Kitle Hareketinden Dersler: Sosyalizmi ‘Normalleştirmek’

Genel olarak Gezi Direnişi adıyla simgelenen, ancak kapsamı ve süresi düşünüldüğünde rahatlıkla Haziran İsyanı da denebilecek olan devasa kalkışma, farklı ölçeklerde de olsa devam ediyor. Daha şimdiden dünya tarihindeki en uzun toplumsal isyan hareketlerinden biri olmayı hak eden Gezi Direnişi, büyük bir olasılıkla, önümüzdeki aylarda yeni gündemler ve görünümlerle kendisini tekrar ortaya koyacak; bir anlamda, yükselen isyan dalgası yaz aylarındaki inişinin ardından sonbaharla birlikte yeni bir dalgaya ulanarak yükselecek.

Bu anlamda, Gezi Direnişi, devam etmekte olan, süreç ve hareketlilik boyutu sonlanmamış bir dinamiği ifade etmektedir. Ancak halihazırda devam etmekte olan süreçleri, hareketli dinamikleri çözümlemek de çeşitli zorluklar barındırmaktadır. Her şeyden önce, süreci çözümlemeye niyetlenen akıl, aynı zamanda söz konusu sürecin bir parçası olduğu ölçüde, çözümlemenin özdüşünümsel bir yan taşıması kaçınılmazdır. Dahası, sürecin içerisindeki bir aklın, gözlemlenen ve deneyimlenen hareketliliğin sonuçları ve rotası hakkında çıkarımlarda bulunmasının da bir sınırı vardır. Çünkü tahmin edilmeye çalışılan sonuçlar ve rota, bağımsız ve yalıtık bir gelişimin ürünü olarak değil, bizzat çözümleyici aklın da dahil olduğu iradi çaba ve hedeflerin de etkili olduğu bir süreç sonunda belirginleşecektir. Büyük toplumsal hareketliliklerin çözümlenmesinde tarihsel bakışın faydalarından ve daha sağlam ve tutarlı çözümlemelerin ancak olayın üzerinden belirli bir zaman geçtikten sonra yapılabilmesinden ise söz etmeye dahi gerek yoktur.

Yine de içerisinden geçmekte olduğumuz süreç hakkında akıl yürütmenin ve kimi kestirimlerde bulunmanın sakıncası bulunmamaktadır. Hatta yapılan çözümlemenin ve ulaşılan sonuçların bilimsel bir kesinlik iddiasından çok, mevcut verilerin gösterdiği doğrultuyla uyumlu olmayı yeterli sayması ölçüsünde, bu türden akıl yürütmelerin ve kestirimlerin kaçınılmaz bir gereksinime denk düştüğünü söylemek de mümkündür. Elbette aradan zaman geçtikçe ve daha derinlikli toplumsal ve tarihsel incelemeler gerçekleştirildikçe, geçerlilik düzeyi daha yüksek sonuçlara ulaşmak kolaylaşacaktır. Ancak bugüne dair bilgimizi ve yönelimlerimizi an be an geliştirmek, her adımda bir öncekinden daha ileri ve sağlam bir noktaya sıçrayabilmek için kolları şimdiden sıvamak da gereklidir.

Deneyim ve pratik: Öğrenmenin diyalektiği

Kitle hareketinden dersler çıkarmak, en basit anlamıyla, verili bir öznenin karşılaştığı ya da gözlemlediği hareketlilik sayesinde bilgi dağarcığını genişletmesi, öncesinde bilmediği ya da bilgi düzeyinde kavramadığı kimi gerçeklikleri “artık” bilmesi olarak tanımlanabilir. Gündelik hayatın ya da konuşma dilinin ötesine geçmek istediğimizde ise, öğrenme sürecinin boyutlandığını ve karmaşıklaştığını görürüz. Söz konusu olan siyasal bir öznenin toplumsal bir mücadele ile kurduğu öğrenme ilişkisi ise, burada artık bol miktarda deneyimden beslenen, ayrıca pratik bir ilişki biçimine de denk düşen diyalektik bir süreçten bahsetmemiz gerekir.

Büyük kitle hareketleri ile siyasal özneler arasındaki ilişkinin en önemli boyutu, bu ilişkinin süreklileşmiş ve tutarlı bir pratik deneyim olarak kurgulanması gerekliliğidir. Bir siyasal öznenin kitle hareketiyle beraber devinmesi, o hareketi izlemek ve gözlemekle yetinmeyip aynı devinimin bir parçası olmaya çalışması, kitle hareketleriyle bir bağ tesis etmenin ilk koşulu olarak belirginleşmektedir. Üstelik bu koşul, salt siyasal ya da etik değil, aynı zamanda epistemolojik bir koşul olarak da kendisini dayatmaktadır.

Dolayısıyla kitle hareketleriyle ilişki kurmaya çalışan bir siyasal özne, öncelikle bu kitle hareketinin içerisinde devinmek, kitleler ile aynı varoluş zeminini paylaşmak zorundadır. Kendisini yalıtık alanlara ya da mecralara hapseden bir siyasal özne, sadece siyasal ve etik iddialarını kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda ilişki kurmaya çalıştığı kitle hareketini anlamak ve çözümlemek için gerekli olan epistemolojik koşullardan da mahrum kalır. Bu anlamda, kitle hareketleri söz konusu olduğunda, siyasal özne izleyici ya da gözlemci konumundan çıkarak, söz konusu hareketi pratik olarak deneyimleyebilecek koşulları yaratmalıdır.

Ancak buradaki deneyim, basit anlamıyla kitle eylemliliklerinin içerisinde yer almaya indirgenemez. Daha doğrusu, bir siyasal özne, kitle hareketlerinin sadece içerisinde yer almakla yetinemez. Eğer marksizmin bilgi kuramı ampirizme kesin bir biçimde karşıysa, deneyim kavramıyla ifade edilen pratik de gözlem-deney sığlığının ötesine geçmek zorundadır. O halde, deneyim kavramıyla ifade edilen süreç, kitle hareketlerine fiili olarak katılmaktan daha fazlasını ifade etmektedir. Bundan sonrasında siyasal öznenin gündeminde, kitle ile pratik olarak ilişkilenmek, belirli hedefler ve talepler üzerinde buluşmak ve süreci güçlendirerek ileriye taşımak gibi görevler bulunmaktadır.

Kitle hareketleriyle pratik olarak ilişkilenmek, ancak söz konusu hareketin meşruiyeti ve doğruluğu konusundaki sorular yanıtlandıktan sonra söz konusu olabilir. Bir kere verili bir kitle hareketinin meşru ve doğru temellere dayandığı saptandıktan sonra ise, siyasal öznenin yapması gereken, bu hareketin meşruluğunu ve doğruluğunu paylaşmak, hatta paylaşmanın ötesine geçip yeniden üretmek olacaktır. Kitle hareketinin meşruluğunun ve doğruluğunun yeniden üretimi, aynı zamanda, ilişkilenme adımını takip eden buluşma ve ileriye taşıma uğrakları açısından da zorunludur. Çünkü meşru ve doğru olarak saptanan bir hareketlilikle ilk düzeyde ilişkilenmeyip, doğrudan buluşmaya ve ileri taşımaya atlamak mümkün değildir. Ayrıca, meşruiyetin ve doğruluğun yeniden üretiminin, sürekli aynı içeriğin tekrarına dayanan bir kopyalama işlemi olarak görülmesi de hatalıdır. Yeniden üretim, kendisini tekrar eden her adımda büyüyen, yoğunlaşan ve katılaşan bir çevrimi ifade etmektedir. Dolayısıyla kitle hareketlerinin meşruiyetini ve doğruluğunu yeniden üretmeye koyulan bir siyasal özne, her adımında eldeki birikimi ileriye taşıyarak yeniden üretmek zorundadır.

Kitle hareketleriyle ilişkilenen bir siyasal öznenin, bu ilişki durumunu sonsuza kadar koruyabilmesi ya da kurduğu ilişkiyi bozulması olanaksız bir garanti altına alabilmesi, doğal olarak, söz konusu değildir. İlişkilenme, bir kerede olmuş bitmiş bir olayı değil, sürekli yeniden üretilmesi, her uğrakta varlığının ve devamlılığının sağlama alınması gereken bir süreci ifade eder. Bu devamlılığın sağlanması açısından ise, hareketin belirginleşmiş hedef ve talepleriyle buluşmak, bu hedef ve taleplerin gerisine düşülmemesi konusunda çaba harcamak kaçınılmazdır. Kuşkusuz, siyasal öznenin programı ve ufku, verili kitle hareketlerinin taleplerine indirgenemez. Dahası, kitleler tarafından dillendirilmemiş olan programatik hedeflerin meşruiyeti de söz konusu edilemez. Dolayısıyla siyasal öznenin kitle hareketiyle belirli talepler etrafında buluşması, asla kendi program ve hedeflerini rafa kaldırması anlamına gelmemektedir. Ancak kitle hareketinin ürettiği en ileri talebe sahip çıkmak, bu talebi kendi programatik hedefleri ile somut ve anlaşılır bir ilişki içerisinde anlamlandırmak, giderek harekete verili an ve koşullardaki mücadelenin daha ileri hedeflerle oluşturduğu bütünlüğü gösterebilmek, sözünü ettiğimiz buluşmanın devamlılığını sağlamak açısından vazgeçilmezdir.

İlişkilenme ve buluşmanın doğal bir sonucu ise, hareketi güçlendirerek daha ileri noktalara taşımak olacaktır. Diğer bir deyişle, kitle hareketleriyle pratik olarak ilişkilenip, çeşitli somut talep ve hedefler etrafında buluşabilen bir siyasal özne, sadece verili mevzileri daha ileriye taşıyabilme olasılığına sahip olmakla kalmayıp, aynı zamanda buna zorunlu da olacaktır. Kitle hareketlerini ileriye taşıma zorunluluğu, esasında, hedeflenen o ileri noktaya erişip erişememe sorunundan bağımsızdır. Yani bir siyasal öznenin hareketi daha ileri uğraklara taşımak konusunda çaba harcamasının gerekliliği, söz konusu ileri uğraklara ulaşılamaması durumunda da geçerlidir. Çünkü ileriye taşımak, sadece nihai hedefe ulaşmak açısından değil, verili konumu ve mevziyi korumak açısından da kaçınılmazdır. Kendisini bir sonraki uğrağa bağlayıp sabitlememiş bir kitle hareketi, ister istemez mevcut uğrağını da yitirecek; içerisinde mücadele ettiği koşulları ve olanakları yeniden üretemeyecektir.

İşte kitle hareketinden dersler çıkarmak ya da kitlelerden öğrenmek sorunu söz konusu olduğunda, işe hareket ile özne arasındaki bu temel düzeyden başlamak gerekmektedir. Kitle hareketleriyle ilişkilenmeyen, somut talepler etrafında buluşmayan ve hareketi daha ileriye çekmek için çaba harcamayan bir siyasal özne, karşısında en açık ve öğretici süreçler de cereyan etse, kalıcı ve bilinçli bir öğrenme deneyimi geçiremeyecektir. Eğer kitlelerden öğrenmek derken, eski bildiklerimizi tümüyle unutmayı ya da eski bilgilerimizi ikame edecek yeni bilgiler aramayı kastetmiyorsak, kitle hareketleriyle öğretici bir ilişki biçimi tutturabilmenin zorunlu koşulları, yukarıda söz ettiğimiz ilişkilenme, buluşma ve ileri taşıma uğraklarında yatmaktadır. Daha kısa ve açık olarak şöyle de ifade edebiliriz: kitlelerden öğrenmenin ilk ve vazgeçilmez koşulu, öncülük pratiğidir. Elinde öncülüğe dair bir irade ve ön model olmayan öznenin, bir kitle hareketinden herhangi bir şey öğrenmesi mümkün değildir.

Kuramsal sorunlara pratik çözümler: İlk sonuçlar

Baştan bu yana özet olarak çizilen çerçeve, Gezi Direnişi süreciyle beraber gündeme gelen kitlelerden öğrenme sorunu açısından, en azından başlangıç düzeyinde işe yarar olacaktır. Dolayısıyla artık kitle hareketleri ile siyasal özne arasındaki ilişkiyi, daha somut ve özgül bir bağlamda tartışabilir, son süreçte öğrenildiği varsayılan kimi sonuçları ele alabiliriz.

Gezi Direnişi ile birlikte Türkiye’de siyasal ve toplumsal birçok parametrenin yer değiştirdiği, uzun zamandır birer sorunsal haline gelen çeşitli başlıklarda berraklaşmanın sağlandığı sık sık söylendi. Özellikle Türkiye sosyalist hareketinin yıllardır içerisinde debelendiği ve ancak bir kuramsal sorun olarak ele alabildiği bazı başlıklarda ise, deyim yerindeyse pratiğin zorladığı çözümler açığa çıktı. Esasında kuramsal sorunlara pratik çözümlerle yanıt verilmesi, marksizm açısından şaşırtıcı değil. Marksizm, hem yöntemi hem de epistemolojisi açısından, kuramsal düzlemde saptanıp tanımlanabilen sorunların, ancak ve kesin olarak pratik içerisinde çözülebileceğini, kuramda açığa çıkan sorunların yine kuram alanında çözüme kavuşturulamayacağını zaten söylemektedir. Dolayısıyla, Türkiye sosyalist hareketinin öğrendiklerini sıralarken, bu yöntemsel ilkeden başlamış olmak anlamlıdır.

***

Ancak Gezi Direnişi ile yükselen kitle hareketinin sonuçları, ağırlıkla daha somut ve siyasal anlamlara da sahiptir. Bu açıdan ilk olarak dikkati çeken, belki de son otuz yıldır bıktırıcı bir ezberle tekrarlanan kemalizmle ilişki konusudur. Özellikle Kürt hareketinin sol üzerindeki vesayetinin artmasıyla ve 12 Eylül ertesinde liberal saldırının şiddetlenmesiyle paralel olarak, Türkiye sosyalist hareketi neredeyse bütünüyle kemalist olmakla, kemalizmle ilişkileri koparamamış olmakla suçlandı. Marksist devrimci bir siyasal hatta ısrar edenler, cumhuriyetin birikimleri ve değerleri konusundaki hassasiyetin altını çizmeye çalıştıkları anda, bir itibarsızlaştırma etiketi olarak kemalistlik elde hazır tutuldu. İşin kötüsü, bu baskının ağırlığına dayanamayanlar da, kemalistlik etiketinden uzak durabilmek için bağımsız siyasal ve ideolojik çizgilerini büyük oranda terk etmek zorunda kaldı.

Oysa Türkiye’de kemalizmle herhangi bir ilişki ya da bulaşıklık taşımayan bağımsız bir marksist hat, uzun zamandır varlığını ispat etmiş durumdadır. Marksistler ve komünistler açısından kemalizm, esas olarak burjuva devrimi bağlamında değerlendirilebilecek bir tartışma başlığı haline gelmiştir. Dolayısıyla kemalizmden kopuş tartışmaları, marksistleri ve komünistleri bağlayan bir başlık dahi değildir. Ancak kendi siyasal ve ideolojik çizgilerinin bağımsızlığı yanı sıra, Türkiye’de yaşanan burjuva devriminin ve cumhuriyet deneyiminin ilerici birikimine sahip çıkmak, bizzat komünistlere düşen bir görev haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, kemalizmle kopuş tartışmalarında yeri olmayan komünistlerin, büyük çoğunluğu da işçi ve emekçilerin mücadeleleri sonucunda elde edilmiş kazanımların ve değerlerin tasfiyesine karşı durmak konusunda en öne geçmelerinde herhangi bir gariplik bulunmamaktadır. Türkiye solunda gözlenen tutukluk ve mahcubiyet, kuramsal ya da siyasal temellere sahip olmayıp, esas olarak AKP’nin ve liberal yandaşlarının yarattığı kafa karışıklığından kaynaklanmaktadır.

Gezi Direnişi sürecinde tüm ülkeye yayılan eylemler, Türkiye sosyalist hareketinin yıllardır doğru bir biçimde ele alamadığı bu tartışmayı yerli yerine oturtmak açısından önemli veriler sunmaktadır. Ellerinde bayraklarla, Mustafa Kemal posterleriyle sokaklarda çatışanlar, büyük çoğunlukla örgütsüz, angajmansız yurttaşlardı. Dahası hemen hemen hepsi bayrak ve Mustafa Kemal konusunda hassasiyet taşımakla beraber, bir tür “resmi ideoloji” kemalizmi ile de hayli mesafeliydiler. Diğer bir deyişle, ellerinde bayraklarla Mustafa Kemal’e duydukları sevgiyi göstermeye çalışan insanlar, esasında ne ittihatçı ne de tek partili rejim savunucusu idiler. Resmi ideoloji olarak kemalizm, kuşkusuz Gezi eylemleri sırasında da temsil edilmiş olsa da, milyonlarca insandan oluşan kitlenin ağırlıklı kısmı, bayrağa ve Mustafa Kemal’e bir tür modern ve çağdaş yaşam figürü olarak sahip çıkıyorlardı. Dahası, Birinci Cumhuriyet olarak adlandırdığımız ve AKP eliyle tüm ilerici unsurları tasfiye edilen toplumsal ve siyasal düzenin yitişinin ardından, geniş kitleler tasfiye sürecinin hesabını AKP ile göreceklerini de belli etmişler; ulusal bayrak ve Mustafa Kemal, aynı zamanda böylesi bir karşıtlığın da simgesi haline gelmiştir.

Sosyalist hareket açısından ise, Türkiye’de burjuva devriminin mirasına, işçi ve emekçilerin mücadeleleri ile edinilen kazanımlara ve laik, aydınlanmacı, cumhuriyetçi değerlere sahip çıkmadan hiçbir başarı şansı olmadığı açığa çıkmıştır. Yıllardır solun insanlık tarihinin ilerici birikimi ile bağlarını koparmasını salık verenlerin, hatta gerçek solun laiklikten, bağımsızlıktan, akılcılıktan ya da kamuculuktan uzaklaşmakla kurulabileceğini söyleyenlerin, solu AKP rejimine yamamak dışında bir hedefleri olmadığı artık anlaşılmıştır. Bu anlamda, Türkiye’nin ilerici birikimine sırtını dönen bir solun, kitleselleşme ve toplumsallaşma şansı olmadığı, Gezi Direnişi’nin öğrettikleri arasında başlara yazılmalıdır. Kuşkusuz, Türkiye’de sosyalistlerin burjuva modernleşme sürecini tekrar yürürlüğe koymaları gerektiğinden söz etmek saçmadır. Bir tür “kemalizmin restorasyonu” olarak adlandırılabilecek siyasal program, daha en baştan başarısızlığa mahkumdur. Ancak bu, sosyalist hareketin zaten Gezi öncesinden bu yana sahip olduğu bir bilgidir.

***

Gezi Direnişi sürecinde milliyetçi ve hatta şoven unsurların belirleyici olduğu, hareketin darbe arzusu içerisinde olanlar tarafından yönlendirildiği gibi sözler, çeşitli bahanelerle dile getirilmiş ve esas olarak AKP’nin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramamıştır. Kuşkusuz, on milyondan fazla insanın sokağa çıktığı bir eylemlilik sürecinde, tek tek her bir kişiden niyet beyanı ya da kimlik deklarasyonu istemek akıl işi değildir. Bu nedenle, büyük kitle eylemlerinin siyasal ve ideolojik karakterini saptamaya çalışırken, harekete katılan bireylerin ötesine geçen ve tekil iradeleri aşarak kolektifleşen değerleri dikkate almak gereklidir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, bir bütün olarak Gezi Direnişi, milliyetçi ya da şoven olmak şöyle dursun, son derece eşitlikçi, barışçıl ve kardeşlik temelinde yükselen bir toplumsal hareketlilik olmuştur.

Fakat kimileri açısından hala rahatsızlık yaratan özellik ise, Gezi Direnişi’nin belirgin bir anti-emperyalist ve yurtsever damar barındırmasıdır. Anti-emperyalizmi ve yurtseverliği bir tür hastalık olarak değerlendiren liberaller ve dinciler açısından, bu karakteriyle Gezi Direnişi elbette endişe yaratmıştır. Devrimciler ve komünistler açısından ise, yıllardır karşı karşıya kaldığı büyük saldırıya karşın anti-emperyalist ve yurtsever duyarlılıkların hala ayakta olduğunun ortaya çıkması ciddiye alınmalıdır. Kuramsal temellerini emperyalizmin Türkiye kapitalizmine içkinleşmiş bir olgu haline geldiği ve bu topraklarda sosyalist devrim mücadelesinin anti-emperyalist ve yurtsever bir karakter taşımasının bu nedenle zorunlu olduğu saptamasında bulan tutum, kitle hareketinin devasa manzarasında kendisine pratik ve somut bir karşılık bulmuş sayılmalıdır.

Gezi Direnişi’nin içerisinde yer alanların, ABD ya da AB gibi emperyalist merkezlerin açıklamalarına fazlaca itibar etmemeleri de, AKP ile emperyalist sistem arasındaki yapısal bağın, sanıldığından daha güçlü biçimde farkında olunduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, anti-emperyalist ve yurtsever bir sosyalist mücadele çizgisinin, sadece haklı ve doğru olmakla kalmayıp, aynı zamanda bu topraklarda gerçek bir toplumsal karşılık yaratabilecek yegane siyasal program olduğu da açığa çıkmıştır.

***

Sadece Gezi Direnişi’nde kendini gösteren bir tema olmakla tarif edilemeyecek, aynı zamanda tüm ülkede kitleleri harekete geçiren bir neden olarak da değerlendirilmesi gereken başlık ise, AKP gericiliği ve tüm topluma dayatılan dinci yaşam tarzıdır. Eğitim hayatından özel hayata kadar her alanda egemen kılınmaya çalışılan dinci gericilik, Gezi Direnişi’ne katılan yurttaşların neredeyse tümü açısından geçerli ve meşru bir gerekçe olarak öne çıkmıştır. Son yıllarda çeşitli ölçeklerde açığa çıkan dinselleşme karşıtı tepkiler, Gezi Direnişi ile birlikte toplumsal bir kalkışmanın motor gücü haline gelmiş oldu. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye toplumunun laiklik ve aydınlanmacılık konusundaki duyarlılıklarının hafife alınmasındaki siyasal ve ideolojik basiretsizlik oldukça çarpıcıdır.

Ancak daha çarpıcı olan, Türkiye’de sol adına dinci gericiliğe meşruiyet sağlamayı görev bellemiş olanların varlığıdır. Kamusal alanda dinci gericiliğin meşruiyetini artırmayı amaçlayan her tür girişime özgürlük kisvesi altında destek olmaya çalışan bir sol, Gezi Direnişi ile birlikte pratik olarak da nihayete ermiş sayılmalıdır. Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin, AKP’yi merkeze oturtan ve kazınması imkansız baskınlıkta laik ve aydınlanmacı damar taşıyan bir siyasal çizginin yokluğunda bir hayal olarak bile var olamayacağı belli olmuştur. Benzer biçimde, demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi başlıklarda, dinci gericiliği de içerecek ölçüde bulanıklaştırarak değil, bizzat dinci gericiliğin toplumsal egemenliğinin kırılmasıyla ilerlemeler sağlanabileceği ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, Gezi Direnişi ile birlikte, solun laiklik ve aydınlanmayla kurduğu ilişki, kuramsal temellerinin ötesinde, pratik bir zorunluluk halini almıştır.

***

Gezi Direnişi, kuşkusuz, en çok kitleselliği ile çarpıcı ve göz kamaştırıcı olmuştur. Sayısının kesin olarak hesaplanması imkansız olsa da, tüm direniş süreci boyunca ve ülke genelinde on milyondan fazla insanın eylemlere katıldığı rahatlıkla söylenebilir. Bu genişlikte bir eylemlilik, kuşkusuz, Türkiye tarihinin en kitlesel eylemi olarak tanımlanmayı da hak etmiştir.

Ancak Gezi Direnişi sürecinde, kitleselliğin niteliksel boyutları da öne çıkmıştır. Diğer bir deyişle, milyonlarca insanın sokaklara çıkması, sadece eylemlere lojistik bir güç katmamış, aynı zamanda eylemlilik sürecinin niteliğini radikal biçimde değiştirmiştir. Halkın ayaklanmasından söz ederken vurgulanan halk, esas olarak ve öncelikle eylemlilik sürecine katılan insan topluluğunun ulaştığı niceliği ifade etmektedir. Daha düşük bir rakamla, basitçe bir eylem korteji ya da geniş bir miting olarak tanımlanabilecek eylemler, niceliğin belirli bir eşiği aşmasıyla birlikte nitelik değiştirmiş, isyan eden ve ayaklanan bir halktan söz etmek mümkün hale gelmiştir.

Sol açısından değerli olan gereken kazanımlardan biri de, elbette, kitleselliğin bu nitelik yaratıcı biçimidir. Uzun yıllardır halklaşmayı, kitleselleşmeyi, toplumsallaşmayı dert edinen bir sosyalist hareket için, Gezi Direnişi’nde ulaşılan niteliksel eşik önemsenmeli ve korunmalıdır. Bunun için sadece daha geniş kitlelere hitap etmeyi kolaylaştıracak bir seslenme ölçeğinin oluşturulması yetmeyecek, ister istemez seslenme biçimi ve tarzı konusunda da yeniliklerin ve katkıların hayata geçirilmesi gerekecektir. Ancak her durumda, solun, halk hareketinin kitlesel niteliğini geriye çekecek, geniş kitlelerin eylemlilik sürecinden dışlanması ya da baskılanması anlamına gelecek tutum ve tarzlardan uzak durması bir zorunluluktur. Zira geniş kitlelerin AKP iktidarı karşısındaki meşruiyetinin en önemli kaynağı, çabucak edindikleri halk kimliği olmuştur. Dolayısıyla halkı halk olmaktan çıkaracak girişimler, AKP karşıtı mücadelenin meşruiyetine zararlı olarak değerlendirilmelidir.

***

Zaman zaman geri çekilmeler ya da tahribatlar söz konusu olsa da, Gezi Direnişi boyunca belirli bir ideolojik tutarlılık sergilendiğini söylemek mümkündür. Ancak Gezi Direnişi’nin ideolojik gücü, aynı zamanda onun zayıf noktasını da oluşturmuştur. Eylemlilik sürecinde geniş kitlelere yayılma şansı bulamasa da, özellikle belirli çevrelerde ve merkezlerde yoğunlaşan liberal hassasiyetler ve beklentiler, direnişin kimi uğraklarında telafisi imkansız zararlar yaratmaya aday hale gelebildiler. Bu anlamda, keskin bir dönüşüme direnebilmiş olsa da, direnişi temsil ve ifade eden ideolojik söylemin liberal ideolojiye karşı şerbetli olmadığı da ortaya çıkmış oldu.

Bu tür uğraklarda sürece müdahale edilmesi sosyalist hareket açısından açık bir görev olmakla birlikte, solun bütününün bu müdahaleye hazırlık konusunda birçok eksikle malul olduğu da inkar edilemez. Dolayısıyla, kitle hareketinin sonuçları derlenirken, sosyalist öznelerin ideolojik donanım ve tutarlılık konularında daha fazla çaba harcamaları gerekliliği göz ardı edilemez. Böylesi bir donanım ve tutarlılık ise, en başta öznenin siyasal programı ile güncel talepler arasında kurulacak ilişkilenme ile mümkün olacaktır. Direniş içerisinde dile gelen ya da yaygınlaşan olumlu taleplerin, daha ileri mevzilerle bütünleştirilmesi; taleplerin sadece karşılanmayı bekleyen değil, aynı zamanda ileri çeken biçimlerde formüle edilmesi ya da geniş kitleler nezdinde güncel taleplerin programatik hedeflerin bir çıktısı haline getirilebilmesi gerekmektedir.

Kitle hareketlerinin meşruiyet alanını sürekli genişletecek ve güçlendirecek olan da, güncel taleplerin ve programatik hedeflerin bu türden bağlantılarla birbirine eklemlenebilmesidir. Ancak hiçbir talep ya da hedef, hiçbir meşru zemin ya da siyasal haklılık, somut ve maddi bir toplumsal varoluş kazanmadan kalıcılaşamaz. Dolayısıyla, ihtiyacı hissedilen ideolojik tutarlılık ve güçlü meşruiyet, ancak yaygın ve etkili bir örgütlülüğe dayanarak ayakta kalabilir. Gezi Direnişi boyunca, örgütlülük fikrine ve örgütlenme çabalarına karşı sistemli ve planlı bir saldırı yürütülmesinin başlıca gerekçesi, mevcut ideolojik tutarlılığın ve meşruiyetin örgütlü bir güce dönüşmesinden duyulan endişedir. Çünkü, tıpkı kitlesellik konusunda olduğu gibi, verili bir halk hareketinin ideolojik ve siyasal haklılığının örgütlü bir güçle ifade edilir hale gelmesi, bir başka niteliksel dönüşüm anlamına gelecektir.

***

Toparlamak gerekirse, Türkiye’de burjuva devriminin yarattığı ve halk mücadelesi açısından anlamlı birer zemin olmayı sürdüren değerlere sahip çıkılması; sosyalizm mücadelesinin zorunlu koşullarından olan anti-emperyalist ve yurtsever tutumun, geniş halk kitleleri nezdinde meşruiyetini koruduğunun saptanması; AKP karşıtı mücadelenin mutlaka ve radikal bir biçimde laik ve aydınlanmacı bir damar taşımak durumunda olmasının ortaya çıkması; kitlesel eylemlerin sağladığı niteliksel dönüşümün korunması gerektiği; ve nihayet, bir anda patlak veren bir mücadelenin kalıcılığının ve haklılığının korunmasının ancak tutarlı ve bütünlüklü bir ideolojik egemenlik ile mümkün olduğu, bunun en önemli koşulunun da örgütlü hareket becerisini ve ölçeğini artırmaktan geçtiği, Gezi Direnişi süresince gözlemlenebilen ve artık birer “ders” olarak kabul edilmesi gereken sonuçlar olmuştur.

Kuşkusuz, içerisinden geçtiğimiz süreçten çıkarsanabilecek sayısız sonuç ve saptama, formüle edilmeyi beklemektedir. Üstelik, yaşadığımız günlerin üzerinden geçen zaman, geleceğin tarihçileri için bir avantaja dönüşecek ve direnişin etkileri ve sonuçları konusunda daha yaratıcı ve kalıcı değerlendirmeler üretilecektir. Ancak bugüne ve yakın geleceğe dair çıkarımlarda ve saptamalarda bulunmak, içerisinde devindiğimiz sürecin bir parçası olmayı arzulayan sosyalist özne açısından, sadece faydalı bir egzersiz değil, aynı zamanda siyasal ve pratik bir zorunluluktur. Halk hareketine öncülük etme talebinde ve iddiasında bulunan bir siyasal özne, gelecek zamanların bilimsel ve nesnel bakışını beklemek yerine, kaçınılmaz olarak kendisini kuşatan tarihselliğe ve toplumsallığa nüfuz etmek, içerisinde mücadele ettiği koşulları yönlendirmek durumundadır. Çünkü öncülük, her an yeniden üretilen ve her adımda daha gelişmiş biçimlerde icra edilen bir siyasal pratiktir.

Halklaşmak ve öncüleşmek

Sosyalizmin meşruiyeti ve geçerliliği, esasen tarihsel ve kuramsal kökenlere sahiptir. Bir başka ifadeyle, mevcut toplumsal ve siyasal koşullarda sosyalizm hedefine yakınsayan ya da güç kazandıran dinamiklerin olup olmaması, sosyalizm programının haklılığını ve tutarlılığını saptarken belirleyici olan verilerden değildir. Bu anlamda, sosyalizm düşüncesi ve hedefi, tarihsel meşruiyetine ve geçerliliğine “kökensel” olarak sahiptir.

Ancak bu tarihsel meşruiyetin, verili andaki toplumsal ve siyasal koşullarla örtüşmesi, sosyalizmin sadece tarihsel olarak değil, aynı zamanda güncel olarak da geçerli ve olanaklı bir siyasal hedef haline gelmesi, sosyalizm mücadelesi açısından yaşamsaldır. Bu tür örtüşmelerin yaşandığı uğraklarda, ideolojik tutarlılığı ve programatik ilkeleri ile kendi meşruiyetini yeniden üreten sosyalist öznenin, bir anda halk hareketinin öncülüğüne sıçraması, ender görülen bir olgu değildir. Dolayısıyla, kendi tarihsel kökenlerinden kaynaklanan meşruiyeti ve geçerliliği konusunda inatçı ve donanımlı olması gereken sosyalist özne, içerisinde yer aldığı toplumsal ve siyasal koşulların sunduğu olanakları değerlendirmek, bu sayede güncel olarak da meşru ve geçerli bir seçenek haline gelmek zorundadır.

Görünen o ki, Türkiye’de uzun zaman sonra ilk kez, sosyalizm düşüncesi ve sosyalist toplum hedefi, güncel ve gerçekçi bir seçenek haline gelme potansiyeli sunmaktadır. AKP iktidarıyla en berrak ve katı görünümüne kavuşmuş olan Türkiye kapitalizmi, emekçi halka ve toplumun geniş kesimlerine, sosyalizm dışında anlamlı ve cazip bir olanak bırakmamıştır. Deyim yerindeyse, tarihin mantığı, Türkiye kapitalizminin en saldırgan ve yenilmez göründüğü bu anlarda, halkın beklentileri ve talepleri ile sosyalizm düşüncesinin ilkeleri arasında açık bir örtüşme yaratmıştır.

Üstelik bu örtüşme, sadece ideolojik ya da kuramsal bir çıkarım olarak değil, esasen gündelik yaşamın içerisinde deneyimlenebilecek pratik bir çıktı olarak açığa çıkmıştır. Söylenmek istenen, kısacası, bugün halkın “normal” beklentilerinin, sosyalizmin “normalleri”yle aynı anlama gelmiş olduğudur. Şimdi sosyalizm, ufukta görünen bir geleceğin konusu ya da ipuçlarını açık etmemiş bir hayalin adı değil, bugünün çaresi, her gün deneyimlenen toplumsal ve siyasal felaketten kurtuluşun somut ifadesidir. Bu anlamda, halklaşmak dendiğinde, sosyalist militan ve kadroların halkın arasında karışması, halkla bütünleşmesi, kendilerinin halk haline gelmesi biçimindeki sınırlı kavrayıştan kurtulmak gerekmektedir. Çünkü bugün halklaşmak, esas olarak ve öncelikle, sosyalizm düşüncesinin halk arasında kök salması, sosyalizmin bir halk hareketliliği haline gelmesi, sosyalizm hedefinin halk yığınları nezdinde kendine maddi bir varoluş biçimi bulması anlamına gelmektedir.

Ancak sosyalizmi somut ve “normal” bir seçenek haline getirmek, nasıl sosyalizm düşüncesinin halklaşmasını zorunlu kılıyorsa, halklaşmak da öncülük pratiğinin geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Halklaşmanın öncülüğün tasfiyesi ya da geçersizleşmesi olarak kavranması, tarihte birçok örneğini gördüğümüz büyük felaketlere neden olmuş bir yanılgıdır. Aksine, dünya komünist hareketinin tarihi, halklaşmanın tutarlı ve kalıcı bir öncülük pratiği ile mümkün olduğunu kanıtlayan örnekler sunmaktadır. Bu anlamda, halklaşmak ve öncüleşmek arasında bir seçimden değil, birbirini zorunlu kılan bir bütünlükten söz etmek gerekmektedir.

Ancak öncülük de tarihsel ve güncel bağlamlara sahip bir pratiktir. Diğer bir deyişle, sosyalizm düşüncesinin tutarlılığı ve tarihsel haklılığı, sosyalist öznenin öncülük talebi ve iddiası için yeterli olmaktayken, sosyalizm mücadelesinin güncel koşulları, öncülüğün her uğrakta yeniden üretilmesini, öncülük pratiğinin her adımda geliştirilmesini, kısacası öncünün kendisini sürekli kanıtlamasını dayatmaktadır. İşçi sınıfının çıkarlarının ve sosyalizm hedefinin meşru ve geçerli taşıyıcısı olduğunu geniş kitlelere kabul ettiremeyen, bu anlamda öncülük pratiğini bir toplumsal ve siyasal kulvara taşıyamayan özne, tarihsel haklılığını yeniden üretmekte de aşılmaz zorluklar yaşamak zorunda kalacaktır.

Dolayısıyla, kitle hareketleri ile öncülük arasında var olan açının, siyasal pratiklerle kapatılması gerekmektedir. Burada, artık, öncünün pratiği de niteliksel değişimler yaşayacak; tarihsel öncülüğün icra edilme biçimi ile güncel öncülüğün icra edilme biçimi birbirinin doğrusal uzantısı olmayacaktır. Kitle hareketine eşik atlatıp niteliksel dönüşümlere neden olan süreçler, öncünün siyasal pratiğinde de niteliksel dönüşümleri zorlayacaktır. Bu zorlayıcılığa yanıt verebilmek ise, ancak verili bir toplumsal hareketliliğin parçası olan, parçası olduğu hareketliliği daha ileriye taşımaya çaba harcayan, kısacası bir yandan halklaşırken bir yandan da öncüleşen bir siyasal özne için mümkün olacaktır.

Kitle hareketinden çıkarılacak dersler de, en çok halklaşma ve öncüleşme hedeflerinin hayata geçirilmesi açısından değer kazanacaktır.

İşte o zaman, sosyalizm “normal” bir hedef, parti meşru bir öncü, halk ise devrimci bir güç haline gelecektir.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×