Kriz döneminde ücretler

Türkiye, yaklaşık bir yıldır daha önce geliyorum diyen kriz koşullarını yaşıyor. Sermaye birikiminde tıkanmaya işaret eden güncel krizin ne kadar derinleşip derinleşmeyeceği, söz konusu tıkanmanın ne ölçüde aşılabileceğine ya da birikim rejiminin güncellenme dinamiklerine bağlı olacak. Fakat bu krizi farklı kılan önemli bir nokta var. Türkiye ekonomisinin artık bütünüyle entegre olduğu küresel kapitalizm kalıcı bir durgunluğun içerisinde ve bu kez konjonktür Türkiye gibi emperyalist hiyerarşinin üst tarafında olmayan ülkelere ekonomik açıdan olanaklar açmıyor. Dünya hasılasının yüzde 1’ine dahi ulaşmayan büyüklüğüyle Türkiye ekonomisini, bir yeni konjonktüre kadar ihya edebilecek bir gelişmenin henüz ipuçlarının alınmadığı bir belirsizlikten bahsediyoruz…

Elbette siyasi sonuçlarıyla birlikte düşünülmesi gereken bu güncel krizin, sermaye sınıfı açısından nasıl aşılabileceği konusu çok boyutlu bir tartışmayı gerektiriyor. Bu konuda yalnızca, Türkiye sermayesi ve ekonomisinin eğer yelkenleri şişirecek bir rüzgara takılıp ilerleyemeyecekse, kendi rüzgarını çıkarmaya soyunmayı deneyebileceğini söyleyip kesebiliriz. Emperyalist sisteme ekonomik entegrasyon biçiminde herhangi bir revizyon, örneğin 2000’li yılların başında oluşan Irak enkazının sunduğuna benzer yeni pazarlar ve sermaye ihracının artarak sürmesi bu paketin parçaları olmak durumundadır. Ve her bir parça, başka gelişmelere bağlı ve başlı başına yine belirsizliklerle maluldür. Sermaye ise kısa, orta ve uzun vadede güvence arayışındadır, belirsizlikler var olan krizi sadece derinleştirmektedir.

İçeride ise kriz koşullarında bir yasanın işleyeceğine ve işletileceğine emin olabiliriz. İşgücü maliyetlerinin düşürülmesi hedeflenecektir. Tüm bu belirsizliklerin içerisinde, net olan ve diğer gelişmelerin seyrinden etkilenmeyecek yegane program maddesi emeğin kazanımlarının tırpanlanması, özelde ücretlerin baskılanması olacaktır. Ülkeye yeni kaynak ve fon girişi anlamına gelecek yabancı sermaye yatırımları için ucuz işçilik ve piyasacı yeni politikalar, bozulan ABD ile ilişkiler ve aşınan AB çıpası düşünüldüğünde patron sınıfının uluslararası sermayeye sunacağı en önemli güvenceler olacaktır. Şimdi, normalleşme adı altında ve hukukun üstünlüğü işaret edilerek bu güvenceleri verebilecek yeni bir iktidar arayışının temelde amacı bu güvencelerin sağlam kazığa bağlanmasıdır. Sermaye krizde kayıplarını telafi etme ve sermaye birikim sürecinin önünü açma çabasındadır.

Sermaye birikiminin temel unsurlarından olan kârlarda yaşanacak kayıpların en kolay telafi edilme yolu, ücretlerin baskılanması olduğundan, işyerlerinden başlayarak çeşitli mekanizmalar çalıştırılmakta ve ücret düzeylerini genel olarak etkileyecek bir dizi uygulama gündeme getirilmektedir. Kıdem tazminatı saldırısının, ücret paylarının düşürülmesiyle doğrudan bağlantısı vardır ve dahası işgücü piyasası koşullarının esnekleştirilmesi yoluyla dolaylı olarak da ücretlerin baskılanmasına yarayacaktır. Zorunlu BES uygulamasının kapsamının genişletilmesi, ücretlerden yapılan kesinti ile ekonomide toplam ücret fonunun belirli süreliğine azaltılması, işçinin cebinden alınan kısmın finans şirketleri aracılığıyla sermayeye tahsis edilmesi anlamına gelecektir. Ücretleri düşürmek için şapkada başka tavşanlar da mevcuttur.

Sermaye sınıfı, bu son kriz döneminde bazı avantajlara sahip olsa da, nihayetinde ücretlerde düşüş ile sonuçlanan emeğe saldırı uygulamalarının toplumsal ve ideolojik açıdan perdelenmesi önceki krizler ve sonrasındaki yapılanma dönemlerine göre zorlaşıyor, işçilerin ücretlerdeki gerilemeyi ekonomik açıdan başka mekanizmalarla tolere etmesi koşulları ise giderek aşınıyor.

Hangi gemi? Rota ne?

Kriz günlerinde sermayenin sağlam çıpası olarak nitelenebilecek politikaların, bazı hakların geri alındığı ya da tırpanlandığı ve nihayetinde ücretlerin düşürülmesi ile sonuçlanacak uygulamaları içerdiğini belirtmiştik. Bu uygulamalar, 2018 yılı Eylül ayında ilan edilen Orta Vadeli Program, ardından Cumhurbaşkanlığı 2019 yılı Programı ve birkaç hafta önce kabul edilen 11. Kalkınma Planı’nda sıralanıyor.

İşsizliğin arttığı, enflasyonun hızlı yükseldiği koşullarda ücretlerin gerilediği, işyerlerinde patronların kriz önlemlerine başvurduğu bir ortamda, başta hükümet partisi olmak üzere düzen siyasetinin tüm unsurları halka seslenirken aslında aynı zemine yaslanıyorlar. Bu zemin, “aynı gemideyiz” ve “beka sorunu” söylemleriyle örülen zemindir ve sermayenin kriz döneminde çıkarlarını temsil eden örtük bir ortaklaşmadır. Son günlerde biraz geri çekilen “beka sorunu” söyleminin devam ettirilmesinin fiili karşılıklarının yaratılması gerekeceğini ve AKP hükümetinin bir çıkış bileti olarak bu seçeneği gerektiğinde kullanmak üzere cebine soktuğunu görebiliyoruz.

“Aynı gemideyiz” diyenlerin, krizin derinleşmesiyle birlikte artacağını ve Türkiye’de düzen siyasetindeki yeniden yapılanmanın anahtar kelimesi olan “normalleşme” ile bu söylemin ikiz kardeş olduğunu söyleyebiliriz. Siyasette bugün sermaye sınıfına açıktan cephe almayan her tür konumlanma, eninde sonunda bu sulara sürüklenecektir.

“Aynı gemideyiz” söylemi, işçiler ile patronların maddi çıkarlarının aynı yönde ve ölçüde birbiriyle bağlantılı olduğunu varsayar. Kabaca, fabrikaların bacası tütsün, çarklar dönsün ki; işçiler de çalışabilecekleri bir işe sahip olsunlar ve eve ekmek götürebilsinler denmektedir. Devamında, çarkların yavaşladığı dönemlerde, sermaye birikiminin aksadığı yani patronların kârları azalırken, işçinin de kendi payından fedakarlık etmesi beklenir. İşçiyle patronun, birlikte kazanıp birlikte kaybedecekleri bir ülke tasvir edilir.

Kriz döneminde sağ ve sol versiyonlarıyla böyle bir ülkeye işaret edenler, düzen siyasetindeki kriz aşılana ve taşlar yerine oturana kadar birlikte yer aldıkları normalleşme korosunda ayırt edilemeyecekler, sermayenin ihtiyaçlarına hizmet edecekler.

Örnek olsun, CHP’nin solunda yer aldığı belirtilen ve ekonomist titri olan Selin Sayek Böke’nin krize ilişkin “radikal” ve kimi zaman CHP ile açı oluşturan pozisyonunun “aynı gemideyiz” söylemine karşı gibi gözükse de, aslında bu çerçeveyi güçlendirdiğini söyleyebiliriz.

Böke, krize ilişkin yazdığı birçok yazıda, sermayenin bir kesimini siyasi iktidarla bağlantılandırıp mahkum ediyor, sermayeler arasında seçim yaparak bazı çözüm önerileri sıralıyor. Mahkum ettiği sermaye kesimini, “rantçı sermaye” adlandırıyor ve krizin sorumlularından birisi olarak ilan ediyor. Çözümü, sermayenin haliyle bir kesiminin üstleneceği üretim kapasitesinin ve üretimin arttırılmasında görüyor. Oysa, kapitalizmde her kriz sermaye birikiminde yaşanan tıkanıklığa ve krizden çıkış ise birikim sürecinde bir yeniden yapılanmaya işaret eder. Böke, iktidarın “aynı gemideyiz” söylemini eleştirdiği yazısında halkçı (!) öneriler sıralarken aslında bu yeniden yapılanma sürecini tarif ediyor ve sermayenin yanında yer alıyor. Teşvikler vb. mekanizmalarla üretimin arttırılması vurgusunu yaparken, sermaye birikiminin hızlanmasını yani sermaye açısından krizden çıkış yolunu ortaya koyuyor.1Krizin sorumlusunun iktidar olduğunu sık sık yineleyen Böke gibi, yaşanan sorunları “saray rejimine” bağlayarak patronları aklayanlar da var. Ortak çözüm önerilerinden bazıları, “ücretlerin derhal enflasyon karşısında erimesi önlenecek şekilde arttırılması” ve vatandaşlık maaşı ile aile sigortası gibi yoksulluk azaltıcı sosyal politikalar uygulanması.

Bu önerileri tartışmadan önce, Marksizmin kurucularının, başını liberallerin çektiği “aynı gemideyiz” söyleminin farklı versiyonlarını dillendirenler ile yaptığı polemikler ve kapitalizmin temel işleyişini ortaya koyan yapıtlarla oluşan külliyata dönmek gerekiyor. Bu külliyat bize, işçi ile patronun çıkarlarının bütünüyle çeliştiğini ve “aynı gemideyiz” söylemini eleştirirken sermayeyi bir bütün olarak karşısına almayıp üretimin arttırılması gerektiğini söyleyenlerin de işçinin değil sermayenin tarafında olduğunu söylüyor. Bu açıdan, argümanlarından birisi ücret artışlarının kârların düşmesine neden olduğu için üretimi baltalayacağı ve son kertede işçi sınıfının bundan zararlı çıkacağı olan Ovenist John Weston2 ile bugün üretim sermayesini destekleme çağrısı yapıp birikim sürecinin hızlanması için öneriler geliştirenler arasında kategorik bir fark yoktur.

Yine bu külliyata dönüldüğünde, sermaye biriktikçe ve kapitalist üretim arttıkça, dengenin her gün biraz daha işçinin aleyhine, kapitalistin lehine değiştiği, bundan dolayı kapitalist üretimin genel eğiliminin, ücretlerin ortalama düzeyini yükseltmek değil, düşürmek, ya da emek değerini az çok en alt sınırına indirmek olduğu gerçeği görülecektir.3Kapitalist üretim sürecinde, işçilerin emek gücünü satarak yaşamak için aldığı ücretin payı, bir eğilim olarak düşer. Bu eğilim, sermaye sınıfı açısından işler yolundayken, üretim artar ve hatta kârlar yükselirken ücretlerde reel artış gerçekleştiği durumda dahi işlemeye devam eder. Sermayenin aldığı net kârın toplam tutarı, her zaman için, bir bütün olarak doğrudan emeğin, birikmiş emeği artırmış olduğu miktardan ibarettir. Bu toplam miktar, emeğin sermayeyi artırdığı oranda, yani kârın ücrete kıyasla yükseldiği oranda artar. Bu durum, sermayenin biriktiği, kârın ve ücretin birlikte arttığı duruma işaret eder ve bu durumda kâr düzeyine oranla ücretin göreli olarak düştüğü görülür.4Marx bu durumu, sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkinin sınırları içinde bile kalınsa, sermayenin çıkarları ile ücretli emeğin çıkarlarının birbirine taban tabana zıt olduğunu göstermek için vurgular.

Emeğin parasal fiyatı olarak saymaca (nominal) ücret ile ücret karşılığında fiilen verilen metaların niceliği yani gerçek (reel) ücretler bir ve aynı değildir. Ancak yalnızca nominal ve reel ücretlerdeki değişim ve durum, ücretlerin içine yerleştiği ilişkileri anlatmaya yetmez. Ücret, en başta, kapitalistlerin kazancı yani kârları ile olan ilişkileriyle belirlenir. Bu açıdan bakıldığında ücretin, göreli olduğu ve ücretler üzerinde sağlıklı bir değerlendirmenin tüm bu ilişkiyi ortaya koyan bir çerçevede yani üretim sürecinde yaratılan yeni değerde sermayeye düşen paya oranla doğrudan emeğin payını ifade eden göreli ücret kategorilendirmesi ile değerlendirilebileceği ortaya çıkar.5

Bundan dolayı, sermaye açısından ücretlerin mutlak düzeyi kendi başına özel bir önem taşımaz. Sermayenin ücretlerin güncel düzeyini yükseltmemek gibi bir amacı bulunmamaktadır. Sermaye, mutlak ve görece artık-değerin artmasını sağlayan emek verimliliğindeki artışlar sırasında yani sömürü derinleşirken, belli durumlarda verimlilikten daha yavaş artması koşuluyla reel ücretlerde bir artışı kabul edebilir.6

Reel ücret seviyelerindeki artış ve azalışlar ise işgücü arzı ve talebi ile işçilerin verdiği ekonomik mücadelenin seyri ile belirlenecektir. Ancak ücret seviyesindeki bu salınımlar, genel eğilimi değiştirmez. Ücret ve kârların birbiriyle ters orantılı olduğu kapitalist üretim sürecinde, birikim devam ettikçe yani gemi yol aldıkça ücretler sermayenin el koyduğu yeni yaratılan değere göre oransal olarak düşecektir.

Bu çerçeve düşünüldüğünde kriz döneminde, ücretlerin enflasyon karşısında kayıplarının giderilmesi ve büyük kısmı hanede en az bir ücretlinin yaşadığı yoksullardan oluşan kesimlere verilecek vatandaşlık maaşı ya da aile sigortası gibi taleplerin sermayeyi temelde zorlayacak konular olmadığı görülecektir. Üstelik söz konusu talepler, üretimin desteklenmesi ve sermayeye çeşitli teşviklerin hayata geçirilmesi gibi bir politika setinin içerisine de yerleştirilmektedir. Sermayenin kriz fırsatçılığı yaparak istedikleri, böyle bir program içerisine yerleştirilerek meşru hale getirilmektedir. İktidarın dillendirdiği “aynı gemideyiz” ve fedakarlık söylemlerini eleştiren düzen siyasetinin muhalifleri, gemide oluşan delikleri nasıl tıkanacağı ve geminin rotasında nasıl sağlıklı ilerleyeceği konuları ile meşgul olmaktadır.

Peki, emekçi kesimler açısından ücretlerin ve genel olarak gelirlerin yükseltilmesi talebi ve mücadelesinden vazgeçilebilir mi? Marx, işçi sınıfının sermayenin gasplarına karşı direnişten ve durumlarını geçici olarak iyileştirmek için ortaya çıkan fırsatları en iyi biçimde değerlendirmekten vazgeçtiği durumda, ezilmiş, artık hiçbir umudu kalmamış bir yığına dönüşeceğini belirtiyor. İşçi sınıfının, sermaye ile günlük mücadelesinden gerileyecek olması, daha büyük çapta bir atak yapma olanağının da ortadan kalkması anlamına gelecektir. Ancak Marx bu tespitleri yaparken, asıl odaklanılması gerekenin mevcut düzenin kökünden değiştirilmesi olduğunun altını çizerken, ücret seviyelerinde gerileme, çalışma ve yaşam koşullarında kötüleşmeye karşı verilen “gerilla mücadelesi” sırasında asıl hedeften şaşılmasına izin verilmemesi gerektiğini vurgular.7

Son krize gelirken ücretler

Türkiye kapitalizminin uzun bir süredir yapısal bir kriz içerisinde olduğu ve 1980’li yıllarla birlikte geçilen ihracata dayalı birikim sürecinin, krizin sermaye açısından olumsuz etkilerinin ötelendiği ve geçici büyüme konjonktürlerinin oluşabildiği alt dönemlere ayrıldığını görüyoruz. 2001 Krizi’nden bugüne geçen dönem, 2008-2009 ara durağı ve etkileri göz ardı edilmeden, içinden geçtiğimiz kriz ile birlikte nihayetlenecektir. Ancak bu dönemin nasıl nihayetleneceği ve sermaye birikimindeki tıkanmanın nasıl aşılacağı sermaye sınıfı açısından da muammadır.

2001 Krizi ve ardından uygulanan piyasacı reformlar, özelleştirmeler ve birçok piyasada serbestleştirme uygulamaları ile ücret dinamikleri ve bu dinamiklerin toplumsal etkileri düşünüldüğünde yeni bir dönemden bahsedilmelidir.

Ne yazık ki, Türkiye’de 1980’li yıllarda geçilen yeni birikim sürecinden bugüne ücretlerin seyrini izleyebileceğimiz bir ücret endeksi mevcut değildir, yayımlanan seriler kesiklidir ve sağlıklı olmadıkları biliniyor. Ücret verileri, ancak alt dönemlere ilişkin bazı eğilimlerin ipuçlarını verebiliyor. O dönemki adıyla Devlet İstatistik Enstitüsü’nün açıkladığı imalat sanayi çalışan kişi başına reel kazanç endeksinin, 2001 Krizi’nde %20 dolayında azaldığı görülüyor. Bu gerileme, ilerleyen yıllarda ekonomide işler sermaye açısından toparlandığı dönemde telafi edilemedi ve 2006 yılına gelindiğinde endeks düzeyinin 2001 yılındaki seviyesine ancak ulaşabildi.

Aynı dönemi içine alacak şekilde daha geniş bir zaman diliminde değerlendiren bir başka göstergeye göre ise 2000-2013 yılları için milli gelir içerisinde ücret payı geriledi. Bu dönemde, işçileşmenin artması ve istihdamda ücretli/yevmiyeli çalışanların oranının yükselmesi nedeniyle, bu nüfus artışı ile düzeltildiğinde gerilemenin daha net olduğu ortaya çıkıyor. Düzeltilmiş ücret payının milli gelire oranı, 2000 yılında %46,6 düzeyinden 2013 yılında 34,7’ye düşüyor. 2001 Krizi’nin etkisi dışarıda bırakıldığında da, tablonun değişmediği ve 2003-2013 arasındaki dönemde bu payın 10 puan azaldığı görülüyor.8

2001 Krizi’nden sonra Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” AKP’nin ilk yıllarında da uygulamada kaldı. Hatta bugün AKP’nin ilk yıllarına, bir başka deyişle, fabrika ayarlarına dönmesi gerektiğini söyleyenler, o yıllarda AKP’nin “ekonomik başarısı”nın patentinin Derviş’te olduğunu da vurgulamayı ihmal etmiyorlar. Türkiye’de piyasalaşmanın derinleştirildiği ve rekor düzeylere ulaşan özelleştirmelerin uygulandığı söz konusu dönemde, ücretlerin en iyimser yorumla, krizdeki kayıplarını geri almadığı söylenebilir.

Reel ücretler, 2009’dan 2013 yılına kısmi bir düşüş gösterirken 2013 yılından sonra bir artış eğilimindedir. Milli gelir içerisinde işgücüne yapılan ödemelerin payı ise 2009’da yüzde 30’dan 2017’de yüzde 35’e yükseldi. Ancak bu yıllarda istihdam içerisinde ücretli/yevmiyelilerin sayısında hızlı bir artış olması, emeğin payında kayda değer büyümenin olmadığını gösteriyor.9 Öte yandan, 2009-2017 yılları arasında imalat sanayinde (2009=100 kabul edildiğinde) kişi başına reel katma değer ve reel ücret endeksleri 137 ve 125 olarak gerçekleşmiş, yani imalat sanayinde sömürü derinleşmiştir.10Bu dönemde, hem çalışan sayısının artmış olması, hem emek verimliliği artışlarının reel ücretlerin çok üzerinde seyretmesi emeğin göreli payının gerilediğini ortaya koymaktadır. 

Emek verimliliği (sol eksen) ve reel ücretler (sağ eksen)

Kaynak: OECD ve TÜİK Sanayi İşgücü Girdi Endekslerinden hesaplayan Orhangazi (2019)

Grafikle ortaya konan sanayide reel ücret ve emek verimliliği kıyaslaması, 2001 Krizinden itibaren emek verimliliği ile reel ücretler arasındaki makasın arttığını yani işçilerin daha yüksek sömürü oranları altında çalıştıklarını gösteriyor.

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından hesaplanan reel birim ücret endeksi de, yukarıda verilen reel ücretlerdeki seyir ile büyük ölçüde çakışıyor ve bu veride krize sürüklenen ekonomide verimliliğe kıyasla ücretlerin durumuna dair bazı ipuçları ortaya çıkıyor. Bu göstergeye göre, 2016’dan 2017’ye reel birim ücretin yüzde 6,7 azaldığı görülüyor. Açıklanan 2018’in ilk 9 aylık verileri, söz konusu azalmanın 2018 yılının bütününde de korunacağına işaret ediyor. Dolar cinsinden reel birim ücret endeksi ise 2018 3. çeyreği itibariyle 2015 yılına göre yüzde 30 oranında geriledi.

Krizin 2018 Ağustos ayından itibaren daha görünür hale geldiği ve aynı dönemde patronların enflasyon artışına göre daha düşük ücret zammı verme refleksi geliştirdiği düşünülürse, ücretlerde verilere de yansıyacak yeni kayıplar yaşanacağı kesin. Ancak bir de, kısıtlı ve belli açılardan yetersiz ücret verilerinin “gösteremediği” gerçekler var.

Güncel ücret dinamiklerine dair bazı tespitler

Siyasi sonuçları ve toplumsal etkileri açısından 2001 ile karşılaştırılabilecek olan güncel kriz, patronların sınıfsal reflekslerini belli başlıklarda daha kolay gösterebilecekleri bir konjonktüre doğdu. İşgücü maliyetlerinin azaltılması, ücretlerin düşürülmesi ve/veya baskılanması için bir dizi mekanizma çalışmaya çoktan başladı. Fakat sermayedarların işini kolaylaştıracak bu mekanizma ve durumların aynı zamanda kriz sürecinin yumuşak karnı haline gelebileceği ve patronlara yeni belalar açabileceği ilginç bir dönemden geçiyoruz.

2001 Krizi sırasında işgücünün yaklaşık yarısı kırsal bölgelerde yaşarken yıllar içerisinde tarımdaki çözülmenin etkisiyle bugün kırsal işgücünün büyük bölümü kentlere kaymış bulunuyor. Bu değişim, kentsel bölgelerde sanayi sektörleri açısından daha büyük bir nüfus bölmesinin yedek işgücü ordusuna katılmasına yol açtı. Kırsal nüfusun ve işgücünün çözülmesi, hem kentlerdeki istihdamın niteliğini ve ücretleri etkilemekte hem de krizin işsizliği arttırıcı sonuçlarıyla kentlerde Türkiye’de daha önce benzeri yaşanmamış bir yoksullaşma sürecine yol açmaktadır.

Asgari ücretin, seçim vaadi olarak ciddi bir artışla 2016 yılı için net 1.300 TL’ye çıkarılması, sonraki yıllarda da bu ücrete enflasyonun üzerinde zamlar yapılması dikkat çekti. Düzeyi oldukça düşük olan asgari ücretteki bu artışlar, bilindik bazı çıkışlar dışında sermaye çevrelerinden büyük bir tepki almadı. Bu artışların sermayeyi çok rahatsız etmemesi, Türkiye’de bir asgari ücretlileşme sürecinin yaşanıyor olması ile ilgili. Asgari ücrete, söz konusu artışlar yapılırken giderek daha fazla çalışanın ücreti asgari ücret düzeylerine çekiliyor. 2017 yılında toplam işçilerin yüzde 42,2’si asgari ücret ve altında bir ücret alıyordu. Asgari ücret düzeyinin yüzde 20 fazlasının altında ücreti olanların oranı ise yüzde 64’e ulaşıyor.11 Bu durum bir yandan gelir dağılımının hızla bozulduğunu diğer yandan yeni işçi kuşaklarının ücret kazanımlarının erimekte olduğunu gösteriyor. Üstelik bazılarının iddia edeceği üzere SGK’ya patronların primleri asgari ücretten yatırmasının yaygınlaşması, bu asgari ücretlileşme sürecinin yalnızca bir kısmını açıklıyor. Bugün sendikalı işyerlerinde dahi ortalama ücretlerin asgari ücrete yaklaştığı görülüyor.

Ücretler üzerinde baskı kuran ve ücret düzeylerini aşağıya çeken bir başka yeni yapısal durum, göçmen işçilerin sayısındaki hızlı artış. Ucuza çalışmaya mecbur bırakılan daha fazla sayıda göçmen işçinin varlığı, işçi sınıfı içinde yeni bir rekabetin fitilini ateşlerken, sermayenin eline işçileri bölebilmek için yeni bir araç da veriyor.12 Kriz dönemi, daha ucuza ve kötü koşullarda çalışacak daha fazla göçmen işçinin istihdam edilmesine neden olabilir. Siyasal boyutlarıyla da düşünülmesi gereken bu konuda, sermaye örgütlerinden ve hükümetten yeni açılımlar bekleyebiliriz. Son günlerde hükümet yetkililerinden kaçak göçmenlerin sınırdışı edilmesi yönündeki açıklamalar, bu alana dair yeni düzenlemelerin habercisidir ve sınırdışı edilemeyecek daha büyük bir göçmen nüfus bölmesinin gerektiğinde “kayıtdışı çalışmalarına” göz yumularak işgücü piyasasına intibakı (!) için adımlar atılacaktır.

Krizin derinleşmesiyle işsizlik göstergeleri, önceki kriz dönemlerindeki seviyelerine yükseliyor. Açıklanan Nisan ayı verilerine göre, geniş işsizlik oranı yüzde 20  düzeyinde ve geniş tanımlı işsiz sayısı 7 milyon dolayına çıktı. TÜİK’in açıkladığı dar tanımlı işsizlerin sayısı bir yıl önceki aynı aya göre 1,2 milyon kişi arttı. İşsizlerin içerisinde 1 yıldan daha uzun süredir iş arayanların oranı,  2016 yılından bu yana yükseliyor, 2018 yılında yüzde 22,4’e çıktı. Kadınlarda bu oran tahmin edileceği üzere daha yukarıda, yüzde 28,7. Her kriz döneminde olduğu gibi daha fazla kadının, hanenin gelir ihtiyacının artması nedeniyle işgücüne dahil olmaya başladıkları görülüyor. Son bir yıl içerisinde işgücünde yaşanan 306 bin kişilik artışın 276 bini yani yüzde 91’i kadınların işgücü piyasasına katılmasından kaynaklanıyor. Kriz döneminde, yedek işgücü ordusu büyüyor ve istihdamdaki yapısal sorunlarla birlikte bu durum, ücretler üzerinde bir başka baskı oluşturuyor.

Enflasyondaki artışın sonucu olarak ücretlerde erime yaşanırken, hükümet yetkilileri ve patronların ağzından “hedef enflasyon” lafını daha fazla duymaya başladık. Bu doğrultuda, 200 bin kamu işçisini kapsayan toplu sözleşme sürecinde hükümet oldukça düşük bir zam oranını dayatıyor. Kamu işçilerine 2019’un ilk 6 ayı için sadece yüzde 5, ikinci 6 ayı için yüzde 4 zam teklifi yapan hükümet, Ağustos ayında da kamu emekçileri ile sözleşme masasına oturacak. Emekçilerin harcama bütçesinin bileşimindeki fiyat artışlarına ulaşamayan ortalama enflasyon rakamlarının da altında yapılan teklifler karşısında emekçilerin hoşnutsuzluğu artacak. Kemerlerin sıkılmaya başladığı dönemde, yüksek enflasyon nedeniyle emekçilerin alım gücü azalacak ve işçinin enflasyonu resmi olarak açıklanandan daha fazla olduğu için ücretlerdeki reel kayıp daha fazla hissedilecek.

Ücretin emekçilerin tüketmesi gereken mal ve hizmetlerin değeri ile belirlendiği göz önüne alındığında ve ücretler bu açıdan değerlendirildiğinde, 2001 Krizi’nin gerçekleştiği döneme göre piyasalaşmanın derinleşmesiyle kamu hizmetlerine ulaşmanın daha da zorlaştığı ortadadır. Eğitim ve sağlık gibi hizmetler giderek paralı hale getirilmiştir. Ücretlerin genel seyrinden veya artışından bağımsız olarak, ücretler yetersiz hale gelmektedir. Emekçiler, önceki krizlere göre piyasalaşmanın etkilerine karşı daha korunaksız haldedirler.

Türkiye’de iş güvencesi işlevi de gören kıdem tazminatı, ücretin patronlar tarafından ödenmesi ilerideki bir tarihe bırakılmış parçasıdır. Kıdem tazminatı, ücret kazanımlarının önemli bir bileşenidir ve bu hakkın tasfiye edilmesi ya da geriye götürülmesi, ücretleri doğrudan düşürmenin yollarından bir tanesi olacaktır. Kıdem tazminatı reformunda ısrar edilmesinin nedeni, patronlar üzerinde “yük” oluşturduğu iddia edilen bu hakkı işçiden alıp kurulacak fon sistemi ile sermayenin ihtiyaçlarına ayırmak istemeleridir. Benzer hesaplar, zorunlu BES uygulaması için de yapılmaktadır. Krizin seyri, bu başlıklarda nasıl ve ne zaman harekete geçeceklerini belirleyecek.

Sermaye sınıfı, işgücü maliyetlerini düşürmek ve ücretleri baskılamak için düşünüldüğünden daha sistematik hareket ediyor. Bu yönde hazırlıklarını sürdürüyor. Koç Holding’in işyerlerinde enflasyonun da altında sözleşmeleri dayattığı görülürken, grev yasağı kapsamındaki TÜPRAŞ’ta sözleşme tarihinde ilk kez Yüksek Hakem Kurulu tarafından bağıtlandı. Enflasyon altında zam öngören bu sözleşme ile Koç Holding, diğer işkolları ve işyerlerinde sermaye sınıfı adına yeni sözleşme süreçlerinde emsal oluşturdu. Koç Holding’in de merkezinde yer alacağı Türkiye’nin en büyük işkolu olan metal sektöründe grup toplu sözleşme süreci, önümüzdeki aylarda başlayacak ve bu sürecin sendikal ayağına ilişkin bazı önlemler alındığı görülüyor.

Tüm bu dinamikler, önümüzdeki dönemde ücretlere dönük topyekun saldırının zeminini oluşturuyor. Siyasal sonuçları da ortaya çıkan güncel ekonomik krizi aşabilmek için sermaye sınıfının, emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumun da etkisiyle, önceki kriz dönemlerinin aksine gemisinin pusulasız olduğu anlaşılıyor. Böyle olduğu ölçüde, işçilere karşı sınıf refleksleri daha fazla keskinleşiyor ve emeğin kazanılmış haklarına saldırıyı güvenli liman olarak görüyorlar. Bu krizde, ücretlerin baskılanması ve hatta düşürülmesi yoluyla çıpayı sömürünün derinleştirilmesi için atmaya ve bu yolla uluslararası tekellere yeni güvenceler sunmaya çalışacaklar.

Dipnotlar

  1. “Kriz: Ansızın gelmedi, bir çırpıda gitmeyecek”, 14.12.2018, https://t24.com.tr/yazarlar/selin-sayek-boke/kriz-ansizin-gelmedi-bir-cirpida-gitmeyecek,21052 ; “Bir krizin anatomisi: İş dünyası, uluslararası finans ve Ayşe Teyze…”, 14.08.2018, https://www.birgun.net/haber-detay/bir-krizin-anatomisi-is-dunyasi-uluslararasi-finans-ve-ayse-teyze-227105.html
  2. I. Enternasyonal’de İngiliz işçilerini temsil eden ve aynı zamanda fabrikatör olan Ovenist John Weston, ülke sanayisinin çıkarları çerçevesinden bakarak ücret oranlarının artmasının bazı sanayiler üzerinde zararlı etkisi olduğunu ve işçilerin maddi ve toplumsal koşullarını daha iyi duruma getirmeyeceğini savundu. Weston’un ücretlerin arttırılmasını isteyen sendikaların sanayiye zarar verdiği fikrine kadar çekilebilecek bu görüşlerine Marx 20-27 Haziran 1865’te I. Enternasyonal’de iki oturumda yaptığı konuşma ile yanıt verdi. Bu konuşmaya temel olan el yazmaları, daha sonra Ücret (Değer), Fiyat ve Kâr adıyla basıldı.
  3. Marx, K.,  Ücretli Emek ve Sermaye-Ücret Fiyat ve Kâr, 6. Baskı, Sol Yayınları, 1987, s.126.
  4. Marx, K., age, s.43.
  5. Marx, K., age, s.40-41
  6. Dorsay, A. ve H. Sait, Marksist Ekonomi Politikte Ücret ve Türkiye’de Ücretler, Bilim Yayınları, 1976, s.95.
  7. Marx, K., age, s.127.
  8. Bağımsız Sosyal Bilimciler, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu, Yordam Yayınları, 2015, s.141-146.
  9. Orhangazi, Ö., “2000’li Yıllarda Yapısal Dönüşüm ve Emeğin Durumu”, Çalışma ve Toplum Dergisi, 2019/1, s.341.
  10. Bahçe, S. ve A.H.Köse, “Uzun Durgunluk Ya da Yapısal Kriz: Kriz İktidarının Krizine Dair Gözlemler”, Çalışma ve Toplum Dergisi, 2019/1, s.414.
  11. DİSK-AR, 2019 Asgari Ücret Gerçeği Raporu, s.18, http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2018/12/DISK-AR-2019-Asgari-U%CC%88cret-Raporu-SON-1-Aralik-2018.pdf
  12. Konuya ilişkin daha detaylı bir çerçeve için Gelenek’in 143. sayısında Yıldız Koç’un “Göçmen ve Mültecilerin Sınıf İçindeki Konumu” başlıklı makalesine bakılabilir.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×