Kıbrıs’ta “Kıbrıslı” bir Çözüm İçin

“Kim kurtaracak bizi,

bizi en son kurtarandan ”

Kıbrıslı Şair M. Yaşın

Kıbrıs, Türkiye’nin en uzun süreli dış politika gündemi. Başarı ve geri çekilmelerin iç politika malzemesi de yapıldığı Kıbrıs sorunu için, 1997/98, çözüm dönemi olarak ilan edildi. Çözüm için sorunun bütün sıcaklığı ile tekrar uluslararası gündeme gelmesi gerekiyordu. Birilerinin ölmesi, birilerinin silaha sarılması gerekiyordu. Birileri öldü, birileri silaha sarıldı, hatta daha fazlası oldu. Önce motosikletleri ile sınırı geçmeye çalışan Rum gençleri ve sınır çatışmalarında ölenler, ardından Rum kesiminin Rusya’dan füze alarak silahlanma girişimleri ve bunlara karşı Türkiye’den gelen gerek askeri gerek diplomatik sinyaller, Maraş’ın iskana açılma çalışmaları, Türk donanmasının KKTC limanlarını ziyareti, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs’ın tümünü temsil eder biçimde Avrupa Topluluğu’na alınma çabaları ve nihayet Türkiye’nin Kıbrıs sorunu da bahane edilerek Avrupa Birliği’nin genişleme planı içine alınmaması kararı…

Sorun tekrar ısındı ve Türkiye’nin geri adım atması ya da Türkiye’ye geri adım attırılması ile “çözülecek” gibi görünüyor. Dünyadaki birçok sınır meselesi çözüme bağlandı ya da bastırıldı. Dolayısıyla gözler artık Kıbrıs üzerinde.

Kıbrıs neden önemli? Kıbrıs, içinde bulunduğu coğrafya, bu coğrafyanın Ortadoğu’ya yakınlığı ve üzerinde bulunan askeri üsler yüzünden adeta bölgede konumlanmış bir uçak gemisi niteliğinde. Tarihinde,  İngilizler’in, Hindistan yolu üzerinde bir liman olarak önemsedikleri Kıbrıs, artık Ortadoğu’nun en kilit stratejik noktalarından biri durumuna geldi. Bu NATO için böyle, ABD için böyle, İngiltere için böyle ve en sonrasında Türkiye ve Yunanistan için böyle.

Ancak Türkiye için ek olarak başka bir şey… Kıbrıs, üzerinde 120 bin Türk’ün yaşadığı bir ada değil; bir kontrgerilla yatağı, bir gizli servis cenneti, başta kirli para aklama, silah ve uyuşturucu ticareti olmak üzere her türlü kirli ve pis işin merkezidir. Tıpkı Tayland ve Uzak Asya ülkeleri gibi fuhuş turizminin de odağı haline gelmiştir.

Ada, Amerikan ve İngiliz emperyalizmi için sadece askeri bir üs olmaktan öte iktisadi anlamlar taşımaktadır. Clinton’un Kıbrıs Özel Temsilcisi Holbrook bunu gayet net bir biçimde açıklıyor: “Kıbrıs, Akdeniz’in Singapur’u olma potansiyeline sahip. Bu fırsatı iyi değerlendirmek gerekir”. Kısacası, Kıbrıs Akdeniz’in Singapur’u ya da Hong Kong’u yapılarak, emperyalist sömürü ve yağmaya tamamen açık bir serbest bölge haline getirilecektir. Bu, bütün sermaye devletlerinin arzusu olduğu gibi, Türkiye burjuvazisinin de arzusudur.

Oysa Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayanların hayat koşulları bu vurgun pastasının dışında oluşmaktadır. KKTC’de geçerli olan Türk lirasının Fransız frangı karşısındaki değeri 0.00005 franktır. Güney Kıbrıs’ta geçerli para birimi olan Kıbrıs lirası ise 11.23 frank değerindedir. Güney Kıbrıs’taki büyüme birçok Avrupa ülkesini aşmış iken, KKTC’de ekonomi küçüldükçe küçülmüştür. 1996 itibarı ile Güney Kıbrıs’ta kişi başına gelir 14 bin dolar iken, KKTC’de sadece 3000 dolar civarındadır. Bunun doğal bir sonucu olarak, son on yıl içerisinde KKTC’den Londra’ya göç edenlerin sayısı 40 bin civarındadır. Londra’da Kıbrıs’takinden daha çok Kıbrıslı yaşamaktadır.

Türkiye bazı tavizlere razı durumdadır. Ancak, Kıbrıs konusunda taviz vermenin önündeki bazı milliyetçi engelleri aşmak zorunda olmak, burjuvazinin oldukça canını sıkıyor. Bu adımları bekletme sebeplerinden en önemlisi, gerek Kıbrıs’taki gerek Türkiye’deki milliyetçi tepkilerin boyutu. Yoksa bazı adımlar çoktan atılmıştı Bu yüzden operasyonun, zaten kontrol edilmesi kolay olan Kıbrıs bürokrasisi tarafından gerçekleştirilmesi deneniyor. Denktaş ve bazı politikacıların zaman içerisinde soruna çok daha ılımlı yaklaştıklarına tanık oluyoruz.

Bütün bunlar olurken, “Türkiye’deki ve dünyadaki sosyalistlerin Kıbrıs konusundaki politikaları ne olmalı” sorusu sık sık soruldu. Aşağıdaki satırlar buna yanıt vermeye çalışıyor.

Türkiye’deki sosyalistler için Kıbrıs, bütün teorik çözümlemelerin öncesinde iki fotoğraf ile hatırlanmalı. Birinci karede Türkeş’in memleketi Kıbrıs var. Yunan ve Rum baskısı yüzünden milliyetçi ideolojiye oldukça açık hale gelmiş ve Türkleştirme politikası çerçevesinde, Türkiye’nin en milliyetçi yörelerinden aileler taşınarak demografisine aşırı milliyetçi müdahalede bulunulmuş bir Kıbrıs. İkinci karede ise, okumak için Türkiye’ye gelen ve üniversitelerde sosyalist hareket ile tanışıp bunu Kıbrıs’a taşıyan öğrenciler var. Bu kaynak Kıbrıs’a sosyalist düşüncenin taşınmasının birinci yolu olmuştur. İkinci yol ise Rum kesimindeki komünist parti AKEL’in geleneği ve Rum kesiminin zamanında Sovyetler Birliği ile sıcak ilişkilerdir. Bu fotoğraflardan bakıldığında çelişkili gelebilir ama, Kıbrıs Türkiye’den hem daha milliyetçi, hem de daha soldadır. Çünkü Kıbrıs toplumu, sonuçta küçük bir toplumdur. İdeolojilerin birinin ya da diğerinin öne çıkması daha hızlı bir biçimde gerçekleşebilmektedir.

Tarihsel gelişmeler

Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin dışında bırakılmasında da ortaya çıktığı gibi, Kıbrıs burjuvazi için bir ayakbağı haline gelmeye başladı. Sadece bu değil; Türkiye’nin 1990lı yıllarla beraber uluslararası birçok konuda pazarlık gücünü tamamen yitirmesi ile, Kıbrıs eldeki son ganimetlerden biri olarak görülmeye başlandı. Bu yüzden dışişlerinden patronlara, askerlerden Türkiye’deki ve Kıbrıs’taki birçok politikacıya kadar çok sayıda kişi ve çevrede Kıbrıs’ta geri adım atmanın zamanının geldiği hissiyatı açığa çıktı. Ecevit’in temsil ettiği zihniyet hariç. Onun sesinin kısılması da çok sürmedi. Ancak Kıbrıs’ta geri adım atmanın önünde Ecevit’ten daha önemli bir “milliyetçi” sürtünme kuvveti vardı. Bu iş öyle bir yapılmalıydı ki, görünüşte hem burundan kıl aldırılmamalı, adada tatbikat yapılmalı, donanma gönderilmeli; hem de pazarlık bir taraftan yürümeliydi.

Peki buraya nasıl gelindi?

1. Sorunun tarihçesi

1.1. Tanzimat’tan Lozan’a Kıbrıs sorunu

Kıbrıs, birçok medeniyetin içice geçtiği bir coğrafya olan Akdeniz’in üçüncü büyük adaşıdır. Bu yüzden Kıbrıs’ın oldukça gerilere giden bir tarihi geçmişi vardır. Adanın adı ilk olarak Mısırlılar ile Hititler arasındaki mücadelelerde geçmiştir. Fenikeliler, Greklerden başlayan, Venedikliler ve Osmanlılara kadar uzayan bir yelpazede çeşitli medeniyetler, devletler ve toplumlar ada üzerinde etkide bulunmuşlardır.

12. yy’dan 16. yy’a kadar Kıbrıs, Cenevizliler ve Venediklilerin egemenliğinde kaldı. Katolik Kilisesi yönetime hakimdi.

Osmanlı Devleti, Yavuz Selimin 1517’deki Mısır seferi sırasında ada ile ilgilenmiş ve 1571 yılında adayı fethetmiştir. Osmanlı yönetimine giren Kıbrıs’ta merkezi Lefkoşe olmak üzere Girne, Baf ve Magosa sancaklarını içine alan bir eyalet oluşturulmuş, başına bir beylerbeyi atanmıştır. Hatta bu beylerbeyini güçlendirmek için Anadolu topraklarından çeşitli sancaklar da bu eyalete bağlanmıştı (Alanya Silifke Tarsus vb.)

Böylece adada Osmanlı toprak düzeni kuruldu. 1571 yılından itibaren adada bir Osmanlı-Türk topluluğu oluşmaya başladı. Kısacası Türklerin Kıbrıs’taki serüveni 425 yıllık bir geçmişe dayanır. Bu topluluğun ilk üyeleri 1974 somasına benzer bir biçimde, fethe katılan askerler ve onların aileleridir. Bunlara bir miktar toprak dağıtılmıştır. Daha sonra Anadolu’dan göç de teşvik edilmiştir. İlk topluluk yaklaşık olarak 25 bin kişiye ulaşmıştır. Adada Müslüman olmayan topluluklar da varlıklarım sürdürüyorlardı. Bunlar, Osmanlı’nın diğer bölgelerinde olduğu gibi ticaret yapma ve dini gereklerini yerine getirme gibi olanaklara büyük ölçüde sahiptiler.

Bu dönemde Müslüman olmayan en büyük topluluk, Ortodoks Hıristiyan Rum topluluğu idi. Adayı teslim alan Lala Mehmed Paşa Katolik, Kilisesi’ni geri çekip Ortodoks Kilisesi’ni öne çıkardı. Adada Osmanlı egemenliğinin sürdüğü 300 yıl içerisinde bu iki ana topluluk birbirleri ile çok fazla aile bağı kurmadılarsa da, coğrafi olarak oldukça içice geçmiş bir biçimde yaşadılar. Hatta bu dönemde bazı törenler ve şenlikler bir arada gerçekleştiriliyordu.

Ancak bu kaynaşma ve aynılaşma süreci çok uzun sürmedi. Belki bu dönem daha uzasaydı, Kıbrıslı bir kimliğin ortaya çıkması için uygun bir zemin oluşacaktı. Bu kaynaşma sürecinin önüne geçen ideolojik akım “milliyetçilik” oldu. Ancak bu sadece bir ilk birikim idi; daha sonra emperyalist ülkeler tarafından kışkırtılan bu ideoloji, adada birbirine yakın bir toplumun oluşmasının önüne geçmek ve ada üzerinde politika yapabilmek için dışarıdan taşındı. Osmanlılarda daha geç ortaya çıkan bu ideoloji doğal olarak Rum kesiminde daha önce alıcısını • buldu.

Bu, Osmanlıların milliyetçiliği pompalamadığı anlamına gelmiyor. Osmanlı İmparatorluğu, etnik ve dini kompozisyon bakımından çoğulcu bir yapı göstermekte olduğu için Osmanlılar’da milliyetçiliğin başgöstermesi Balkanlar ve Ortadoğu’nun kaybedilmesinden somaya rastlar; çünkü biriyle Osmanlı ideolojisi, diğeriyle ise islam ideolojisinin maddi zemini ortadan kalkmış oluyordu. Oysa 20. yy ‘dan itibaren Batı Avrupa’da gelişen ve dine dayalı eski dünya görüşünün yerini alan milliyetçilik ve Yunan bağımsızlık mücadelesi, bunun sonucunda bağımsız bir Yunan devleti kurulması olgusu, adadaki Ortodoks-Hıristiyan Rum topluluğunu derinden etkiledi.

Adadaki Osmanlı egemenliği 1878 yılında fiilen İngiltere’nin eline geçti. Bunun temel sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda aldığı yenilgi oldu. Abdülhamit, Rusya’dan gelecek yeni tehditler karşısında kendini oldukça yalnız hissediyordu. İngiltere ise doğu politikasını üzerine kurduğu Hindistan’a gidiş yolu üzerinde yeni bir iskele kazanmak istiyordu. Cebelitarık’tan başlayıp Süveyş Kanalı’ndan geçen bu deniz yolu üzerindeki en iyi iskele Kıbrıs’tı. İngiltere, İstanbul’a donanmalar göndererek Abdülhamit’i Rusya’ya karşı desteklediğini bildirdi. Bu, biraz diplomasi biraz da zor ile bir anlaşmaya dönüştürüldü ve 1878 yılında imzalanan bir anlaşma ile İngiltere’ye olası bir Rus tehdidine karşı yardımcı olabilmesi için Kıbrıs’ta askeri tahkimat yapma ve adanın yönetiminde Osmanlıların sahip olduğu bütün yetkileri kullanma izni verildi. Böylece adanın yönetimi fiilen İngilizlerin eline geçmiş oluyordu.

İngiltere buraya 5 yıl için atadığı komiseri kısa bir süre sonra sömürge bakanlığına bağladı. Böylece anlaşmaya pek uygun olmasa da ada bir İngiliz sömürgesi gibi yönetilmeye başladı. İngilizler, Fransızların aksine sömürgelerinde homojen bir din, kültür yaratmak yerine farklılıkları aynen korumayı ve bunları bir politika malzemesi olarak kullanmayı tercih ederlerdi. Örneğin Hindistan’da problem çıkaran Müslümanlar’a karşı, Hindular’ı desteklemişler, bunların bağımsızlık isteği ile ortaya çıktığı durumda ise Müslümanlar’a yaklaşmışlardır. İngiltere aynı politikasını Kıbrıs’ta da uyguladı. İki toplumun arasındaki farkların altını çizdi ve baştan beri adadaki Hıristiyan topluluğunu destekledi. Kısacası, adada farklılıkların bir politika malzemesi olarak derinleştirildiği ve kışkırtıldığı dönemler, İngiliz egemenliğindeki dönemlerdir. Adadaki toplumların birbirine düşmanlaştırılmaları bir “İngiliz oyunu” bir “emperyalist oyun”dur. İngilizler bununla da kalmamışlar, 19. yy’da Yunanistan’ın kuruluşu sonrasında, bu devleti kendi yanlarında bazı savaşlara sokabilmek için Kıbrıs’ı ileride onlara vermeyi vaat etmişler, Kıbrıs’ı bir pazarlık konusu haline getirmişlerdir. Özellikle 1915 yılında İngiltere’nin Yunanistan’ın kendi safında savaşa girmesi karşılığında Kıbrıs’ı Yunanistan’a vermeyi önermesi, Rumlar ve Yunanistan’ı cesaretlendirmiştir. Bu durum adadaki Rum topluluğu üzerinde de etkili olmuş Yunanistan’dan öğretmenler getirtilmiş ve Enosis düşüncesinin temelleri atılmaya başlamıştı 1 .

1.2. Bir temel belirleyen olarak 1923 Lozan Antlaşması

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girdiğini açıklaması ile beraber, İngiltere 1878 anlaşmasını tek taraflı olarak feshettiğini ve adayı ilhak ettiğini duyurdu. Bunun hukuki anlam taşıması için Osmanlı İmparatorluğu’nun haritadan silinmesi ya da yeni bir anlaşma yapılması gerekiyordu. Ankara hükümetinin kuruluşu ve Lozan Anlaşması’ndaki pazarlık açısından zayıf durumu bu hukuki problemi çözdü. Lozan’ın 20. maddesinde “Türkiye, Kıbrıs’ın İngiltere’ye katılışını tanır.” yazıyordu. 1923’de bu anlaşmanın altına atılan imza ile beraber, uzun bir süre Kıbrıs Türkiye’nin gündeminden düştü 2 .

Yaklaşık olarak 300 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış bu adayı yeni kurulan cumhuriyet bu anlaşmadan sonra neredeyse 25 yıl gündeminden çıkartıyordu. Bunun yankı yaratmamasına bir gerekçe, baştan beri Misak-ı Milli sınırlarına ulaşma meşruiyeti içinde kalmaya çalışan Ankara Hükümeti’nin Kıbrıs’ı bu sınırlar içinde görmemesi idi. Bu sınırların içinde olduğu halde elde edilememiş tek bölge olarak Musul kalmıştı. Kimsenin Kıbrıs’ı düşündüğü de yoktu. Lozan’da varılan mutabakatın bozulacağından korkan Türk delegasyonu, Musul sorununu 9 ay erteleyen bir ara maddeye imza atmıştı bile.

Lozan, Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs sorunundan öte “mübadele” sorunu ile önemli bir yer tutar. Lozan ile alman bir kararda Yunanistan’daki Türkler ile Türkiye’deki Rumların yer değiştirmesi öngörülmüştür Buna İstanbul’daki Rumlar dahil edilmemiştir. Yunanistan, İstanbul’da mümkün olduğu kadar fazla Rum kalmasını istemektedir. Aynı zamanda patriğin durumu da sorun olmuştur. Bu mübadelenin uygulaması birtakım tartışmaları beraberinde getirse bile, Lozan’daki Türk – Yunan anlaşmazlıklarının konusu Kıbrıs olmamıştır.

Türkiye, bu sorunu kendine o kadar dışsal saydı ki, Yunanistan’ın 1954 yılında Birleşmiş Milletler’e yaptığı başvuru karşısında İngiltere lehine oy kullandı. İngiltere, Yunanistan’a zaman içinde verdiği sözleri tutmamış, bir pazarlık konusu haline getirdiği (özellikle 1915 yılında Yunanistan’ın İngiltere safında savaşa girmesi talebi ve pazarlığı) Kıbrıs için “self-determinasyon” kararından vazgeçmişti. “Self-determinasyon” adanın Yunanistan’la bütünleşmesini sağlamasa bile, bu yolda atılmış güçlü bir adım anlamına gelecek ve Yunanistan’ın bu “kendi kaderini tayin” döneminde ada üzerindeki ağırlığını artırmasını gündeme getirecekti. Yunanistan, “self-determinasyon”u uygulamadığı için İngiltere’yi Birleşmiş Milletler’e şikayet etti. Türkiye ise Batılı müttefiklerinin yanında yer alarak, adanın İngiltere’ye ait olduğunu savundu ve bu talebe ilişkin görüşmelerin ertelenmesi kararma memnuniyetle imza attı. Kısacası artık Türkiye için Kıbrıs bir İngiliz adası idi 3 .

1.3. 1958-1959 Zürich ve Londra Konferansları

1950’li yıllarda Kıbrıs için uluslararası arenada çarpışan ülkeler de Türkiye ve Yunanistan değil, İngiltere ile Yunanistan’dı. Yunanistan İngiltere’yi verdiği sözleri tutmak için zorluyor; İngiltere’nin kayıtsız kaldığı durumda adada karışıklıklar çıkması için Rumlara yardım ediyordu. Kıbrıs’taki iç kargaşanın artması üzerine sorun tekrar uluslararası arenaya getirildi. 1958’de yapılan Zürich ve 1959’da yapılan Londra Konferanslarından sonra varılan anlaşmalarda Kıbrıs’ta bağımsız bir cumhuriyet kurulmasına karar verildi. Böylece adadaki İngiliz egemenliği Kıbrıs Cumhuriyeti’ne devredilmiş gibi görünerek bir adım geri çekildi. Kıbrıs’ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasal düzenini “teminat altına alan” bir garanti anlaşması da yapıldı.

Bu görüşmeler sırasında Türkiye statükocu bir politika izlemiş ve İngiliz emperyalizminin çıkarlarını savunmuştur. Bu sırada Türkiye’de 6-7 Eylül olayları gündeme gelmiştir. Aynı sıralarda Türkiye, Cumhuriyet’in ilanından sonra “taksim politikası”nı (adanın Türkiye ve Yunanistan arasında bölüştürülmesi) ilk kez ciddi olarak düşünmeye başladı.

Ancak 1960 yılı ile gündeme gelen bu gelişmeler ve kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti ile ada üzerinde çıkar arayan ülkelere Amerika da eklenmiş; garantör olarak belirtilen Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin yanısıra ABD de böyle karışık bir ortamda politika yapma olanağı bulmuştur. Bundan sonra NATO askeri olarak, ada toprağını, karasularını ve hava koridorlarını umarsızca kullanabilmiştir. Birleşmiş Milletler ise, ABD’nin büyük ağırlığı olan bir organizasyon olarak adadaki anlaşmazlıkların birdenbire ortaya çıkan bir mercisi durumuna gelmiştir.

1.4. 1963-1964 Kıbrıs Bunalımı:

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması, adada Yunan tezine sadece bir adım. daha yaklaşılması anlamına geliyordu. Nitekim, Yunanistan, adadaki İngiliz egemenliğini, uluslararası desteği de arkasına alarak sınırlamış ve adada orta vadeli bir plan yaparak etkinliğini artırmayı öne koymuştu. Ancak bütün bunların bir maliyeti olarak NATO ve Amerika da artık gündemde idi. Bu andan itibaren, uzun bir dönem sorunun argümanı olmayan adadaki Türk nüfus bu politika için bir engel olarak görülmeye başlandı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile beraber adadaki Türk toplumunun üzerindeki baskılar arttı.

1960 yılında ilan edilen Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, Türklere de geniş haklar tanıyordu. Cumhurbaşkanı Makarios seçilmişti ve Enosis’e ne uzak ne yakın görünmeye çalışıyordu. Bu Anayasaya göre beş büyük şehirde hem Türk hem Rum belediyeleri ayrı ayrı olacaktı. 1962 yılında Makarios bu maddeyi uygulatmadı. Bu şehirlerde tek belediye kurdu. Türk tarafı bunu kabul etmedi. Aradaki ilişkiler gerginleşti. Bunun üzerine Makarios Türkiye’ye gelerek Anayasa değişikliği konusunda onay almaya çalıştı. Türkiye buna karşı çıktı. 1963’den itibaren bu beş şehirde Türkler belediyelerini işletme kararlarım açıkladılar. Bunun üzerine gerginlik daha da arttı. 24 Aralık 1963’de 24 Türk öldürüldü. Bu olay Türk tarafını hareketlendirdi.

Türkiye garantör devletleri göreve davet etti (Türkiye, İngiltere, Yunanistan). Ocak 1964’de Londra’da bir konferans toplandı, sonuç vermedi. Türkiye, saldırıların sürmesi üzerine Şubat 1964’de askeri müdahaleyi düşündü; ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi meseleye el koyarak adada barışı bozacak hareketleri mahkum etti. Bunun yanı sıra bir barış gücü kurulmasına karar verildi. 1964 Mart ayında Barış Gücü, Kıbrıs’a geldi.

Makarios bu gelişmeden hoşnut olmamış, aynı yıl içerisinde askerlik yasası çıkararak silahlanmaya başlamıştır. Bu dönemde Sovyetler Birliği ile de yakın ilişkiye girmeye çalışmıştır. Bu gelişmeler Türkiye’nin 1964 yılının Haziran ayı içerisinde askeri müdahale kararı almasına sebep olmuştur. Bu karar, aynı tarihte ABD devlet başkanı Johnson’ın, İnönü’ye gönderdiği tehdit dolu mektup yüzünden durdurulmuştur.

Bu mektupta özet olarak şunlar söyleniyordu: Türkiye dış politikasını ABD’ye danışmadan yönlendirmemelidir. Washington, Türkiye’nin garantör devlet sıfatı ile Kıbrıs’a müdahalesini meşru kabul etmemektedir. Böyle bir hareket sonucu Sovyetler Birliği Türkiye’ye saldıracak olursa, NATO Türkiye’ye destek vermeyecektir. 1947 tarihli anlaşma uyarınca ABD, Türkiye’ye yardım olarak gönderilen silahların Kıbrıs’a olası bir müdahale için kullanılmasına izin vermeyecektir.

İnönü ABD’ye gitti. Bir arabulucunun devreye girmesi kararlaştırıldı. Arabulucunun hazırladığı plan Acheson Planı diye anılır. Plan adanın yüzde İlinin denetimini Türk kesimine veriyor; Türklerin yoğun olarak bulunduğu beş ayrı şehirde muhtariyet hakkı tanıyordu. Bunlar da dikkate alındığında adanın yüzde 25-30’u Türk denetimine giriyordu. Bu plan 1964 Temmuz-Eylül ayları arasında Cenevre toplantılarında görüşüldü.

Cenevre toplantıları sırasında Rumlar Erenköy’e saldırırken, Türkiye Rum mevzilerini havadan bombalıyordu. Makarios hemen Suriye, Mısır ve Sovyetler Birliği’nden yardım istedi. Bunun üzerine Hruşçov, İnönü’ye harekatın durdurulmasını isteyen “nazik” bir mektup gönderdi.

Harekatın peşi yoktu zaten. Ancak Yunanistan o an bir çarpışmaya hazır olmadığı için Türkiye’ye barış çağrısı yaptı. Peşinden adaya 12000 asker gönderdi. Bundan sonra BM arabulucusu Plaza’nın raporu gündeme geldi (Mart 1965). Türkiye bu raporu tanımadı ve 1965-1967 arası Kıbrıs gündemi Yunanistan-Türkiye görüşmeleri bağlamında çözülmeye çalışıldı. Makarios olayın BM’de çözülmesini istiyordu. Makarios’un Kıbrıs’ı bağlantısızlar grubunda idi ve Genel Kurul’da bağlantısızlar çoğunlukta idi. Türk-Yunan diyalogu ise 1967 Yunan askeri darbesine kadar kesikli bir biçimde devam etmesine rağmen net bir sonuç vermedi 4 .

1.5. 1967 Kıbrıs Bunalımı:

Kıbrıs bunalımları Türkiye’deki siyasal istikrarsızlıklara paralel bir biçimde gelişmiştir. Bu anlar Yunanistan ve Rum kesimi tarafından dikkatle izlenmekte idi. Ancak 1967 bunalımı Yunanistan’daki bir siyasal istikrarsızlıktan kaynaklanmıştır. Nisan 1967’de Yunanistan’da faşist askeri darbe oldu. Bu darbe Yunanistan’da sola kaymakta olan siyasi dengelere karşı yapılmış ve hedef olarak özellikle komünistleri almıştı.

Darbecilerin programı Kıbrıs’ta Enosis’e barışçı bir yoldan gitmeye çalışmak oldu. Bunu radyodan böylece açıkladılar. Kıbrıs’ta Enosis’in uygulanması halinde de Türk toplumuna azınlık hakları tanınacaktı. Darbeciler bu politikaya Batı Trakya’daki Türklere baskı yaparak başladılar. Temmuz ayında Kıbrıs’ta bir Enosis darbesi olacağı söylentileri dolaşmaya başladı. Eylül ayında Keşan’da yapılan görüşmelerde darbeciler Kıbrıs’ta Enosis’e karşılık Türkiye’ye Batı Trakya sınırlarında bazı tavizler vermeyi önermişlerdir. Bu kabul edilmemiştir. Bu görüşmelerde sonuç metni olarak Türkiye ve Yunanistan’ın en önemli ortak meselesinin Kıbrıs konusu olduğu saptanmış ve tarafların ortamı gerginleştirici hareketlerden kaçınacakları açıklanmıştır. Ancak Yunan cuntası Kasım 1967’de Kıbrıs’ta bir Enosis darbesine girişmiştir.

Kasım 1967’de Rum Milli Muhafızları Örgütü Grivasin önderliğinde Boğaziçi ve Geçitkale köylerine saldırdı. Bunu fırsat gören TBMM savaş ilam karan aldı. Türk donanması İskenderun’da toplandı. Talep 12 bin kişilik Yunan kuvvetinin adadan çekilmesi idi. Yunanistan geri adım atınca savaş ilanı geri çekildi. Bu sırada Kıbrıs Türkleri, 1960 Anayasası’nın hükümlerinin uygulanmamasını bahane ederek “Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi”ni kurmuşlardır. Bu gelişme Türkiye’nin istediği federal çözüm yolunda bir adım olmuştur. 1968′ yılından itibaren Türk-Yunan ikili görüşmeleri tekrar başlamıştır 5 .

2. ’74 savaşının ve işgalinin neden ve sonuçları

1968-1974 arasında süren ikili ilişkiler, sorunun çözümüne yönelik en küçük bir gelişmeye yol açmamıştı 1974 yılında Türkiye’nin Çandarlı adlı araştırma gemisinin Ege’de petrol arama çalışmaları kıt’a sahanlığı sorununu gündeme getirdi. Bu sorun devam ederken, Makarios ile Atina’nın arası açılmaya başlamıştı. Enosis’i gerçekleştirerek Yunan halkının desteğini almayı amaçlayan Yunan cuntası giderek Makarios’u Enosis önünde bir engel olarak görmeye başladı. Atina, Temmuz 1974’de, EOKA lideri Sampson’un Rum Milli Muhafızları Örgütü’nü de yanma alarak bir darbe yapmasını ve Makarios’u düşürmesini sağladı.

Türkiye, İngiltere ve ABD bu gelişmeyi tanımadı. Ecevit garantörlük hakkını kullanma görüşmeleri için Londra’ya gitti. Amacı İngiltere’yi bir birleşik askeri müdahaleye çekmekti. Ancak İngiltere sorunun BM ve NATO kapsamında ele alınması gerektiğini belirterek müdahaleden kaçındı.

ABD’nin Yunanistan’a yaptığı baskılar da Kıbrıs’taki Yunan subaylarının ve Sampson’un geri çekilmesini sağlayamadı. 19 Temmuz 1974 akşamı, Ecevit’in Londra görüşmelerinden olumsuz sonuç ile dönmesinden sonra 20 Temmuz sabahı Türk askeri harekatı başladı.

İlk askeri çıkış (l.Kıbrıs harekatı) hazırlık açısından zayıftı. 22 Temmuz’da ilan edilen ilk ateşkesten sonra yeterli askeri yığmak yapıldı, bu süre güç toplama amacı ile kullanıldıktan sonra 14 Ağustos-16 Ağustos arasında ikinci Kıbrıs harekatı yapıldı.

İlk harekattan sonra Batı Trakya’dan bir Yunan saldırısı tasarlanmışsa da, cunta kendi içinde bu konuda bir görüş birliği oluşturamadığı için bundan vazgeçilmiştir.

Kıbrıs müdahalesi, Türk dış politikasında alışılmadık bir etki yaptı. O güne kadar sürekli uyumlu bir dış politika izleyen Türkiye görece farklı bir politik çıkış yapmıştı. ABD’nin buna yanıtı hızlı oldu, kısa süre içerisinde bir Amerikan ambargosu başlatıldı.

Harekat sonrasında Yunanistan’da cunta ve Kıbrıs’ta Sampson iktidardan düşmüştür. Yunanistan’da Karamanlis, Kıbrıs’ta da Klerides yönetimi ele aldılar. Harekat sırasında ve sonrasında yapılan Cenevre Konferansları da sonuçsuz kaldı.

Adanın kuzeyinin işgal edilmesi, doğal olarak Kıbrıs sorununu çözmediği gibi daha da karıştırdı. Adadaki halklar arasındaki düşmanlıkları körükledi. Ada üzerinde birçok ülkenin politika yapmasını engelleyemedi, adaya iddia edildiği gibi “barış” getiremedi, adanın emperyalist amaçlar için kullanılmasını kolaylaştırdı, sadece Türkiye’nin uzunca bir süre gündeminde bulunan “taksim” çözümünün hayata geçmesini sağladı. Toplumları ve coğrafyayı kalıcı biçimde ikiye bölen bir darbe anlamına geldi. Daha önceleri coğrafya olarak da içice yaşayan Kıbrıs halkları artık çizilmiş bir sınırın iki yanında yaşamaya ve yabancılaşmanın düşmanlaşmanın uçlarında gezinmeye başladılar.

3.Ada üzerindeki tezler

3.1. Dayton Modeli

Bu bölümde çeşitli güncel model önerilerini değerlendirdikten sonra ada üzerindeki tezlerin tarihine kısa bir dönüş yapacağız. Kıbrıs sorununun uluslararası platformlara “çözüm dönemi için” tekrar dönmesi sonrasında Amerika iki ayrı model denedi. Birinci model olan “Dayton Modeli” için Clinton tarafından “Dayton Barışı”nın kahramanı Richard Holbrooke, bizzat görevlendirildi. Dayton barışı, Bosna sorununun çözümü anlamına geliyordu. Ancak bu modelden kısa sürede vazgeçildi. Bunun nedenlerini şu an için tam olarak açıklayabilmek mümkün değil; ancak KKTC ve TC, Holbrooke’tan rahatsızlık duyduklarını açık olarak dile getirdiler. Bunun üzerine Holbrooke görüşmelere bizzat katılmamaya ve ortada görünmemeye çalıştı. Görüşmeler BM temsilcilerinin gözetiminde yapıldı. Hatta ABD’nin direkt olarak devrede görünmemesi için görüşmelerin ikinci kısmı İsviçre’ye taşıdı ve Montrö görüşmeleri böylece gündeme geldi; ancak ABD bu model ile ortaya çıkan gelişmeleri bir türlü istediği mecraya sokamadı.

3.2.NGO Modeli

Amerika, Dayton Modeli’nden sonra, Norveç diplomasisini devreye sokmaya karar verdi. Holbrooke, Norveç Dışişleri Müsteşarı Egeland’dan yardım istedi. Egeland, basına verdiği bir demeçte, “Türkiye, Yunanistan, Kuzey Kıbrıs ve Güney Kıbrıs’a hem baskı yapmak hem de yem vermek lazım” diyerek modelin ana hatlarını çizdi. Bu model BM’nin yeni dünya düzeni ile tanımlanan yeni politikalarına da çok uygun. Norveç modeli, çatışma bölgelerine angaje olan NGO’lar (hükümet dışı kuruluşlar) arasında işbirliği yapılmasını öngörüyor. Bunun klasik örneği Filistin sorununda açılan Oslo kanalı ile sergilenmişti. Filistin sorununda Oslo anlaşmasına giden yolda ilk kapı FAFO adlı bir kuruluşun Gazze-Şeria’daki yaşam şartları hakkında yaptığı bir araştırma ile açıldı. Bunun sağladığı imkanlarla taraflar bir araya getirildi. Aynı model Norveç tarafından Guetamala’da da kullanıldı. Norveç aynı yöntemle Mali, Kolombiya, Sri Lanka gibi yerlerde de faaliyet gösterdi. Bütün bu faaliyetlerde amaç, ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir çözüm getirmekti. Norveç küçük bir ülke olmanın avantajını kullanarak taraf olanlar karşısında “nötr” bir tarz sergilemesine karşın, aslında emperyalizmin çizdiği sevimsiz görüntüyü maskelemekten başka bir iş yapmamaktadır. Korunan çıkarlar yine emperyalizmin çıkarlarıdır.

Amerika bu nötr görüntüden yararlanmaya çalışadursun, Norveç diplomasisinin en önemli iki özelliğinden biri “küçük ülke olma” avantajı, ikincisi ve daha da önemlisi, NGO’lara dayanmasıdır. Hangi alandaki sorun çözümlenecekse o alandaki NGO ile ilişki kuruluyor ya da zaten ilişkide bulunulan NGO o alana yönlendiriliyor. Egeland buna insani örgütlerin esnek kullanımı diyor. Bu tür kuruluşların sağladığı bir tür meşruiyet görüntüsü altında, seminer, konferans, araştırma vb. birtakım faaliyetler yapılıyor. Bu faaliyetlere ilgili tarafların temsilcilerinin de katılması sağlanıyor. Böylece kurulan ilişkiler geliştirilerek resmi düzeye taşınmaya çalışılıyor. Genç yaşta müsteşar olan Egeland, Kızılhaç gibi birçok gönüllü kuruluşta çalışarak bu konuda deneyim kazanmıştı. Bu model henüz yeni ısıtılıyor, sonuçlarım yakın dönemde görmeye başlayacağız.

3.3.Sorunun başlangıcından 1968’e kadar: Federal Sistem

Türkiye, 1960 Anayasası’nı aşan haklar ve yetkiler istedi. İzlenen politika baştan beri bir federal sistemin kurulması yönünde idi. Kıbrıs devleti, Türk ve Rum iki ayrı federe devlete dayanmalı idi.

Türkiye, 1963-1964 bunalımı sırasında, özellikle Ocak 1964 olayları sonrasında federal bir sistemin kurulması talebini tekrar gündeme getirdi. BM arabulucusu Plaza açıkça Türkiye’nin bundan vazgeçmesini istedi.

Federasyon tezi, birçok biçimde telaffuz edilmiştir. İki toplumlu, iki bölgeli federasyon tezi vb.. Federasyon çözümü, mülkiyet ve uluslar dünyasına ait kavramlar ile doludur. Federasyon, bir burjuva devlet tipinin çözüm olarak savunulmasından başka bir şey değildir.

3.4.1968-1973: Kanton Sistemi

Türkiye, bölge muhtariyeti esasına dayanan üniter devlet politikası izledi. Buna göre Kıbrıs’ta bir devlet olacak; ancak birkaç bölgede toplanmış olan Türkler, kendi bölgelerinin idarelerinde muhtariyete sahip olacaklar ve kendi işlerini kendileri göreceklerdi. Bölgelerin içişlerine Rumlar müdahale edemeyecekti.

3.5.1973: Fonksiyonel Federatif Sistem

CHP-MSP koalisyonu ürünüdür. Bu sistemde toprakların paylaşılması söz konusu değildir. Tek bir devlet içerisinde, görev ve yetkilerin iki toplum arasında paylaşılması söz konusudur.

3.6.1974 ten sonra: Taksim

Askeri harekatın yarattığı sonuç fiili bir taksim etme, ikiye bölme olmuştur. KKTC sırtını mali ve askeri olarak Türkiye’ye dayarken adadaki Rum toplumu da gücü dengelemek için aynı şeyi Yunanistan’a yapma durumuna itilmiştir. İkili durum sürdüğü sürece yaklaşımın da bu olduğu kabul edilmelidir.

3.7.1997 ve Bütünleşme Politikası

1997 Temmuzu’nda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile Rum yönetimi lideri Glafkos Klerides bir araya geldi. Bu görüşmenin ardından Avrupa Birliği (AB) devreye girdi ve Kıbrıs Rum kesimine tam üyelik için kapılarım açacağım bildirdi. Buna yanıt olarak Ecevit başkanlığında bir heyet adaya giderek KKTC’nin TC’ye tam entegrasyonu doğrultusunda birçok askeri ve siyasi anlaşma imzaladı. Bunlar KKTC’ye gelecek askeri bir tehdide TC’nin de yanıt vereceğinden tutun, KKTC’nin ekonomisini TC’ye tamamen bağlayan anlaşmalara kadar uzanıyordu. Tam entegrasyonun bir başka adı da bütünleşme olup; 1974 ilhakından sonra fiilen gerçekleşen uygulamaları resmi anlamda da isimlendirmek anlamına geliyordu. KKTC ilk günden itibaren uluslararası arenada “kukla devlet” olarak mahkum edilmiş; KKTC’nin TC ile entegre olduğu açıklanmıştı. AB’nin attığı üyelik adımından sonra Türk dış politikası da KKTC ile TC’nin bütünleştiğini duyurma gibi, olayın adını resmi olarak da koyan bir tavır içine gireceğini açıklamış oldu. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni genişleme planı içine alması; ancak Türkiye’ye bu listede yer vermemesi de, bütünleşme yolunda atılacak adımları hızlandıracaktır. Kısacası bütünleşme, taksimin adının resmi düzeyde konması politikasıdır. Ocak ayı sonunda yapılan MGK toplantısında “entegrasyon” sözcüğünün yerine “yakın işbirliği” kavramının kullanılması, Türkiye’nin tehdidinin fazla önemsenmediğinin anlaşılmasına bağlanmalıdır.

4. Diğer ülke ve kurumların Kıbrıs sorununa yaklaşımları

İki kutuplu dünyada ve özellikle soğuk savaş döneminde dünyanın her yerindeki ulusal sorunlar, bu soğuk savaşın konusu oluyordu. Kıbrıs da blokların çarpışma ve birbirlerine karşı politikalar geliştirme alanlarından biri olmuştur.

4.1.Avrupa Birliği

Avrupa Birliği, ağırlıklı olarak, Almanya, Fransa ve İngiltere belirlenimi ile hareket etmektedir. AB, Türkiye’nin Kıbrıs’ta geri adım atmasını istemektedir. AB bu kararı daha çok Almanya’nın baskısı altında almıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB genişleme planı içerisine alınması ancak Türkiye’ye bu plan içinde yer verilmemesi, Kıbrıs sorunu konusunda Türkiye’ye geri adım attırmanın diplomatik bir yolu olarak gündeme gelmiştir. Fransa, Türkiye’de bulunan geniş Fransız sermayesine bir şey olur korkusu ile, İngiltere ise ağabeyi ABD öyle söylediği için bu kararı yumuşatmaya çalışsalar bile başarılı olamamışlardır. Türkiye’nin.uzun süre AB dışında kalacağının ortaya çıkması ile beraber Amerika ile ilişkiler daha düşük bir pazarlık gücü ile sürdürülmek zorunda kalsa da, artırılacaktır. Ek olarak İngiltere’nin dönem başkanlığında farklı gelişmelerin olma olasılığı da vardır.

4.2.İngiltere:

İngiltere’nin başta Kıbrıs’a neden bu kadar ilgi gösterdiğini yazının ilk bölümlerinde açıklamıştık: Kıbrıs, Hindistan deniz yolu üzerinde önemli bir limandı. Ancak süreç içerisinde gerek Hindistan’ın bağımsızlık kazanması gerekse yeni teknolojilerin gelişmesi ile böyle bir ara durağın gerekliliği önemsizleşti. Bu andan itibaren, Kıbrıs, İngiltere’nin sırtında çözülmesi gereken bir sorun haline dönüştü. Bu yüzden garanti anlaşmasını imzalayan devlet olmasına rağmen, Kıbrıs ile ilgili sorunlara fazla bulaşmamaya bilhassa dikkat etmiştir.

NATO kuvveti teklifinde görüldüğü gibi İngiltere sürekli ABD’yi işin içine çekmeye çalışmıştır. 1963-1964 bunalımı sırasında 1964 Ocak’ındaki Londra konferansı bir sonuç vermeyince adaya 10000 kişilik bir NATO askeri gücü göndermeye olumlu yaklaşmıştır.

Sonuç olarak İngiltere tarih içerisinde, adaya sahip olma kararından bölgede politika yapma ve birtakım ayrıcalıklar etme kararma doğru bir politika-değişimi izlemiştir.

4.3.Amerika Birleşik Devletleri:

Adanın tarihinde ABD’nin adı pek geçmemektedir. İngiltere’nin geri çekilip, NATO’nun ön plana çıkması ile beraber, ABD devreye girmiştir. İngiltere’nin topu kendisine atmak istemesine karşılık olarak, ABD iki müttefiki Türkiye ile Yunanistan arasında belli bir dengeyi yakalamak konusunda belirgin bir politika izlemekte zorlanmıştır. Her iki ülkenin de NATO üyesi olması Amerika’yı incelikli bir politika izlemeye itmiştir. Bu durum Türk hükümetleri için her zaman hayal kırıklığı olmuştur. Yine bu politika doğrultusunda taraflardan biri ne zaman biraz inisiyatif kullanarak öne çıkmaya çalışsa ABD bu tarafın karşısına geçmiştir. Gerginlik anlarında ve 1974 müdahalesi sırasında Türkiye bu durumla sık şık karşılaşmışta.

ABD, Johnson mektubu olayında da ortaya çıktığı gibi, Kıbrıs’a kontrolsüz bir Türk müdahalesinin, Türkiye’nin bir NATO üyesi olması itibarı ile ‘NATO ile Sovyetler Birliği’ni karşı karşı getirebileceğini de düşünüyordu. Bu da istenmeyen bir durumdu. Bu yüzden ABD yönetimi açıkça şu tehdidi savurmakta idi: Kıbrıs yüzünden Sovyetler Birliği ile aranızda doğacak çatışmada sizi savunmam. Johnson mektubu, 1947’deki Truman Doktrini kadar önemli bir olaydır. Bir anlamda 1947’de başlayan dönemi tersine çevirmiştir.

Johnson mektubundan sonra Türk kamuoyunda ABD’ye karşı bir güven sarsılması olmuştur. Ancak ABD, İnönü ziyareti sonrasında adada yüzde 25-30’luk bir’ Türk hakimiyeti planım Cenevre’de masaya getirmiştir. Ne var ki, 1964 Kıbrıs bunalımı sonrası ABD-Türkiye ilişkilerinin biraz soğuduğu söylenebilir. 1974 Kıbrıs krizi de Türk-ABD ilişkilerini olumsuz olarak etkilemiştir. 1975-78 arası ABD Türkiye’ye silah ambargosu uygulamıştır. ABD emperyalizmi 1980 12 Eylül darbesi ile birlikte Türkiye burjuvazisi ile ilişkilerinde daha rahat etmiştir.

4.4.Sovyetler Birliği:

Adadaki Rum kesimi anti-İngiliz ve daha sonraa anti-NATO, anti-ABD söylemli bir politikanın kendilerini Yunanistan’a daha yakın kılacağım gördü. Bu yüzden Rum politikacılar Sovyetler’e yaklaşma kararı aldı. Sovyetler Birliği ise, adadaki komünist partiyi ve anti-emperyalist bir politikayı önemsedi. Füzeler savaşı döneminde adada bir NATO üssünün bulunmaması Sovyetler için oldukça tercih edilir bir şeydi ve komünist AKEL de bunu savunuyordu.

Makarios da, Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler geliştirmeye çalıştı. 1963-1964 krizi sonrasında adaya Barış Gücü’nün gelişinin hemen ardından Sovyetler Birliği ile ilişkiye geçti.

Ağustos 1964’te Erenköy saldırısına karşılık olarak Türk uçaklarının Rum mevzilerini bombalaması sonucu Makarios Sovyetler Birliği’nden yardım istemiştir. Bunun üzerine Sovyet yönetimi, İnönü’ye harekatın durdurulmasını isteyen nazik bir mektup yazmış, Türkiye’nin üzerine sorumluluk aldığını belirtmiştir. Türkiye zaten harekata devam etmeyi düşünmediği için talep tekrarlanmamıştır. İnönü’den de gayet ölçülü bir yanıt gitmiştir.

1964 Kıbrıs bunalımının önemli sonuçlarından biri, ABD -Türkiye ilişkilerinin göreli soğuması ve Türkiye’nin Sovyetler Birliği ilişkilerini biraz daha düzeltmeye çabalamasıdır. Türk dışişleri bakanının 1964 Kasımı’nda Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezinin ardından açıklanan ortak bildiride, adada iki toplumun bulunduğu ifade edilmektedir ki Türkiye’nin isteği de bunun kabulüdür.

Sovyetler Birliği, Kıbrıs sorununda, adanın bir NATO üssü olmasını engelleyecek çözümleri desteklemiştir. Soruna politik yaklaşımında bu kararı oldukça etkili olmuştur.

Rusya Federasyonu ise özellikle S-300 füzelerinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne satış anlaşması ile gündeme gelmiştir. Ancak Rusya’nın güneydeki faaliyetleri bununla sınırlı değildir. Rusya, Güney Kıbrıs’ta 3000’e yakın şirket açtı, 7 banka kurdu, 2 gazete çıkarıyor ve Kıbrıs’ın güneyini askeri ve ekonomik açıdan önemli bir alan haline getirdi. Bu işler mafyalaşmış Rus burjuvazisi tarafından yapıldı. Bu yüzden bu abartılı rakamların altında başka veriler de var. Bu şirketlerin çoğu paravan, çoğu birer faks ve telefondan ibaret, bankalar da oldukça önemsiz. Ancak tıpkı Türk tarafında olduğu gibi, Kıbrıs’ın güneyinde de yüzmilyonlarca dolarlık uyuşturucu parasının aklandığı biliniyor.

4.5.Suriye ve Mısır:

Ağustos 1964’te Erenköy saldırısına karşılık olarak Türk uçaklarının Rum mevzilerini bombalaması sonucu Makarios Suriye ve Mısır’dan yardım istemiştir.

Suriye ve Mısır, Sovyetler Birliği’ne benzer tezler ile soruna yaklaşsalar da, Hıristiyan-Müslüman ayrımı tüm gövdeleri ile müdahale etmelerini engellemiştir.

4.6. Yunanistan:

Yunanistan, adanın tarihine, Osmanlıların adayı işgal etmesinin sonrasında, Ortodoks kilisesinin öne çıkması ile girer Henüz bu dönemde kurulmamış olmakla birlikte bu toprakta yaşayan toplum ada ile milliyetçi bir bağlantı kurmuştur. Yunanistan’ın kuruluşu Rum toplumu üzerinde güçlü milliyetçilik rüzgarları estirmiştir.

Yunanistan da Türkiye gibi ada üzerinde dönen daha büyük politikaların küçük unsurlarından biri olarak gündeme girmiştir. Ada üzerindeki hakimiyet, Osmanlı’dan sonra İngiliz’in eline geçmiş ve bu dönemden soma Yunanistan ve Türkiye, emperyalizmin gözetiminde didişip durmuşlar ve bir arpa boyu ilerleyememişlerdir. 1974 Türk müdahalesi bu bağlamda yem bir devreyi açmıştır.

Yunanistan, 1963-64 krizinin başlangıcında Makarios’un politikalarına tam destek vermiştir. 1964 Cenevre görüşmeleri sürerken Türkiye’nin Erenköy olayları soması Kıbrıs Rum mevzilerini bombalaması, bu bombalama peşinden bir askeri saldırı telaşına kapılan Yunanistan’ın o an Türkiye ile bir savaşı göze alamamasından dolayı “barış” çağrısı yapmasına sebep olmuştur. Bu bombardıman Yunanistan’ı geriletse de, saldırı sonrasında Yunanistan adaya 12 bin asker göndermiştir. Makarios ve Yunanistan, Kıbrıs sorunundaki tavırlarını daima Türkiye’deki iç siyasal istikrarsızlıklara göre ayarlamışlardır. 1967 Yunan darbesi ile başa gelen hükümetin başbakanı Kolias, Kıbrıs politikasını şöyle açıklamıştır: “Kıbrıs’ta azınlık haklarının dikkate alınması sureti ile, Enosis’i barışçıl yollardan sağlamak.” Bunun hemen peşinden Yunan cuntası Batı Trakya meselesini Kıbrıs’a karşı bir koz olarak kullanmaya başlamıştır.

5. Solun soruna yaklaşımı

5.1. Türkiye solu

Türkiye solu, sağın bu soruna her zamanki gibi oldukça sığ yaklaşmasını ve en şovenist çözümlerin önerilmesini eleştirerek işe başladı. Sol, bu konuda evrensel ve tarihi geçerliliği olan çözümlerin altının çizilmesini önerdi, sadece solun “ulusal sorunlara” evrensel sentezleri getirebildiğinin tarihi örneklerini hatırlattı. Ancak bunun kelimelere ve politikalara döküldüğü satırlar bu kadar sorunsuz değildi.

İlk ele almamız gereken sorunlu yaklaşım, KKTC’nin varlığını ENOSİS önündeki tek engel olarak görmek ve demokratik bir KKTC talebi ile ortaya çıkmaktı. Bu tezi Haluk Gerger’in satırlarından verelim:

“Doğaldır ki, solun ulus ve yurt sevgisi, olaylara ülke çıkarları doğrultusunda bakma geleneği gibi özellikleri, kendi başlarına “Kıbrıs sorunu” gibi bir konuda ancak çıkış noktalan oluşturabilir. Solun hu ayrılmaz nitelikleri, bu somut olaya yine somut ek ölçütler ile birlikte bakıldığında anlamlı ve geçerli yanıtlar üretebilir. Özellikle Kıbrıs Türk halkına ve bugünkü konumuna karşı oluşturulacak tavır, tek başına ulusal çıkarlara yönelik bakışlardan, ya da solun yurtseverliğinden hareket ederek oluşturulamaz…

Hiç kuşkusuz, bugün bağımsızlık solun dünyanın her yerinde kıskançlıkla sahip çıktığı kavramlardan biridir. Bu açıdan bakınca, Kıbrıs’ın bağımsız bir birim olarak uluslararası sistem içinde yer almasının karşısında şimdiye kadar kim ya da hangi güçlerin bulunduğunun ve bizatihi varlıkları ile bu bağımsızlığın güvencesini kimlerin oluşturduğunun irdelenmesi gerekli olmaktadır. Yüzeysel bir bakışla, Kıbrıs Rumlarının  İngiliz sömürgeciliği karşısında verdikleri mücadele bağımsızlık olgusunun, en azından, kaynağı gibi görülebilir. Bununla birlikte, Kıbrıs’ın bağımsız bir birim olarak varlığının önündeki en yaşamsal tehlikenin de ENOSİS, yani adanın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesinin olduğu kuşkusuzdur. Dolayısıyla ENOSİS bağımsız Kıbrıs düşüncesinin antitezi olarak ortaya çıkmaktadır. Sağdan sola tüm devlet, din ve siyasal kuruluşlarıyla Kıbrıs Rum örgütlü yaşamının ENOSİS’i gerçekleştirmeye, dolayısıyla da Kıbrıs’ın bağımsızlığını nihai olarak ortadan kaldırmaya yönelik biçimde oluşturulduğunu kabul etmek gerekir…

Buradan hareketle, saikleri ,uzun vadeli hedefleri ve temel siyasal ideolojik yapısı hakkında ne düşünülürse düşünülsün, Kıbrıs’taki Türk varlığının ENOSİS’in şimdiye kadar gerçekleştirilmemiş olmasında tek etken olduğu odadadır. Böylece, sadece ENOSİS’i önlemekle bile, Kıbrıs’taki Türk varlığının, en azından şimdiye kadar, Kıbrıs’ın bağımsızlığının tek güvencesi olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Şayet adadaki Türk varlığı ve onun ENOSİS’e karşı mücadelesi olmasaydı bugün bırakın bağımsız bir Kıbrıs’ın varlığını, böyle bir kavramdan dahi bahsetmek mümkün olmazdı…

Bağımsızlık kavramından hareketle, ENOSİS olgusunun ve Kıbrıs Türk halkının tarihsel yerinin saptanmasından başka, Kıbrıslı Türklerin bugünkü konumu,  yani KKTC konusunda da sağlıklı bir tavır oluşturmak olanaklıdır. Kuzey Kıbrıs’ta ilan edilen bağımsızlığın Türkiye ile birleşmeye yani bir başka ENOSİS’e değil; Kıbrıs Federasyonu’nun oluşumuna yönelik olması gereği de böylece ortaya çıkmakta, Türk solunun oluşturacağı tavıra ışık tutmaktadır…

KKTC nin bağımsızlık ilanı, bağımsızlık ve bağlantısızlık hedefini açıkça göstermiştir. Rum kesimi demokrasi ile bağdaşamamış, devlet terörünü kalıcı bir mekanizmaya dönüştürmüştür. Kıbrıs’taki Türk halkı ise her şeyden önce konumu itibarı ile demokrasi özlemini içinde duymuş, demokrasi talebini canlı tutmuştur…

Bugün de, KKTC’deki demokratik yaşam herhalde her demokrat Türk yurttaşı için çok önemlidir. Türk soluna düşen, KKTC’deki demokratik yaşamı savunmak, ona karşı girişilebilecek her komployu da kaynağı neresi olursa olsun mahkum etmektir. Kuzey’de yaşatılmaya çalışılan canlı ve demokratik yaşam, hiç kuşkusuz, ileride bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de toplumsal ekonomik ve siyasal yapısına önemli katkılarda bulunabilir…

Solun eleştirel yaklaşımı içerisinde, bir yandan KKTC’deki demokratik kazanımlar ve gelişmeler desteklenirken, öte yandan da, Kurucu Meclis’in oluşturulma biçimi, yeni anayasa önerileri gibi gelişmeler karşısında da tavır oluşturulmalıdır. Bu ilkeli destek “Kıbrıs Sorunu”na demokratik ve sol bakış açısının ayrılmaz bir parçasıdır” 6 . [GERGER Haluk]

Oldukça uzun bir alıntı oldu. Ancak, dönemin solunun soruna bakış açısını yöntemsel, tarihsel ve somut politik önermelerle verdiği için toparlayıcı olduğunu düşünüyorum. Çözümleme, evrensel ve tarihsel doğrular arayışı içerisinde bağımsızlık, yurtseverlik gibi olgulardan hareket ediyor ve KKTC’nin demokratikleştirilmesine ilişkin somut politik önermelere vararak son buluyor. Bu yaklaşımdaki sorunları ele alalım.

Bağımsızlık sosyalistlerin kıskançlıkla sahip çıktığı değerlerden biridir; ancak o coğrafyayı yöneten bir devletten bağımsızlaşmanın daha da ötesinde emperyalizmin uluslararası askeri ya da ekonomik birliklerinin de dışında kalmayı içerir. Kıbrıs için bağımsızlaşmak sadece Türkiye ve Yunanistan’dan kopmak değil aynı zamanda NATO, AGİT ya da AT, AET (ve şimdi AB) gibi birliklerin veya IMF, Dünya Bankası gibi kurumların tuzaklarına düşmeden yoluna devam edebilecek duruma gelmesidir.

Temel sorunlardan bir diğeri, adadaki Türk toplumunu bağımsızlığın garantisi, Rum toplumunu ise ENOSİS’in sebebi olarak görmesidir. Bu yaklaşımın üzerinde o dönemde Kıbrıs konusundaki politik zemininin çok daralmış olması yatıyor olabilir. Bir tarafta vurulmuş Türk aileler, bunları vuran Rum askerleri ve diğer tarafta, “hayır bu Rumlar da iyi şeyler istiyor” diyen bir Türkiye solu kalemi… Yani bu dönemdeki politikalarda Rumlar hakkında olumlu bir satır yazmak mümkün olmuyor olabilir. Ancak eğer böyle yapılmış ise, bugünden bakıldığında bu durum bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Adadaki Rumlar sadece ENOSİS isteselerdi, onu gerçekleştirmek için Makarios’a karşı bir Yunan darbesi yapmak gerekmezdi. Makarios, ENOSİS ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında bir denge politikası izlemiş, sabrı taşan Yunanistan adaya bizzat kendi kadrolarını göndermek zorunda kalmıştı.

KKTC’nin bağımsızlık timsali gibi sunulması da önemli bir sorun. KKTC politik olarak yoğun bir Türk milliyetçiliği hatta faşizan bir ideoloji salgılamaktadır. Anavatan-yavru vatan edebiyatı üzerinden adada açılan Ülkü Ocakları’nın haddi hesabı yoktur ve bunlar hem Türkiye hem de KKTC tarafından desteklenmektedir. KKTC’den demokrasi taleplerinin her burjuva demokrasisinden talep edilebilecekler ile çizilmiş bir sınırı vardır. Verecekleri ve veremeyecekleri şeyler vardır. Bu politikayı bugüne taşıdığımızda KKTC’den demokrasi talep etmektense Enosis ile anti-emperyalizmi beraberce telaffuz eden AKEL’i doğrultarak; ondan sosyalizm talep etmek daha anlamlı görünmektedir.

Zaten Gerger’in daha soma konu ile ilgili makalelerinde, KKTC bütün garanti ve güvenceleri Türkiye’den beklediğini anayasa maddeleri ile ilan etmeye başlayınca bu önerilerden ve saptamalardan bir kısmı geri çekilmiştir.

Kıbrıs’a emperyalizm, Türk ve Yunan gericiliği-milliyetçiliği el uzatmış durumdadır. Solun, sosyalistlerin izleyeceği politika bunlara “Kıbrıs’tan elinizi çekin” demektir. Zira 1950’li yılları tam bir İngiliz sömürgesi olarak geçiren Kıbrıs, 1960’larda ortaya konan ABD planı ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin karışabileceği; bütün bu karışıklıkta da Amerika’nın at oynatabileceği ve politika yapabileceği bir duruma sokulmuştur. Bu dönemden sonra adaya, “NATO’nun uçak gemisi” denildi. Özellikle 1980’ler boyunca ABD, resmi bir anlaşma olmamasına rağmen Kıbrıs karasularım ve limanlarını Ortadoğu’ya yönelik operasyonlarda istediği gibi kullandı. Adada askeri havaalanları inşa edildi. Bu çok parçalı ve bölünmüş yapı ister istemez Kıbrıs halkları arasına düşmanlık tohumları ekti, cinayetler, katliamlar birbirini izledi.

5.2. Yunanistan ve Kıbrıs Rum solu

1967’de Papandreulara darbe yapan albayların Kıbrıs politikası Enosis oldu. Bu ilginçtir. En azından Yunan iktidarından tasfiye edilmeye çalışılan ideolojinin Kıbrıs konusunda Enosis’ten çok “Kıbrıslı” bir çözümü tercih ettiklerini gösterir. Sosyalistlerin Kıbrıs konusundaki çözümü hem Türkiye hem de Yunanistan için aynıdır: Kıbrıslı bir çözüm.

Ancak Kıbrıs Rum solu için aynı şeyleri söylemenin önünde çeşitli engeller var. Kıbrıs Komünist Partisi, KKE 1926 yılında kuruldu. Daha sonra KKE’nin devamı olarak AKEL, kuruldu. AKEL programında Türkleri azınlık olarak görmüş, eşit haklar yerine “demokratik azınlık hakları”nın verilmesini öngörmüştü. AKEL bununla da yetinmeyerek, 1949 yılında bir referandum düzenledi. Halka Enosis’i destekleyip desteklemediğini soran AKEL, yüzde 96 evet oyu aldı. Ancak bu referandumun ortasında, kilise öncülüğü sol partilere kaptırdığını görüp kendisinin ayrı bir imza kampanyası başlatacağını duyurunca, AKEL, kendi kampanyasına son vererek Makarios’un açacağı kampanyayı destekledi. İmza defterleri kiliselere kondu ve 1950 yılında alman sonuç halkın yüzde 96’sınm Enosis istediği, bir anlamda AKEL ve olabilecek en gerici güç “kilise” işbirliği ile çıkarılmış oldu. Makarios, 1954’de bu sonuçları Birleşmiş Milletler’e götürerek tanınmasını istedi. Bu başvuru reddedildi ve kilise silahlı örgütlenmelere sıcak bakmaya başladı.

AKEL 1960 sonrasında da Enosis politikasını destekledi. Bunu kimi zaman direkt olarak kimi zaman da “self-determinasyon” söylemi ile yaptı. Anti-emperyalizm vurgusu ise AKEL’in tek tutarlı politikası idi. 1966 yılında gerçekleşen ll.Kurultay’da Genel Sekreter Papaioannu şunları söylüyordu: “Davamızın tek vatani çözümü, Kıbrıs halkının ezici çoğunluğu tarafından desteklenen ve bu çoğunluğun çıkarlarına uygun düşen self-determinasyon hakkım kullanarak geleceğini serbestçe kararlaştırmasına olanak sağlayacak tam bağımsızlığına kavuşmasındadır. Kıbrıs, Londra ve Zürich anlaşmalarının bağlarından kurtarılmalıdır. Adadaki tüm yabancı emperyalist üsler kaldırılmalıdır. Ada askerden arındırılmalıdır… Partimizin kurulduğundan beri izleyegeldiği politika Yunanistan ile birleşme politikasıdır. Bu politika partimizin tüm kurullarınca onaylandığı gibi, kurultayımız tarafından da onaylanacaktır… Bu politikanın NATO’nun önerdiği Enosis politikası ile hiçbir ilgisi yoktur. Hatta tam tersidir. Bizim desteklediğimiz, hile katılmamış anti-emperyalist bir Enosis’tir. Kıbrıs, bunca kan ve gözyaşını efendi değiştirmek için dökmedi. Kıbrıs halkı, İngiliz emperyalizmim kovmak ve yerine Amerikan/NATO emperyalizmini getirmek için uğraşmamıştır… Enosis, Kıbrıs’ın yabancı üslerden ve müdahalelerden arınmış bir biçimde Yunanistan ile birleşmesidir. Bu Kıbrıs halkının özgür iradesi ve mücadelesi ile gelecektir. Partimiz ve Kıbrıs halkının ezici çoğunluğu bu yüzden mücadele vermektedir.”

Aynı kurultayda konuşma yapan Genel Sekreter Yardımcısı Fandis ise şunları söylüyordu: “Halkımız emperyalizme karşı vermekte olduğu ulusal kurtuluş savaşında, Enosis davasını soyut bir kavram olmaktan çıkararak anti-emperyalist bir savaşım sancağı haline getirmiştir… Partimizin, Londra ve Zürich anlaşmalarının imzalanmasından hemen sonra ilan ettiği bu politika, bugün Cumhurbaşkanı ve hükümetinden partimize kadar tüm yurtsever güçlerin ortak politikası haline gelmiştir”.

Konuşmalardan da anlaşılacağı gibi AKEL, ulusal bağımsızlık politikasını, İngiltere’den ve Amerika’dan bağımsızlaşma olarak sunmaktadır. Adanın Yunanistan ile birleşmesini ise bir tür ulusallaşma olarak algılamaktadır.

6. Enternasyonalist tavır nedir?

6.1. İki farklı kültür; iki benzer, sınıflı toplum

Sosyalistler Kıbrıs’ın bir kesimi için politika geliştirmemelidirler. Kıbrıs’ın iki kesimden oluştuğunun altını çizmek yerine Kıbrıs’ın bütünü için politika yapmalıdırlar. Kıbrıslı Rumlar’a kolayca “Yunanlı” diyemeyeceğimiz gibi, ilginç Türkçeleri, çeşitli kültürel farklılıkları ile orada yaşayan Türkler’e de “Türkiyeli” diyemeyiz. Türkiye’den giden çeteci faşistler ise ayrı bir konudur.

Kıbrıs üzerinde iki farklı toplum yaşamaktadır. Ancak bu toplumlar her ne kadar farklı bir dilden konuşsa da, farklı kültürel yapılara sahip olsalar da “sınıflı toplum” olma ve aynı coğrafyayı paylaşma özellikleri açısından birbirlerine çok benzemektedirler. Bütün coğrafyalar için geçerli olan sorun, Kıbrıs için de geçerlidir. Kıbrıs halkı için asıl çözüm sınıflı toplumdan kurtulmalarıdır. O halde enternasyonalist tavır bunun yolunu döşeyecek gelişmelere destek vermektir. Bugün için “Kıbrıs Devrimi”nden bahsetmek, bunu zorlayan sıcak bir dinamik olmadığı için anlamlı olmayacaktır; ancak gerek ulusal gerekse uluslararası arenada Kıbrıs’ın nasıl bir konuma oturacağına ilişkin politikamızı bu amaçla oluşturmalı ve uygulamalıyız.

Ulus kavramı sosyalistlerin üzerine sıkı sıkıya basarak politika yapabilecekleri bir kavram değildir. Günümüz konjonktüründe bütün bölgesel boğazlaşmalar, ulus kavramı üzerinde yükselseler de, kapitalizmin doğuşu ile ortaya çıkan ulus kavramı, emperyalizm aşamasında daha farklı bir içerik kazanır. Kapitalist ulusun olmazsa olmaz şartlan olan dil birliği, toprak bütünlüğü, iktisadi yaşantı birliği ve ruhsal-kültürel sekilenme birliği emperyalizm döneminde gündeme gelen gelişmeler ile ciddi bir biçimde zedelenir. Önce iktisadi yaşantı birliği yok olur. Tüm dünya çok uluslu şirketler tarafından bir iç pazar haline getirilir. Mali sermayenin hareketi ve sermaye ihracı ulusal iç pazar kavramım büyük ölçüde aşındırmıştır.

6.2. İki somut politika gereksinimi

Evet, burjuva politikacıları da, sosyalistler de sonuçta, Kıbrıs için iki acil soruya yanıt vermek durumdadır. Bir, “Kıbrıs halkı şu an nasıl yönetilmeli” iki, “Kıbrıs şu an uluslararası platformda bir askeri ya da ekonomik birliği desteklemeli mi?”. Bu konular, üzerinden atlanamayacak konulardır. Bunları tek tek ele alalım. Burjuva politikacısı için Kıbrıs’ın yönetimi, Kıbrıs’ın hangi ülkenin belirlenimi altına gireceği ile ilgili bir sorundur ve politikacının milliyeti ile oldukça ilişkilidir.

Türkiye, şu andaki ikiye bölünmüş haritadan oldukça memnundur; çünkü bu harita Türkiye’nin kendi çıkarını en üst düzeyde tutmak için uluslararası hukuk kuralları ve sözleşmeleri zorlayarak oluşturduğu bir haritadır. Bu yüzden KKTC kimse tarafından tanınmamıştır. Türkiye bundan rahatsızlık duysa da, çeşitli uluslararası platformlarda “Kıbrıs’ın durumu” önüne bir sorun olarak sürülmediği oranda bu ikili haritadan oldukça memnundur ve bunun statükosunun korunmasından yanadır. Sorun sadece Kıbrıs ile ilişkili olsa ve Türk dış politikasını etkilemese, taksim edilmiş, bölünmüş bir Kıbrıs, federatif bir Kıbrıs’a oranla Türkiye’nin tercihidir. Ancak Türk dış politikası sık sık Kıbrıs yüzünden sıkıştığı için, Kıbrıs konusunda biraz taviz vermek isteği de vardır. Federasyon, bugünkü duruma göre, Türkiye için daha geri bir konumlanıştır; ancak Türkiye bu geri çekilmenin karşılığını daha farklı alanlarda almayı beklemektedir. Bütün bunları toplarsak, Türkiye “Federatif Kıbrıs” için geri adım atabilir. Federatif çözümde, Türkiye’nin bir eli sürekli Kıbrıs’ın yönetiminin içerisinde olacaktır. Türkiye, Kıbrıs’tan elini çekmeyecektir.

Benzer çıkar ilişkileri Yunanistan için de geçerlidir. Yunanistan, son konumu itibarı ile, Kıbrıs tarihi dikkate alındığında oldukça gerilemek zorunda kalmıştır. Hatta bir aralar Enosis politikası üzerinden adanın tümünü kendi üzerine almasına ramak kalmış iken, şu an yarısının hakimiyetini tamamen kaybetmiş, diğer yarısını da kısmen kontrol edebilmektedir. Yunanistan, Kıbrıs konusunda ikili bir güncel politikaya sahiptir. Birincisi, uluslararası kamuoyunda haklı olarak değerlendirildiği için, ikide bir konuyu uluslararası plana getirmesidir. İkincisi ise Türkiye’nin iç ya da dış gündemde sıkıştığı anları kollayarak, adada, ucu askeri çatışmalara kadar varabilecek bazı gerginlikler yaratmaktır. 96 sonlarında gündeme gelen “motosikletle sınır geçme eylemi” ve 97 başında gündeme gelen “Rusya’dan füze alımları ve genel olarak silahlanma” meselesi bu politikaya örnek olarak verilebilir. Kısacası, Yunanistan da adadan elini çekmek istememektedir.

Türkiye ve Yunanistan’ın bir arada değerlendirildiği bir platform daha var. ABD ve İngiltere gibi ülkelerin, Kıbrıs tarihinde görüldüğü gibi bir ülkeye diğerinden daha yakın durma gibi bir politikaları yok; çünkü bu ülkeler nezdinde Türkiye ne kadar üzerinden getiri elde edilecek bir ülke ise Yunanistan’da o kadar karlı bir başlık. Bu yüzden onlar, Kıbrıs konusunda bir ülkeyi tercih etmek gibi bir seçim ile karşı karşıya değiller. Kıbrıs, ister Yunanistan’ın ister Türkiye’nin belirleyiciliğinde kalsın, emperyalizm için değişen bir şey yoktur. Aynı faydayı elde edecektir. Bu artık aile içi bir alışveriş olmuştur. Kısacası garantör devlet olarak görünen diğer devletler de adaya el koymak ya da birinin el çekmesi derdinde değildirler.

6.3. “Kıbrıslı” bir Kıbrıs

O halde Kıbrıs halkı nasıl yönetilmelidir? Kıbrıs halkı, Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde adada daha fazla bulunan Rum nüfus yüzünden ağırlıklı olarak Rumlar’dan oluşmuş bir parlamento ile yönetilen ve bütün ülkelere eşit uzaklıkta durmaya çalışan bir durumdaydı. Makarios, sık sık Enosis’e gönderme yapsa da, adadaki cumhuriyete kendi kimliğini kazandırma çabası içinde idi. Bunun en güzel kanıtı kendisine karşı bir Yunan darbesinin yapılmasıdır. Evet, Makarios Yunanistan’a eğilimli bir politika izlemiştir; ancak Denktaş gibi birebir bir temsilci durumuna da hiç düşmemiştir. Üstelik uluslararası planda sık sık dönemin sosyalist ülkeleri ile olumlu ilişkiler geliştirmiştir. Eğer şu an bu ülkeler ayakta olsa idi, izlenmesi gereken doğru politika adada sosyalist ülkelere yakın bir “Kıbrıslı” yönetimin oluşturulması olurdu. Ancak şu an bu ülkeler uluslararası arenada bulunmadıkları için desteklenmesi gereken şey, bütün ülkelere eşit uzaklıkta durmaya çalışan, tamamen bağımsız bir “Kıbrıs Emekçi İktidarı “dır.

Çözüm, Kıbrıs halklarının kendi yaşamlarım kendilerinin kurmasında, Kıbrıs emekçilerinin iktidarındadır. Ancak böyle bir iktidar adaya barış ve kardeşlik getirecektir. Bu amaçla yükselecek bir kavgaya, Türkiye ve Yunanistan’daki ilericiler destek vermelidir. Kıbrıs’taki yabancı güçler bir an önce çekilmelidir. Kıbrıs’ın NATO ve AB’ye üyeliği engellenmelidir. Kıbrıs’daki faşist çeteler dağıtılmalıdır. Kıbrıs’ın kaynakları yağmalanmamalıdır. Türkiye’nin ve Yunanistan’ın, adadan elini çekmesi sağlanmalıdır. Emperyalizm adadan elini çekmelidir. Emperyalizmin tüm oyunlarına rağmen bir dönem, Kıbrıs Cumhuriyeti bağlantısızlar grubu içinde yer almıştı. Kıbrıs halkı “Kıbrıs Emekçi İktidarı” kimliği ile dünya devletleri sahnesine çıkmalıdır. Böyle bir iktidar altında yaşamadıkça, oradaki iki toplum yapay bir milletler ayrımı gündemi üzerinden hiçbir zaman ortak bir projeye imza atamayacaklardır. Bu proje sınıfsız bir Kıbrıs toplumu neden olmasın?

Dipnotlar

  1. SÖNMEZOĞLU Faruk; Tanzimat’tan Lozan’a Kıbrıs Sorunu, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, iletişim Yayınları 1985, 2.Cilt, sayfa 308.
  2. a.g.e., sayfa 309.
  3. GERGER Haluk; Türk Dış Politikası (1946-1980), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 2.Cilt, sayfa 537.
  4. Prof. Dr. ARMAOĞLU Fahir; 20.YY Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1991, cilt 1, sayfa 792.
  5. a.g.e., sayfa 799.
  6. GERGER Haluk; O Yıllar, Dost Kitabevi Yayınları, Mayıs 1987, sayfa 162.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×