Kent Sınıfı, Sınıf Partiyi Arıyor

Kapitalist gelişme yalnızca birtakım maddi olgulardan hareketle gözlenebilen ekonomik ve siyasi bir süreç değildir. Modern çağı yaratan ve sonrasında bu çağa damga vurmaya devam eden bir süreç olarak modernleşme kapitalizmle doğrudan ilişkilidir. Modernleşme, yaşantısıyla, dünyaya bakışıyla, ilişki ve davranışlarıyla kapitalizmin insanını yaratan bütünsel değişimdir. Bu bağlamda modernizm, elbette, aynı insanın siyasi ve ideolojik tavrını da içerecektir.

Modernleşmenin kapitalist gelişme ile bağı pek çok açıdan kurulabilir. Öncelikle bu süreç, burjuvazinin ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışından bağımsız ele alınamaz. Farklı bir okumayla, bu iki sınıfın da modern sınıflar olduğu söylenebilir. Kapitalist gelişmenin sürekli ve dinamik karakteri, işçi sınıfını yaratan bir süreç olarak proleterleşmenin de sürekli ve dinamik bir karakter taşımasını sağlar. Dolayısıyla, kapitalist gelişmeye bağlı olarak ele alınabilecek modernleşme, işçi sınıfının oluşum sürecinden doğrudan etkilenecektir.

Modernleşme, işçi sınıfının gelişiminin ve bu gelişimin baskın olarak gözlendiği mekanlar olarak kentlerin de öyküsüdür. Bu öykünün nasıl anlatılacağı ise elbette sınıflar mücadelesinin bir konusudur. Marksizm bu hikayeyi işçi sınıfının tarafında durarak anlatmaya çalışır.

Marksizm modern zamanlara doğmuştur ve marksizmin modern zamanlarla bir derdi vardır. Marksizmin tarihsel ilerlemeyi selamlaması ve devrimci bir tarih görüşüyle ilerleme fikrini yeniden inşa etmesi, modernleşme ile marksizm arasındaki ilişki açısından özel bir öneme sahiptir.

Marksizm uç bir modernleşme yorumu değildir; Marx, kapitalizm eleştirisini basitçe daha fazla modernleşme diyerek yapmamıştır. Sosyalizm, modernleşmenin mantıksal sınırlarına götürülmüş hali olarak tarif edilemez.

Daha fazla ilerleme, daha fazla kalkınma, daha fazla planlama, daha fazla bilinçli müdahale, hatta daha fazla kentleşme…

Modernleşmenin insanlara ilerleme, kalkınma, planlama, bilinçli müdahale ve kentleşmeyi armağan ettiği doğrudur. Ancak sosyalizmin bu kavramları yalnızca bir aşırılık haliyle alıp devşirdiği saptaması yanlıştır. Sosyalizm ile modernleşme arasındaki ilişki böyle kurulamaz.

Yalnız, somut olarak yaşananların da bu bağlamda sosyalizmin işini kolaylaştırdığı söylenemez. İlk sosyalizm deneylerinin yaşama geçtiği coğrafya ve içinde bulunduğu koşullar bu deneylerin kalkınma ve ilerleme gibi temaları öne çıkartması zorunluluğunu doğuruyordu. Bir diğer nokta ise kapitalist gelişme yoluna geç giren ülkelerin komünist hareketlerinin de siyasi mücadelenin gereklerine uygun ve gayet haklı olarak değişik tonlarda benzer vurguları yapmalarıydı. Bunlarda bir yanlışlık yok… Ama tüm bunlar marksizmin bir modernleşme eleştirisi olduğu, sosyalizmin de modernleşmeyle eşitlenemeyeceği gerçeğini değiştirmiyor.

Marksizmin birtakım kavramlara yüklediği anlam ile kapitalizmin veya modernizmin yükledikleri anlam ve işlev arasında büyük fark vardır. Yalnızca örnek olsun, pazar ekonomisinin varolmadığı koşullarda sosyalist planlama ile kapitalist devletin bir pazar ekonomisine planlama ile müdahale etmesi arasındaki fark, ilkinin daha fazla “planlamacı” mı olmasıdır? Sosyalist iktidarın bilinçli müdahalesi ve katılım mekanizmaları ile kapitalizm koşullarında, iktidarın benzer eylemleri arasındaki fark bir nicel katsayıya bakıp mı incelenecektir?

Elbette hayır…

Sosyalizmde üretici güçlerin gelişimi ve bu gelişimle ilgili tüm diğer olgu ve yöntemlerde esas olan, bir sınıfın diğer sınıfı sömürmesini engellemektir. İsçi sınıfı iktidara, kendisinin ve tüm diğer sınıfların sonunu hazırlamak için gelecektir.

Eşitlik, kardeşlik, bağımsızlık gibi burjuvazinin ilericilik dönemine ait ideallerin de marksizmde aynı içerikte kullanılmadığı, bu kavramların bambaşka anlamlara gelecek şekilde yeniden üretildiği unutulmamalıdır.

Dahası, bugün bu kavramlar kullanıldığında, hatırlananlar bunların saf “modernist” anlamları değildir. Marksistlerin sürdürdüğü ideolojik mücadele bu kavramlara bugün yüklenen anlamlarda sosyalizmden yana kaymalar sağladıysa, bu durum marksizmin modernleşmeci olduğu anlamına gelmez. Tersine, marksizmin, kavramların solcu bir zeminde anlaşılıp anlaşılmadığına bağlı olarak, başarısına işaret eder. Durum kalkınma ve planlama gibi maddi olgular için de çok farklı değildir. Bugün bu hedeflerin insanlara biraz olsun sosyalizmi çağrıştırması, marksizmin modernleşme projesinin doğrudan devamı olduğunun değil, marksizmin modernizmi aşma yetkinliğinin ispatıdır.

Üstelik, kalkınmaya, ilerlemeye ve hatta planlamaya yapılan saldırıların basbayağı Batılı bir fantezi olduğu ortadadır. Afrika’nın, Orta Doğu’nun, Asya’nın fakir ve mazlum halkları için kalkınma eleştirilerinin ne kadar anlamı vardır? Daha yoksul ülkeleri bir kenara bırakalım, Türkiye için dahi kalkınma hedefinden vazgeçiyoruz demek mümkün müdür? Sosyalizm hep olduğu gibi bu kavramlara sahip çıkmaya, bu kavramlar etrafında ideolojik mücadele vermeye devam edecektir. Zaten bu ideolojik mücadele, bu kavramları ve hedefleri doğru zemine oturtmayı da içerecektir.

Marksizm şu ana kadar ortaya konan en kapsamlı modernleşme eleştirisidir. Bunu da daha fazla modernleşmeci bir tutum almasına değil, doğrudan modernleşmenin temellerine saldırmasına, bu temelleri yıkarak bambaşka bir alternatifi yaratabilmesine borçludur. Marksizm sonrasında ortaya konan eleştirel sistemlerin hiçbiri bunu başaramayacak, bu eleştirilerin hepsi sistemli ve bütünsel bir kapitalizm karşıtlığını ortaya koyamadıkları için sakat ve eksikli kalacaklardır.

Modernleşme yeni bir sınıfsal bir yapının doğuşuna işaret eder; marksizm ise burjuvazi ile proletarya arasındaki antagonizmanın belirlediği bu yeni sınıfsal yapının işçi sınıfı tarafından kendi iktidarı sırasında yok edilmesini hedefler. Modernleşme tarihsel ilerleme fikriyle en azından başlangıçta barışıktır; oysa marksizm tarihsel ilerleme fikrini devrimci bir zeminde yeniden üretirken bu ilerlemenin öznel olarak bilinçli bir şekilde yönlendirilebileceğini, bu ilerlemenin aslında modernleşmenin sonunu getirmesi gerektiğini söyler. Modernleşmenin kalkınmacılığı genel bir söylemdir ama toplumun geneli için pek az, hakim sınıf için ise çok şey ifade eder; marksizmin tarif ettiği kalkınmanın ise sınıfsal zemini bambaşkadır, toplumun genelini temsil eden işçi sınıfının planlı bir şekilde büyütülen toplumsal zenginliği eşit bir şekilde bölüşmesi hedeflenir, tüm ekonomik yapı bu hedef gözetilerek kurulur.

Proleterleşme ve kentleşme

Modernleşme iki modern sınıfın tarih sahnesine çıkışıdır ve bu sınıfsal oluşumlar temelde kentlerde gerçekleşir. Kapitalist gelişime eşlik eden modernleşme doğal olarak insanlığın hayatında kentlerin ağırlığının artması anlamına gelir. Modernleşme ile beraber insanlığın hayatına giren kavramların mekânsal olarak kentlerle özdeşleşmesi bu nedenle bir rastlantı değil zorunluluktur.

İşçi sınıfını tartışmadan kenti tartışmak, kent hakkında konuşmadan işçi sınıfı hakkında konuşmak mümkün değildir.

Kentin tarihsel kökeni üzerine oldukça detaylı bir tartışma yürütülebilir ancak modern anlamıyla kentin doğuşunu işçi sınıfının doğuşundan ayrı incelemek mümkün değildir. İşçi sınıfının doğuşundan söz edilecekse de üzerinde durulacak süreç proleterleşmedir.

Proleterleşme, dün olduğu gibi bugün de kapitalizmde toplumsal yapıyı çözümlemekte kullanılacak anahtar kavramlardan birisidir. İşçi sınıfı homojen, sabit, adı da kaderi de alnına yazılmış toplumsal bir kategori değildir. Sermaye birikiminin karşı yüzünde sürekli olarak devam eden proleterleşmenin tarihi sonucudur. Bu süreç, eşitsiz, çelişkili ve kapitalizmin ideologlarının iddia ettiğinin aksine son tahlilde geriye dönüşsüz bir süreçtir.

Proleterleşme, kapitalizmin doğum aşamasında ilkel birikim dönemiyle başlar; bu süreçte ücretlilik küçük mülk sahipliğinin aleyhine gelişir, yığınlar kitleler halinde üretim araçlarından kopartılır ve emek-güçlerini satmak için özgürleşirler. Bu özgürleşme aynı zamanda emeğin üretmek için sermayeye bağımlı hale gelmesidir.

Bu büyük kitleler üretim araçlarından kopartılırken mekânsal olarak da yer değiştirecek, hızlı bir kentleşme yaşanacaktır. Kapitalizmin kentleri de tıpkı kapitalist üretim gibi gelişir ve üretimin dağınık ve plansız yapısı kentlere damgasını vurur. Örneğin, konutların ve ulaşımın bu plansızlıktan ve deyim yerindeyse anarşiden payını almasıyla, üretim süreci ile işçinin yaşam ve ailesi arasında bir kopukluk ve keyfilik oluşur.

Proleterleşme hiçbir zaman yalnızca iktisadi düzlemde tanımlanamaz; iktisadi düzlem siyasi ve ideolojik olanla karşılıklı etkileşim halindedir. Bu etkileşim, ekonomik temeldeki değişimlerle sosyal ve kültürel dinamiklerin arasında otomatik ve doğrudan bir ilişkiye yol açmaz. Bu ilişkide iktisadi olanın ağırlığı ve belirleyiciliği bir veridir. Ama sanayi proletaryasına fabrika sisteminin doğrudan sonucu olarak bakmak yanıltıcıdır.

Sanayi devriminin fabrikalara doldurduğu insanlar gökten o andan zembille inmiş özgür emekçiler olmadığı gibi, aynı insanların o gün kentli işçiler haline geldiği de söylenemez. Bu insanların fabrikaya girdikleri gün değerleri, inançları, bir ahlak anlayışları vardır ve bir kültürel sistemin parçasıdırlar. İşte bu sosyal ve kültürel faktörler, proleterleşme sürecinin siyasi ve ideolojik etkilerinin ortaya çıkışında etkili olduğu gibi, bu etkileşimin mekânsal karşılığı olarak kentlere ve kentleşme dinamiklerine de damgalarını vururlar. Nasıl insanlar aslında bir günde işçi olmuyorlar, sınıfa ait bir değerler sisteminin süreç içinde parçası oluyorlarsa, kentleri mekan tutan insanların bir günde kente ait bir kültürel dokuyu benimsemeleri beklenemez. Dahası, bu insanların kendilerine ait ve dönüşmekte olan sosyal ve kültürel değerler de bu kent dokusunun ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla, dönüşen yalnızca insanlar değil kentin kendisidir de… Bu bağlamda kenti ve kentliliği idealize etmek mümkün değildir. Ancak zaman nasıl proleterleşmenin lehine işliyorsa, kent de aynı doğrultuda ilerleyecek, proleterleşmeye damga vuran siyasi ve ideolojik süreçler, kentleşmeyi de bu kentleşmenin ortaya çıkaracağı kente ait olguları da belirleyecektir.

Üreticinin üretim araçlarından koparılması her zaman aynı şekilde ve doğrudan bir şekilde gerçekleşmez. Örneğin, mülksüzleştirilen kitlelerin zaman zaman önce yedek işçi ordusunun bir parçası olmaları bu nedenle bir istisna olarak tanımlanamaz. Yedek işçi ordusunun oluşması işçi sınıfının rutin yaşam döngüsünün bir parçası olarak görülebileceği gibi proleterleşmenin bir uğrağı olarak da nitelendirilebilir. Aynı şekilde kentlerin bu yedek işçi ordusunun da yerleştiği yer olduğu unutulmamalıdır.

Üstelik yedek işçi ordusu salt işsizlerden oluşmaz. Bu kategori, teorik olarak her an fiili olarak üretim sürecine dahil olmaya hazır enformel ve marjinal sektörleri ve dolayısıyla kent yoksullarını da kapsar. Dolayısıyla, bu noktada işçi sınıfından bağımsız bir kategoriden değil, işçi sınıfının birbirine geçişler yapılabilen bölmelerinden söz etmek gerekir.

Eşitsiz, çelişkili ve dinamik bir süreç olarak proleterleşme altında tanımlanacak ayakların ve kategorilerin kesinlikle önceden tanımlı bir düzeni, sırası veya yapısı olamaz. İşçi sınıfını oluşturan kesimler arasındaki yatay ve dikey geçişlerin verili bir sırası veya şeması yoktur. Dahası, proleterleşmeye bir başlangıç tanımlamak belki mümkün olsa da, kapitalizm koşullarında sürecin bir nihai durağı olamaz. İşçilerin bir sınıf olarak kendilerini eksiksiz örgütlemeleri, ancak tüm sınıfların sonunu hazırlamak için iktidarı fethedecekleri gün başlayacaktır. İşçilerin sınıfsal kimliklerinin tamam olma hali de bu kimliğin sınıfların varlığına karşı bir araç şeklinde kurgulanacak olması nedeniyle geçicidir.

Kapitalizm şartlarında kesintisiz gözlemlenebilecek bir süreç olarak proleterleşme, sınıflar mücadelesinin belirlediği bu şartlar içinde ideolojik ve siyasi renkler kazanır; kitlelerin işçileşmesinin aynı insanların solla ilişki açısından tek başına siyasi ve ideolojik bir anlamı yoktur. Dolayısıyla, kentleşmenin kendisi de yalnız başına siyasi ve ideolojik bir mana taşımaz, idealize edilemez. Kentleşmeyi de belirleyecek olan sınıf mücadelesinin dinamikleridir.

İşçileşme ve kentleşmenin kendine has bir nesnel dinamiği ortaya çıkartacak olması bir veridir, ancak bu dinamik dönemin ideolojik ve siyasi karakteriyle diyalektik bir ilişki içindedir. Bu ideolojik ve siyasi karakter yoğun işçileşme ve kentleşmenin yaşandığı uğraklarda bu nesnelliğin kendisinden etkileneceği gibi, bu nesnelliği de yönlendirecektir.

Dolayısıyla, komünist bir öznenin siyasi ve ideolojik olarak ağırlığını hissettiremediği bir durumda proleterleşen bireyler kendiliğinden işçi sınıfı ideolojisiyle donanamaz. Ancak yine aynı şekilde, yoğun işçileşmenin ve kentleşmenin damga vurduğu nesnel koşullarda, aynı özne bu nesnellikten daha kolay faydalanacak, deyim yerindeyse, nesnellik bu öznenin önünü açacaktır.

Tarihsel varlıklar olarak proleterleşen ve kentlileşen bireyler bu varlıklarından arınarak veya soyutlanarak değil, bu varlıklarıyla sınıfın ve kentin bir parçası olurlar. Ancak yine de bu tabloya damgasını vuran süreklilik değil süreksizliktir.

Örneğin, erken dönem işçi hareketlerinde belirleyici olan küçük burjuvazinin ve zanaatkârların eski nesnel konumlarından yeni durumlarına taşıdıkları ideolojik ve siyasi renk değil bu nesnel dönüşümle birlikte yaşanan kaçınılmaz ideolojik ve kültürel alt üst oluştur. Bu bağlamda yine döneme ağırlığını koyan siyasi atmosfer önem kazanır. Aynı dönemden devamla, Fransız Devrimi başlı başına aynı şekilde bir süreksizlik kaynağıdır. Keza, 1848 yenilgisi ve sonrasında yaşananlar bir başka önemli örnektir. Benzer bir yöntemle yakın tarihe ve bugüne bakıldığında da farklı sonuçlara ulaşılmayacaktır.

Bu nedenle proleterleşme olgusuyla birlikte tanımlanacak işçi sınıfı tarihi sürekliliğin değil süreksizliğin tarihidir. Kentleşme için de aynı süreksizlikten gönül rahatlığıyla söz edilebilir. Her dönemin önemli siyasi ve ideolojik dönüşümleriyle birlikte ele alınması gereken işçi sınıfı tarihi bu bağlamda bu dönüşümlerin merkezinde yer alacak olan işçi sınıfının partisini dikkate almadan yazılamaz. Dolayısıyla, kentin tarihi yazılacaksa da, sınıfın partisi bu tarihin içinde olacaktır.

Proleterleşmeye genel olarak bir yoksullaşma eşlik edebilir. Ancak yoksullaşma hiçbir durumda proleterleşmeye eşitlenemez. Marksist yöntemin başlangıç noktasında ücret düzeyi, bölüşüm, yaşam şartları değil üretim ilişkileri içerisinde bulunulan konum ve üretim araçlarının mülkiyeti durur. Yoksullaşmadan kapitalizm koşullarında en çok işçilerin mustarip olacağı açıktır, ancak bu işçilerin her durumda yoksullaşacağı şeklinde okunamaz. Bugün Türkiye’ye bakıldığında en çok karıştırılan olgulardan birisi belki de budur. Türkiye’nin ekonomik büyümesinden en az payı emekçi kesimlerin alması ile emekçi kesimlerin hayat koşullarının sürekli bir biçimde kötüleşmesi birbirine eşitlenemez. İlki kapitalizmin bir kuralıdır, ikincisi ise her zaman gerçekleşmez. Üstelik, yoksullaşma ile işçi sınıfının bilinçlenmesi arasında da doğrudan bir ilişki yoktur. Tarih, yoksullaşma ile bilinçlenmenin paralel gerçekleştiği anlar kadar tersine, işçi sınıfının refah seviyesi artarken isyan bayrağını çektiği günlere de tanıklık etmiştir. Proletaryanın yoksullaşmasının da kendiliğinden siyasi ve ideolojik bir sonucu olamaz. Dolayısıyla, işçilerin kitlesel olarak yoksullaşmasının sosyalizmin şansını arttıracağı önermesinin tek başına bir anlamı yoktur.

Proleterleşme eşitsiz gelişen bir süreç olarak işçi sınıfının homojenleşmesi sonucunu doğurmaz. Bu süreç genel bir eğilim olarak sınıfı genişletirken sınıfın içindeki yapısal zenginliği artırır.

Bugün artık kapitalizmin oturduğu koşullardan söz ediliyorsa, mekânsal olarak kırların ağırlığı olağanüstü azaldıysa, işçileşmeyi yalnızca kırlardan kente bir göçle birlikte tarif edemediğimiz gibi, kentte işçileşen kitlelerin kentleşmeyi nasıl etkilediği üzerine de düşünmek zorundayız. Hem eşitsiz gelişme ve sınıfın yapısal zenginleşmesinin, hem de kentlerde işçileşmeyle yaşanan kentli dönüşümün yaratabileceği siyasi olanaklar ciddiye alınmalıdır. Kentli kesimlerin proleterleşmesinin, küçük köylünün tasfiyesiyle belirlenen sürecin ortaya çıkarttıklarından daha az nesnel olanaklar yaratacağını herhalde kimse iddia edemez. Ancak aynı şekilde herhalde yine kimse bu iki sürecin eşitlenebileceğini söylemeyecektir. İşçi sınıfı siyaseti düşünüldüğünde, siyasi ve ideolojik olarak oldukça farklı iki zemin tarif etmek, bu iki ayrı zemin için farklı perspektifler geliştirmek zorunludur.

Kentli sınıfların kapitalizmdeki ağırlığı tartışılamaz; kapitalizmin yeniden üretiminde büyük bir ağırlığı olan kesimlerin kentlerde proleterleşmesi düzen için ideolojik ve siyasal olarak büyük boşluklar yaratır. 20. yüzyıla damgasını vurmuş bu olgunun bugün önem kaybetmesi için bir neden bulunmuyor. Proleterleşme kent merkezli bir kavramdır. Proleterleşmenin açığa çıkarttığı nesnel dinamiklerin dönemin ağır basan ideolojik ve siyasi karakteri tarafından belirlenmesi kentlerdeki ideolojik ve siyasi havanın bu dönüşümü belirlemesi anlamına gelir. Proleterleşmenin eskisi kadar yoğun olmasa da bugün de süren kırlardan kentlere yaşanan ayağı bu olgunun istisnası değil bir parçasıdır; bu dinamiği de aslında kentler belirleyecektir.

Kentleri kazanan işçi sınıfını kazanır.

Yalnızca ekonomik değil, siyasi ve ideolojik bir olgu olan proleterleşme sürecine işçi sınıfı partisinin müdahil olmaması düşünülemez. Sınıfın bağımsız siyasetini taşıyacak örgütlü bir öznenin varlığı durumunda proleterleşmenin en önemli öznel faktörü parti olacaktır. Öncü partinin işçi sınıfına müdahale ekseni devrimci patlamadaki son müdahaleye indirgenemez. Parti proleterleşme sürecine de müdahale eder ve bu müdahale parti varolduğu sürece kesintisiz bir müdahaledir. Üstelik, partinin bir kriz dinamiği olarak kendini örgütlemesiyle partinin işçi sınıfının oluşum süreçlerine müdahalesi birbirinden ayrılamaz. Üretim araçlarından kopuş insanları yalnızca nesnel olarak bir sınıf konumuna yerleştirir. Partisinin yokluğunda bir sınıf olarak hareket edemeyecek işçileri, bu anlamıyla parti bir sınıf haline getirecektir. Kendinden menkul ideolojik ve siyasi sonuçları olmayan proleterleşmeyi tarihsel sonuçlarına götürecek olan sınıfın öncü örgütüdür.

Kapitalizmden her yönüyle bağımsız bir ideolojik hattın taşıyıcısı olarak partinin varlığı kentlerde proleterleşecek kitlelerin taşıyacağı kapitalizme has ideolojik arızaların da giderilmesinin tek yoludur. Dolayısıyla, sosyalist devrimci çizgi işçi sınıfı merkezli siyasetine, kentlerde farklı kökenlerden insanları eklemlemek konusunda cesur olmadır. Cesaretin kaynağı sınıf siyasetidir.

İşçi sınıfının partisi kentli bir partidir.

Parti kurumsal olarak modern çağın bir ürünüdür. Ancak sınıfın oluşumuna müdahale edecek öncü partinin, modern çağın partileriyle benzerliklerinden çok farklılıklarından söz edilebilir. Temsil ettiği sınıfla ilişkisini iradi düzlemde yeniden üreten öncü partinin, sosyalist devrimin gereklerine göre örgütlendiği için, kitlelerle olan ilişkisi de burjuva partilerinin ilişkisine göre çok farklıdır.

Kapitalizmde ekonomik olan ile siyasi olanın göreli ayrılığı temsiliyet ilişkilerinde de köklü bir dönüşümü ifade eder. Siyasetin, sömürü mekanizmalarına doğrudan değil dolaylı olarak müdahale edecek olması, birtakım dolayımları zorunlu kılmıştır. Oysa işçi sınıfını temsil etme iddiasındaki öncü partinin bu anlamda dolayımlara ihtiyacı yoktur. Çünkü aslında söz konusu olan “öncülük”tür. Parti sömüren değil sömürülen bir sınıfı, proletaryayı temsil etmek, sınıflar mücadelesinde onun çıkarlarını savunmak için, işçi sınıfına öncülük etmek zorundadır. Sınıfın doğal isteklerinin, ya da bir başka deyişle sınıfın kendiliğinden bilincinin belirlediği bir zeminde mücadele etmek, işçi sınıfı partisini, bu bilincin egemen ideolojiden bağımsız olamayacağı gerçeğinden dolayı, proletaryayı değil, farklı bir bağlamda da olsa, burjuvaziyi temsil eder konumda bırakır. Bu nedenle işçi sınıfı partisi için öncülük, sınıfı temsil etmenin yegane yoludur. Temsiliyet ilişkisi iradi düzlemde yeniden üretilirken, ortaya çıkan sonucun modern temsiliyet ilişkileri ile ilgisi kalmamış, modern düzlem kesin olarak aşılmıştır. Aşkınlığın başlangıç noktası da hiç şüphesiz, kapitalizmden bağımsız, ideolojik ve siyasi hattır.

Ancak bu noktada yaygın olarak düşülen yanlış, öncü partinin farklı bir mücadele zeminine kayıyor olduğu yanılgısıdır. Öncülük ilişkisi ile işçi sınıfını temsil etmeyi başaran parti, burjuvazinin karşısına elbette sınıflar mücadelesinin aslında kendisi olarak varolduğu siyasi alanda çıkacaktır. Birinde işçi sınıfı, diğerinde burjuvazi adına siyaset yapılan iki ayrı siyaset alanı yoktur; burjuva partileri de, işçi sınıfı partisi de aynı siyasi alanda mücadele ederler.

Kent, bu mücadelenin mekânsal karşılığıdır. Ama öncü partinin kentle girdiği ilişki yalnızca mekânsal bir ilişkiye indirgenemez. Proleterleşmeye müdahale eden, bu müdahale şekli ve temsil ettiği sınıfla girdiği modernleşme sonrası öncülük ilişkisiyle, komünist parti kentlerin ideolojik dokusuna müdahale etmek zorundadır. Bu müdahale, işçi sınıfı adına kentli bir kültürün taşıyıcısı olmadan, dolayısıyla bu kentli kültürü partinin müdahale kanallarında yeniden üretmeden gerçekleşemez.

Türkiye işçi sınıfının yapısı1

1930’lar Türkiye işçi sınıfının maddi oluşumunun ilk belirtilerinin görüldüğü yıllardı; 1960’larsa nicel bir güç haline gelen sanayi proletaryasının, bu güçlenmeyle uyumlu bir biçimde, tüm eksikliklere rağmen Türkiye siyasetine damgasını vurduğu dönemdi… 1980’den sonra ise, Türkiye, sanayisizleşme ve enformelleşmeden dolayı işçi sınıfının kompozisyonun değişmesine tanık oldu. 2000’li yıllardan sonra ise artık bu eğilimin konsolide olmasından söz edilebilir.

1980, Türkiye ekonomisinin köklü bir dönüşüme tabi tutulmasının başlangıç yılıdır. Türkiye, hem emperyalizmin istekleri doğrultusunda hem de iç dinamiklerin zorlamasıyla, ekonomisini dünya pazarlarına açarken, farklı bir sermaye birikim modeli tercih etti. Bu tercih önemli yapısal dönüşümlere işaret ediyordu. 1980 dönüşümü ile birlikte, genelde yurtiçi talebe dönük üretim yapan ve hem korumacı politikalarla, hem de KİT’lerin ucuza ürettiği ara mallarla sağlanan dolaylı sübvansiyonlarla palazlanan sanayi burjuvazisi, farklı bir büyüme modeli tercihi nedeniyle daha dolaylı bir transfer ve kaynak aktarım mekanizmasına ihtiyaç duyacaktı. Bu dönüşümün etkisi ise elbette sanayi burjuvazisi ile sınırlı kalmadı. Kapitalist üretim biçimi için ana düzenleyici meta değişiminin kendisidir; ama bu düzenleyicilik dünyada ve ulusal sınırlar içerisinde eşitsiz gelişimin dinamiklerinden bağımsız değildir. Sermaye birikim süreçlerine politik müdahalelerin zamanı ve koşullarını bu tablo içerisinde kapitalizmin gelişkinlik düzeyi belirler.

Bu bağlamda devlet aygıtının yeniden örgütlenmesi sorunu ise yalnızca egemen sınıfın ihtiyaçları açısından değil, sınıflar mücadelesindeki gereksinimler doğrultusunda okunmalıdır. Sınıflar mücadelesinin farklı gerilimlere sahip olduğu Türkiye gibi ülkelerde, birikim süreçleri açısından zayıf olan burjuvazi ile devlet arasında, görece daha geri modeller kullanılarak ilişki kurulması şaşırtıcı değildir. Zaman zaman devletin sınıflar üstü görünümünden ödün verme pahasına olsa bile…

1980 Türkiye’de devletin iktisadi işlevleri açısından farklılaşmaya başladığı yıldır. Bir başka deyişle Türkiye kapitalizminde ekonomi ile siyaset arasındaki ilişki ‘80’den sonra farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. Kapitalizmin modern devletinin öyküsü, ekonomi ile siyaset alanlarının arasında kurulan bağların da öyküsüdür.

Ancak 1980, Türkiye kapitalizminde tüm özelliklerin bir anda değiştiği bir yıl değildir. Dahası bu değişikliklerin bütünsel olarak planlandığı, müteakip yıllarda ne yapılacağına bütün ayrıntılarıyla karar verildiği bir yıl da değildir. Kapitalizmin karar süreçleri bu denli derinlikli mekanizmalar içermez. Tersine; 1980 kapitalizmin büyüyen krizine karşı alınmış önlemlerin plansız bir bütünüdür. Tepkisellikler üzerine oturtulmuş bu müdahalenin bir bütünsel projeye dönüşmesi zaman alacaktır.

Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları ‘80’le birlikte ağırlaşmaya başlamıştır. Genelde sanayileşmeyle birlikte anılan 1960’lar, hizmet sektörünün de hızlı büyümesiyle geçirilmiş, hem istihdam oranlarında hem de hasıladan alınan pay olarak hizmet sektörü, sanayi sektöründen daha hızlı büyümüştü.

1980’den bugüne kadar aslında bu genel eğilim hiç değişmedi. Türkiye ekonomisi üretken olmayan sektörlerdeki şişmeye devam etti, ancak sanayi sektörü toplam hasıladan aldığı payı sanayide kapasite kullanım oranlarının artması ve emek üretkenliğinde gözlenen yükselişle korumayı başardı.

1980’den sonra sanayi sektörünün toplam istihdam içindeki payı hiç artmadı, ama yüzde 20’lik eşiğin altına da hiç düşmedi. Sanayi proletaryası Türkiye işçi sınıfı içinde genişleyen bir bölüm değildir, ancak net bir daralmadan da söz edilemez. Sanayisizleşmeden sanayi işçilerinin sayısının azaldığı sonucunu çıkartmak yanlış olur. Ancak Türkiye’de gözlenen iki husus önemlidir. Türkiye’deki imalat sanayi ne istihdam payı ne de toplam hasıla içindeki oranı açısından gelişmiş kapitalist ülkelerde görünen oranlara ulaştı. İkincisi, ise Türkiye’de sanayi sektöründe madencilik, enerji gibi imalat sanayinin dışındaki sektörlerin payının küçümsenemeyecek boyutlarda olmasıdır.

Türkiye’nin sanayisizleşmesi bir veridir ve bu sanayisizleşme politikaları Türkiye’de sanayi proletaryasının genişlemesini kesin durdurmuş, büyüyen işçi sınıfı farklı bir yapısallığa doğru genişlemiştir.

Üstelik, sanayisizleşme ile atbaşı giden bir süreç olan enformelleşme, kayıtsız çalışan işçilerin sayısını tüm sektörlerde artırdı ve emek gücünün burjuvazi tarafından daha esnek ve keyfi kullanılması sonucunu doğurdu. Bugün, kayıtsız, tüm güvencelerden yoksun ve örgütsüz olan işçiler, işçi sınıfının yıllarca süren mücadeleleri sonucunda kazandığı hakların hiçbirinden faydalanamıyor.

Tüm bunlara esnek üretim, deregülasyon gibi arayışları ve hayatın her alanına giren taşeronlaşmayı eklemek gerekiyor. Üretim sürecinden taşeronlaşma vesilesiyle ayrılan ve sanayi dışına çıkan lojistik, güvenlik, satış pazarlama gibi üretimin tamamlayıcısı ve bazısı bu anlamda stratejik önemde kalan sektörler de sanayiden kaçış tablosunu tamamlıyor.

Burjuvazinin ihtiyaç duyduğu emek gücünü, giderek artan ölçülerde kayıtsız olarak karşılaması, Türkiye’de emek piyasasının, tam da burjuvazinin istediği şekilde, esnekleşmesiyle sonuçlandı. Bugün hâlâ burjuvazinin her fırsatta Türkiye’de emek piyasalarının esnek olmamasından şikayet etmesi, varolan durumla yetinmeyen saldırgan sermayesi sınıfının işçileri daha fazla sömürmek için çaba harcaması şeklinde okunmalıdır.

Ayrıca enformellik ve esneklik kavramlarının beraber ele alınması, Türkiye’de kayıtlı sektörün esnek olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Özellikle yaşanan ekonomik krizlerin işçiler üzerinde oluşturduğu baskı, formel sektörlerde de, bilhassa ücret temelinde, esnekleşmeye yol açtı. Arta arda yaşanan ekonomik krizlerden sonra burjuvazi tarafından iş güvencesi ile ücret arasında bir seçim yapmaya zorlanan işçilerin her sektörde istisnasız iş güvencesini seçtikleri gözlemleniyor. İşçilerin sermayeye gerçek bağımlılığının doğrudan bir sonucu olan bu refleks, yalnızca burjuvazinin krizi bir enstrüman olarak nasıl kullandığına dair güzel bir örnek değil, Türkiye’de işçilerin doğal örgütleri olan sendikaların hiçbir iş yapmadıklarının da göstergesidir.

1980’ler Türkiye kapitalizminde tekelleşme eğiliminin de hız kazandığı yıllardır. Tekelleşme eğilimi doğal olarak daha büyük işyerleri doğurmakta, birtakım istisna yıllar dışında küçük işyerlerinin sayısı azalmaktadır.

Proleterleşme sürecinin bir parçası olarak, ekonominin ağırlığının daha büyük işyerlerine doğru kayması olağan şartlarda işçi sınıfının lehine işleyen bir süreçtir. Kapitalizmde merkezileşme, yalnızca sosyalist iktidarın maddi altyapısının kurulması için uygun şartların oluşmasını sağlamaz; aynı zamanda daha fazla işçinin bir arada bulunması nedeniyle, sınıfın örgütlenmesi için büyük potansiyeller doğurur. İşçi sınıfının tüm tarihi, hem dünyada hem de Türkiye’de, sınıfın kalabalık olarak çalıştığı büyük işyerlerinde daha fazla hakka sahip olduğunun ispatıdır. Tarihin büyük direnişlerinin, işçi kalkışmalarının da mayaları hep bu büyük işyerlerinde atılmıştır.

Burjuvazinin tekelleşme ile birlikte kaçınılmaz olarak ortaya çıkan üretimde merkezileşme eğilimine karşı aldığı önlemlerden birisi, taşeronlaşma yoluyla daha fazla kayıtsız işçi çalıştırmaktır. Bu bağlamda tekelleşme ile kayıtsız çalışan işçi sayısındaki artışın aynı zamanda gözlemlenmesi şaşırtıcı değildir. Burjuvazi, proleterleşmenin önemli ayaklarından birisini oluşturan, daha fazla işçinin aynı işyerinde bir araya gelmesi olgusuna karşı önlem almaktadır. Halen Türkiye işçi sınıfının en örgütlü, en fazla hakka sahip olan ve görece en yüksek ücret alan kesimi, sanayi proletaryasının büyük fabrikalarda çalışan kısmıdır. Hizmet sektöründe çalışıp onlardan daha yüksek ücret alan, bankacı, mühendis gibi meslek gruplarının hiçbir hakka sahip olmadıkları her yaşanan krizde ilk olarak bu kesimin gözden çıkartılmasından görülmüştür.

Türkiye’de tekelleşme yol aldıkça, büyük sermaye gruplarının hakimiyeti belirginleştikçe, burjuvazi düzenli ve kayıtlı işçi çalıştırmaktan kaçınmak için başka yollar da bulacaktır. Türkiye komünist hareketi, kayıtsız çalışan işçileri işçi sınıfının değişmez, kalıcı bölmelerinden biri olarak almak durumundadır.

Türkiye’de proleterleşmenin 1980’lerdeki ana gövdesi sanayi sektöründe gerçekleşmemiştir. Hizmet sektörünün sınıf içerisinde düzenli olarak artan ağırlığı sol için bir veridir. Ancak sınıfın gelişkin ve kentli bir kompartımanı olan sanayi proletaryasının stratejik önemi de başka bir veridir. Burjuvazinin ideolojik ve siyasi kuşatması ise sınıfın tamamı için geçerlidir.

1960’tan sonra düzenli olarak sanayiden daha hızlı büyüyen hizmet sektörü, ‘80’den sonra sanayileşmenin duraklamasıyla birlikte daha da öne çıkmıştır. Aslında hizmet sektörünün büyüme eğilimlerinde ‘80’den sonra radikal bir değişiklik yoktur. Ama sanayiinin her geçen yıl büyüyen istihdamdan daha az pay alıyor olması, hizmet sektörünün ağırlığını artırmıştır. Hizmet sektörü ikinci büyük patlamasını ise 2000’lerde yapacaktır.

‘80’den bugüne hızlı büyüyen hizmet sektörü, ücretli emeğin yaygınlığı açısından, ilki ticaret ve turizm sektörlerinin olduğu grup, ikincisi ise ulaştırma, haberleşme, finans, sigorta, kamu hizmetleri, sosyal hizmetlerin oluşturduğu grup olmak üzere iki ana grupta toplanabilir. Tahmin edileceği gibi ilk grup ücretli emeğin oranının biraz daha az olduğu bir gruptur. Ama bu sektörde bile ücretlilerin oranı yüksektir. Diğer grubun alt sektörlerinde çalışanların ise ezici çoğunluğu ücretli emekçilerdir. Sektörün tamamı için yapılacak bir inceleme, hizmet sektöründe çalışanlar arasında da ücretli emekçilerin açık farkla en büyük grubu oluşturduğunu gösteriyor.

Ayrıca tekelleşme sürecinin doğal bir uzantısı olarak ortaya çıkan geleneksel küçük burjuvazinin tasfiyesi de hizmet sektörünün kendi iç dengelerini ücretli emekten yana değiştiriyor.

Türkiye sanayisinin, tarımın ve geleneksel küçük burjuvazinin tasfiyesi ile süren ve klasik şemayı izleyen proleterleşme sonucunda açığa çıkan ücretli emek dinamiğini soğurma kapasitesinin olmaması, bu geniş kesimin ağırlıklı olarak enformel biçimde hizmet sektörünün içine dağılmasına yol açıyor.

Türkiye’de hizmet sektörünün büyümesi, işçilerin üretken olmayan sektörlerde toplanması sonucunu doğursa da, proleterleşme sürecinin yavaşladığına dair bir işaret değildir. Hizmet sektörünün her yıl kaba bir ortalamayla 500 bin kişi büyümesi önemli bir veridir. 2000’lerde hizmet sektöründe yaşanan büyüme çarpıcıdır.

Buna verilebilecek en çarpıcı iki örnekten ilki doğrudan kent ekonomisinin sürdürülmesiyle ilgili olarak AVM, hipermarket gibi kent yaşamını doğrudan etkileyen bir sektörün hızlı büyümesidir. İkinci örnek ise artık 36 milyon turisti ağırlayan dev bir sektör haline gelen turizm sektörün yine 2000’lerdeki genişlemesi dikkat çekicidir.
Hizmet sektörüne dahil olan ve yüksek ücretlerle çalışan eğitimli grup da, tekelleşmenin dinamiklerine uygun bir yoksullaşma yaşıyor. 1994 ve 2001’de yaşanan büyük krizlerde hız kazanan gelişmelerin, bu kesimi ekonomik olarak geri dönüşü olmayan bir şekilde burjuvaziden kopartması, genelde üniversite mezunlarından oluşan bu grubun kendiliğinden proleterleşmesini sağlamıyor.

Proleterleşmenin ideolojik ve siyasi ayaklarının dışarıdan örgütlü bir müdahale olmaksızın tamamlanamayacağı tarihsel örneklerle sabittir. İşçi sınıfının en eğitimli ve bu anlamda sınıflar mücadelesinin ideolojik olarak önemli kesimi, siyasi ve ideolojik bir kopuş için örgütlü bir müdahale bekliyor.

Yeni bir dönem için kentler

Türkiye işçi sınıfının yapısı nitel ve nicel olarak değişirken komünist hareket buna seyirci kalamaz. Türkiye kapitalizminin yaklaşık olarak son otuz yılına damga vuran sanayisizleşme ve enformelleşme, işçi sınıfının yapısını değiştirdi. Hizmet sektörünün sınıf içindeki ağırlığı arttı ve artmaya devam ediyor.

Üstelik, bu değişim önceki dönemlerden farklı olarak özellikle son on beş yıl içinde yoğun olarak kent merkezli yaşandı. Öncesinde, kırdan kente yoğun bir göçle birlikte yaşanan proleterleşme süreci, son dönemde kentin içinde gerçekleşti ve kırdan kente kayış sürse de kentin içinde yaşanan proleterleşme sınıfın yapısına damgasını vurdu. İşçi sınıfı saflarına katılanlar artık yalnızca kır kökenli emekçiler değildi; zaten kentli olan, kentte büyümüş, kentte eğitim almış insanlar da çok yoğun olarak sınıfın bir parçası oldular. İkinci, üçüncü kuşak kentli olan bu insanların önemlice bir bölümü zaten geniş emekçi kesimlerin içinde yer alan ailelerin çocuklarıydılar.

Bu insanlar tıpkı kendilerinden önce işçi sınıfı saflarına katılan farklı kökenden emekçiler gibi kendi kültürel birikim ve ideolojik kodlarıyla işçi sınıfının bir parçası oluyorlar. Farklı kültürler denince yalnızca plazalarda yüksek ücretle çalışan mühendisler veya bankacılar anlaşılmamalı. Asgari ücretle çalışan süpermarket kasiyerleri de, çağrı merkezinin günler ve geceler boyu cefasını çeken gençler de, fuar gibi organizasyonlarda parça başı iş yapan üniversiteli de bu kültürel farklılığın bir parçası… Bu kesimlerin her biri işçi sınıfına kendi kültürel, ahlaki değerleriyle, inanç sistemleriyle dahil oluyorlar ve bu bütünsellik içinde kentlilik çok önemli bir yer tutuyor; kentlilik bu insanların hayata karşı duruşlarında belirleyici bir yere sahip.

Modernleşme ve proleterleşme ile birlikte ele alınması gereken kentleşme tek başına hiçbir şey anlatmıyor aslında. Kentlilik geçen yüzyılın başında daha ileri bir üretim tarzının temsilcisi olduğu için olumlu bir anlama sahipti. Bugün bu ilericiliği temsil etmeyen burjuvazinin eline düşen kentler için aynı rahatlıkla bir olumluluktan söz edilemez. Ancak unutulmaması gereken kentlerin yine aynı şekilde sınıflar mücadelesinin en ileri sonuçlarına ev sahipliği yapması, bir birikimi temsil etmesidir. Olumlu olan tam budur işte…

Solun yıllardır süren mücadelesinin ideolojik olarak bir karşılığı varsa bunun gözleneceği yer kentlerdir.

Örneğin, Türkiye’de modernleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan ve bugüne taşınan bir ilerici birikiminden söz edebiliyorsak, bu birikimin bugüne taşınmasında solun rolü önceliklidir. Sol, deyim yerindeyse, her dönem bu birikimi koruduğu ve hatta yeniden üretmeyi başardığı ölçüde Türkiye’de kalıcı olmuştur.

Kentliliğin, modernleşme ve proleterleşmeyle bağı koparılamaz. Dolayısıyla, Türkiye’de kentlilik bu ilerici birikimden ayrı düşünülemez.

Dahası, tam da bu nedenle, bir noktadan sonra, kentlilik Türkiye gibi gericiliğin sola karşı açık bir savaş verdiği ülkelerde bir ideolojik iddianın konusu haline gelir. Böylesi bir tarifle kentlilik, artık sol açısından hem altı doldurulması gereken bir kavram, hem de farklı ideolojik temalarla zenginleştirilecek bir mücadele alanıdır.

Üstelik bu alan tamamen sahipsiz ve boş bir alan değildir. Gericiliğin temsilcisi olarak AKP’nin özel olarak Türkiye’de kentleşme dinamiğiyle yakın bir ilişkisi vardır. AKP gericiliği büyük şehirler dışındaki kentlerin çok önemlice bölümünü tutmuş, büyük şehirlerde ise bu iddiasından hiç vazgeçmemiştir. Bu tablonun yaratacağı ideolojik kaymalar düşünüldüğünde, kentli kimlik bir yaşam tarzı sahiplenmesinin çok ötesinde bir anlam kazanır.

Bu mücadelenin kaybedilmesi, kentli bir kimlikle işçi sınıfı saflarına katılan insanların kaybedilmesidir. İşçi sınıfı adına atılan adımlar kentte bir karşılık bulup sol kentlerde ideolojik ağırlığını arttırdıkça kentlilik bir anlam kazanacak, ancak bu durumda daha kentli bir işçi sınıfının solla ilişkisi sağlıklı bir zeminde tarif edilebilecektir. Kentlilik kökeni ve doğası gereği sola açıktır ve daha kentli bir işçi sınıfının solla ilişkisinin çok güçlü bir şekilde kurulması bir ihtimal değil nesnel zemini olan siyasi bir dinamiktir.

Böylesi koşullarda kentleri ve kentliliği dışlamak ya da önemsizleştirmek veya gereksiz bir kültürel ayrıntı olarak görmek, örneğin kentliliği elitizm gibi işçi sınıfından uzak kavramlarla özdeşleştirmek bir tür siyasi ve ideolojik intihardır. Kentliliği sınıftan uzaklaştıran, bu ideolojik mücadele alanını burjuvaziye bırakan her adım, bugün Türkiye’de solla işçi sınıfının arasını açar.

Bireyler tarihsel özellikleriyle işçi sınıfının bir parçası haline gelirler. Bu anlamda bir süreklilik barındırıyor görünen süreç, ideolojik ve siyasi parametreler söz konusu olduğunda belirleyici süreksiz karakterine kavuşur. Bir bütün olarak değerlendirilmesi gereken sınıfın oluşum süreci, insanların yaşamak için emek güçlerini satmak zorunda kalmasından ibaret değildir. İşçiler sınıf kimliklerine, sınıf mücadeleleri sırasında kavuşurlar. Sınıf mücadeleleri sırasında edinilecek bilincin karakterinde, sınıfa dışarıdan müdahale eden öznenin başarısı belirleyicidir. Ama her şartta, dışarıdan müdahalenin sınırlı kaldığı kendiliğinden hareketlerin ardından bile, edinilen deneyim ve yetişen öncü kuşakların sonraki hareketlere aktarılmaları işçi sınıfının kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Sınıf adına, sınıfın kolektif deneyimini kuşaktan kuşağa taşıyacak olan örgütlü öznedir. Elbette, bu öznenin varoluşu bir sürekliliği varsaymaz; bu öznenin sürekliliğini sağlamak da başlı başına odaklanılması gereken ayrı bir konudur. Ancak sınıf ile onu temsil eden siyasi özne beraber düşünülmeli ve değerlendirilmelidir. İşçilerin bilinçlenmesi, bir sınıf halinde hareket etme reflekslerini kazanmaları sürecinin de proleterleşmenin bir parçası olduğu unutulmamalıdır.

Dolayısıyla, işçi sınıfının partisinin de bir ideolojik mücadele alanı olarak kentliliği tarif ederken kendisini de aynı kültürel içerikle tahkim etmesi zorunludur. Üstelik aslında bunun tersi çok zordur. Çünkü modern dönemin parti aygıtından yola çıkılarak inşa edilen leninist partinin kendisi de doğası gereği kentli bir örgütlenme biçimidir. Yapılması gereken, öncü partinin doğal kültürüne karşı yapılan yozlaştırıcı saldırılara karşı durmak ve bunlarla mücadele etmek, ama bunların yanı sıra bu doğal kültürü zenginleştirecek, kentli emekçi sınıflarla partinin ilişkisini güçlendirecek bilinçli adımları atmak, bu doğrultuda kültürel ve ideolojik girdileri sürekli olarak yapmaktır.

Nedir bu kentlilik sorusunun yanıtı aslında o kadar açık ki…

Kentten söz etmek demek işçi sınıfından söz etmektir. Kente vurgu işçi sınıfına vurgudur…

 

Dipnotlar

  1.  Bu bölümde kullanılan, istihdama dair tüm sayısal veriler Türkiye İstatistik Kurumu’nun web sitesinden alınmıştır. Bkz. www.tuik.gov.tr