Kapitalist Almanya: “Yine de Değişmeyen Şey Yok Başla İstersen Yeniden”
“lch bin nicht mehr Kommunist!”
Bugün artık Almanya’da gençler böyle diyor. Ben Brecht’le başlamayı tercih ediyorum: “Bir kez olan oldu / Elinde değil ayırmak / Şaraba katılan suyu / Ama değişmeyen şey yok / Başla istersen yeniden.” Dünyanın her yerinde olduğu gibi, birleşmeden sonra Almanya’da da komünist olmak zor olacak. Belki de bir kuruluşu zor şartlar altında gerçekleştirmeye çalışmanın ne kadar zorlu bir iş olduğunu kapitalizmin çıplak yüzü ile karşılaşınca daha iyi anlayacak eski Alman komünistleri.
Türkiye gibi bir ülkede yaşarken, tüm varlığını ve geleceğini varolan kurulu düzeni yoketmek ve yerine, bir ütopyayı, gerçekleşeceğine, gerçekleştireceğimize inandığımız bir ütopyayı geçirmeye adamışken söyleneni anlamak güçleşiyor: “Ben artık komünist değilim…”
Kızgınlık duyuyoruz. Çünkü bir de iş aslında böyle başlamıyor. Tüm zorluklar, nesnel dayatmalar, öznel yetersizliklere rağmen, özellikle de Demokratik Alman Cumhuriyeti için…
Bugünü anlamak için tarihe bakmak yetmiyor. Ya da tarihe ancak aşırı inançsız, öznenin, iradenin gücünü hiçe sayan bir açıdan bakıldığında bugün “anlaşılır” olabiliyor. Tarihe inançsız bakanlar bugünü “olağan” buluyorlar; belirli bir inancı koruyanlar ise aslında daha ütopisttirler; ütopyaya daha yakın duruyorlar.
Türkçe yazında Demokratik Almanya ile ilgili öylesine az materyal mevcut ki şaşırmamak elde değil. Varolanlardan gerçekliğin gelinen noktanın her hücresine nüfuz etmek pek mümkün olmasa bile “genel” bir izlenim, bir doğrular-yanlışlar cetveli elde edilebilir.
ALMANYA İÇİN KISA TARİHÇE
I. Dünya Savaşı sonuna doğru Rusya’da 1917 Ekim devrimi ile kurulan Sovyet devleti, Batı Avrupa’da beklenen ancak nesnel durumdaki olgunluğa karşın öznel yetersizlikler yüzünden karşı-devrimci atılımlarla karşılaşan bir dizi devrimle bütünleşemeden dalga sona eriyor ve bir yanda ilk sosyalist ülke yalnız başına, kapitalist bir dünya ile karşı karşıya kalırken, bir yanda da Avrupa’da ve dünya üzerinde sular durulmuyor; özellikle de Almanya’da I. Savaş sonrası ’30’ların başlarında bunalım ve faşizm gündeme geliyor. II. Enternasyonal’de dönem dönem değişerek önce önemi azımsanıyor, kendi kendine çökeceği kısa ömürlü olacağı düşünülüyor, kapitalizmin güçsüzlüğünün bir ifadesi yani bir “gelişme” olarak algılanıyor devrimin gücüne bir kanıt olmak üzere karşı devrim ve burjuva diktatörlüğünün “sonuncu” siyasi biçimi olarak ele alınıyor.1
Hitler faşizmini dünya tarihinde bir istisnai durum bir “freak” olarak değerlendirenler olduğu biliniyor. Böyle olmadığını biliyoruz; en önemli özelliğini de ülke içinde ve dışında anti-komünizmi oluşturuyor; batı dünyası emperyalizm, faşizm eliyle sosyalist ülkenin ve sosyalizm idealinin yokedilişini izlemek istiyor… Tüm II. Dünya Savaşı boyunca… Çeşitli biçimlerde tüm tarihi boyunca…
Ne denirse densin faşizm Avrupa’nın tozunu attırıyor. I. Savaş sonucu tek ülke sınırlarına hapsolan Sovyetler, karşılarında bu kez yalnızca batı kapitalizmini bolşevik tehditten koruyan bir güvenlik kordonu değil, bizzat sıcak savaş ve ülke içlerine dek uzanan geniş bir fiili işgal durumu ile de karşı karşıya kalmıştı… Stalin 1924 tarihli Leninizmin Sorunları’nda “proletarya diktatörlüğü tek ülkede başarılabilir; ancak hiç değilse bir iki ülke daha olsa…” diye özetlenebilecek görüşler ileri sürüyordu. 2 Kendini direkt saldırılardan uzak tutacak tampon bölgelere koruyucu kuşaklara şiddetle ihtiyaç duyuyordu tek ülke. Daha sonraki tarihlerde bunların en genel anlamda komünist katılımlı, burjuva demokrat rejimler de olabilecekleri düşünüldü. Faşizmin ortaya çıkışıyla Sovyetler, biraz da Almanya’nın yükselen saldırganlığının kendilerine yöneleceğini bilerek, bunun batılı emperyalizmce adeta teşvik edileceğini görerek Doğu Avrupa ile ilgili özel bir duyarlılık geliştiriyor; savaşta gösterilen büyük direnişle birlikte savaş sonrası bunu Avrupa’nın uluslararası dengelerinde yüksek bir pazarlık gücüne çeviriyor. Stalin savaş sonrasında, öncesine oranla “çevresinde Rusya’ya saldıranların tarihte her dönem yol geçen hanına çevirdiği bir ülkeler kuşağı istemiyor. Bunda haklıdır.” 3
Stalin uluslararası planda kesinlikle usta bir politikacıdır; savaşın Sovyetler’e uzanmasını engellemeye çalışıyor; ülke içinde hazırlık yapıyor… 1942’de Alman orduları Rusya içlerine giriyor, uzun ve zorlu bir savaş; Hitler ve batılı müttefiklerin, hiçbir zaman beklemediği türden bir “anayurt savunması” gerçekleştiriliyor. 1943 yılı, savaşın bütününde bir dönüm noktası sayılıyor. Şubat’ta Alman ordularının Stalingrad yenilgisi ardından bilindiği gibi Kasım-Aralık 1943’te Stalin, Roosvelt ve Churchill’in katılımıyla Tahran Konferansı düzenleniyor. Almanya’ya karşı ortak bir strateji arayışı içindeler. Stalin özellikle de savaşın yükünü ülkesinin tek başına çekmesini istemediğinden batıda açılacak ikinci cephe konusunda ısrarlı davranıyor. Toplantının başka önemli gündem maddeleri olmakla birlikte konumuz açısından en kritik noktayı bu teşkil ediyor; artı, “savaş sonrası Avrupa düzeni” teması da liderler arası ilişkide örtük de olsa bir yer tutmaya başlıyor.
1945, 4-11 Şubat’ta Yalta Konferansı yine üç liderin katılımıyla ve bu kez belirginleşen Alman yenilgisi ile gündemde daha üst sıralara fırlayan savaş sonrası Avrupa haritasında dengeler sorunu tartışması ile başlıyor. Almanya için silahtan arındırılmış, ordusuz, üç işgal bölgesine ayrılmış bir statü ve Berlin’in ortak işgal altında olması düşünülüyor. Ayrıca Almanya’nın savaş tazminatı ödemesi konuşuluyor. Almanya işgal zaten daha önceden, doğu ve batıdan başlamışken Mayıs 1945’te (Berlin 2 Mayıs) teslim oluyor.
17 Temmuz – 2 Ağustos 1945 Potsdam Konferansı ise savaş sonrası Avrupa haritasının, yeni sınırların ve düzenin oluşturulduğu yer oldu. Almanya’nın nazizmden temizlenmesi, Alman savaş sanayiinin yeniden organizasyonu, borçları gibi konular tartışıldı. Bu arada Almanya’da salt tarıma dayalı bir iktisadi sistem önerisi bile yapıldı. Süreç içinde Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’da ise zaten KP’ler şu ya da bu biçimde, UDC’ler içinde de olsa yönetime gelmişlerdi. Savaş sırasında anti-faşist mücadelede, Polonya, Romanya ve Macaristan dışında direniş ağırlıklı olarak komünistler tarafından yürütülmüştü. Bu noktada belirtilmesi gereken, sosyalist muhalefet açısından ülkeler arasında ciddi farklılıklar olduğu ve yine bu ülkelerin yazgılarının ağırlıklı olarak uluslararası dengelerce belirlendiği…
Almanya da kendine özgü koşullarda kimi avantaj ve dezavantajları taşıyor savaş sonrasına. Burada komünist muhalefet özellikle de 1916-18 arası sosyal demokrasiden ayrışan- çok ciddi bir geleneğe sahiptir; ancak Hitler faşizminin ilk vurduğu yer de yine komünist hareket olmuştur.
Kızılordu 1 Mayıs 1945’te Berlin’e giriyor ve Kızılordu denetimindeki Almanya’da yine 1945’te bir yıkıntının üzerine KPD (Alman Komünist Partisi) ve SPD (Alman Sosyal-Demokrat Partisi) kuruluyor. Birleşme iki partinin sürekli gündemlerinde olmakla birlikte ancak 1946’da, yerel düzeylerdeki ortak eylem komitelerinin ve Moskova’nın baskısıyla gerçekleşiyor ve SED (Alman Sosyalist Birlik Partisi) oluşuyor. (21-22 Nisan 1946 Kuruluş Kongresi) Ayrıca yine 1945 yılında batıdaki Hıristiyan Demokrat Partisi (CDU) çizgisinde Alman Liberal Demokratik Parti (LDPD), Köylü Partisi, Milli Demokratik Parti (NDPD) gibi partiler de kuruluyor. 4 “1968 DAC Anayasasının 3/2. maddesi, SBP yanında diğer partilerden de sözederek, çok partili bir sistemi öngörmektedir. Bugün DAC’de SBP dışında dört siyasal parti daha bulunmaktadır. Toplam üye sayıları 400 bin dolaylarında olan bu partilerin birbirinden farklı sınıfsal temelleri olduğu sanılmamalıdır. Yine anayasa gereği tüm siyasal partiler ve kitle örgütlerinin DAC Ulusal Cephesi içinde sosyalist toplumun geliştirilmesi için çalışmaları öngörülmekte; ancak Anayasa’nın 1.Maddesi ile M-L partinin öncü rolü vurgulanmaktadır.” 5 Bir parantez açacak olursak, Sabuncu’nun da belirttiği gibi bu partiler uzun yıllar SED liderliğinde oldukça gölgede yaşamışlar, ’89 sonrası dönemde de ancak batıdan gelen yeni “sağ” rüzgarların açtığı ideolojik yolda hızlı ilerlemeler kaydetmişlerdir.
KP’nin 1945 programı, özel mülkiyete yer tanıyan, burjuva demokrasisini olurlayan reformist bir programdı. Bir yanda Alman KP liderleri, Doğu Almanya’da kalıcı bir sosyalist devlet oluşturmayı düşünmüyorlar, öte yanda da Stalin uluslararası anlaşmalarla “uysallığı” garanti altına alınmış bir birleşik Almanya’yı olanaklı görüyordu. Amaç “bloksuz bir Almanya” idi. Oysa ki Eylül 1948’de Batı Almanya kurumsallaştı, 7 Ekim’de de DAC kuruldu.
Almanya’daki kimi gelişmelere tekrar dönmek üzere sözedilen süreçte bir anahtar kavrama, “halk demokrasisi’1 kavramına değinmek istiyorum. Halk demokrasileri asli olarak II.Dünya Savaşı sonrası Doğu Avrupa’da kurtuluşlarında önemli rol oynadığı yerlerde kurulan -Macaristan, Polonya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Demokratik Almanya- ve “iktisadın temel doğrultusunun planlanmasına ve büyük sanayi işletmelerinin kamulaştırılmış olmasına rağmen, kırsal kesimde ve küçük ölçekli sanayide özel mülkiyetin varlığını koruması ile adeta ikili bir yapı barındırdıkları” 6 söylenen rejimlerdir. Demokratik Almanya’nın diğer halk demokrasilerinden ayrık yanları da var. II.Savaş sonrası kendi mücadelesi ile değil, müttefik kuvvetlerin müdahalesiyle kurtarılması savaştan bölünmüş olarak çıkması önemli farklılıklar… Ancak hepsi için ortaklaşa söylenebilecek olan hızlı bir sosyalizasyona gidilememesi, siyasal anlamda burjuva partilerinin varlıklarını sürdürmeleri; bir geçiş dönemi boyunca batı nezdinde Sovyetlere daha çok benzemek değil, bir güvenlik kuşağı oluşturma işlevi ile malul ve iş böyle olunca siyasal ve ideolojik mayanın tutmaması… Belirleyici olan, sosyalist kuruluşun ideolojik hegemonya olmaksızın başlatılması ve sürdürülmesidir…
ALMANYA RUSLARIN ELİNE DÜŞMESİN
II.Savaştan en az tahribat ile çıkan ABD, savaş sonrası Avrupa dengelerinde bir yer aranışı içinde. Roosvelt’ten sonra Başkan Truman’ın ABD’si emperyalist sistemin liderliğine atom bombası avantajının getirdiği askeri üstünlükle soyunurken, Avrupa politikasında son derece pervasız davranır oldu. Soğuk Savaş başlıyordu: 5 Haziran 1947’de Birleşik Devletler’den F. Marshall Avrupa’yı yeniden yapılandıracak ve hiç kuşkusuz komünizmin etkisinden kurtaracak yoğun bir yardım paketi önerdi…
Bu arada Almanya’nın batı kesiminde ve Avrupa’da neler oluyor? 15 Eylül 1949’da Federal Almanya’da yapılan ilk seçimler sonucu savaş kaybetmenin bir felâket, ama iç ihtilâlin daha büyük bir felâket olduğunu düşünen,7 koyu katolik, savaş yıllarının Hitler karşıtı ve hatta 1944’te tutuklanmış Konrad Adenauer Hıristiyan Demokratik Parti(CDU) ile başbakanlığa oturuyor. CDU en güçlü parti oluyor, daha sonra SPD ve 13 diğer parti onu izliyor. Egemen devlete yönelik ilk adımlar atılıyor. Detant politikaları ile gözden düşene dek (1963) başbakanlık koltuğundan hiç ayrılmayan bu usta politikacı, “Son Soğuk Savaşçı”, Soğuk Savaş ile Avrupa sahnesinde Almanya’nın özel bir konuma -Doğu ile Batı arasında- oturduğu doğru saptaması ile kimilerine göre inceliksiz, kaba ama aslında çok usta işi bir politika ile Almanya’yı savaşın yıkıntı ve psikolojisinden çıkarıyor; batı kampında Kohl’ün başarısı ile perçinlenecek olan vazgeçilmez bir yer kapıyor.
Kitlelerde sanıldığının aksine “sol duyu” değil, sağ duyu hakim ve bir politikacının başarısı, bunu temsil etme, yansıtma ve yönlendirme yeteneği ile ölçülüyor. Adenauer, Sosyal Demokrat’ların aksine bunu başarabiliyor. Adenauer, Haluk Gerger’in deyişiyle ideolojik ile “ulusal çıkar” arasında ideolojik çıkarları yeğliyor ve Almanya’ların birleşmesi temasından çok, “Batı Almanya’nın Avrupa Birliği’ne entegrasyonu” politikasını izliyor. Burada bir parantez açarak yukarıda tam da Sosyal Demokrat’ların “birleşme” politikası gütmüş olduklarından söz edilmişken, ileride başka görüşlerini eleştireceğim Ahmet İnsel’in bir doğru saptamasına değinmek istiyorum: “Doğu Blokunda, Moskova merkezli yapıdan barışçı yollarla çıkmanın olmazsa olmaz koşulu,, bu çıkışın Moskova’nın çıkarlarıyla bütünleşmesi”dir.8
Adenauer’in politikası kendi istemlerinin dışında, Soğuk Savaş konjonktüründe Moskova’nın da kendinden bir parça kopmasına izin vermeyeceği nesnel gerçeği ile birleşerek başarılı oluyor…
Adenauer tam da Soğuk Savaş mantığına uygun biçimde “Avrupa Konseyi’nde Almanya olmadan Avrupa federasyonu olmaz; birleşme-yen Avrupa da doğudan gelen Rus tazyikine dayanamaz”9 tezini savunuyor. Adenauer için bölünme geçicidir; batının ABD önderliğinde doğuya karşı uygulayacağı güç politikası sonucunda Doğu Avrupa kurtarılacak, Almanya da yeniden, bu kez batının ayrılmaz bir parçası olarak birleştirilecek… 10 Sosyal demokratlar Almanya’nın bir an önce “doğusu ile birleşmesi” talebini ileri sürerken ve fikirlerine bir tür an-ti-komünizm damgasını vururken 11 Adenauer batı cephesinde yeral-mak için geçici de olsa Alman birliğini feda ediyor.
1950’de Churchill, Avrupa Konseyi’nde bir Avrupa ordusunun kurulmasını öneriyor; Adenauer de Almanya’nın içte silahsız dahi olsa, korunması gerektiğini öne sürüyor. Adenauer’in politikası Avrupa’da Rus tehlikesinin potansiyel bir Alman tehlikesinden daha büyük olduğu ve Almanya’nın NATO ittifakı içinde yer alması gerektiği yolundadır. Silahlanma gibi bir talep hiçbir zaman direkt olarak dile getirilmiyor; elbette bu yönde politika güdülmesini sürdürerek.
Batı dünyası Truman doktrini ve Marshall yardımları paketi ile karşı saldırısını başka boyutlarda sürdürürken bu çevre ülkelerin kendi iç dinamiklerinin olgunlaşmasını beklemesi mümkün olmuyor. Bu politikalar ve Avrupa’da kurulmaya çalışılan yeni dengeler Sovyetler Birli-ği’ni de etkiliyor; özellikle de Federal Almanya’nın NATO’ya kabulü DAC’nin de Varşova Paktı’na tam üyeliğine neden oluyor. 1950’lerde Adenauer liderliğinde, batı ittifakı ile gitgide bütünleşerek istikrar arayan Federal Almanya karşısında Demokratik Almanya da bulunduğu yerde temellerini güçlendiriyor. 1952’de II.Parti Kongresi’nde SED “sosyalizme geçiş”i ilan ediyor. Yeni strateji “Sovyetler Birliği örneğine göre ülkede sosyalizmin inşa edilmesi” olarak belirleniyor. “Kendine özgü yol” tezleri reddediliyor, parti içinde kimi siyasi düzenlemelere gidiliyor.
BİR ZAMANLAR ALMANYA…
Demokratik Almanya, savaş süresince batı ülkelerinde mülteci hayatı süren aydınlara bir tür “umut kapısı” oluyor. B. Brecht, A. Seghers, Bloch gibi aydınlar tercihlerini hiç kuşku duymadan yapıyorlar. Örneğin B. Brecht “çürümüş ve yenilikten uzak, yıkılma zamanı gelmiş” batıdansa, kendini “sofra yerine mutfağa”, bir kuruluşa davet eden, aydınlara, yeni bir entelijansiyaya ihtiyaç duyan Doğu Berlin’e gidiyor. 1939 yılında şöyle diyor: “Yeni dönem herşeyi ilgi alanı içine alır, hiçbir şeyi değişmeden bırakmaz ama niteliğini başladıktan sonra geliştirecektir…” 12
Doğu Avrupa ülkelerinin geçiş süreci içinde pek çok zorunlu eğreti uygulama ve anlayış ile, üstelik ülke içi öznellik ve nesnelliğin özgül bileşiminden doğan sorun ile malul oldukları doğrudur. DAC içlerinde belki de en iyi durumdaki örneği oluşturuyor. D. Almanya, savaşın yıkımı bir yana konacak olursa kimi avantajlardan yararlanmıştır. Demokratik Almanya’nın üzerine kurulu olduğu bölge, daha önce sosyal demokratların güçlü olduğu ve işçi sınıfı hareketinin II.Savaş öncesi görece güçlü olduğu bir yerdir. Junker toprakları tazminatsız kamulaştırılmış, tekeller, banka ve büyük işletmeler devletleştirilmiş, tarımda kollektifleştirme daha uzun bir vadeye yayılmakla ve kimi geri dönüşler yaşanmakla birlikte, 60’ların sonunda toprağın yüzde 84’ü kooperatiflerce işletilir hale gelmiştir.
“Kuruluşundan itibaren sanayi toplumu olma niteliğinden ötürü sosyalizmin inşasında köylü ve tarım sorunu devletin geniş ölçüde baskı uygulamasına gerek duyulmayan bir biçimde çözülebiliyor. Köy-kent arası farklılık büyük değil; bu nedenle gerek sistem, gerekse M-L parti içinde büyük gerginlikler doğmamıştır.” 13 SED önderliği sosyalist kuruluşta Sovyetler Birliği örneğini alarak ağır sanayinin gelişimine ağırlık vermiş, bu da kaçınılmaz olarak tüketim malları endüstrisinde kısıtlamalara yol açmıştır.
Günümüze dek gelen ve son bir-iki yılda en çok tartışma konusu edilen -ekonomi alanında- konulardan birini, özellikle de batı tüketim standardları ile karşılaştırılmaya elverişli ve karşılaştırıldığında negatif bir tablo gösteren DAC için bu oluşturuyor. Yukarıda sayılan nedenlerle ilk beş yıllık plan hedefleri oldukça yüksek tutuluyor ve “SED’in pürüzsüz işleyen ‘ideolojik önderliği’ ilk kez 1953 Haziranı’nda bir işçi ayaklanması ile çatlak veriyor.”14 Bu ayaklanmaya da üretim normlarının yüzde 10 artırılması neden oluyor. 1953’ten 1970’e varıncaya dek de muhalefet sahnesinde başka bir hareketlilik görünmüyor.
MUHALEFETTEN SESLER
DAC’nde sosyalist aydınların, daha sonraki muhaliflerin partiye ve rejime bağlılıklarının uzun sürdüğü bir gerçek. Örneğin ’70 sonrasının müzmin muhalifi Rudolf Bahro, muhalif düşüncelerinin teorik ifadesi olan Alternatif kitabının parti üzerinde olumlu etki yapmasını umuyor. Yine aynı kitapta tarif edilen “kriz”in parti yönetiminin öznel niteliklerinden tamamen bağımsız olduğunu söylüyor… DAC’de muhalefet, parti yönetimini “ikna edilebilir” buluyor… 15
1953 sonrası, parti liderliği işi daha da sıkılaştırarak yönetiyor; belki düzene eski “bağlılığın” ve “umudun” sürdüğünü söylemek yanlış olur, ama yine de, pek çok gelişmeye tanık olunuyor. Tekrar bile olsa şu söylenmeli: DAC’de önceleri düzenin bir “meşruiyeti” kesinlikle var. Savaş sonrası ayrı bir devlet kurulması oldukça sancısız bir biçimde gündeme geliyor. Nazizm belası ve savaştan sonra ülkede sükunet isteniyor.
“DAC, yaşam standardı -sosyalist ülkeler içinde- en yüksek olanı. Sosyal destek sistemi ise kapitalist ülkelerle -sözgelimi İngiltere ile- bile karşılaştırılabilecek düzeyde…” 16 DAC hep en istikrarlı, SSCB’nin gerek ekonomik, gerekse siyasal ve askeri alanlarda (Varşova Paktı içinde) en güvenilir müttefiki oluyor. 17 Minnerup, Polonya’daki durumun temel ögelerinin DAC’de görülmediğini söylüyor: Yani şiddetli ve umutsuz bir ekonomik kriz, Katolik kilisesi çevresinde odaklanan kuvvetli bir ulusal kimlik duygusu, ardı ardına ve kısmi başarılı başkaldırılar deneyimi.18
Muhalifler bile yukarıda değinildiği gibi ya düzene şu ya da bu biçimde güven duyuyor, ya da batıya gidiyorlar. Ülkede kalanlarsa az sayıda tekil aydınlar ve sempatizan çevreleri olan yalıtılmış bireylerdir. 19 Ayrıca ’80’lerin sonlarına dek muhalefetin örgütlenme geleneği de yok. 20 En az 10 yıllık teknik eğitimden geçirilen bir işçi sınıfı mevcut. Sosyalist kuruluşta yeni bir entelijansiyanın yaratılmasına özen gösteriliyor. Parti kadrolarını işçi-köylü fakültelerinden yetişen yeni entelijansiya oluşturuyor. DAC’de sağ muhalefet geleneği de yok; “sol” muhalefet ise burjuva özgürlükler konusunda son derece kuşkucu. 21 Ayrıca Bahro’nun bir başka tartışma noktasını deşerken formüle ettiği DAC’nin, 1917 Rusyası’ndan farklı olarak güçlü bir endüstriyel temele sahip olduğu tezi var… Bir diğer “yaşlı” muhalif Kuczynski için bile “üretim araçları toplumsallaştırılmış; bu yüzden kriz üstüne kriz gelmiyor, işsizlik yok, kapitalizmin temel pisliği yok.” 22 Ayrıca yine Kuczynski hem de Aralık 1979’da “endişeli bir iyimserlik içindeyim” diyor. Daha sonraları perestroykaya bel bağlasa bile yoldaş Honecker’e güvenini kaybetmiyor. Boratav’a göre de “etkili bir örgütlenme biçimiyle endüstri düzeyinde operasyonel bir ademi merkeziyetçi modeli erkenden gerçekleştirmiş olması, Demokratik Almanya’da daha ileri denemeleri kısmen geçersiz kılan istikrarlı atmosferin bir sebebi olsa gerekir.” 23
Bir sonuç olarak ’85’e gelindiğinde DAC’nin, Sovyetler Birliği ile birlikte sosyalist sistemin “yüzakı” olduğu konusunda hemen herkes birleşirken süreç içinde yaşanan “meşruiyet yıpranması”nın ciddi boyutlara ulaştığı son iki yıllık göstergelerden çok net bir biçimde anlaşılıyor.
SOĞUK ’50’Lİ YILLAR…
1950’lerde ,hem de Soğuk Savaş ortamında saflar daha keskin hatlarla oluşuyor. 1952’de sınıra dikenli tel çekiliyor; 1953 ayaklanması var; 1954 Berlin ve 1955 Cenevre Konferansları’nın sonuçsuz kalması ve Federal Almanya’nın NATO’ya girişi ile Moskova için yeni bir anlayış kökleşiyor; D. Almanya, Varşova Paktı’nın tam üyesi oluyor. Bıçak kemiğe dayanana dek Sovyetler D. Almanya’nın statüsünü geçici görüyor ve bunun da getirdiği bazı dezavantajlar olabiliyor: Kendi işgal bölgesindeki teknik teçhizat ve makineler Sovyetler Birliği’ne taşınıyor. 1954’de Adenauer, “Almanya’nın bölünüşünü kabul etmiyoruz” diyen deklarasyonu yayınlasa da 1955’de Federal Cumhuriyet’in egemenliği ilan ediliyor. Öte yandan Moskova-Bonn arası diplomatik ilişkiler kuruluyor. 1957’de Federal Almanya, AET ve diğer Avrupa topluluklarına giriyor. 1958’de Hruşçev, Berlin’in askersizleşmiş, özgür bir şehir olmasını talep ediyor. 1959’da Federal Almanya’da SPD Parti Konferansında marksist ilkelerden tamamıyla uzaklaşılıyor ve parti bir “halk” partisi haline getiriliyor. Kısacası sınırlar netleşiyor…
Sovyetler Birliği KP’nin XX. Kongresi sonrası Demokratik Almanya’da bir merkezileşme yaşanıyor. Bahro’ya göre anti-komünist propagandaya her zaman, hatta en çok da yıkılışında malzeme sağlayan F. Almanya’nın varlığı, D. Almanya’da hep bir darbe tehlikesini varediyor.24
1961’de Berlin Duvarı’nın inşasına başlandığında, bugün her parçası “hediyelik eşya” niteliği kazanmış olan duvar o günlerde böyle algılanmıyor. Ancak süreç içinde bir “eleştiri nesnesi” olma özelliğini de kazanıyor. 1964-68 arası “Kosigin Reformları” yönünde, “yeni iktisadi sistem” adı altında bir reform paketi uygulanmaya konuyor, kontrollü piyasa reformları hedefleniyor, tarımda kollektifleştirme hareketleri ise hızlandırılıyor.25
Ekonomik büyüme ve batı ile rekabet özellikle de ikiye bölünmüş ve görece gelişkin D. Almanya sözkonusu olduğunda toplum yaşantısında önemli kriterler haline geliyorlar. 70’lerde liderler birbiri ardına “F. Almanya’ya yetişmek ve onu geçmek”ten, “Batı ile daha iyi üretim yaparak rekabet edileceği”nden sözediyorlar. Bu yönelimler, daha sonra sözgelimi Bahro’da endüstri-karşıtlığı türü tepkilere dönüşeceğini göreceğimiz, aslında büyücek bir yanlışı da beraberinde taşıyan “yarıştığına benzeme” eleştirisini hakediyorlar…
Sadece ekonomik alanda değil, politik, askeri alanlarda da gerçek rekabet zorlamasının nesnelliği ve dayatıcılığı kaale alınmadığında bu eleştiri özünde sosyalist ülkelere yöneltilen “standart” bir eleştiri türü oluyor…
60’ların sonlarından itibaren F. Alman SPD’si, yakınlaşmacı, yumuşaklıktan yana politikalar sürdürürken, muhafazakârlar “Almanya’nın ortak tarihi” motifini işlemeye başlıyor. 26
BİR MUHALİF AYDIN: RUDOLF BAHRO
1952’den itibaren parti üyesi olan Bahro, 1961’de Berlin duvarının yapılmasını onaylıyor ve bunun büyük ölçüde halkın arzusuna denk düştüğünü söylüyor. Marx ve Engels’in düşlediğiyle varolan sosyalizm arasındaki farkı “saptıyor”! Ancak bu farkın öznel sabotaj türü eylemlerden değil, nesnellikten kaynaklandığını düşünüyor. 1968’de Sovyet ordularının Çekoslovakya’ya girişini eleştiriyor ve 1972’de muhalif görüşlerini içeren ünlü kitabı Alternatif’i yazmaya başlıyor. Kitabın radikal görünen hatta son bölümünde ütopist bulunan niteliğine karşın aslında o hâlâ kitabının “partilileri” etkilemesini bekliyor; öyle ki hapisten SBP önderliğinde reformlar öneriyor. Umudunu parti içindeki ilerici unsurlara bağlıyor. O zamanlar Doğu Avrupa toplumlarının siyasi yapıda köklü değişimlere uğramaları yerine, bir miktar batı-tipi tüketim modeliyle tedavi edilebileceği görüşüne sahip. Üstelik DAC’nin varlığının başlı başına eski kapitalist sistemin Almanya’nın bütününde yeniden kurulmasını önlemesi açısından büyük önem taşıdığını da söylüyor. Dolayısıyla hem sosyalist muhalefet, hem de sosyalist söyleme açık, yeni sol tandanslı muhalifler tarafından ilgiyle izleniyor.
Bahro kitabıyla ilgili bir röportajın 1972’de Der Spiegel’de yayınlanması üzerine tutuklanıyor ve serbest bırakılınca Federal Almanya’ya geçiyor. Federal Almanya’da aktif politikanın dışında kalmıyor ve Yeşiller Partisi içinde uzun yıllar çalışıyor. Alternatif’de, komünist bir toplumda işbölümünün ortadan kaldırıldığı bir değişim programı, şu an içinse ekolojik bir program öneriyor. Örgütlenme ve program anlayışını daha netleştirmek için şu satırlara bir göz atalım:
“- Eski ve dar anlamda bir işçi partisi değil; toplumun her kesiminden bilinçlerinde özgürleştirici düşüncenin hakim olduğu insanların birlikteliği
– Kendi kendini atamış bir grup otoriter entellektüelin üyeleri yönlendirdiği türden bir kitle partisi değil; aynı sorunların çözümüyle ilgilenen eşit bireylerin birlikteliği.(…)”27
Bunlar eski parti anlayışı yerine, kapitalist olmayan toplumlarda oluşacak “Komünistler Birliği” için önerileri. Burada partiler aracılığıyla temsil düşüncesinin ötesinde geleceğin komünist birliğinde değişik maddi çıkarları uzlaştıran ve bunların ötesine geçebilen bir yapı düşünülüyor. 28
Program anlayışını açımlayan başka ipuçları da var: Batı ile doğudaki ortak yanın, farklı toplumsal örgütlenmeler altında yatan aynı toplumsal işbölümünün varlığını sürdürmesi düşüncesi… Salt üretim ilişkilerini dönüştürmek yetmiyor, önerdiği kültür devrimi, üretici güçlerin de dönüştürülmesini içeriyor. İşçi-sendika hareketi de bütünü yakalayamıyor; çünkü varlığını sürdüren emek-sermaye çelişkisi artık sadece işçi sınıfını değil, tüm toplum kesimlerini etkiliyor ve dolayısıyla bugünkü batı işçi sınıfından daha genel bir özneden yola çıkmak gerekiyor… 29
Yeşil hareketi oluşturan toplumsal hareketlerin tabanı, Hıristiyan Demokrat, ya da liberal partilere oy veriyor olabilir. Amerika’da bile, atom bombası karşısında sınıf mücadelesinin eski düzeyinde sürdürülemeyeceğini anlamış olan kapitalistler var, Bahro’ya göre. 30 Sınıf işbirliği sorunu değil bu; hepimizi tehdit eden bunalım karşısında bir uzlaşma sorunu. Yine Bahro’ya göre dünyanın karşı karşıya olduğu merkezi tehlikenin yanında sınıf ayrımları önemsizleşiyor. Amerikan ya da Avrupa burjuvazileriyle birlikte yapılabilecek çok şey var… Bahro 1989’da artık sınıflar analizini de hiç mi hiç kullanmıyor; daha çok “halk” kavramlaştırmasına dönmüş…
Bahro’ya göre batıda işçi sınıfı ile işçi sınıfı bilinci birbirinden ayrılmış durumdadır. Bahro’da leninizme yatkın denilebilecek tek noktanın bu olduğu bazılarınca söylense de aslında temel taşıyıcı olacak bir leninist örgüt anlayışı yoktur. Yukarıda aktarılan ve daha başka örneklerine aşağıda da değineceğim popülizmden de beter görüşler yüzünden olması da mümkün değildir.
Yine Bahro’ya göre ekolojik bir felaket olasılığı, bir “tarihsel uzlaşma”nın temelini oluşturmaktadır. Nükleer savaş, ekolojik felaket gibi insanı insan olarak ilgilendiren yaşamsal sorunlar temelinde şiddete dayanmayan ancak militan ve “yeteri kadar güçlü ve gerçek” bir kitle hareketi öngörüyor. Ancak tabii ki ideolojik belirlenim bu denli ve özellikle muğlak bırakılınca “gerçek” kitle hareketinin nereye gideceği de hiç belli olmuyor: İşte Doğu Avrupa ülkeleri…
Daha önce Demokratik Almanya’nın, özelde Federal Almanya ve genelde batı üretim ve tüketim standartlarından etkilenmesi ve kendi standartlarını onlarla karşılaştırması sorununda değinilen bir noktadan tekrar sözetmek istiyorum: Alternatif’te sanayileşmeyi Sovyetler Birliği için kaçınılmaz bir yol ve komünist toplumun gelişmesi için gerekli önkoşul olarak gören Bahro, ’80’lerin başında yapılan bir görüşmede mevcut endüstriyel sistemden kopulması gerektiğini, sorunların sanayileşme süreciyle çözülemeyeceğini anlatıyor. Batı ile karşılaştırıldığında geri kalmış olan bir ekonomik sistemin tüketim normlarını, diğerine yetiştirmeye çalışarak düze çıkıp çıkamayacağı sorunuyla teorik düzeyde uğraşıyor. 31 Ayrıca Marx’ın kaçınılmaz ilerleme, gelişme fikrine karşı çıkıyor; bunun Marx’ın belki de yanlış bir yorumlamasına dayandığını, tarihsel materyalizmin, ille de insanın sınırsız ilerlemeye inanması demek olmadığını söylüyor.
Partilerle, partilerin hitap ettiği kitleleri bir tutmamak, özdeşleştirmemek, “gerçek organik anti-kapitalist muhalefet potansiyellerini kapsayabilmek için Hıristiyan ve dinsel cemaatleri dıştalamamak” gerektiğini söylüyor. İttifak için Bahro’ya göre solun ayrıcalıklı bir konumu yok. Neo-Nazilere bile onları yıpratma amacıyla (!) yeşil örgüt içinde yer verilebilir… Neo-Nazilerle yetinmeyen Bahro, 1983 yılında Amerika’da Baghwan topluluğunu ziyaret ediyor ve bu ahir zaman peygamberinden de etkilenerek “insanın kendi içine dönmesi gerektiği”ni vaazediyor. Artık bu kadarı daha önce onu sosyalist bir programı kendilerine zorla kabul ettirmeye çalışmakla suçlayan Yeşillere bile fazla geliyor, “hainlik” ve “delilik”le suçlanıyor…
Bahro aslında ne sosyalizme, yaşadığı ülkeye, ne partisine ne de sonraki yıllarda kelimenin saf anlamıyla yeşillere yar olabiliyor. Daha sonra Gorbaçov’u dış görünüşü ile sempatik bulduğunu, 70 yıllık bir kozayı onun çatlatacağını da söylüyor. Batıda, iktidarda salt fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da uzak olunan yerlerde bu görüşler ciddi bir eklektisizm içinde birbiri ardına sıralanıyor; etkili olamıyor. Emperyalizme düşmanlık ise fazla teorik düzeyde kalıyor.
Muhalefeti, aslında ülke içinde karşılaştığı gerçek sorunlardan hareketle şu yanlış önermeye vararak başlıyor: “(Sosyalizm) başlangıçta önerilenlerden tamamen farklı temeller üzerine kurulmuştur.” Bu noktadan hiç kuşkusuz dipsiz bir ütopizm-sivil toplumculuk anlayışı türüyor; yeşilcilik, eko-barış hareketi… “Yaşamın her alanında çok uzun vadeli bir ikili iktidar yaratmak…” Vade biçilmiyor, ama bugünden kesti-rilemeyecek uzaklıkta bir zamana yayılacağı kesin. Ve hatta Yeşiller Partisi’nin bile “politik zemin”de fazla yeraldığını düşünecek kadar bu zemini reddeder bir tavır geliştiriyor Bahro. Ve 1985’te partiden istifa ediyor.
Bahro’nun önemi hiç kuşkusuz “içeriden yola çıkan bir aydın” olmasından kaynaklanıyor. Yoksa hemen farkedileceği gibi görüşlerinde bir özgünlük yok. Batıda yeni sol aydınlarca belki de daha güzel ifadelendirilmiş düşünceler bunlar…
Belki içte, çok fazla sorunlara bulaşmış biçimde ya da çok “dışarıdan” bir gözle, en önemlisi de yaşanan anda görmek mümkün olmuyor. Leninizmi, ondaki Jakoben ruhu, dönüştürme isteğini anlayamamış olmaktan öte, onu bir daha kendi ellerinde diriltmemek bahtsızlığını, sorunu “Marx ve Engels’in yarattığı bütünsel tarih karşısında gerekli anlayıştan yoksunuz” diyerek hiç çözemeyecekleri hale getiriyorlar…
BAĞIMSIZLIK AMA NASIL?
Bahro, “Doğu Avrupa halkları Sovyetler Birliği’nin iç durumundan tamamen bağımsız, kendi sosyal ilerlemelerini gerçekleştirmek ihtiyacındalar” 32 derken Günther Minnerup ise SBP, Sovyet güvencesi olmadan Batı Almanya’nın baskısına dayanamazdı görüşünde. Bu güvence olmadan dayanamadığı da görülüyor.
“Birleşme” sorununa gelip dayanıyoruz. Sovyetler Birliği için son beş, Demokratik Almanya içinse son iki yılın gelişmelerine bakıldığında Minnerup’un görüşündeki doğruluk hemen göze çarpıyor. Muhalefetteki görüşler muhtelif… Bahro Kasım ’89’da “daha dengelenmek zorunda olsa da demokratik devrim zafere ulaştı” , “DAC’nin politika sürecindeki özerkliği korunmalı” , “halk kendi işini kendi kendine halleder” diyor. Yaşananlarla uluslararası politik dengelerin ne denli önemli olduğunu anlamayanlar, olup bitenlere herhalde çok şaşıyorlardır. Sorunun bir özerklik sorunu olmaktan çıktığı, sözkonusu ülkelerin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi tartışmasının, hele Demokratik Almanya sözkonusu olduğunda gündemden tamamıyla düştüğü artık herkesçe malum.
1985 yılı ve Sovyetlerin “yeni açılımları” gündeme gelene dek hem iç hem de dış politika anlamında SSCB ile DAC oldukça yakın ve hatta paralel bir çizgi izlediler. Glasnost ve perestroykanın yansımaları ise önceleri farklılıkları daha kalın hatlara kavuşturduysa da sonra tek tek her biri kendi ulusal gelenekleri ile uyumlu belirli yönelimler ve sürprizler yaşadılar. Sözgelimi Romanya’nın “sürpriz”i Çavuşesku’nun devrilmesi ve idamı ise, Demokratik Almanya’nın ki hiç kuşkusuz birleşme gündeminin böyle dolu dizgin boy atması oldu. Daha 1988’de Sovyetler Birliği’nde çıkan reform yanlısı kimi yayınların Demokratik Almanya’ya girmesi engelleniyor ve daha ’89 Ekimi’nde Gorbaçov’un DAC gezintisi sırasında Hoenecker, ülkesinin izlediği politikadan vazgeçmeyeceğini söylüyordu. Ancak yine aynı ay içinde istifaya zorlandı, emekli edildi, Aralık’ta ise dokunulmazlığı kaldırılarak bir tür günah keçisine çevrilmek istendi. 9 Kasım’da duvar açıldı, “yıkılan duvarlar” edebiyatı böylece literatürdeki yerini aldı. Hoenecker’in yerini reform yanlısı olmayan Krenz alıyor ama olaylar durulmuyor. Binlerce kişi batıya göç ediyor, gösteriler büyüyor… Moskova’nın tavsiyesi: Reformlar… Krenz Sovyetler Birliği’ne gidiyor ve “oradan öğrenecekleri çok şey olduğu” söylemi ile geri dönüyor. Aralık’taki parti kongresine dek Kohl’ün, Almanyaların birleşmesine ilişkin 10 maddelik planı yayınlanıyor; Krenz birleşmeye karşı; o ve tüm SED MK’si istifa ediyor (3 Aralık 1989). Partiye bağlı işçi milisleri ve gizli polis (STASİ) 16 Aralık’ta dağıtılıyor ve 17 Aralık’ta parti kongresi başlıyor.
Partinin adı Demokratik Sosyalizm Partisi (PSD) olarak değişiyor; yeni parti bir “sınıf partisi olarak düşünülmüyor; seçimlerde nasıl oy alacaklarını, reformları konuşuyorlar… H. Modrow hükümet kuruyor, 19 Aralık’ta Kohl ile görüşüyor. Zirve sonrası 50 bin kişilik birleşme karşıtı bir gösteri yapılıyor. Bu arada Kohl hızlı bir diplomatik trafik ile birleşmeyi örüyordu. Birleşme yalnızca Doğu bloku için değil, batı ittifakı açısından da sorunlar içeriyor, ancak bunlar çeşitli ikili görüşmeler vs. ile aşılıyordu. Federal Almanya’nın, Demokratik Almanya’ya küçük ve orta büyüklükte işletmelerin açılması ve modernizasyonu koşuluyla 6 milyar Mark tutarında kredi vermesi için anlaşma imzalandı. Para birliği sorunu (para reformu) gündeme geldi. Gündemdeki iktidar bunalımına çözüm olarak seçimler 18 Mart’a alınırken Kohl de Moskova’yı ziyaret ediyordu. Burada “bari hiç olmazsa Birleşik Almanya tarafsız olsun” deniyor, sonra Sovyetler bundan da geri basıyor. Tabiri caizse “yumuşuyor”. Şvardnadze 16 Şubat’ta “ideal olan tarafsız Almanya ama bu pek de gerçekçi değil” buyuruyor… Aslında “satış” tamamlanıyor…
İŞTE YENİLER…
Süreç içinde oluşan yeni parti ve gruplara ve programlara kısaca bir göz atalım: Federal Almanya’daki burjuva partilerin desteğine sahip “Demokratik Kalkışma” ve “Demokrasi Şimdi” , ’89 Sonbaharından itibaren yükselen muhalif hareket üstüne oturuyor. Bir burjuva hareketi olarak kapitalizmin rehabilitasyonu ile Almanyaların birleşmesini savunuyorlardı. Kapitalizmin dışında sosyalist bir yenilenme anlayışları yoktu ve birleşmeyi olanaklı görüyorlardı. Oldukça sağ bir çizgide yer aldılar. 7 Ekim’de Batı Almanya’daki SPD’nin bir benzeri, bir küçük kopyası olan SDP kuruldu. Parti bir orta yolculuk arayışı içinde “ekolojik koşulları gözeten sosyal piyasa ekonomisi” , “Avrupa barış düzeni çerçevesinde Almanyaların birleşmesini” , ancak “DA’nın FA’ya bağlanmamasını” savunuyordu. Eylül ’89’da Yeni Forum, kuruluş bildirisi ile ve partileşme amacı gütmeden siyaset sahnesine çıktı: Devlet-toplum ilişkisinin kopukluğunu vurgularken adalet, demokrasi, barış ve doğanın korunması gibi talepler ileri sürdü. Ekonomik programı bir yoruma göre SDP’nin ötesine geçmezken bir yandan mal arzının genişlemesini savunuyor, öte yandan da bu isteğin getireceği toplumsal ve ekolojik maliyeti saptamaya çalışıyorlardı. Sınırsız büyüme anlayışının terkedilmesini savundular. İstekler ve olanaksızlıklardan oluşan çelişkilerin “açıkça” tartışılmasını talep ettiler. Kendi içinde farklı görüşler -sol ve sağ- içerirken partileşmeme yönünde bir inisiyatif koydular. Üstelik tüm programsızlığına karşın popüler ve itibarlı oldukları söylendi. Kasım-Aralık aylarında kurulan Yeşil Parti, içinde bağımsız, sosyalist, Hıristiyan Demokrat, saf ekolojist, feminist hareketlerden gelen insanları barındırıyordu. Birleşik Sol Girişim çoğul siyasi ve ideolojik bileşenlere sahipti, ekonomi-politik konusunda bunların da daha net görüşleri olduğunu söylemek olanaksız. Genel olarak Hoenecker rejimi “stalinist” sıfatıyla eleştirilirken, sağa ve “stalinistlere” karşı direnişi örgütle-yebilecek bir demokratik halk iktidarı hedefleniyordu. Tabii ki bu yolda yurttaş komiteleri, demokratik halk komiteleri vs. kurgulandı. Bir yandan solun SED üyesi dahi olabilen tüm kesimlerine açılmak hedeflenirken, bir yandan da “demokratik” muhalefetle dahi işbirliği yapabileceklerdi. Salt sol tarafından onaylanan bir değişim programı çizilmeye çalışılıyordu. Programın aşağıda oluşması ise Doğu Alman yeni solunun da saplantısıydı elbette. Özellikle maziye karışan Demokratik Almanya düşünüldüğünde “biz bunları çok duyduk” diyenler için devamı da var: Taban örgütlerine dayalı sosyalist demokrasinin inşasını, Demokratik Almanya’nın kazanımlarının birleşmeye feda edilmemesi gerektiğini savunuyorlar. Ancak sınırlarının gevşeyebileceği öngörüsü yapılıyor. Eh, ne de olsa “demokratik” olunacak…
D.A. Birleşik Sol Platformu, kendi deyimleriyle siyasal bürokratik baskının yerine kapitalist sömürünün ikame edilmesine kesin olarak karşı çıkıyordu. Önerisi geniş bir bağımsız sosyalist muhalefet için asgari uzlaşma yönündeydi. B.M. İnsan Hakları sözleşmesine uyarlı olarak bireysel ve kollektif hak ve özgürlüklerin güvencelenmesi (seyahat, grev vb.) talepleri var. 1949’daki sınırlara uyarlı federal bir devlet; federal meclis ve çok partililik savunuluyor… Bağımsız Sosyalistler Birliği, kendini bir sol girişimin içinde görüyor; stalinizme ve kapitalizme karşı. Amacı, toplumsal mülkiyet temeline dayanan, dayanışmacı ve ekolojik açıdan anlamlı bir yaşam biçimine bağlı olarak demokratik yolla kendi kaderini belirleyebilecek bir toplumun oluşturulmasına katkıda bulunmak… Kendini sosyalist, demokratik, eşitlikçi ve enternasyonalist olarak görüyor. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının, sağ köktenciliğin her türlüsüne karşı azınlık haklarının korunmasından yana…
Sabrınız varsa bu liste daha da uzatılabilir. Herbirine, hele “sol”un 18 Mart seçimlerinde aldığı büyük yenilgi ve “birleşme”den sonra siyaset sahnesinde ne kadarlık bir yer kaldı; ya da gelişmeler görünüşlerinde ne tür değişiklikler gündeme getirecek… Bu henüz bilinmiyor.
Ayrıca belki de bulunduğumuz noktadan ulaşılması ve kavranılması mümkün olmayan nüanslar ortaya çıkabilir; ancak karamsar bulunsa bile şu söylenmelidir: Eleştirilerin kimi haklı yönler taşıması, yerine yeniler konmadan ve hatta onlar da “gerçeğin” soğuk duvarına toslamadan tümel haklılıkları kanıtlanmış olmayacak… Ortada bir “özne” olmadan, ciddiye alınabilir bir program olmadan, taban demokrasisi, işçi konseyleri vs. tutturmak; geride kalan her şeyi de ya “stalinizm” ya da kapitalizm olarak adlandırmak aslında bir tür popülizm oluyor. Kitlelerin her siyasi hareketlenişi genel yönelimler saptanmadan kutsanıyor. Hata edildiği DA örneğinde çok çabuk ortaya çıktı. (Önceden Polonya da vardı diyenler çıkabilir.)
Ders almayanlar çoğunlukta görünüyor. “Doğu Avrupa’da bir demokratik devrim süreci yaşanmaktadır.” 33 “EAC’de başlayan devrimin proleter karakteri…” 34 Mandel yine Doğu Berlin’de demokratik bir işçi iktidarının yerleşmesinden sözediyor; bunun dış açmazlarını tartışırken, iç olanaklılığını tartışmayı unutuyor. Sözkonusu devrimci kitle hareketinin niye gidişe bir dur demediğini herhalde bilmiyor; seçim sonuçlarını görmezden geliyor… Mandel ve pek çoğu aslında işin salt yönetim aleyhtarı yanını görmekte ısrar ediyorlar. Aynı cepheden bir de onlar saldırıyor…
Yeni sol eleştiri liberal bir bakış açısıyla malul olmayı sürdürüyor. “Bugün dünyada komünizm nasıl olabilir”e dair herhangi bir kurguları bulunmuyor. Tartışmalarda yine göze çarpan bir yan da o hiç beğenilmeyen, eleştiri nesnesi edilen 70 yıllık deneyin sürekli referans oluşturması. A. İnsel “Doğu Avrupa 40 yıllık bir tarihi parantezden sonra, doğal tarihi mecrasına dönüşü yaşamaktadır”35 derken aslında içi tüm sosyal bilimcileri, politikacıları, insanlığın gelişmesinden bir çıkarı olduğunu hissedenleri daha birkaç 40 yıl uğraştıracak malzeme ile dolu bir parantezden sözetmektedir. Salt “anti-stalinist” ve anti-kapitalist olduğunu söyleyerek kitlelere programsız gitmek, yurttaş halk komiteleri vs. gibi naif ve gerçekliği olmayan mücadele araç ve biçimleriyle ses duyurmak bile mümkün olmuyor. Zaten çoğunun partileşme gibi bir görüşü de olmadığı düşünülürse daha çok geniş bir çerçevede tartışılıyor; sular akarken… altlarındaki zemin kaymaya devam ederken…
Eski sosyalist kadroların çok büyük bir bölümü için de aslında yeni rejimlerde varoluşları, görev alışları hiçbir şeyin güvencesi olmuyor. Bu olumlanabilir bir şey de olmuyor, çünkü eski düşüncelerinden büyük tadilatlarda bulunuyorlar güvenilirliklerini yitirip öyle angaje oluyorlar: İçleri boşaltılmış olarak. “Gerçekçi reform hareketinin önderliğini, çoğulcu bir siyasi ortamda totaliter yapısını terkedip, leninist prensiplerde rötuşlar yapan bir komünist partinin elinde tutması DA’da daha olanaklı. ” 36 Bu tür tahminler, DA için bile tutmuyor… 18 Mart seçimlerinde alınan %18 oya sevinilmesi olanaksız hale geliyor…
BİRLEŞMEYE DAİR
Yeni Forum ve Demokratik Hareket içinde sağ ve sol oluşumlar, hareket içinde bölünmeler, daha çok birleşme sorununa bakıştan kaynaklanıyor. Birleşmenin umulanın aksine nasıl hızlı gerçekleştiği hepimizce malum. DA’nın son başbakanı De Maiziere, “DA’ya gözü yaşsız veda ediyoruz” dese de, bu öyle hafife alınacak bir şey değil. Daha önce söylendiği gibi ürünü alınan “40 yıllık hovardalık”tır. Sorun bugün artık tasarlanan sosyalizm idealleri ile “varolan” ya da “gerçekleştirilmeye çalışılan” sosyalizm arasındaki fark olmaktan çıktı… Herkes üzerine kızıl bayrak çekili ya da çanak antenler yerleştirilmiş Reichstag arasındaki farkı biliyor. Zaten gerçekleşenin bir “birleşme”den çok DA’nın FA’ya iltihakı olduğu gerçeği, günlük gazete diline bile yansıdı. Yani 40 yıllık miras eğrisiyle, doğrusuyla havaya savruluyor. Yani bugün artık bir yıkıntının külleri üzerinde dolaşabiliriz olsa olsa…
Şubat 198l’de o hiç beğenilmeyen Hoenecker bir SBP bölge konferansında Almanya’nın yeniden birleşmesi olasılığına, tabii, “Federal Alman işçilerinin ülkenin sosyalist dönüşümüne geçtikleri günde” olabileceği kaydıyla değiniyordu (Neues Deutschland, 16 Şubat 1981). Bugünlerde ortada dolaşanlardan çok farklı bir görüş… R. Havemann da, iki Alman devletinin Avrupa’da nükleer bir serbest bölge içinde askeri ittifaklardan kopması yönünde öneriler ortaya atıyor. 37 Ancak şu unutuluyor: Avrupa’nın göbeğinde bloksuz olunmuyor. Bahro Kasım ’89’da süreçte “demokratik devrimin sürmesi” anlamında bir olumlu, “DAC’nin toptan satışının kapıya dayanacağı tehlikesinin varlığı” ile bir de olumsuz iki yan buluyor. Yeni sol kimi yazarlara göre, Batı Alman sermayesinin gücü sarsılmadığı sürece, sorun çözümsüz kalıyor. Ancak bu çizilen eksik bir denklemdir. Bu, öznelliğin gücünü, D.A.’da kırk yılda bir oluşturulan bir birikimin gücünü hesaba katmayan bir denklemdir. Mandel’e göre zaaf, özörgütlenme yapılarının ancak tohumlarının varolması; halk hareketi ve muhalefetin belirgin siyasi bir hedefi, iktidarı uygulamak için yaratılacak kurumlar hakkında açık bir fikri olmamasında yatıyor… Mandel dile getirmek istemese de bir öncünün yokluğundan sözediyor…
SON BİRKAÇ SÖZ
Sorun sosyalist ülkeler için artık ne kadar plan, ne kadar piyasa sorunu olmaktan çıkmıştır…
Batılı solcu entellektüeller açısından ne kadar beğenmeseler de bir mirasın paylaşılması sözkonusu oluyor. Kendi ayrık konumlarını örgütlü biçimde tanımlayamadıkları sürece hep kontrpiyede kalma olasılıkları var: Pür, saf demokratizme demir attıkları anda Kohl’ün bile onları sollaması olasılığı beliriyor…
Almanya’ların birliği aslında dünya kapitalizmi açısından bir dengesizlik ve istikrarsızlık kaynağı olmaya artarak devam edecektir…
“Dünya olaylarını dikkatle gözleyen herkesin bilebileceği gibi bu çelişmeler eskiden olduğu gibi çoğalıyor ve şiddetleniyorlar. Bütün belirtiler uzak olmayan bir gelecekte ciddi bir ya da birkaç bunalımın olgunlaşacağını gösteriyor.” 38
Birleşmenin sonrasında doğması muhtemel yeni sorun ve dinamikler ayrı bir tartışma ve çalışmanın konusu. Doğu Avrupa toplumları açısından herşeyden önce bugün en önemli sorun “ideolojik deformasyon”, öncülüğün yerine getirilmesinde ortaya çıkan zaaflar, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı içinde uzun yıllardır oluşturulan yakın ilişkilerin yokolması, dahası Pakt’ın ortadan kalkması, ekonomik aranışlarda kapitalist düzenlemelerin gündeme gelmesi ve bunlara ilaveten bu toplumların dünya konjonktürünün bindiği “sağ” dalga üzerinde sürüklenmekte olmalarıdır…
Bütün bunlar böyle olsa da; nesnel dış gerçekliği “doğru” değerlendirmekle ona “göre” davranmak; yani eylemlere bir tür kaba realizmin öncülük etmesi ile sınıfsız toplum ütopyasının korunması farklı tercihler oluşturuyor. Eğer, “en genel anlamıyla bugün de, 1917 Devrimi ile belirlenip yüzyılın ortalarına doğru ‘pekiştirilen’ bir paradigmanın sınırları içinde kalındığı” doğru ise, ütopyacılık değil ama ütopyaya sahip çıkma adına bir “etik” tutum, tavır almadır, savunulması gereken ve savunacağımız. …
Dipnotlar
- 1-Poulantzas N.; Faşizm ve Diktatörlük, İst. Birikim yay. 1980, s. 45-49
- 2-Stalin J.; Leninizmin Sorunları, Ank. Sol yay., s. 38
- 3-Çulhaoğlu, M.; “Etki Alanı” Yaklaşımı Üstüne Bir Maliyet Analizi”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 3, s. 950
- 4-Bora Tanıl; “Demokratik Almanya’da Muhalefet”, Birikim 9, Ocak ’90 s.4O
- 5-Sabuncu, Yavuz; Sosyalist Ülkelerde Yönetime Katılma, Birey ve Toplum yay., 1985, s.44
- 6-Bora, T.; “Bir Resmi Devlet İdeolojisi Olarak Halk Demokrasisi, Teorisi”, STMA, cilt 3, s. 958
- 7-Baban, Cihad; Konrad Adenauer, Ulusal Basımevi, 1968, Ankara
- 8-İnsel, Ahmet; “Leninizm Sonrasına Doğru Yürüyen Doğu Avrupa”, Birikim 7, Kasım 89, s. 30
- 9-Baban, C; a.g.e., s. 104
- 10-Gerger, Haluk; Çağdaş Liderler Ansiklopedisi, cilt 1, s. 9
- 11-Baban, C; a.g.e., s. 65
- 12-M.Kesting; Brecht, Alan yay., İst. Haziran 1985, s. 138
- 13-Sabuncu, Y.; a.g.e., s. VIII
- 14-Bora, T.; Nasıl Sosyalizm, Hangi Yeşil, Ne için Sanayi, Ayrıntı yay., İst. Eylül ’89, s. 11
- 15-Bora, T.; a.g.e., s. 14
- 16-H.J. Schult; “Buzlar Kırılmaya Başlıyor”, Doğu Avrupa’da Neler Oluyor, Yeni Yol yay., İst., s. 40
- 17-Minnerup, Gunther; “Almanya’nın Donmuş Devrimi”, Doğu Avrupa Dosyası, Alan yay., İst., Nisan 1990, s. 129
- 18-Minnerup, G.; a.g.m., s. 131
- 19-H.J. Schult; a.g.m., s. 42
- 20-İnsel, A.; a.g.m., s. 29
- 21-Bora, T.; a.g.e., s. 13
- 22-Kuczynski, Jürgen; Torunuma Mektuplar, De yay., İst., Şubat 88, s. 7
- 23-Boratav, Korkut; Sosyalist Planlamada Gelişmeler, Savaş yay., 1982 s.249
- 24-Bahro, Rudolf; Kızıldan Yeşile, Metis yay., İst. 1990, s. 34
- 25-Arın, Tülay; “Sosyalizmde İktisadi Reform Modelleri”, 11. Tez 10, İst., 1990, s. 58
- 26-Bora, T.; a.g.e., s. 24
- 27-a.g.e.; s.,, 32
- 28- a.g.e.; s. 140
- 29- a.g.e.; s. 25 46
- 30- Bahro, R.; a.g.e. s. 113
- 31- Bahro, R.; “Anayurt Tehlikede”, Doğu Avrupa Dosyası, Alan yay İst. 1990, s. 160
- 32- Bahro, R.; “Doğu Avrupa’da Alternatif”, Doğu Avrupa Dosyası, s. 96
- 33- İnsel, a.; a.g.m., s. 30
- 34- Mandel, E.; “Siyasal Devrim ve Onu Tehdit Eden Tehlikeler”, Doğu Avrupa’da Neler Oluyor, s. 59
- 35- İnsel, A.; a.g.m., s.3O
- 36- İnsel, A.; a.g.m., s. 29
- 37- Minnerup, G.; a.g.m., s. 134
- 38- Sweezy, Paul; “Bin Dokuz Yüz Seksen Dokuz”, 10 Eylül Tem-Ağ. ’90, s.25