Kitap Tanıtımı: Krizde “Yeni Anlaşma” Mümkün mü?*

Anlaşma kavramı tarihsel olarak neyi eder? Sınıflardan söz ediyorsak iki ihtimal vardır. Birincisi, işçi sınıfı mücadelesi yükselir, sistem için tehlike çanları çalmaya başlar, devrimi önlemek isteyen sermaye iktidarı işçi sınıfına tavizler vererek masaya oturur. İkincisi, işçi sınıfı mücadelesi yükselir fakat öncülük eksikliğinde patinaj yapmaya başlar, sermaye sınıfı işçi sınıfını kendisine taviz vererek işbirliğine zorlar. İkisi de anlaşmadır. Fakat ikisinin sonuçları birbirinden farklı olur.

1929 krizi ile 2008 krizini karşılaştırırken bunu akılda tutmak gerek. İki kriz üzerine çok sayıda çalışma yapıldı, yapılmaya devam ediliyor. 2007’de ilk emareleri görülen kriz 10. yılına yaklaşırken krizin kapsamı ve derinliği, uzun vadeli sonuçlarını tartışma gündeminde tutuyor. 1929 krizi bir dizi çalkantıdan sonra kapitalizm içinde yeni bir yönelim doğurmuştu. Krizin mülksüzleştirdiği kitleler ile egemen mülk sahipleri arasında varılan Yeni Anlaşma (New Deal), başta ABD’nin kendi ülkesinde krize bulduğu bir çözüm idi. Ancak krizin onuncu yılında patlak veren savaşın bitiminden sonra Yeni Anlaşma, ABD merkezli şekillenen dünya kapitalizminin temel konseptini oluşturdu. Yeni Anlaşma, ortodoks liberal inancı akamete uğratıyor, sermaye sınıfını işçi sınıfı baskısı karşısında -ve elbette devrimi savuşturmak adına- geri adım atmaya mecbur bırakıyordu.

Peki 2008 krizi sonrası benzer bir yönelim gözlemlenebilir mi? Bildiğimiz şey, 1929 ve takip eden dönemde sınıflar arasındaki güç dengesinde işçi sınıfı mücadelesinin koyduğu ağırlığın bugün olmadığıdır. Krizleri karşılaştıran akademik çalışmalar, bolca ekonomik analiz arasında zaman zaman marksizmden iktisadi kavramlar çalarak krizi kapitalizmin atlatabileceğine dair iyimser beklentiler üretiyor. Bu beklentiler aynı zamanda sınıflar mücadelesinin verili güç dengeleri içerisinde sermaye sınıfının daha adil bir bölüşüme izin verebileceği yanılsamasını doğuruyor. Yani bugün için işçi sınıfı ayağa kalkmadan, komünist partiler örgütlenmeden, sosyalizm umudu toplumsallaşmadan, sermaye sınıfına iktisadi, siyasi, ideolojik darbeler indirilmeden kapitalizmin ‘reform’ yapabileceği… Yeni-Yeni Anlaşma beklentisi, devrimci hamleler yapamayan işçi sınıfını daha baştan sistemle uzlaştırma çabası olarak okunabilir.

İktisatçı Mustafa Kemal Doğru’nun yazdığı “Yeni Anlaşma” Mümkün mü? kitabı bunu tartışıyor. Çalışma, 2008 krizinin sonuçlarının 1929 gibi olamamasının öznel ve nesnel nedenlerine isabeti bir şekilde işaret ediyor. Fakat çalışmayı iktisadi bir kriz karşılaştırması olarak değil, 20. yüzyıl sınıf mücadelesinin 21. yüzyıla bıraktığı bakiyeyi irdeleyen bir tarih çalışması olarak okumak gerekir.

Krizdeki ABD’den insan manzaraları

Kitabın 1929 Krizi: Öncesi ve Sonrası başlıklı ilk bölümünde 1929’u takip eden 1930’lu yılların içine giriyoruz. Döneme damga vuran kişiler, krizin Başkanı Edgar Hoover, takip eden Başkan Franklin Delano Roosevelt, onun eşi Anna Eleanor Roosevelt gibi figürlerin hikayeleriyle kapitalizmin restorasyonunda bu şahıslara münhasır katkıları görebiliyoruz. Başkan Hoover, liberal itikada sadık kalarak çöküşe izin veren, binlerce işyerlerinin kapanıp yüz binlerce insanın işsiz kalmasına göz yumma politikasını simgeliyor. Hoover, Roosevelt’in önünü açıyor. Yıkım, yeniden inşayı gerektiriyor. Yeniden inşa için Yeni Anlaşma ve Amerikan federal devletinin bir babacıl aktör olarak sahne alması… Roosevelt bu noktada işçi sınıfının umudu olarak sahne alıyor. Ama önce Amerikan yaşam tarzına bağlanan tüm umutlar Hoover tarafından yerle yeksan ediliyor.

İşsizlik patlaması insanları devlet yardımlarına muhtaç ediyor. Oysa devlet yardımı Amerikan bireyciliğine aykırı, “sosyalizme ve kolektivizme” kapılmak demek (s. 22). ABD kapitalizminin kriz deneyimi, sermaye sınıfının bu çocukluk dönemi önyargılarından arınmasını sağlıyor. Liberalizm, katı ve ortodoks yorumunun sınırlarını aşarak “sosyalizm ve kolektivizm” saflarına sızabilen, oradan kavramlar ve uygulamalar çalarak kendi cephesinde bunları silaha dönüştürebilen bir kapasiteye kavuşturuluyor.

Hoover, ekonomiyi canlandırmak için sermayedarları kamusal yatırımlara girişmeye yönlendirmekte başarısız oluyor. Ancak onun yerini alacak aktörün teknik olarak devleti devreye sokması değil, yeni bir ideolojik harman yaratması gerekiyor. Bu harman çıplak biçimde sınıflar arasında bir anlaşma çağrısına dayanamayacağına göre nasıl olacak?

“Çiftliklerde, büyük metropoliten bölgelerde, küçük şehirlerde ve köylerde, milyonlarca yurttaşımız, eski yaşam standartlarının ve düşüncesinin sonsuza kadar yok olmadığı umudunu yaşatıyorlar. Bu milyonların umudu boşa olamaz ve olmamalıdır. Size söz veriyorum, kendime söz veriyorum. Amerikan halkı için yeni bir anlaşmaya söz veriyorum. Burada hepimiz yetkin ve cesur bir yeni düzenin peygamberi olalım. Bu politik bir kampanyadan daha fazla bir şeydir. Bu orduları çağırmaktır. Bana yardım edin, kazanmak için yalnızca oylarınızı değil, fakat bu haçlı seferinde Amerikan halkını yükseltmek için.”

Franklin Roosevelt’in Demokrat Parti delegelerine hitabında “anlaşma”ya yüklediği dini anlam dikkat çekicidir. Yazar Mustafa Kemal Doğru, kitabın ileriki bölümlerinde Aydınlanma çağından önce “anlaşma”nın insan ile tanrı arasında yapıldığını, sonra insan ile insan arasında bir ilişkiye dönüştüğünü anlatıyor. Ancak burada Aydınlanma öncesi anlaşmaya bir kayma olduğunu seziyoruz. Burjuva düzeninin kriziyle birlikte insan ile insan arasına yeniden tanrı sokuluyor. Bu basit olarak Amerikan muhafazakarlığının yeniden üretimi değil, Yeni Anlaşma’nın işçi sınıfına verdiği tavizi olabildiğince anti-materyalist, maneviyatçı bir kisveye büründürme çabasıdır. 1932, 1933 yıllarında ABD’nin liderlik boşluğu “kitlesel isyan tehdidi veya siyasal bir devrim korkusu” yaratıyordu (s. 32). Roosevelt bu çıkışıyla o boşluğu doldurdu.

1929 Krizi’nin önemli bir sonucu, sosyal adaletsizlikleri giderme mekanizmalarının hem devletli hem merkezi hale gelmesidir. Daha önce eyalet hizmetleri, zenginlerin himmeti ve cemaatlerin insafında yardımlara dayanan sosyal refah, ilk defa ABD’de devletin yurttaşlara iş verme sorumluluğuna dönüşüyordu. Yeni Anlaşma’nın ürettiği kurumlardan biri (Civilian Conservation Corps) Savaş Bakanlığı altında yüz binlerce genç işçiyi bayındırlık hizmetlerinde istihdam ederken, bir diğeri (Works Progress Administration – WPA) yazarları, aktörleri, tiyatrocuları, fotoğrafçıları ve diğer sanatçıları işe alıyordu. Bu ikincisinin ABD’de bir aydınlanma dalgası yarattığına da şahit oluyoruz. “Hafif inşaat” tabir edilen mesleklerin bu sahipleri WPA kapsamında ülkeyi gezerek krizin etkileriyle mücadele eden insanları fotoğraflamak, halk müziği derlemeleri yapmak, tiyatro turneleri düzenlemek gibi faaliyetler yürüttüler. WPA ile çalışan yazarlarından biri de John Steinbeck idi.

Yeni Anlaşma’nın kültürel içeriği, ABD’de yeni bir popüler kültür ortaya çıkmasını sağladı. Bu önemsiz değildi çünkü Yeni Anlaşma’nın diğer unsurları gibi bunun da yine İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyaya yansımaları olacaktı. Radyo, Hollywood, dans yarışmaları gibi 1920’lerde vaat edilen Amerikan yaşam tarzından farklı kitle tüketim mecraları işçi sınıfının günlük hayatta Yeni Anlaşma’nın sunduğu kamusal beslenme kaynaklarını oluşturdu. Öte yandan krizlerle malul kapitalizmin bugüne uzanan kültür endüstrisinin temel kategorileri ortaya çıktı.

Korku filmleri, epik filmler, komediler, taşlamalar, gangster filmleri, hepsi 1930’ların ruhunu yansıtıyordu. Korku filmleri gerçek korkuların yerini alıyor ve onlardan bir süre halkı uzaklaştırıyor olmalıdır. Gülme ihtiyacının, depresyonun kaygı ve sıkıntısı karşısındaki telafi edici yeri açık sayılmalıdır. (s. 50)

Dönemin yeniden şekillenen toplumsal yapısında yeknesak bir ideolojinin egemen olduğu söylenemez. Ne de olsa 1920’lerin dokunulmaz sayılan zenginliğinin çöküşüyle Amerikan yaşam tarzının kaybolmasının yarattığı travma, proleterlere göre küçük mülk sahiplerini daha derinden etkiliyordu. Uzmanlardan, profesyonellerden oluşan orta sınıf kesiminin tüketim düzeylerini korumak adına 1930’larda onları daha bireyci ve rekabetçi yapmış olması önemli bir gözlemdir (s. 53)

1929 krizinin etkilerinin incelemesi “insan”a bakmadan olmaz. Elimizdeki çalışmada topluma tutulan projeksiyonlar, yıkım sonucunda emekçilerin bir yandan en temel talepleriyle politize olurken diğer yandan demagoglara açık hale geldiğini gösteriyor. Emekçilerin bir bölümü, kimisi ahlakçılıkla, kimisi faşizan ideolojilerin propagandasıyla popülerleşen demagoglar etrafında toplanarak düzene yeniden bağlanıyorlar. Bu bağlanmanın İkinci Dünya Savaşı için gereken kamuoyunu yarattığını söylemek mümkün. Politize olanlar ise burjuva siyasetinden topyekûn bir kopuş yaşıyorlar..

“Milyonları istemiyorum bayım.

İstemiyorum elmas yüzüğünü.

Bütün istediğim yaşama hakkı, bayım.

Bana işimi tekrar geri ver.

 

İki eski partiyi al, bayım.

Onlarda görebildiğim bir fark yok.

Fakat bir Çiftçi-İşçi Partisi ile

Halkı özgürleştirebiliriz.”

(Maden işçisi Jim Garland’ın şiirinden, s. 56, 57)

Komünistlerin artan etkisi bir yana, eski iki parti arasındaki yaşanan rol değişimi dikkat çekicidir. Bugün ABD standartlarında “sol” kabul edilen liberal çizginin temsilcisi Demokrat Parti 1929 kriziyle birlikte bu role soyunuyor. Kuzey’in sanayi ve finans kesimini temsil eden Cumhuriyetçi Partisi karşısında, Yeni Anlaşma’yla birlikte siyahlar ve işçiler Demokrat Parti’ye yakınlaşıyorlar. 2008 krizinin uzatmalı etkilerini gözlemlerken Hillary Clinton ile Donald Trump arasında benzer bir rol değişimi eğilimi bu açıdan incelenmeye değerdir.

Orijinal Yeni Anlaşma ne kadar mümkün oldu?

Yeni Anlaşma’nın elbette bir ekonomi politiği vardı. Birincisi, bütün bankacılık, kredi ve yatırımların sıkı bir gözetimini sağlanacaktı. İkincisi, güçlü bir para oluşturulacaktı. Roosevelt bunun için öncelikle bankaları tatil etti ve federal devlete bankaları organize etme yetkisi tanıyan yasayı çıkardı. Bu düzenlemeler üzerine Roosevelt’in Beyin Takımı’ndan (Brain Trust) Raymond Moley, “Kapitalizm sekiz günde kurtarıldı” diyecekti. Bankacılık kesimini denetleyen bu “kurtarıcı” yasalar yüzyıl sonunda Clinton başkanlığında yürürlükten kaldırırken 2008’e nasıl yelken açtığı anlaşılıyor. Tabii, Sovyetler dağıldıktan sonra…

1929 krizinin ardından ise 1920’lerde “birkaç yıla kalmaz yıkılır” diye düşünülen Sovyetlerin ekonomik atılım programı ABD’nin ekonomik restorasyon programına dolaylı bir rehber oluyordu. Roosevelt’in Beyin Takımı’ndan Rexford Tugwell Sovyetler Birliği’ni ziyaret etmişti. Sovyet iktidarının 1928 yılında başlayan Beş Yıllık Planlar’la kaydettiği başarı, planlamayı sadece savaş koşullarında bilen kapitalizm için 1929 krizi sonrası bir örnek oluşturdu. ABD’de Tennessee Valley Authority (Tennessee Vadisi Yönetimi) adı verilen ve kırsal kalkınma hedefleyen yerel planlama deneyimi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada Yeni Anlaşma fikri kapsamında “kapitalizmin de planlama yapabileceğinin” bir örneği olarak sunuldu. Bu aynı zamanda planlamanın sınıf iktidarıyla bütünleşik özelliğini unutturmanın bir yolu olacaktı. Planlama yapılmaya başlanmadan önce Sovyetlerde Lenin’in ifade ettiği şekilde “sovyet iktidarı artı elektrifikasyon eşittir komünizm” denklemini “komünizm eksi Sovyet iktidarı eşittir elektrifikasyon” gibi tercüme eden kapitalistler, sosyal adalet, eşitlikçilik ve kamuculuğu işçi sınıfı iktidar örgütlenmesini yok sayarak teknikleştirmeye çalıştılar. ABD’de 1935’ten 1942’ye kadar kırsal bölgeler ilk defa aydınlatılırken adı konmamış bu denklem uygulanıyordu.

Sanayide işçiler ile patronlar arasındaki kurallar Yeni Anlaşma çerçevesinde belirlendi. Ulusal Sanayiyi Canlandırma Yasası (National Industrial Recovery Act – NIRA) kapsamında işçi, patron ve tüketiciler arasında uzlaşma kurulları kuruldu. Fiyatların belirlenmesinden işçilerin sosyal haklarına kadar geniş bir yelpazede devlete özel sanayiyi düzenleme yetkisi kazandı. Yasanın 7(a) maddesi işçilere istedikleri sendikada örgütlenebilme ve toplu pazarlık yapabilme hakkı tanıyordu. Bu madde kendisini işçilere karşı güvende hisseden büyük kapitalistler ile küçük kapitalistler arasında ihtilaf konusu oldu. 1934 yılında şirketler bu maddeyi uygulamayınca işçiler günlerce süren grevler yaptılar. 1933 ve 1934 yılının grevlerinin baskısı altında Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası (National Labor Relations Act) ve Sosyal Güvenlik Yasası (Social Security Act) çıkarıldı. Emek lehine kurallı çalışma ilişkileri ve sosyal güvenlik hakkı bu koşullarda yasalaştı. Bunun sınıf mücadelesinin politik bir ürünü olduğu, yapılan düzenlemelerin evrensel bir hakkın kabulü olmayıp sınıfın örgütlü kesimlerine bir taviz şeklinde verilmesinden anlaşılmaktadır. Nitekim aynı dönemde ABD proletaryasının daha örgütsüz olan kesimleri, topraksız tarım işçileri ve ev işlerinde çalışanlar sosyal güvenlik hakkından mahrum bırakılmıştır.

ABD’de krizin hem iktisadi hem politik olarak atlatılmasında tekelci sermaye karşısında tekelci olmayan sermaye de tavizler vermek zorunda kaldı. Tekelci şirketler sundukları sosyal hakların vergilerden düşürülmesi ve emek hareketliliğinin kontrolü gibi ayrıcalıklardan faydalanırken, tekelci olmayan şirketler işsizlik yardımlarının asgari ücret yasalarını geçersiz kılmasından rahatsız oldular. Dolayısıyla büyük sermayenin işçi sınıfının ana bölmelerini disipline edebilmesi adına orta ölçekli sermayenin daha düşük artık değerlere razı olması sağlandı. (s. 69)

Devlet, sınıflar ve aydın üzerine kısa tartışmalar

Kitap, Yeni Anlaşma’nın mükemmel bir denge kuramadığını anlatıyor. Kurulamamasının öznel ve nesnel nedenleri ise kapitalist devlet üzerine yapılan akademik tartışmalarda belirginleşiyor. New Deal ve Kapitalist Devletin Niteliği Üzerine başlıklı ikinci bölüm, sistemi tamir etme girişiminin içine düştüğü çelişkileri aydınlatmaktadır. Dönemi inceleyenler arasında tarihsel-kurumcu görüşe öncülük eden Theda Skocpol, Yeni Anlaşma’nın arkasında devletin kurumsal birikimi ve reformcuların etkisinin belirleyici olduğunu savunurken, Jill S. Quadagno sermaye sınıfı içindeki bölünmeyi belirleyici saymaktadır. Ancak sermayedeki bölünme konusu, emek kesiminin haklarının tanınmasına “boyun eğenler ile direnenler” arasındadır (s. 79). Bu noktada Rhonda L. Levine bölünen sermaye karşısında işçi sınıfı militanlığının büyük ölçekli kapitalist direncin üstesinden gelebilmesini sağladığını, tekelci sermayenin emeğin kazanımlarına göre kendini uyarladığını söylemektedir. Yalnız sınıf içi yarılmalara değil, sınıflar arasındaki mücadeleye işaret eden Levine, NIRA’nın emek lehine düzenlemelerinin işçi sınıfını dindirmeyi umarken militanlığını pekiştirdiğine dikkat çekmektedir.

1929 krizi tahlili bu bakımdan sınıfı sadece nesnel bir kategori olarak görenler ile öznel bir güç olarak algılayanlar arasında farklılaşmaktadır. Yazar Mustafa Kemal Doğru, sermaye birikiminin teknik bir süreçten ibaret olmadığını, bir sınıf ilişkisinin yeniden üretimi olduğunu, sınıf ilişkinin de sınıf mücadelesi anlamına geldiğini hatırlatıyor. Dolayısıyla sınıf mücadelesi sermaye birikimine içkindir. Sınıf mücadelesi dışından krize bakanlar, Yeni Anlaşma’yı da yapısal koşulların izin verdiği sınırlara kadar kapitalizmin esnemesi olarak görürler. Oysa devlet içinde reformculara hareket alanı yaratan işçi sınıfının militan mücadelesidir.

Roosevelt yönetiminin bazen kapitalistlere rağmen kapitalizmi kurtarmasında izlediği yöntemin zorunluluğunu kapitalistlerin en büyüklerinin derinlerinden hissettiklerini ileri sürmek mümkündür, çünkü onların güç ölçekleri ile zaman ufukları Federal yönetimin ölçeği ve ufkuyla büyük ölçüde örtüşmektedir. Büyük sermaye ile devleti birbirine yaklaştıran temel belirleyici işte bu ölçek ve ufuk örtüşmesinde yatmaktadır. (s. 85)

Politik önderlik ile sermaye sınıfının yapısal ilişkisi böyledir. Peki ya aydınlar? New Deal: Keynes versus Hayek isimli üçüncü bölümde “anlaşma” kavramına felsefi bir anlam yükleniyor. İnsanın tanrıyla yaptığı anlaşma, Aydınlanma ile birlikte insanlar arası bir anlaşmaya dönüşmüştür. İnsanlar arası anlaşmada iktidar ile bilgelik arasındaki ilişki önemlidir. Yazar, bunu “aydın despot”  miti çerçevesinde değerlendiriyor. Aydınlanmanın başlangıç evresinde görülen feodal despot ve burjuva aydını ilişkileri, kapitalizmin krizlerle malul emperyalist aşamasında sermaye sınıfına akıl hocalığı yapan entelektüeller ve bilim insanları arasındaki ilişki olarak karşımıza çıkmaktadır.

Despot ve aydın arasındaki ilişkinin tarihselliği, kapitalizm öncesine sınıflı toplumlarda filozoflar ile egemen sınıf iktidarı arasındaki ilişkilere uzanmaktadır. Bu ilişkinin Aydınlanmayla değişen niteliği iktidarların artık ilahi olmamasına bağlıdır. Ancak aradaki ilişkinin tarihsel olarak Platonculuğa indirgenmesi, sınıfsız toplum fikrini tasfiye etmektedir. Yazara göre buradaki kırılma noktası leninizm’dir. leninizm Platoncu olmakla birlikte onu tersine çevirmektedir.

Çünkü kendini ortadan kaldırma dinamiğine de sahiptir. Aydının, bazen despot aydının, bütün sınıfsal hiyerarşileri, bu arada kafa ve kol emeği arasındaki farkı ortadan kaldırmaya yönelik arzusu ve eylemi, kendini ortadan kaldırma sürecinin başlangıcını oluşturur. (s. 88)

Kapitalizmin krizine dönecek olursak, filozof olan Keynes ile iktidardaki Roosevelt arasında benzer bir ilişki vardır. Keynes, Yeni Anlaşma’nın başlangıç yıllarında Roosevelt’e yazdığı mektupta şunları söylemektedir: “Başarısız olursanız, akılcı değişim, onunla sonuna kadar mücadele edecek olan ortodoksi ve devrime yerini terk ederek, bütün dünyada ağır biçimde zarar görecektir. Fakat başarılı olursanız, yeni ve daha cesur yöntemler her yerde denenecektir.” Bu, İngiltere kökenli liberalizmi aşmak gerektiğini gören bir entelektüelin ABD’nin bu rolü üstlenebileceği öngörüsüdür. Ancak Keynes, Roosevelt’i başarısız olması halinde dünyaya laisse faireciliğin ya da devrimin egemen olacağı yönünde de uyarmaktadır. Bu ikilemde Keynes’in “Eski Dünya Partisi” tabirini kullandığı geleneksel liberallerin karşısına yazarımız Mustafa Kemal Doğru “Devrim Partisi”ni yerleştiriyor. (s. 92)

Keynes’e göre Yeni Anlaşma’nın ideolojik çatısı ancak liberalizm, muhafazakarlık ve sosyalizm üçlüsü arasında yeni bir ilişki kurulmasıyla mümkündür. İngiltere örneğinde geleneksel liberaller saf dışı edilmeli, yeni tipteki liberalizm, İngiliz muhafazakarlarının sol kanadı ile İngiltere İşçi Partisi’nin sağ kanadı arasında bir ittifak olarak tasarlanmalıdır. Keynes karşısında bir paratoner olan Hayek ise, rasyonalizmi inkar eden, eylemsizlikçi tutumuyla liberal muhafazakar gibi isimlendirmelere mazhar olsa da aslında bir “reaksiyoner” (s. 111) yani “gerici” olarak nitelendirilmektedir. Nitekim Hayek’in esas popülerleştiği dönemde, Yeni Anlaşma prensiplerinin yadsınması sonrası “gericiliğin” yine ABD kaynaklı olarak tüm dünyaya salgılandığını görüyoruz.

Yeni-Yeni Anlaşma mümkün mü?

Yeni Anlaşma’nın dünyaya yansıtılması tereyağından kıl çeker gibi olmamıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa sermayesi için çok daha büyük bir tehdit haline gelen komünizm, işçi sınıfına taviz vermek ile devrim tehlikesini bertaraf etmek arasındaki çizginin çok daha incelikle çekilmesini gerektiriyordu.

New Deal Soğuk Savaş düzeninin bir parçasına dönüştü. Yine de Soğuk Savaş’ın 1946’da Fulton’da Churchill tarafından ilanından sonra, ABD’de New Deal kazanımları ve savaş yıllarında güçlenmiş işçi sınıfının gücünü zayıflatan birkaç düzeltici hamle yapıldıysa da temel esaslara dokunulmadı. (s. 62)

Hamlelerden biri, 1946’da 5 milyondan fazla işçinin greve gitmesi üzerinde sendikaların gücünü sınırlayan, grevlere kısıtlama getiren, sendika görevlilerinin komünist olmadıklarına ilişkin bir yemin belgesi imzalamalarını öngören Taft-Hartley yasasıydı. Diğeri de komünist dostu aydınlara dönük Senatör McCarthy’nin başlattığı cadı avıydı.

Söz konusu hamleler dışında Yeni Anlaşma’nın temel esaslarının Bretton Woods sistemi üzerinden “yeni kapitalist dünyaya” taşındığını görüyoruz. Yeni Anlaşma’nın dünyadaki kurucu dayanakları, yüzyıl sonunda Yeni Anlaşma’nın saldırıya uğradığı konjonktürlerden anlaşılabiliyor. İlk kırılma, Bretton Woods sisteminin 1973 kriziyle birlikte çöküşü, ikincisi 1989’da sosyalist sistemin çözülmesidir. Böylece 1929’un neticesi ile 2008’in arefesini birbirine bağlayan evrenin nesnel ve öznel nedenleri belirginleşmektedir: Kapitalizmin yapısal çelişkilerinin girdiği yeni kriz evresi ile sınıflar mücadelesinde işçi sınıfı aleyhine yaşanan güç dengesi değişimi.

Kitabın Deja Vu? 1929 ve 2008 başlıklı son bölümünde iki krizin gerçekleşme koşulları ve 2008 krizini açıklama biçimleri arasındaki farklar inceleniyor. İki dönem arasında Sovyetler Birliği’nin olmaması başlı başına bir etkendir. İşçi sınıfı mücadelesi dünyada bir yenilgi döneminden geçmektedir. Öte yandan 1929-32 yıllarının iflas, işsizlik ve milli gelir kayıplarıyla yaşanan çöküşünden ders alınmıştır. Sınıfı harekete geçiren faktörler 2008 krizinde bu defa baştan dizginlenmektedir. Sermayenin daha az üretken kesimlerinin tasfiyesiyle sonuçlanacak bir değersizleşmeye izin verilmemektedir. Ancak değersizleşme yaşanmadan da kârlılık restore edilemeyecektir. Finansal şirketler kurtarılarak ve para-kredi genişlemesiyle çöküş ertelenmekte, derin ve uzun bir durgunluğa gidilmektedir. Krizin rekabeti şiddetlendiren etkisi 1929’da ülkelerin içe kapanmasına yol açmışken, bugünkü bütünleşme ve karşılıklı etkileşim düzeyi 2008’de rekabetin farklı biçimlere bürünmesine ve entegrasyon ağlarının kuvvetlenmesine sebep olmaktadır. 1929’da kârların restorasyonunda sadece ABD’deki çöküşün değil aynı zaman İkinci Dünya Savaşı’nın oynadığı rol hatırlandığında 2008 krizinin ötelenen etkisinin benzeri bir topyekun savaşı gündeme getirme ihtimali vardır. Bu bir kaos teorisidir.

İktisatçıların sistemik olduğu tespitinde hemfikir oldukları krizin bir kaosa dönüşmeden atlatılabileceği konusunda farklı görüşler var. Eksik tüketim teorisinden hareket eden Fransız iktisatçı Michel Husson ve Monthly Review çevresinden Fred Magdoff gibi iktisatçılar, 1980’lerde kâr oranlarının düştüğünü ancak daha sonra yeniden yükselmeye başladığını, yükselen kârların ücret yerine temettüye ve rantiye gelirlerine aktarılması nedeniyle krizin yaşandığını ileri sürüyorlar. Bundan farklı olarak Alan Freeman ve Andrew Kliman, kâr oranlarının düşmeye devam ettiğini, ücretlerin bu nedenle düştüğünü, dolayısıyla krizin bölüşümsel değil sermayenin organik bileşimindeki artış eğiliminden kaynaklanan yapısal nedenleri olduğu savunuyorlar.

Genişletici kredi politikalarının yarattığı balonlar durgunluğu krize çevirmektedir. Kapitalizm, prensipte makinayı işçiye ikame eden bir sistemdir ve tüketim için değil üretim için üretim yapmaktadır. Sermayenin organik bileşiminin artması sermaye başına kârı azaltmakta, sermayenin değer üretme kapasitesini düşürmektedir. Kullanım değeri niceliği artarken değişim değeri düşmekte, yani Marx’ın tanımladığı haliyle üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden bu soruna sistem içinde kalıcı bir çözüm bulunması mümkün değildir.

Kliman’a göre kapitalistler arasında yatırım harcamalarının önemi artmaya devam ediyor. Madencilik-demir-çelik-madencilik zinciri bunun göstergelerinden biri. General Motors ve Chrysler gibi şirketlerin kurtarılmasının “zenginleri daha da zengin yapmak amacın amacına yönelik olduğuna ilişkin soldan gelen eleştirileri” de kabul etmeyen Kliman, ABD yönetiminin domino etkisiyle toplu çöküşten korktuğu için bu şirketleri kurtardığını savunuyor. Tam da bu yüzden eksik tüketim teorisyenlerinin önerdiği gibi gelir bölüşümünü zenginlerden yoksullara çevirmek sorunu çözmeyecek ve durgunluğu artıracaktır. Kliman;

Devlet kontrolü, millileştirme veya finansal piyasaların düzenlenmesi gibi önerilerin de esasta var olan azalan kâr oranları sorununa çözüm getirmeyeceğini, geniş ölçekli bir sermaye yıkımı gerçekleşmedikçe, kâr oranlarının yeniden yükselmeyeceğine işaret etmektedir. Sistemi aşmaya yönelik radikal çözümler bulunması gerektiğini, bunun dışında kaos, faşizm ve savaşın akıl almaz olmadığını ileri sürmektedir. (s. 138)

Gelirin emek lehine yeniden dağılımının yapılabileceğini savunanlar kapitalizmden vazgeçmeden neoliberal programdan vazgeçmeyi savunuyorlardı. Yeni Anlaşma beklentileri uyandıran 21. Yüzyılda Kapital kitabının yazarı Thomas Piketty ve Eşitsizliğin Bedeli’nin yazarı Joseph Stiglitz’in reform önerileri, Syriza ve Podemos gibi deneyimler, ölü doğmaktadır. 1929 döneminde işçi sınıfının artan tepkisi karşısında sermaye sınıfını gerçekçiliğe ve basirete davet eden akıl hocalığı Yeni Anlaşma’yı üretmişti. 2008 sonrasında ise bu akıl hocalığı gerçek dışı bir Yeni-Yeni Anlaşma beklentisi yaratarak işçi sınıfının potansiyel tepkisini soğurmaktadır.

İşçi sınıfı hareketi 1980’lerde yediği darbelerin ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasının hala etkisi altındadır. Yazar Mustafa Kemal Doğru, kamucu ve planlı sistemin yenilgiye uğraması üzerine yeni bir yaşam referansının olmamasının eksikliğine işaret ediyor:

Bugün dünya ilericiliği yenilginin yarattığı hayal kırıklığıyla, eskiden (kapitalizmden) kopmak ve fakat bir daha yenilmemek üzere bir arayışın henüz başlangıcındadır…. Bu yüzden önümüzdeki dönem, yalnızca büyük ve şiddetli çalkantılar dönemi değil aynı zamanda büyük bir yenilenme, arayış ve deneyimler dönemi de olacaktır… Bir ekonomik kriz, bir sistemik kriz ve bir çevre krizi iç içe geçmiştir. Yeni Anlaşma’dan çok, yeni bir çatışmalar zinciri daha yüksek olasılık olarak ortaya çıkıyor…. Aydınlanma, anlaşma yapmak, yetişkinlerin işidir. Gerçek yeni anlaşma, insanın kendisiyle barışmasıdır. Yeni anlaşma, yeni bir uygarlık olacaktır. (s. 145)

Kitap Nâzım Hikmet’in Büyük İnsanlık şiiriyle bitiriliyor. Yazar bu son değerlendirmesinde dünyadaki komünist harekete değinmiyor, daha çok Yeni Anlaşma beklentisi uyandıranların kısırlığına parmak basıyor. Ancak nasıl ki 1929 krizinin öznel etkeni, sosyal demokrasiden kendisini on yıl kadar önce ayrıştıran ve sınıfın militanlığına önderlik eden komünist hareket ise bugün de aynı etkeni dikkat almak gerekir. Krizi çözümleyen aydınların marksist yöntemi kullanırken düştükleri hatalar, bu hataların ürettiği siyasal yanılsamalar ve bu yanılsamalardan beslenen yeni sosyal demokrasi, işçi sınıfının uyanması yerine bir süre daha mahmur kalmasına sebep olacak bir zincirdir. Yeni Anlaşma beklentileri karşısında tarihsel deneyimi güncel bir umuda tercüme edecek olan ise komünist öznelliktir. Yeni Anlaşma bu açıdan “yeni bir uygarlığı” ifade ediyorsa, kitapta ima düzeyinde kalan sosyalist devrim koşulunu kitabın kenarına not edip altını çizmekte fayda vardır. Gelenek okurlarının kitabı keyifle okurken altını çizecekleri birçok satırın yanında…


* Mustafa Kemal Doğru, “Yeni Anlaşma” Mümkün mü? 1929 ve 2008 Krizi, Ankara: Nota Bene, 2015.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×