadınlara Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına Dair Bildirge, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu. 20.12.1993
  6. World Health Organization, WHO, 2018.
  7. Kadına Yönelik Şiddetle Ulusal Eylem Planı 2016-2020, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü.
  8. Yüksel-Kaptanoğlu, İ. ve Çavlin,  2015, Türkiye’de kadına yönelik aile içi şiddet araştırması. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü, Ankara: Elma Teknik Basım Matbaacılık
  9. Zeynep Güler, Tarih Boyunca Kadına Farklı Bakışlar, Gelenek sayı:73, Nisan 2002
  10. a.g.e
  11. Gülnur Savran, Feminist Teori ve Erkek Şiddeti
  12. Lindsey German, Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm, Babil Yayınları 2006 basım, s.197.
  13. Feminist Dergisi, 2. Sayı, Mayıs 1987.
  14. Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar & Clara Zetkin Üzerine, İnter Yayınları, s.100.
  15. Aleksandra Kollontay, Kadın Sorununun Temelleri, 1909, Gelenek Dergi, Sayı: 139
  16. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Komintern & Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine, İnter yayınları, s.318-319.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×