Kapitalizm, Kriz ve Devrim Dinamikleri

Artık sınıflı toplum eleştirisini içeren bilimsel sosyalist değerlendirmeler “çağımız kapitalizmden sosyalizme doğru geçiş çağıdır” önkabulüyle başlamıyor. Oysa sanayi devrimi yaklaşık 200 yıl önce modern sınıfların birbirlerine bıçak çektikleri bir kavga alanı yaratırken, iktisatla da ilgilenen bir doktor, Quesnay, sınıfların iktisadi çıkarlarının uyumlulaştığını betimleyen bir tablo üretmişti. Uyumu ve dengeyi arayan burjuva ideologları, iktisatçılar 20.yy’ın sonlarına doğru bu sefer uyumsuzluğun uyumunu, istikrar içinde dengeye ulaşamamayı teorileştirmeye çalışan çabalara giriştiler: Dengesizlik iktisadı, yeni-tutucu politikalar gibi…

Marksizmin teorik zirvelerini oluşturan yapıtlar ise 1848, 1871, 1905, 1917 gibi burjuva egemenliğin temel taşlarının sökülmeye başlandığı sarsıcı konjonktürlerde yazıldı. Bir taraftan da kapitalizmin kıta ve ülkeler düzeyinde her birinde fire vererek atlattığı krizler, kriz sonrası istikrar periyotları 19. yy sonundaki büyük krizden bu yana bu sefer kapitalizmin geçiciliğini ve yıkılabilirliğini hafife alan teorilerle karşılandı kimi marksistler arasında.

Bugün TV, gerici gazeteler, Cumhuriyet gazetesi ve üç beş troçkizan kalıntı sosyalist ülkelerin krizini zil takarak karşılasalar da kapitalist sistemin bir parçası olarak Türkiye’deki toplumsal yapı bizlere, protesto edilen senet sayısından verem istatistiklerine intiharlardan yaz ortasında bomboş yazlık sitelere, istasyonlarda geçici bir iş için bekleyen insanlardan yarım kalmış inşaatlara kadar her gün kendi geçiciliği ve zaafları hakkında binlerce kanıt sunuyor.

Türkiye kapitalizmi artık kendisine ilişkin hiçbir olayın sürpriz ya da skandal sayılamayacağı çağdaş uygarlık düzeyine gelmiştir. 500.000 bakımsız ve barınaksız çocuk sayısı, ucuz yiyecek için bahçe tarımına yönelen ailele,r rüşvetçi bakanlar ve savcılar, arka sokaklardan ön sokaklara taşan 13-14 yaşındaki fahişeler, piyasa ekonomimizin doğal aktörleri. Düzen karşıtı bir politik odağın yokluğunda burjuva partileri, örneğin bir cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hem rejimin meşruluğuna kadar uzanan bir tarzda birbirlerini hem de parlamentonun ve cumhurbaşkanlığının meşruluğunu sarsıyorlar.

Türkiye kapitalizmi ve bunalımsızlık bağdaşmaz iki ayrı olgudur. Bu özgüllük aynı zamanda bizleri hâlâ kapitalizmin krizi ve onun devrimci yoldan aşılması sorunlarından kopmamızı engelleyen ana gerekçe olmaya devam ediyor.

Önce özel mülkiyet ve ücretli emek sisteminin kendini ekonomik ve toplumsal olarak yeniden üretmesinin o düzenin karşıtlarınca nasıl ele alındığına dair bir gezintiye çıkmak gerekiyor.

Kapitalizmin Krizinde Teorik Yaklaşım Sorunları ve Kapitalizmin Tarihselliği

Marx’ın ekonomi politiğin eleştirisini geliştirirken ürettiği yeniden üretim analizi, bunalım kuramı için de vazgeçilmez bir teorik araçlar kümesi sayılabilir. Burada herkesin asıl kaynaklara dönerek tazeleyebileceği bilgileri ve yasallıkları tekrarlamak gerekmiyor, fakat yine de Marx’ın asıl kriz kuramını basit üretimden genişletilmiş üretime bir teorik geçiş yaparken ördüğünü de göz önünden ayırmamalıyız. Marx’ın bu kuramı inşa ederken, tarihe yaptığı tanıklığın, Sanayi Devrimi’nden 1847’lere kadar kapitalizmin çevrimsel gelişimini görebilmesinin metodolojisine önemli bir bilinç düzlemi kazandırdığını vurgulamak gerekiyor: Tarih bilinci. Yani üretim tarzlarının içsel çelişkileriyle sonsuz olmadıklarının kavranışıyla, özel olarak kapitalizmin maddi yapısının, kendi içinde ürettiği çelişkilerin ve hareket yasalarının örtük olmaktan çıkarılmasının beslediği bir metodoloji. Kapitalist üretimin engelini bizzat sermayenin kendisinden yola çıkarak tanımlayan, bir teorik çıkış.

Artık-değerin tarihsel olarak eskisinden daha geniş ölçekte değişmez ve değişir sermayeye tahviliyle, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesi, bırakalım düz bir çizgi izlemeyi, modelleştirilebilecek ve öngörülebilecek bir çevrime bile (ölçülebilir anlamda) tabi değildi. Fakat bir yandan da hareket yasaları vardı. Yani kapitalist üretim tarzı tarihe karışmadıkça, meta dolaşımı, özel mülkiyet ve temel sınıflar varlığını sürdürdükçe, kendini açığa vuran, gözlemlenebilen, yokolmayan ilişkiler. Tüm ayrıntıları bir kenara bırakarak bir hülasa çıkarmak gerekirse; sermayenin organik birleşiminin artış hızı, artık değer oranının artış hızıyla karşılanmadıkça, özel mülkiyet düzeninin tüm içsel aşamalarına genellenebilecek bir aşırı sermaye birikimi krizi ve bu krizin kuramsallaştınlması kapitalizmin tarihsel olarak geçiciliğinde vazgeçilmez bir teorik zemin oluşturdu. Burada daha baştan söylemek gerekirse rekabetçi, tekelci, emperyalist, fordist ya da başka türlü tanımlanan bir kapitalist üretim ve gelişim aşamasında bu teorik zeminin bir “zemin” olarak geçerliliğini sürdürdüğünde ısrar etmek gerektiğini düşünüyorum.

Israr edilmelidir, çünkü bugün de en modern ekonometrik tahlillerde ve emperyalist sistemin araştırma bürolarında bile kapitalist sermaye birikiminin yasaları ve bu yasaların sonuçları gözleniyor, ölçülüyor ve tekelci düzenleme evresinde kontrol edilmeye çalışıyor. Aşırı sermaye birikimi krizi, bir diğer deyişle, birikmiş sermayenin bir bölümünün yetersiz bir kâr oranıyla yatırılabildiği bir konjonktür, kriz kuramına giden yolun yapı taşıdır. Sermayenin organik bileşiminin arttığı durumda, yani üretici güçler çok boyutlu olmasa da geliştiği koşullarda, artık değer oranının (kârın değişir ve değişmez sermayeye oranı) aynı oranda artmasını sağlayacak sömürü ve sınıf ilişkileri burjuvazinin istediği adaptasyonu her zaman gösteremiyor. Fakat buradan çıkan yasa, bir metafizik kural gibi mutlak bir nedensellik ve tabiyet değil, eğilimsel bir nitelik taşıyor. Kâr hadlerinin eğilimsel düşme yasası, bu eğilimin nerede düşen nerede yükselen eğilim olduğu tesbitini yaşamsal kılıyor. Gerçekten bu denli yaşamsal mı? Bu yasayı düşen bir çevrimde mutlaklaştırmak yani eğilimselliğinden koparmak zaman zaman strateji tercihlerinde yapılan bir hata, (katastrofizm) anlamına da gelmiştir. Yıkılmak için son bir darbeyi bekleyen kapitalizm bazen Komintern politikalarında, üçüncü dünyacı perspektiflerinde, “kağıttan kaplan emperyalizm” basitleştirmelerinde kendini gösterdi.

Aşırı sermaye birikiminin, yükselen kâr hadleriyle bir birikim krizine evrildiğinin görülmemesi ve kâr hadlerinin yükselişine sabitlenen güncel politikalar, bu politikaların süresizleştirilmesi, reformcu ve statükocu eğilimleri besledi. Bizzat krizin atlatılmasına öznel bir katkı anlamına geldi. I. Dünya Savaşı dönemi “dönekliğinin”, ya da 85 sonrası yenilikçi revizyonizmin kaynağında böylesi bir kapitalizm kavrayışı vardır. “Cançekişen kapitalizm” modelini ise uzun uzadıya eleştirmeye gerek yok. İşte bu yüzden kapitalizmin kendi maddi koşulları ve hareket yasalarının bir fonksiyonu olarak, krizin kavranmasında, yasaların eğilimselliğini kireç gibi dondurmamak, rölantivizme kurban etmemek önemli oluyor.

Bunları elbette saf teknolojik gelişmeye dayanan bir kriz ve siyasal strateji algısı üretmek için söylemiyorum, fakat metaların mübadele edildikleri, mülkiyetin ve sermayenin merkezileşmesini belirleyen ve kapitalizmin kendini en azından ekonomik düzeyde yeniden üretmesinin eğilimsel ölçütünü veren kârlara ilişkin nicel oranlar ile kapitalist üretime dayalı sürecin üzerinde şekillenen nitel, sınıfsal ve toplumsal ilişkiler arasındaki bağları kurma çabası tüm bir mücadele tarihimize içkindir.

Eşitsiz gelişmenin asıl özü de yukarıdaki ilişkinin sürekli birbirini izleyen, paralel dinamikler olmamasında yatar: Pozitizm ve ütopizm arasında ayrı bir devrimci perspektif. Özellikle kapitalist düzenin yaşayabilirliğinin tartışılması, nesnellikten yana çubuk bükmeler, 1815-48, 1873-90, 1917-48, 1973-90 gibi çevrimlerin düşen ya da yükselen olmasına göre zihinlerde yarattığı etkilerde ortaya çıkıyor. Bir ısrar da bugünden bakıldığında bugün için ücretli emek ve kapitalist meta üretiminin tarihselliği için. Bu tarihsellik bağrında kapitalizmin geçiciliğini taşıyor. Örnek olarak Bernstein revizyonizmi 1890’ların ikinci yarısından itibaren başlayan bir genişleme evresinde Keynesci ve sol Keynezyen kaynak dağılımına dayalı refah ve adalet yanılsamaları ise 1950’lerle ivmelenen, 1971’de uluslararası para sisteminin çökmesiyle sonuçlanan yeni bir tekelci genişleme evresinde meşruiyet bulmaya çalıştılar.

Kriz ve İstikrar Ayrıştırır

Her kriz evresi, krizin devrimci krize dönüştürülmesini önlerine koyanlarla diğerlerinin, her göreli istikrar evresi ise kapitalizmin istikrarına politik katkıda bulunan marksistlerle bunu reddedenlerin birbirlerinden uzaklaştıkları konjonktürleri temsil etmiştir, er veya geç. Bernstein ve Kautsky aniden kapitalizmin hareket yasalarında zorunlu bir çöküşün geçerli olmadığı önermesinden sağlıklılaşan kapitalizm çözümlemelerine yönelmişlerdir.

Savaş, Lenin’e göre bunalımın yoğunlaşmış bir ifadesidir ve I. Savaş, komünist ve işçi hareketinde 1848 ve 1870’ler krizinden sonra bu kez Avrupa dışına da taşan iki kanalı tepeden tırnağa ayıran tarihsel bir kesit oldu. R. Hilferding 1910 yılında yayınlanan Finans Kapital çalışmasında1 krizi dolaşım süreçlerindeki bir aksama, metaların satılamamasını ise onun bir tezahürü olarak tanımladı. 2 Hilferding’in ciddi katkısı, kriz ve finans kapitalin evrimi arasındaki ilişkiyi yeni yasallıklar içinde kurması idi. Ek olarak, eğer krizi sadece pazar sorunu yüzünden metaların aşırı üretimi ile açıklarsak, tekel ve kartellerin üretimi kısarak tıkanıklığı elimine edeceklerine dair bir tezin de usulcacık kabul edilebilme tehlikesine dikkat çekiliyordu. 3

Krizin analizinde aşırı üretimi tek neden olarak formüle etmek, ilk adımda durmak anlamına geliyordu. Kartellerin işlevi bir ölçüde fiyat düzenlemesi ve endüstrinin birkaç dalını bir araya getirerek kısmi regülasyon olarak tanımlayabileceğimiz bir düzenlemeyi sağlamaktı. Tekeller ve karteller krizi engellemiyor, onu yeni biçimlere itiyorlardı.

Hilferding ve I. Savaş’a kadar Batılı iktisatçıların çoğu, Kapital‘in ikinci cildinde açımlanan, parasal ve fiyatlara-gelirlere ilişkin göstergelerin ardında yatan toplumsal üretimin maddi belirlenimlerini gözardı etmedi. Fakat, bir tarafta atıl sanayi sermayesi diğer yanda atıl para sermayesinin varlığında, para transfer,i kredi, bir dolaşım aracı olarak ilk kez bu denli önem kazanıyordu ki, bu alanın marksist analizin asal kategorileri içerisinde açıklanmasında göreli olarak gecikilmiştir.4

Bu anlattıklarımızın da ötesinde Hilferding tüm çağdaşı kriz teorisyenlerini iş çevrimlerini, üretim koşullarına bağlı para piyasasındaki değişimlere göre değil, faiz hadlerindeki değişimlere göre açıklamakla eleştiriyordu.

Avusturya marksizminin reformist ihanet öncesi bu önemli teorisyeni savaş sonrası 3.Enternasyonal’in dışında kalanlara dahil olmasına karşın sosyal demokratlar içerisinde savaş kredileri lehine oy kullanmayan bir azınlıktandı. Finans kapital bu merkezci sosyalistin gözünde kapitalist meta üretiminin son evresi değil, daha ziyade “örgütlü kapitalizm”in doğuşunu besleyen koşullar olarak tanımlandı. Fakat yine de banka sermayesi ile sınai sermaye arasında kurduğu ilişkinin bunalım teorisinde baki kaldığını söylemek olanaklı gözüküyor. Bu tartışma üzerinde derinleştikçe Hilferding’in eksik tüketimci açıklamaları yetersiz bulmasının onu daha ortodoks bir Kapital yorumuna yaklaştırdığını sezeriz. Bir diğer deyişle sermaye malları ve tüketici malları sektörleri arasında orantısızlık daha doğrusu artan ters orantı. Fakat krizin bu orantısızlıkla açıklanması savaş öncesi tartışmalarda giderek bir “tarafı” temsil eder. Rus legal marksisti Tugan-Baranovski de 1890’larda bu orantısızlık teorisine başka bir yönden yaklaşarak bir kapitalizm çözümlemesi ortaya koyuyor, ve sonradan Bolşeviklerin eleştirilerini üzerine çekiyor. “Örgütlü kapitalizm” tezi giderek bu teorisyende de kapitalist gelişmenin en son evresine denk düşer, fakat bu en son nitelik nihailik içeriği taşımayan zaman akışı ile ilgili kronolojik bir saptamadır.

Hilferding’in ekonomik krizi siyasal krize bağladığı köprü aynı dönemin tartışmacılarından Buharin’inkinden oldukça farklıdır. Hilferding emperyalist çatışmaların savaşa yol açacağını kabul etmez ve doğal olarak birkaç sene sonra tarihsel olarak haksız konuma düşer. Buharın ise savaşın kaçınılmazlığına bağladığı emperyalizm çözümlemesini yaparken, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi‘nde tekelci kapitalizm, emperyalizm, savaş ve proletarya devrimiyle zincirlenen bir ardışık süreç tasvir eder.5 Çağdaş geleneksel sol kökenli revizyonizm barışçıl emperyalizm tezleriyle bugün Buharin’in gerisine düşmüştür.

Rosa Luxemburg ise, birikimin tıkanmasını önünde sonunda emperyalist yayılmanın tıkanmasına bağlayan eksik tüketimci yaklaşımıyla hem Hilferding’den hem de Buharin’in ortodoks yaklaşımından ayrılır. Hilferding kelimenin dar anlamıyla, krizi kavrayışında ekonomizmden kopmuştur, çünkü kapitalizmin çöküşünün politik ve toplumsal bir çöküş olacağını vurgular. Fakat marksist çözümlemelerde, uç veren reformizmde ekonomizmden dar anlamda uzaklık, aynı zamanda devlet teorisinde de sınıfsallığın yitirilmesi zaafıyla içiçe olabilmektedir.6

Tıpkı bugün 1984 sonrası yenilikçi revizyonun kapitalist devletin yıkılırlığına değil, etkilenirliğine tanıdığı öncelik gibi devlet teorisi de sakatlanmadan kurtulamaz. Ve Hilferding Bernstein ile özellikle devlet teorisindeki revizyon noktasında buluşur. Artık kapitalist devlet, altyapıda toplumsallaştırılmış bir ekonominin güdümleyicisi olarak sosyalizme geçilirken baskıcı aygıt niteliği geride bırakılıp, toplumsal üretimin kontrolü işlevini yüklenen bir kuruma dönüşür.

Hilferding, ortodoks ekonomi politiğin eleştirisi geleneğine iktisadi yasallıklar düzeyinde genelde bağlı kalmakla birlikte, gerçekte Kautsky ve Bernstein’ın daha sonra formüle ettikleri tezlerin öncüllerini yarattı. Luxemburg, Buharin, Lenin, Troçki, Stalin ise savaşı iç savaşa, krizi devrimci krize dönüştürme yönünde bir başka “taraf oluşturdular. Luxemburg eksik-tüketimciliğin sınırında, Buharin iç savaşın iniş-çıkışlarını kavrayamama sınırında, Troçki krizi, ateş alan bir fitili sürekli ilerleyen bir süreğenlik olarak algılama noktasında tıkandılar. Aynı dönemde örgütlü kapitalizm ve toplumsallaştırılmış devlet tezleri de, sosyal demokratları aktif karşı-devrimci pratiğe itmişti. Komünist hareketin istikrar ve uzlaşma adına verdiği bütün kurbanlar, belki de Rosa Luxemburg’un kişiliğinde temsil ediliyordu.

İki savaş arasında ’29 Bunalım’ından dört yıl önce ise bugün kulağımıza sıkça çalınan bir yorum yapıyordu Hilferding; “Modern kapitalizm hayatını sürdürmeyi geniş korporasyonlar, tekelci planlama ve devlet müdahalesi ile başarmıştı” “Artık önümüzde realist bir barışçıl dönem vardı”.7 Üç sene sonra revizyonizm, işçi sınıfının rolünün demokrasinin alanını genişletmek olduğunu keşfetti.8 Bu “yeni” tezler hem 1929 Bunalım’ında hem de 2. Savaş’ta olumsuzlanmalarına karşın gerçek demokrasi ve biçimsel demokrasi ayrımının proletarya hareketi içinde geçersizleştirilmesi açısından büyük işlev görmüşlerdir. 2. Savaş’ın talep ettiği revizyonu da Avrupa komünizmi yerine getirdi.9

Ortaya yeni bir yol çıkmıştı ve bu yolu Bernstein, sol keynesciler, Avrupa komünizmi, ortodoksiden uzaklaştıkça yeni sol ve geleneksel sol kökenli revizyonizm birlikte arşınlayacaktı: Demokrasiye asimile olmuş sosyalizm.

Elbette yukarıda betimlediğimiz son süreçte 1924-29 arası yaşanan göreli istikrarın payını bir kenara not etmek gerekiyor. İstikrar, demokrasi mücadelesi içinde eritilmiş sosyalizm projelerine kundaklık ediyor. ’30’lu yılların KP’lerinde esen likidasyon rüzgarlarının kopup geldiği yeri istikrar-demokratizm ilişkisinde aramak gerekiyor. Üstelik bu ilişki artık neredeyse bir yasallık düzeyindedir, çünkü benzer toplumsal koşulları bulduğunda kendini yeniden üretmektedir. Kapitalizmin hareket yasalarına adeta bir yenisi eklenmiştir.

İstikrar ve sınıf mücadelesinin asli araçları ile likidasyonu denince akla gelen Bernstein’ı, kendisine “Rus Bernstein’ı” adı takılan Plehanov’a yakınlaştıran teorik bağlantı Kapital’de modelleştirilen kapitalizmin gelişmesinin sıçramasız, objektivist ve dolayısıyla evrimci bir okunuşu idi. “Bir toplum” diyordu Marx; “kendi hareketinin doğal yasasını keşfetmek işinde doğru yola girmiş olsa bile bu toplum gelişmesinin birbiri ardından gelen doğal aşamalarını ne sıçramalarla geçebilir ne de yasalarla yokedebilir, ama doğum sancılarının süresini kısaltabilir ve şiddetini azaltabilir”.10 Elbette Marx analizini burada kesmiyordu.

İşte revizyonizmi legal marksizm ile aynı ortak paydada yanyana getiren sorun, sınıflı toplumların dönüşüm kuramı ile devrim kuramını önceliksiz, ilişkisiz bölmeler halinde ele almaktı; devrim kuramında ise toplumsal ve siyasal devrimleri.

Savaş arası revizyonizm özellikle kapitalizmin hareket yasalarının işleyiş hızına bakarak, yasaların işleyiş yavaşlığını, eşitsiz gelişimi, evrimci ve siyasal dönüşümü bu kez genel toplumsal dönüşüm içinde asimile eden bir yöntemle kavramaya önem verir. Bernstein, şu ya da bu sektörde verimliliğin ve rasyonel işletmeciliğin küçük işletmelerde de hayatiyetini sürdürdüğüne bakarak orta sınıfların yokolmasının ve özellikle köylülüğün farklılaşmasının siyasal devrimi kışkırtacak bir bunalımı besleyebilecek ölçüde gelişmediğini savlar.

İlginç bir tercihle revizyonizm, orta tabakaların daha sonra Amerikan sosyolojisinde kullanılacak olan konik şekil (toplumsal piramit) içerisinde sayıca çoğalıp, gelirce incelmediğini söylerken, bunu toplumsal üründen alınan pay anlamında tarif etmeyecek kadar da Kapital’den uzaktır. Yani toplumsal tabakalaşma, koni olarak kalmıştır, yalnız üst basamaklar ile alttaki mülksüzler arasındaki uzaklık artmıştır. Yıllar sonra Keynezyen iktisat politikalarına da bu akordiyon körüğü gibi açılan arayı biraz kapatmak düşmüştü.

Gerçekte mülksüzleşmenin üretim araçlarından yoksunlaşma, tekelleşmenin ise az sayıda kapitalist değil, birikmiş sermayenin ve artık değerin giderek az elde toplanması anlaşılırsa, ortaya burjuva iktisatçılarının bile yadsıyamadıkları bir eğilim çıkar. Bugün “halk kapitalizmi”nden alay edilme riski göze almadan söz eden var mı?

Bernstein, 1891’de kaleme alınmış olan Erfurt Programı’nın zayıf da olsa kimi devrimci yönlerini 1890’a kadar süren bir yükseliş devresi adına terketmeyi önerir. Komintern’in mülk sahibi sınıfları cepheden karşısına alan tezlerini gömme görevini Avrupa komünizmi ve yeni sol, savaş sonrası istikrar ortamında üzerlerine alırlar. Artık devrimci programların yükselen ekonomik konjonktür mesnet gösterilerek terkedilmesi dayatması, revizyoncu politikaların bir politika üretme biçimi haline gelmiştir.

Bernstein, pazar genişlemesi ve kartelleşmenin getirdiği tekelci regülasyon önlemlerinin dalgalanmaların dalga boylarını kısalttığını özellikle marksistlerin gözüne sokmaya çalışırken Erfurt Programı’nın bunalımlar konusunda ancak “genel güvensizlik” tesbitinin yaşar durumda kaldığı fikrindedir.

Bunalım konjonktürleri bir başka açıdan da marksistleri ayrıştırıcı bir rol oynarlar: Bir taraftan bunalımın devrimci krize yol açmayacak denli hafif geçiştirildiği vaaz edilirken yine bunalımdan asıl yıkıma uğrayan işçi sınıfı dışındaki kesimlerin hatta burjuva girişimcilerin bile bunalım ile statülerini yitirdikleri, krizin asıl sınıfsal hedefi olan proletaryayı perdeleyecek biçimde vurgulu hale gelir. Bu olgu kanımca işçi sınıfının tarihsel misyonunun ister istemez yoksullaşmaya dayandırıldığı bir ekonomist bakışın doğal ürünlerinden biri sayılabilir.

Reformizmi daha ziyade güncel sorunlara gündelik çözümler aramaya iten de kısa ve orta vadede bir kriz (abartılı vurgulamalarla “felaket”) beklentisinin olmamasıdır. Güncelliğin dayattıklarıyla (hele durağan dönemlerde) kendini hayatta tutan hareket için, Bernstein’ın deyimiyle “günlük sosyalist çalışma artık temel çalışma anlamına gelir.”11 İşçi sınıfına artık siyasal devrimin asli taşıyıcısı bir sınıf olarak değil, “genel toplumsal bir güç” olarak, büyümesi ve siyasi etkisini artırması önerilen bir demokratik tabaka gözüyle bakılmaktadır.12

Tartışmayı son bir hatırlatma ile bitirmek istiyorum: Marksizmin tarihinde reformları devrim perspektifinden koparanlar, teorinin devrimci özünü revizyona uğratanlar, mücadeleden korktukları, hülyaları olmadığı, küçük-burjuva ya da burjuva sosyalistleri oldukları için değil, sınıf mücadelesinin belirli bir kesitinin komünistlere yüklediği misyonları, teorik geleneklerin güçlü olmaması, sınıfsal dinamikleri kavrayamamaları ve ideolojik üretimlerinin burjuva ideolojisinden bağımsızlaşmaması yüzünden, yüklenemedikleri için tarihsel olarak haksız ve yenilgiye mahkumdurlar. Kapitalizmin her derin krizi, iki dünya savaşı ve devrimler onların son yüzyıl içerisindeki yenilgi beratlarıdır. Ne var ki revizyonist teori zihninin bir köşesi burjuva kategoriler ve yöntemlerle düşünmeye devam edenlerin bilincinde yeşermektedir. İlk bakışta bir ölçüde teorisist bir görüntü taşıyan bu iddia için bir örnek vermek istiyorum: Avusturya marksistlerinin giderek karşılarında geri adım attıkları Viyana kökenli burjuva marjinalist iktisat ekolünün, özünde emek değer yasasını geçersiz kılmaya çalışan tezlerini bir başka iktisatçı, İngiliz Stanley Jevons da üretmişti. İlginçtir bu marjinalist değer kuramının açıklamalarını takdire değer bulan bir başka akım da vardı: İngiliz fabian sosyalistleri.

Fabian sosyalistleri politik uzantıları sınıf uzlaşmacılığına, trade-unioncu işçi politikasına ve sonraları anti-bolşevizme uzanan sınıflar arası konsensus modeliyle gerçekte Bernstein ve birçok II. Enternasyonal kuramcısına ilham kaynağı oldular. Evet, revizyonizm gökten inmiyor herhalde.

Revizyonizmin marksizmin belirli bir “okunuşundan” kaynaklandığı ve gökten inmediği, cesaret ve devrimci ruhla fazla bir ilişkisi olmadığı Rus devrimcileri (ve elbet evrimci marksistleri) içinde geçerli olmuştu, Rusya’da bu tartışmalar biraz geriden başladı. Kapitalizmin gelişmesi olasılığının bizzat kendisi tartışma nesnesi oldu. Fakat kısa sürede teorik ayrışma ve her bir kanalın kendi mantıksal sonuçlarına vararak olgunlaşması, aşılmaları Batı marksizminde olduğundan daha kısa bir süre aldı.

Kapitalist birikimin baştan ya da sonradan tıkanmasına ilişkin ilk güçlü teori demetini popülistler derledi. V. Vorontsov kapitalizmin kendine özgü bunalımlara girmesi için yolun adeta baştan tıkalı olduğunu ima ediyordu. Aslında popülist kanal anti-kapitalist mücadeleyi kapitalist ilişkilerin yeşermesi olasılığını baştan tıkayarak değil “Rusya’daki tüm üretimin kapitalist bir temel üzerine oturtulamayacağını” iddia ederek sorguluyordu.13 Sanki başka bir ülkede tüm toplumsal ürün kapitalist üretim tarzının ürünü olmuş gibi…

Popülist bunalım kavrayışı kâr ve bunalımları üretim maliyetleri çerçevesinde açıklayan ekollerden kopmuş fakat giderek kapitalist kârın belirleyiciliğini yok saymaya yönelmiştir. Bu da yine burjuva kuramsal hudutların tamamen dışına çıkılamaması anlamına geldi. Keza Marx’ın yerden yere vurduğu Sismondi’nin bunalım kuramı restore edilerek kapitalist ilişkilerin akıbeti gelir bölüşümündeki değişimlere bağlandı. Yani ulusal gelirdeki artıştan girişimcilere giderek daha az pay verilirse ve ülke dışına çıkan gelir durdurulursa kapitalist ilişkiler de çökecekti Rusya’da ise kapitalist egemenlik zaten ölü doğacaktı.14

Bir diğer popülist iktisatçı Nikolayon ise kapsamlı bir kapital okumasından, bunalım adına kitlelerin yoksullaşmasını ve iç piyasanın daralmasını çıkarsar. Sonuç bütün popülist solculuğun felaketi ve asıl toplumsal hareketlendiricisi olarak küçük üreticiliğin yıkımı ve küçük burjuvazinin mülksüzleşmesidir. Çözüm bildiktir: Köylülerin kendi üretim araçlarına sahip olmaları ve toprak sahibi köylülüğün geliştirilmesi. Bu tezler Rus marksizminde 30’lu yıllar kollektivizasyonuna kadar hayatiyet bulur. Bunalımı küçük üreticiyi güçlendirerek ve köylüye toprak dağıtarak çözme önerisi, toprak reformunun bu tarz algılanışı, güçlü küçük-burjuva kökenli politik gelenek yüzünden, kollektivist önlemleri geciktiren bir küçük burjuva demokratizminin -Rusya’da, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da, programatik düzeyde Türkiye’de ana perspektif olmuştur.

Struve ile simgelenen Rus legal marksizmi ise popülizmin panzehiri olma fonksiyonu taşıdığından kapitalist üretimin, genişleme için adeta sınırsız bir kapasiteye sahip olduğunu varsaymıştı. Popülistler ile legal marksistler, sermayenin iç piyasayı tamamen olanaklar açısından tüketmeden dış pazara yönelmeyeceği noktasında buluşarak biraz da kendi dönemlerinin çocukları olduklarını kanıtlıyorlardı. Sermayenin uluslararasılaşmasının yarattığı yeni bir birikim süreçlerinin genelleşmediği koşullarda bu kadarı olanaklıydı. Bir kez daha geri koşullar geri tezlerle karşılanıyordu. Ulusal ekonomi hayallerinin tüm bir kapitalist sistem için yıkıldığı evrenin, eşitsiz gelişme potansiyelleri olanakları ile birlikte bilince çıkarılması Lenin’in emperyalizm kuramına içkin kriz kavrayışına kaldı.

Legal marksizmin ve halkçı-gelişmeci perspektiflerin cenazesini kaldırmak kolay olmadı çünkü ülkelerin sınıfsal yapılarının değişme hızlarıyla, belli bir döneme özgü sermaye birikiminin bir bunalımla son bulup yeni bir yapı -birikim modeli oluşturulma hızı eşit değildi. Her şeyden önce sınıfsal farklılaşma yeni birikim sürecini genelde geriden izledi. 1929 bunalımıyla birlikte geri ve orta derecede gelişmiş ülkelerin içine girdikleri ithal ikameci gelişme, döviz darboğazına dayalı fakat yeni bir evreye geçmeyi zorlayan bir bunalıma gelip dayandığında örneğin Türkiye solu hâlâ içe dönük sermaye birikim sürecinin, kendi bağımsızlıkçı fakat anti-kapitalist olmayan perspektifiyle farkını ortaya koyamıyordu. Devrimci popülizm, burjuvazinin iç birikime dayalı bir popülizmiyle göbek bağını koparamazken Türkiye burjuvazisi krizini aşmak için uluslararası kapitalizmin kolektif beyni IMF ile çoktan kafa kafaya vermişti. Bu kez tıkanan ithal ikamesine dayalı birikim modeliydi ve Türkiye solu “bir avuç oligarşiye karşı” halk güçleriyle başlatacağı devrimi düşleyenlerle doluydu.

Bugün, Türkiye solunda genelde “daha fazla sömürü” olgusuna indirgenen 24 Ocak kararları ile başlayan sürecin 60’lardaki ithal ikamesini yürüten iktidarca başlatıldığı unutulmamalıdır. Türkiye’de kapitalizmin birikim ve yeniden üretim yapısı, uluslararası sermaye ile bütünleşmesinden koparılamaz bir evreye gelmiştir ve bu model Türkiye’ye özgü değildir; 70’lerin ortasında krize sürüklenen bunu bu kez ihraç ikamesi ile aşmaya çalışan ülkelerin, kendi sınıfsal yapılarından da kaynaklanan değişik vadelerle katıldıkları, yeni bir birikim modelinin biçimlenişidir. Oysa hâlâ işbirlikçi-tekelci burjuvazi diye ayrık bir egemen sınıf bölmesi baş düşman ilan edilmektedir. Hâlâ kapitalizmin temellerine doğrudan (evet doğrudan) yönelmeyen bir anti-tekel, anti-emperyalist strateji zorla ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Bu algılayış yeni birikim sürecinin şekillendirdiği bir toplumsal formasyon olarak Türkiye kapitalizminin hâlâ eski aşılmış antagonizmalarla anlamaya çalışmanın sonucunda son nefesini vermemektedir ve ortaya uzatmalı bir strateji çıkmaktadır: “Halk” demokrasisi ya da devrimci-demokrasi mücadelesine asimile olmuş sosyalizm…

Devrimin dinamiklerinin ve kapitalizme nereden vurulacağının bulanıklaştırılmasının günahı sadece yukarıda tanımladığımız çizgiye ya da o çizgiden tam kopuşu yaşayamayanlara ait değil. Bir başka yöntem de sosyalistlerin elini kolunu bağlaya geldi. Biraz geriye dönüş: Struve’ nin, S. Bulgakov’un ve Tugan-Baranowsky’in bunalım anlayışı, Kapital’in toplumsal yeniden üretim şemasının belli bir toplumsal formasyona mekanik aktarımıdır. Kapitalist üretim tarzının teorik şemasının somut, özgün ve eşitsiz ilişkilerle belirlenmiş bir toplumsal formasyona izdüşümü, yeniden üretimin soyut olanaklılığının mutlaklaştırılmasını getirmiştir, legal marksizmin ve bugün de geleneksel sol kökenli revizyonizmin gözünde. Anti-kapitalist mücadelenin zayıflatılmasının bir diğer sanığı bu mirastır.

Elbette kapitalizmin tek tek toplumsal formasyonlar ve dünya düzeyinde büyük çevrimleri yumuşatmak, uzatmak ya da kısaltmak, küçük resesyonları atlatmak için, toplumsal yeniden üretimi daha güvenlikli koşullarda, sekteye uğratmama doğrultusunda yarattığı araçlar artmış hatta zenginleşmiştir. Fakat evrimci perspektifinde metodolojisi pek az değişmiştir.

Kapitalist birikimin matematiksel soyut olanaklılığı, genelde evrimci ve krizsiz kapitalizm perspektiflerinin, bir konjonktürel genişlemeden pay alan kesimlerin aldıkları ve büyüttükleri paylar doğrultusunda yaratılan gerilimi, üretimin maddi yapısından kaynaklanan bölüşüm sorunlarını, sermayenin hareket yasalarının kısmi değil bütünsel tahlilini, göz ardı etmelerine olanak sağlıyor. Oysa gerçek sorun hep artık değerin realize edilmesi olarak kaldı. Birikim süreçlerinin aşamaları ise, bir yükseliş konjonktürünün ardından ortaya çıkan engelleri ortadan kaldıran, artık değerin gerçekleşmesini yetkinleştirici yeni düzenlemelerle belirlenir. Evrimci ya da popülist kapitalizm eleştirisi kendi ürününü tüketen kendine yeterli bir birikim modelini şu ya da bu düzeyde yüceltir. 1960’lar Türkiyesi’nde TİP’in sanayi burjuvazisi öncülüğünde toplumsal yeniden üretimin neredeyse sancısız hayata geçirildiğini varsayan bir kapitalizm imgesi ile devrimci demokrat hareketin emekçilere önere önere milli bir ekonomi milli bir sanayiye dayalı otarşik bir devlet kapitalizmi önermeleri, üstelik bu perspektiflerin kapitalizmi aşma anlamında aynı gerilikte buluşmaları rastlantı mıdır?

Evrimci marksizmin ustalarına dönersek: Tugan-Baranowsky Marx’ın bunalım kuramını Sismondi’nin aşırı tüketim çözümlemesinden geliştirdiğini iddia ederek, kendince meta arzının talebi aşamayacağı bir üretim modeli kurgular.15 Madem ki üretim kesimler arası bir dengesizlik daha doğrusu orantısızlık içerisinde krize sürükleniyor, o zaman toplumsal üretim öylesine düzenlenir ki pazar genişlemesinin sınırına çarpmaz. İşte bu akıl yürütme ve gerçekle burjuvaziye akıl verme sistemi yıllar sonra, leninist metodolojinin, kapitalizmin hem gelişkinliğine hem de yıkılabilirliğine yaptığı vurgu ile bir teorik kopuş gerçekleştirilmesini de tahrik etmiştir.

Kapitalist birikim ve yeniden üretimin analizinde, marksizm yeni bir çağın talep ettiği teorik ihtilalcilik olarak leninizmle birlikte zenginleşmiştir: Ekonomik yasallıkların yanısıra burjuva egemenliğin siyasal yeniden üretimini sorgulayarak…

Marx’da da net bir iç ayrıma tabi tutulan siyasal devrim ve toplumsal devrim ilişkisi gerçekti; siyasal kriz, toplumsal kriz analizine dayanıyordu. Bu iki kategorinin varlığı kapitalizmin hareket yasalarının, sınıf mücadelesinin yasallıklarıyla sarmalanması yoluyla daha zengin bir ilişkiye dönüşmüştür. Gerisi leninist, yolun üzerinde dövüşülen toprağın zenginliklerini, siyasal birikimini keşfetmesine kalmıştır. Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi ve Emperyalizm çalışmalarıyla Ne Yapmalı ya da Nisan Tezleri‘ndeki, devrim sonrası yazılardaki örgütlenme sorunlarındaki kıvraklığın aynı formasyon içerisinde biraraya gelmesini başka türlü anlamak olanaklı olamaz. Bu noktada evrimci kapitalizm eleştirisi ile devrimci demokrat popülist eleştirinin birbirlerinden uzak olduklarını, fakat leninist metodolojiye de uzak olmakta ortaklaştıklarını iddia etmek bir zorlama olmuyor.

Rosa Luxemburg’un, sermaye birikimine ilişkin çözümlemelerinde ise, kanımca popülizmin ve legal marksizmin sınırsız pazar yaratılıp birikimin giderek tüketimden koparılmasına ilişkin tezlerine yönelttiği itiraz onu birikim krizini eksik-tüketimci olarak tanımlanabilecek bir çerçevede ele almaya itmiştir. Luxemburg eksik tüketim sorununu emperyalizm çözümlemesine bağlarken, ana yaklaşımını Hobson’a borçludur. Hobson’a göre bunalımlar aşırı tasarruftan doğar. Eksik tüketimci çözümlemeye göre üretim malları için talep tüketim malları için talepten türediği için işçilerin tüketimi her zaman için bir talep açığı bırakır. “Ücretler düşünce artan talep açığı” formülü eleştirel kuramdan bugüne dek ayrılmadı. Bu da kanımca marksizm içi bir yanılsama değil, burjuva ekonomi politiğinden kopamamışlığın tezahürlerinden biri olarak kaydedilmelidir. Net ürünü yalnız tüketim mallarından oluşur varsaydıkça, üretim de bir dönem talebin (Keynes’de efektif talebin) azalması pahasına genişliyor. İflas ve refah artışları birbirlerini (bence eşitsiz biçimde) karşılıyorlar.16

Oysa kapitalist üretimin temel hedefinin, hangi aşamada olursa olsun tüketim olduğu önermesinin gerçek maliki ortodoks liberal teoridir. “Her arzın kendi talebini yaratması” gerektiğini öne süren yasa kâra dayalı bir üretim tarzı için değil, daha ziyade kollektivist planlı ekonomi için geçerlidir. Hatta bu kuram kendi boşluklarını öylesine kapatır ki “şimdi tüketilmeyen gelecekteki tüketim için üretime yatırılır” diye varsayılır. İşte kapitalizmin eksik tüketimci çözümlemesi ve bunalım kavrayışı bu alanda, keynezyen iktisatla birlikte, burjuva tüketim teorisine bağlıdır.

1929 Krizi’ne tekellerin adaletçi peygamberi Keynes’in koyduğu teşhis de böylesi bir talep yetersizliğine dayanıyordu. Bu tür bir eleştirinin sonucunun, toplumsal ürünün (milli gelir) toplumsal yeniden üretimi düzenleyecek biçimde yeniden dağıtılması olması gerekir. 1960’lann Sweezy-Baran ekolünde bu eksik tüketimci bunalım kuramını tekelci kapitalizm kuramına eklemlediler.17

Türkiye devrimcilerine sorduğumuzda elbette çoğunluk krizi ortodoks literatürdeki, kâr hadlerinin düşme eğilim gibi kategorilerle anlatmaya başlayacaktır ya da böylesi bir açıklamayı yadsımayacaklardır. Fakat özgül bir toplumsal formasyon olarak Türkiye kapitalizminin krizine dair ne zaman akıl yürütmeye kalkışılsa, kaynak israfı ve gelir dağılımı adaletsizliğini merkezi neden olarak ele alan bir bunalım anlayışı vardır ve bu ancak yeni yeni sorgulanmaya başlanmıştır. Bunlara bir de çözüm olarak devletin adaletçi kaynak ve gelir dağılımını tanzim etmesi, cari yatırımların özel ellere bırakılmaması, IMF ile daha “kişilikli pazarlık” edilmesi, sosyal harcamaların azaltılmaması gibi talepler eklenince çoktan eskimiş bir sosyal demokrat kalkınmacılıkla, sol sosyalist bir perspektifin nerede ayrıştığı bir sorun haline geliyor. Bernstein, Kautsky, Buharin, Çayanov’dan sonra geleneksel sol kaynaklı revizyonizmin Keynes’e de büyük şükran duyguları beslediğine eminim. Anti-emperyalist sol demokratlar ise 20 yıldır kapitalist sistemin nasıl bir yeni işbölümüne yöneldiğini, hangi yeni düzenleme rejimleri uygulandığını fazla anlamadan 60’ların bağımsız, milli ekonomili devlet kapitalisti modellerini ve küçük burjuva demokrasisini, devrimci alternatif sayıyorlar.

Rosa Luxemburg’un Hilferding’in “örgütlü kapitalizm” modeline itirazı devrimci bir karşı çıkıştı ama bunu bütünsel bir kriz kuramına uzandırmak, tekelleşme ve üretimin anarşisini merkeze alan çözümlemesiyle V. İlyiç’e düştü. Lenin emperyalizm kuramına içkin bir kriz anlayışını öne sürerken kesinkes bir “çöküş kuramı” yaratmadı, çünkü leninist metodoloji ile devrimcilik, bir kenarda nihai hedefi düşleyerek, krizle birlikte çanların kendisi için çalacağını bekleyen bir fırsatçılık değildir. Kriz devrimciler tarafından yaratılamaz. Devrim durumu nesneldir, fakat oluşumunda sınıf mücadelesinin payı vardır. Devrimci durumun devrim durumuna dönüşmesi ise en devrimci sınıfın siyasi iradesine, bu iradenin kristalize olduğu öncü örgüte bağlıdır. (Burada devrimci durumun şartlarına ilişkin yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilere dair herkesin bildiği maddeleri sıralamak istemiyorum.)

Egemen sınıflara karşı devrimci bir perspektife sahip olmak için kriz ya da sürekli bunalımı bir varoluş nedeni saymak, genelde küçük burjuva devrimciliğinin karakterinde vardır.

Komintern’de Kriz

İki savaş arası kapitalizmin analizinde en önemli halka E. Varga’nın ürettikleridir. Macar ekolünden gelen bu iktisatçı-tarihçi, Komintern’in Y.K. üyesi olarak sürekli raporlar sundu. Kanımca Varga’yı en değerli kılan, ilk polemiği, Buharin ile yürütmüş olduğudur. Varga, savaş komünizmini, proletarya diktatörlüğünün inşasında kaçınılmaz NEP’i ise Rusya’nın spesifik koşullarının ürünü, evrenselleştirilemeyecek bir evre sayıyordu. Ne dogmatizm!

Varga, Komintern’de krizin doğurduğu mutlak yoksullaşmanın işçi sınıfının toplumsal koşullarında bir yıldan diğerine otomatik devrimci altüst oluşlar getirmediğini vurguladı. Komintern’in hem 1930’lardaki taktik savrulmalarını, hem de 1929 Krizi’ne getirdiği yorumları Varga’ nın yaklaşık bütün polemiklerinden türetmek olanaklıdır.

Önce şöyle bir hak teslimatı yapmak gerekiyor: Komintern’de büyük krizin öngörülemediği doğru değildir. Kuusinen’in raporları ile giriştiği polemikte Eugeny Varga, 1929 başlarında gelişkin kapitalist ülkelerin yükselen konjonktürünün abartıldığını ve hızlı büyümenin limitlerinin öngörülebilir olduğunu savunur. Macar kökenli Sovyet iktisatçı üç semptom keşfetmişti: Üretim kapasitesinin tam kullanılamaması (ki kendi başına marksist bir kategori değildir C.U.) geniş proleter tabakalara vuran işsizlik, enerji ve bazı dokuma sektörlerindeki kısmi krizler.18

Endüstri ve sektörler bazında artık krizleri saptamak, genel krizin hangi sektörden başlayacağını saptama sorununa dönüşüyor. Varga, Kapital’in işaret ettiği üretim tarzının kendisinden kaynaklanan kriz yasalarının yanısıra, tarımsal bunalımı, kredi krizini (ki uluslararası düzeydeydi) ve borsa spekülasyonunu da göz önüne alıyordu.

Elbette kriz önce Amerika’yı, daha sonra Avrupa’yı sarstı. Fakat Avrupa, daha ciddi bir sarsıntı yaşadı Komintern’in kapitalizmin krizine verdiği teorik/politik tepkiler gerçekten kimi dönemler bir el yordamıyla yön arama seyri izlemiştir. Burada tartışmayı biraz ileriye taşıyıp N. Poulantzas’ın eleştirilerine kulak vermekte fayda var: 1924’de 5. Kongre’den 1928’deki 6. Kongre’ye kadar Komintern tezleri üretici güçlere, üretim ilişkileri üzerinde belirleyicilik atfeden yöntemi ile ekonomizm ile malul muydu? Kapitalizmin istikrarını veri alan sağ politikaları bu yöntem mi belirledi? Doğal olarak böylesi bir model kurulunca 1929’dan sonraki Komintern politikaları da ultra sol olarak tanımlandı. Kanımca belki üretici güçleri fetişleştirme düzeyinde değil ama “eğer ekonomik kriz varsa bu işçi sınıfının karşı saldırısının gerekliliğini getirir” biçiminde özetlenecek bir yaklaşım sözkonusudur. Ve üstelik bu sınıf mücadelesinin, statükocu (ya da iradeci) vulgarizasyonu geleneksel sol için bugün de devam etmektedir. Bugün savunmacı politikaların (Yeni Açılım Dergisi, defansif diye tanımlıyor) rasyonalitesi bu sefer yükselen konjonktür ile temellendirilmektedir.

Lenin’e göre “istikrar”, “güçlerin göreli dengesi” olarak ifadelendirilen sınıf mücadelesinin, belli bir evresine dayalı tanımlanıyordu. Manuilski ise Avrupa yeni solunun daha sonraları ultra sol olarak tanımladığı bir evrede Komintern’e bağlı partileri krizin devrimci karakterinin abartılmasına yönelik politikalara karşı uyarıyordu.19

1930’lu yıllar da Komintern’de krizin politik çözümlemede hak ettiği konumda değerlendirildiği yıllardı: Devrimci olgunlaşmanın sürükleyicisi olarak değil, gerekli etmen olarak kriz.

Kriz, Komintern’in ultra sol olarak tanımlanan evresinde de, devrimci saldırıyı besleyen taktiklerin temellendirilebileceği bir oldubitti olarak görülmedi. 1929 Krizi’nin sonuçları üzerine, 1929’dan 1933 sonlarına dek, Buharin’in kapitalizmin krizini iç çelişkileri yeterince su yüzüne çıkarmadan sunduğu tezlerde volontarist bir ton vardı. Fakat bu faz farkı da kriz öncesi ve kriz sonrası ayrımına, bu ayrımı farketmenin aceleciliğine büyük ölçüde dayalıydı. Hatta bunlara ek olarak 1930’lu yılların başındaki tartışmalara bakıldığında “kitlelerin radikalleşmesine” tanınan payın sınıf mücadelesinin el verdiği çerçevenin oldukça ötesine geçtiği de söylenebilir. Fakat bunda da altüst olan gelişkin ülkelerin yanıbaşında, S. B’de mülk sahibi kesimlere cepheden saldırıya girişen olağanüstü planlama projeleri ile kollektivizasyonun gerektirdiği ideolojik destek ve özgüven ortamının da etkilerini hesaba katmak gerekir.

Sömürünün daha vahşileşmesi, sefaletin daha geniş kitleleri çökertmesi, devrimci patlayış için çoğunlukla keskinleştirici bir aşı sanılmıştır. Özellikle faşizm koşullarındaki Almanya’ya ilişkin önerilen taktiklerin devrimci hareket açısından trajik sonuçlar doğurması, ekonomik kriz-devrimci kriz ilişkisinin, bu kolaycı kavranışı ile ilgilidir. Ekonomik krizin, devrimci krize dönüşmesinin sanıldığından daha büyük bir örgütlü mücadele ve hazırlık gerektirdiği görüldü fakat örneğin Hitler diktatörlüğü egemenliğini pekiştirince bu kez II. Enternasyonal kökenli partilerle komünistlerin alelacele birlik politikaları,20 cephe politikaları, anti-faşist projeler, Sovyet-Alman Paktı’nın aksesuarlarına dönüştürüldü 1934’den itibaren. Oysa 1934 kapitalist ekonomilerin yeniden üretiminde yepyeni bir aşamayı temsil etmiyordu.

Varga’ya göre kapitalizmin genel krizi içerisinde belirli ülkeler daha yoğun bir depresyona sürükleneceklerdi. Ekonomik krizin, devrimci krize dönüşmesinin bir biçimi olarak tüm sektörleri, dalları kapsayan ancak savaş koşullarında, yıkım-yeniden üretim mekanizmasını harekete geçirebilecek, bir dalgalanma yaşanıyordu.

Stalin ise Kuusinen’in 18. Kongre’ye sunduğu tezleri zımnen çöküşçü buluyor, genel bir krizden, özgül nitelikte bir depresyona geçişi öngörüyordu. Burjuva iktidarların köklerine kadar sarsıldığı kriz koşullarının devrimcileştirici niteliklerinin arttığı fakat kitlelerin hareketinin yönlendirilemeyip siyasal iktidarın sınıfsal yapısının kökünden değiştirelemeyeceği konjonktürler olduğunu çağrıştırarak, krize müdahalenin en vazgeçilmez ve savaş öncesi en fazla eksikliği duyulan öznesini dünya proletaryasına hatırlattı: Devrimci bir sınıf partisi.21

Bu tezler kapitalizmin genel bunalımının dünya devriminin fitilini yakarak ülkeden ülkeye sıçrayabileceğini kurgulayanlar ile kolaycı şemalara eğilimli partiler için belki de biraz gecikmiş uyarılardır.

III. Enternasyonal’in başta Varga olmak üzere gözünü doğal olarak kapitalizmin krizine dikmiş kuramcılarının, II. Enternasyonal’in mutlak statükocu tezlerinden kopuşları sancılı geçmiştir ve belki biraz iddialı olacak ama bu kopuş tamamlanmamıştır.

Öte yandan devrimci perspektiflere bağlı olanların temel rasyonalitesi “nesnel koşullar olgun ama öznel etmen yetersiz” söylemine indirgenmiştir ve bu az çok bugün de devrimci sosyalistler olarak bizlerin bir sorunudur.

II. Enternasyonal’den kopulamamıştır çünkü 2. Savaş ve 50-60’lı yılların ulusal kurtuluş savaşları kısmen başarılı olduktan sonra girişilen istikrar konjonktürü geleneksel sol partilerin II. Enternasyonalist hafızalarını tazelemiş, Bernsteincı, Kautskyst tezlerin restore edilmesine zemin yaratmıştır. Komintern stratejistleri kimi yalpalamalarını da kapitalist krizi, uzun dönemli bir analize tabi tutmak yerine kısa vadeli çevrimsel hareketlere konsantre olmalarına, göreli her istikrar evresini otomatik olarak kriz öncesi hazırlık etabı biçiminde algılamalarına borçludurlar. Zaten Varga’nın ve genel olarak geleneksel komünist hareketin en zayıf olduğu nokta; sermaye birikiminin değişik evrelerinde, uzun vadede kapitalist ekonomilerin birikimi yeni ihtiyaçlara göre düzenleme krizi hafifletme araçları geliştirme yeteneğini yeterince saptayamamalarıdır.

Stalin nasıl emperyalistler arası savaşı öngördüyse, Varga da büyük krizi öngördü. Krizin nedenleri çözümlendi fakat her bir konjonktür devresi kendi içinde mutlak eğilimler olarak algılandı. Gelişkin kapitalist ülkelerin uzun dönemli konjonktür verileri Sovyet ekonomistleri için bir yarı muamma derekesinde idi. Bu boşluğu ne yazık ki Kondratieff daha sonra Schumpeter, bazı menşevik iktisatçılar ve II. Savaş sonrasında Avrupa’nın yeni solcu iktisatçıları doldurdu. Kondratieff kanımca 1925’den itibaren marksist bir terminoloji fakat burjuva iktisadi metodoloji ile çevrimleri açıklamaya girişti. En tutarlı tepkiyi Varga ve kurduğu modelin siyasal sonuçlarını kabul etmesi olası olmayan Troçki’den aldı. Kondratieff’in çevrimler,i içinde emek gücünün katkısı kristalize, olmuş metaların üretimi ve kâr hadlerinin dalgalanması yerine fiyat serilerini temel alıyordu. Üstelik sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan, fiyat serileri ile de anlaşılabilir çevrimler ile tekelci düzenlemelerin hayata geçirilmeye başlandığı dolayısıyla fiyatların da giderek değerlerinden saparak tekelci fiyatlar biçiminde oluştuğu konjonktür çevrimlerini aynı 50 yıllık çevrimler olarak yasallaştırmak ekonomizmin, üstelik burjuva kategorilere dayalı ekonomizmin, teknik açıdan gelişkin emek-değer kuramı açısından da geri bir türüydü. ’29 Bunalımı ve II. Savaş, Kondratieff’in teorik modelinin sınıf mücadelesi açısından sorgulanmaya değer olduğunu da kanıtladı. Fakat Kondratieff hem Stalin tarafından baskıya uğradığı hem de kapitalizmin yarım asırlık bir istikrarına yaslanan sınıf uzlaşmacı modellere, fiyat çevrimlerine bakarak, bir dayanak oluşturduğu için zaman zaman değeri bilinmemiş Dimitrieff gibi başka iktisatçılarla birlikte her uzlaşma dönemlerinde gündeme getirildi.

Bugün de Buharin ile birlikte kapitalizmin hareket yasalarından kaynaklanmayan teknik ve bilimsel görünümlü bir kriz-istikrar modeli kurmak için en statükocu geleneksel sol ideologlar Kondratieff’e başvuruyorlar. Maddi üretimin, üretici güçlerin eşit olmayan dinamiğini ritmik bir dalgalanmayla açıklamak uzun dönemli fiyat dalgalanmalarının çevrimsel görünümüne aldanmakla mümkündü. Bu ise kapitalizmin istikrarını, büyük sabit sermaye stoğu artışlarına ve bunun istikrarına, tasarruf ve daha ziyade atıl para sermayedeki dalgalanmalara ve fiyat düzeyine bağlı olarak açıklamak çarpıklığını taşıyor. ’70’li ve ’80’li yılların işsizlik ve enflasyonun aynı anda ivmelendiği konjonktüründe Kondratieff’in ölçütleri diğer ölçütlerden bağımsız açıklayıcılıklarını yitiriyor. Belli bir tarihsel dönemin iç dalgalanmalardan bağımsız genel eğilimini vermekle yetiniyor.

Bir diğer yandan artık değerin düşmesinin engellenmesine yönelik yeni emek süreçleri, birikim modeller,i keynezyen bunalım sonrası modelleri çoktan aşmıştı. Gerçekten kapitalist birikimin iç talebe bağımlılığı, emek verimliliği artışları, emek gücünün giderek uluslararası rekabete tabi kılınması, toplumsal yeniden üretimin gerçekleştirilmesinde uluslararası kapitalin ürettiği yeni düzenleme biçimleri açıkçası krizin çözümlenmesi için daha bütünsel bir ölçütler manzumesini gerekli kılıyordu.

Bu nedenlerle Varga ile birlikte birçok Bolşevik (kendi dönemleri elverdiği ölçüde) kaderci kriz yorumlayıcılarına dönerek onların (Otto Bauer Preobrajensky Lenz Eck vs.) krizin aşılması için düzen içi yeni düzenleme olanaklarının mümkün olmadığına yönelik görüşlerini eleştirdiler. Genelde krizin kapitalist yoldan aşılmasının olanaklılığının reddi, buna ilişkin yeni düzenleme biçimlerinin saptanamaması, devrimci inisiyatifi gereksizleştirme yönünde, çocukluk hastalığı ile pasifizmin bir alaşımını yarattı. Üstelik bu, özellikle ’71 dünya para sisteminin çökmesi ile sinyalini veren ve ’73’, ’74’te egemenliğini ilan eden kendi içindeki dönemsel dalgalanmalarla bugüne uzanan krizin yeni neler içerdiğini açıklamamak, eksik tüketimci, popülist yoksullukçu ya da daha önce içeriğini açıklamaya çalıştığım evrimci kategorilerle açıklanan krizin aşılması için devrimci teorik/politik araçlar yaratmamak anlamına geliyor.

Bu durumda boşluğu doldurma adına neo-marksist tek nedenli kuramlar, radikalizm adına da teorik radikalizmin bir dirhem dışına çıkamayan Troçki ilhamlı tezler ortaya çıkıyor. Politik düzlemde geleneksel sol yorumcular ise yeni soldan yirmi yıllık bir gecikme sonrasında işçi sınıfının tarihsel misyonunu eridiğine yönelik teorik kopyalar çekiyorlar. Ya da bir başka örnek, ABD KP MK üyesi ünlü iktisatçı V. Perlo, 1987 Borsa Krizi’ni 1929 Krizi’nin eksik tüketimci kategorileriyle anlamaya çalışıyor.22

Ortodoks bunalım kavrayışında sıçrama, elbette Hilferding Hobson gibi teorisyenler aşılmaksızın olanaklı değildir. Hilferding’den söz ettik fakat asıl Hobson, ortodoks kuram için şöyle bir teorik engel dikiyordu: O bunalımları aşırı tasarrufa bağlayarak, tekelci kârların da daha büyük tasarruflara neden olacağını kurgularken yeni bir kuram yarattı: “Eksik tüketimin en yüksek aşaması olarak emperyalizm”.

Lenin, elbette kapitalizmin genel bunalımına diğer kuramcılardan daha siyasi kaygılarla yaklaşıyordu. Bu Lenin’in ekonomik sorunları, siyasi kategorilerle çözmeye girişmesi biçimindeki bir tercihten kaynaklanmıyor. Asıl sorun, tek tek kapitalist ülkelerde, ekonomik bunalımı aşmak için ekonomi ötesi, daha doğrusu ekonomik olanın daha yoğunlaşmış bir ifadesi olarak siyasi düzenlemelere de giderek daha fazla başvuruluyor olması. Lenin, gelişkin kapitalizmde tüm birikim düzenleme biçimlerinin (ya da rejimlerinin) gelişkinliğine, karmaşıklığına karşın bir iç örgütsüzlük saptar.

Bunalımın asıl karakteri kapitalizmin dünya ölçeğinde alanının daralması, kâr hadlerinin düşmesi, ticari daralmalar, yedek sanayi ordusunun kronik bir artık haline gelmiş olması değil, ulusal kapitalist yapıların başlı başına organizmalar halinde hayatiyetlerinin de olanaksızlığıdır. İki sistemli dünya, kaynak aktarım alanı olarak sömürgelerin azalarak emperyalist sömürünün dolaylılaşması (buna ’70’li yıllar sonrasında yeni ilaçlar bulunmuştur) kârların gerçekleşme sorunu, emek gücünün bir kısmının sürekli yedek sanayi ordusuna dönüşmesi, sabit sermaye kullanımının azalması genel bunalımın değişik boyutlarıdır. Ve bence dünya kapitalizmi yukarıdaki ve ek alanlardaki kimi açmazlarını açmaz olmaktan çıkaracak çözümler bulmuştur fakat hepsine değil. İkincisi bu çözümler ülkeler ve ülke içi sanayi dalları, sektörler arasında eşitsiz uygulama olanağını bulmuştur. Teoride, çürüme ve yıkım olasılıklarını azaltamayan, faaliyet ve yeniden üretim alanları ile canlanma potansiyelini kanıtlayan kimi göstergeler özerk kompartmanlar halinde ele alındığında statükocu-katastrofist vargılara savrulmak kolaylaşmıştır.

Bunalımın hızlanması, evrenselleşmesi ve eşitsiz gelişmesi, kimi olguların öne çıkmasını, tıkanmanın bazı alanlarda belirtik hale gelmesini (borsa krizleri devletin mali krizi, dış borç bunalımı, kronik işsizlik, bütçe açıkları) kimi düzenlemelerin ise birikimi sürdürücü işlevlerini (pazarın enformatik-yoğunluğuna gelişmesi, uluslararası ticaret hacminin artması, kimi dallarda kâr hadlerinin yükselmesi) bir bütün içerisinde bir arada yaşatabiliyor. Bizce Lenin’in daha önce fazlasıyla vurguladığımız eşitsiz gelişme yasası, krizin zayıf halkalarda çözülmeye yol açması, kapitalizmin sosyalist devrimin eşiğinde devrimci yoldan çökertilebilmesi, Kapital’de sıralanan hareket yasalarını çağdaş kapitalizmin bunalımına bağlayan tezleri, kimi vurguların kesinliğinin tartışılabilirliği dışında, geçerliliğini yitirmemiştir.

Son Genel Kriz

II. Savaş sonrasında bunalım kuramına dünya komünist hareketi, militaristleşme kategorisini eklemledi. Bunalımı hafifletmenin kâr hadlerindeki düşüşü azaltmanın, belirli sektörlerde savaşa dönük üretimle aşılmasının, toplam toplumsal sermayenin yeniden üretiminin temel oranlarında getirdiği değişmelerin, ülkelerarası muazzam aykırılıklarla olanaklı olduğu ortaya çıktı. Sosyalist sistemin objektif olarak devrimci özü bugün de devam eden silahsızlanma ve silahsızlandırma politikası örtük olarak kapitalist bunalımı derinleştirme politikası oldu. İkinci olarak kimi tezler eskidi. Bugün kapitalizmin genel bunalımın dünya ölçüsünde kentin kır tarafından kuşatılmasında ve dünya savaşlarında doruğuna ulaşacağını savunmak bir aymazlık oldu.

Bilimsel teknolojik devrim proletaryanın sınıf içi eşitsiz gelişmesini ne denli körüklediyse, mülk sahibi sınıfları da en az o kadar etkiledi. Dünya komünist hareketi ’70’li yıllarda, emperyalist sistemin krize yeni bir adaptasyon geliştirdiğini gördü. 1948 sonrasında Marshall yardımları ile bile tüketilemeyen, değersizleşmesi durdurulamayan ABD sermayesi ve dolar, 1971’de Bretton Woods sisteminin çökmesi ile tahtını yitirdi. İlk başta emperyalist devletler, termonükleer savaş endüstrilerine sermaye aktararak devleti yeni birikimin garantileyicisi haline getirerek devlet-tekeller bütünleşmesine yeni bir doğrultu verdiler. Devletle bütünleşmiş tekelci kapitalizm ya da benim deyimimle tekelci devletçilik23 70’li yılların sonlarına dek birikim sorunlarına bir müdahale yoluydu.

İkincisi gelişkin kapitalist ülkeler yaklaşık on yıllık dönemsel bunalımları, istikrarla ikame etme doğrultusunda giderek daha fazla tekelci düzenleme araçlarına başvurmaya başladılar. Bunu egemen ideolojilerin yeni tutuculuk doğrultusunda yeniden biçimlenmeleri karşıladı. Hegemonya merkezi giderek çoğullaştı. Yapısal kriz genelleştikçe dönemsel krizler ve canlanmalar eşitsiz dağılmaya başladı. Yaygın birikim ve yoğun birikim rejimlerinin istikrarını sağlayacak toplumsal kurumlar, emek-sermaye ilişkileri, teknoloji kullanımı, devlet aygıtının örgütlenmesi, artık değerin temellük biçimlerinin göreli artık değeri artırma doğrultusunda dönüşümü, eski ve yeni biçimlerin içiçe geçtiği, toplumsal yapılar yarattı. Özellikle 71’le başlayan düşen dalga için tekelci üretimin devletle bütünleşmiş üretim ve birikim örgütlenmeleri çerçevesinde incelenmesi kimi boşluklara karşın yeterli bir analizdir.

“Devletle bütünleşmiş tekeller” çözümlemesinin, emek gücünün yeniden üretiminin toplumsal maliyetinde uzun dönemli düşme ile belirlenen, devletin sermayenin değersizleşmesi krizlerini önleme rolü üstlendiği, üretim sürecinin kendi içinde giderek ayrıştığı bir birikim aşamasını açıklamak üzere bir üst düzeyde yeniden kurulması gerekmektedir.

Özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde 70’li yılların ortasından itibaren yaşanan dalgalanmalar, üretimde mutlak düşmeler yerine büyüme oranlarındaki dalgalanmalar olarak kendilerini ifade ediyorlar. Yeni marksist çözümlemeler24 tek nedenli açıklamalar ve tasvirlerden sentetik çözümlemelere yönelecek bütünlüğü kurmalıdırlar (buna bu sentezi yaptığını varsayan regülasyon ekolü de dahildir).

Bu yeni bunalım kuramının inşasında para-kredi mekanizmaları, P-M-P ye bağlı formülasyonları yinelemenin ötesinde, birikim sürecinin içerisindeki rolü açısından finans kapitalin yetkinleşmesi bağlamında tartışmada merkezi bir yer almalıdır. Çağdaş kriz, en yoğun noktasına, emek gücünün yeniden üretiminin, maliyetlerinde sağlanan düşüşün geri dönmeye başlaması noktasında gelme potansiyeli taşıyor. Dahası ideolojik yeniden üretimin, toplumsal yeniden üretimi paydalandırma olanakları önceki dönemlere oranla fazlasıyla artmıştır. Krize karşı mücadeleyi anti kapitalist mücadeleye yönelten, ideolojik mücadelenin araçlarının etkinleştirilmesini zorlayan da bu olgudur.

Dünya komünist hareketinin ağırlıklı bir bölümü ise uluslararası sermayenin krizini, bugün, Bernstein Kautsky ile şekillenen avro-komünist tezlerle bugüne uzayan evrimci teorik mirasa başvurarak açıklama ve politika üretme yoluna gitmektedir. “Uygarlık krizi” tezi kapitalist sistemin ücret düzeylerinden, fiyat-para düzeylerine devletin büyüklüğünden kapitalist ayıklanma mekanizmasına, gelişkin kapitalist ülkeler arası yoğunlaşan dış ticaretten birikimin eşitsiz gelişmesinin derinleşmesine kadar biriktirdiği bunalımı, açıklamakta yetersiz kalmıştır.

Güncel krizin bilince çıkarılması için Türkiye sosyalistlerinin teorik geleneklerine, krizin işçi sınıfı ve mücadelesinde hangi düzeylerde bir değişimi zorladığına ve Türkiye kapitalizminin güncel bunalımdan etkilenme, bunalımı kendi içinde yeniden üretme alanlarına fazla değinmedik. Bunları da ileriki bir yazıda tartışmak farz oldu.

Dipnotlar

  1. Hilferding’in eserini hem Kautsky hem de Otto Bauer, Kapital’in bir devamı olarak nitelediler. Aynı çalışma Lenin’in emperyalizm çözümlemesinin -Hobson’unki ile birlikte ana kaynağını oluşturdu; tekelleşme, finans kapital, sermaye ihracı, uluslararası kartellerin oluşumu, dünyanın paylaşımı gibi kategoriler ile Emperyalizm ve Dünya Kapitalizmi (1915) çalışmasını Lenin’inkinden birkaç ay önce tamamlayan Buharin’in de Hilferding’e ciddi teorik borcu olduğu anlaşılıyor.
  2. R. Hilferding; “Finance Capital”, s.243-1985
  3. a.g.e., s.295
  4. 11.Tez, sayı 4, Paul Sweezy ile görüşme
  5. Stephen Cohen; “Bukharin and the Bolshevik Revolution”, s.27-28
  6. Devletin görece bağımsızlığı tezleri hatırlansın.
  7. R. Hilferding; “Realisticher Pacifismus”, 1924 Berlin
  8. R. Hilferding; “Cumhuriyetle sosyal demokrasinin görevleri”, 1927 Berlin
  9. N. Gündeş; “Avrupa Komünizmi”, Gelenek, sayı 27
  10. K. Marx; “Kapital”, Cilt I s.13, Sol yay., Ankara 1970, II.baskı
  11. Sosyalist siyasal düşünce tarihi; Bernstein, s.392, Bilgi yay.
  12. Politik devrim ve öncülük misyonlarının törpülendiği perspektifin bir başka boyutu da yerel örgütler dernekler, bağımsız kurumlar, sendikalar, kooperatifler gibi düzen içi kurumların “iktisadi çöküş kurgusu terkedildiğinde (Bernstein)” önemlerinin artması oluyor. Sosyalistler “adeta zoraki yürüttükleri gündelik çalışmaya” bu sefer tam bir gönül vermişlikle angaje olmaya davet ediliyorlar. Dar örgüt fobisini aşanlar kimi Balkan sosyalistleri, Bolşevikler ve bazı Latin partileri oluyor. Bugün sürecin bir ölçüde tersinden işlediğini görüyoruz.
  13. V. Vorontsov; “Patriotic Memoirs”, Cilt 5, s.4, Moscow
  14. “Köylü devrimi”nin maddi temeli 1870’lerden başlayan ve 1929 bunalımı ile yeni bir strateji benimsemek zorunda kalan Latin Amerika, Orta Doğu ve Uzak Asya ülkelerinin tarımsal ürün ihracatına dayalı gelişme modelidir. Özellikle oligarşik diktalar bu evreye tekabül eder. Oligarşinin maddi temelini köylülüğü daha fazla mülk sahibi kılarak eritirken, kapitalizmi de fazla gelişmeden zararsızlaştırma perspektifi, gelişmeci-devrimci ideologların tümünde ortaktır. Yine benzeri tezler Kadro-Yön çizgisinde ve 1960’lar sonunda Perinçek’ten Çayan’a tüm halkçı solculuğun ideolojik cephanesiydi. Rusya’da ise köylü mülkiyetine tapınmanın teorisyeni şimdilerde canlandırılan Çayanov oldu.,
  15. Rosa Luxemburg; “Sermaye Birikimi”, s.238, Alan yay., 1986
  16. Dünya kapitalizminin bunalımı içinde; A. Shaikh, s.135, Alan yay. 1988
  17. Eksik tüketimciler üç efektif talep tipi tespit ediyorlar: Yenileme talebi tüketim talebi, kapitalistlerin tüketimi ve net yatırım. (bkz. Shaikh, s.141) Eksik tüketimcilere göre dengeli büyüme üretken kapasite ve efektif talebin kabaca aynı oranda büyümesi olarak görülüyordu. Keynes ise kendi epistemolojisi içerisinde krizi sermayenin marjinal etkinliğine bağlamayı uygun görüyor ve belki de bir ölçüde öngörülen yatırımların düşmesine… Fakat tüm bunlar eksik tüketim mantığı ile bağdaşır açıklamalar.
  18. La correspondance interne; X.Plenum Raporu, 1929 Haziran
  19. a.g.m., s.45, 1930, s.531
  20. Bu politika, çağdaş geleneksel sol kaynaklı yakınlaşma teorilerinin de restore etmeye çalıştığı, işçi sınıfının ayrılan kanallarını birleştirme adına yürüttüğü, bir birlik politikasıdır.
  21. a.g.m., s.208, 1
  22. İktisat Dergisi, sayı 276-277, s.11, Dünya borsalarında panik, 1987
  23. Bunu kapitalistleşmenin ilk evrelerindeki merkantilist devletçilikten ayırmak için söylüyorum.
  24. Bu konuda A. Dalman ve C. Kalyoncu’nun yazılarına yeniden göz atmak yararlı olacaktır; Gelenek, sayı 27, s. 96-101 ve sayı 23, s.112-125.