Küreselleşme İdeolojisinin Geri Çekilişi

Sadece mekansal ifadelerle yapılan bir devlet tanımı yeterli olabilir mi? Bu soruya kolayca hayır diye yanıt verebiliriz. Bu yanıtı kolayca verebilmemizi sağlayan unsur, sorunun başlangıcındaki “sadece” kelimesidir. Devlet, şüphesiz mekansal ifadeleri de içeren bir tanıma sahiptir. Ancak tek başına bu ifadelerin bir fonksiyonu olarak yapılan bir devlet tanımının yetersiz kalacağı açıktır.

Bu yazıda kapitalist devletin tam ve doğru bir tanımını yapmak iddiasında değiliz. Kaldı ki sosyal bilimlerde bu tür tanımlar peşinde koşmanın çok da hayırlı sonuçlar doğurduğu söylenemez. Yazıya yukarıdaki soruyla başlamamızın nedeni, son yıllarda “küreselleşme” başlığı altında yürütülen tartışmalarda bu soruyu sormamızı gerekli kılacak bir malzemenin birikmiş olması. Kapitalist devletin kesin ve mutlak doğru bir tanımını yapmak iddiasında değiliz, ama bizce bu kavramın mekansal kategorilerin ötesinde, insanlar arasındaki ilişkilerde, özellikle de denetim ve sömürü ilişkilerinde aranması gereken bir anlamı var. Bu nedenle, en azından şu noktanın altını çizmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz: Devleti anlama çabası, insanlar arasındaki coğrafi mesafelerden önce onlar arasındaki ilişkilere odaklanmak zorundadır. Küreselleşme ideolojisi bu temel kavrayışı deforme etmiş ve soyut bir mekan kategorisine bağlı bir devlet tanımım dayatmıştır. Başka bir ifadeyle bu ideolojinin devleti, insanlar arasındaki ilişkilerden önce mesafelere bağlı olarak biçim değiştiren bir yapıdır. Yapının değişimini ve dolayısıyla kendisini anlamak için mekan ve zaman kategorilerinin değişimini anlamak gerekmektedir. 1 Dolayısıyla bu ideoloji içerisinde mekan ve zaman kategorileri yapıdan önce vardır ve ondan bağımsız olarak tanımlanabilir. Aslında küreselleşmecilerin bu tepetaklak duran kurguları sadece devlete ilişkin argümanlarına değil, genel anlamda toplumsal dönüşümü kavrayışlarına içkin. Bizce küreselleşme ideolojisinin genel problemi de burada yatmaktadır:

“İddialarının mantıksal yapısı içerisinde, ilk önce explanandum (açıklanan) olarak görünen -belirli tarihsel süreçlerin ürünü olarak ortaya çıkmakta olan küreselleşme- giderek explanans (açıklayan)’a dönüşmüştür; artık küreselleşme modern dünyanın değişimini açıklamaktadır ve hatta [daha önce] varolmadığı ileri sürülen geçmiş dönemlerle ilgili olarak bile ‘geçmişe dönük keşifler’ ortaya koymaktadır.” 2

Böylece daha önce toplumsal dönüşüm dinamiklerinin sonucu olarak açıklanmaya çalışılan bir süreç, hegemonik hale gelmesiyle birlikte bizzat bu süreçleri açıklayan bir gerçeklik olarak sunulmaya ve meşruiyetinin kaynağını burada bulmaya başlamıştır. Artık “yeni” bir zaman-mekan söz konusudur ve bunun varlığım kabul etmek, toplumsal dönüşümleri açıklamanın önkoşulu olarak sunulmaktadır. Emek sermaye ilişkisi, devlet, firmalar, uluslararası kurumlar, vs. herşey değişmiştir, çünkü tüm bunları “belirleyen” zamansal-mekansal ilişkiler değişmiştir. Zaman-mekan kategorisini toplumsal ilişki ve kurumları önceleyen ve onların üstünde bir konuma yerleştirirsek, söz konusu kategorinin kendisini hangi nesnel zemine dayanarak tanımlayabiliriz? Cevap basit, hiçbirine. Ortada nesnel bir zemin falan yok; varolan tek zeminse ideolojinin sağladığıdır.

Devlet ve siyasal iktidarla ilgili tartışmaya baktığımızda da bu genel sorunun bir uzantısını görmekteyiz. İlk adımda devletin belirli bir özelliği, “mekansallığı” ele alınarak, bu boyutta son on-on beş sene içerisinde bir dönüşüm yaşandığı ve bu dönüşümün küreselleşme sürecine yol açtığı ileri sürülürken, daha sonraki adımlarda bizzat küreselleşmenin mekansal sınırlarla tanımlanan egemen ulus-devletlerden meydana gelen uluslararası sistemin ortadan kalkmasına yol açtığı öne sürülmeye başlanmıştır. Böylece bir kez daha, önce açıklanan konumunda bulunan kavram yer değiştirmiş ve açıklayan konumuna getirilmiştir. Bu el çabukluğunun geçmişe dair keşiflerle süslenmesi ve geçmişin bu süslemeler çerçevesinde yeniden yazılması gerekmiştir. “Eski uluslararası sistem, sınırları coğrafi olarak birbirinden kesin olarak ayrılmış, kendi toprakları üzerinde egemenliği tartışmasız olan devletlerden oluşan bir modeldi”; icat edilen geçmiş kurgusu budur.

Devletin mekanla olan bağıntısının abartılması küreselleşme ideolojisinin temel dayanaklarından bir tanesi olmuştur. “Ulusötesi” ilişkilerin gelişimini açıklayabilmek için ulus devletin mekansal özellikleri hakkında mitler yaratılması gerekmektedir. Bu gereksinim küreselleşme ideologlarını realist doktrinin Westfalya Sistemi modeline dayanmaya itmiştir. “Bu model aslında mutlak, sınırları belirlenmiş bir mekan üzerinde yasal dokunulmazlığa sahip bir egemen siyasi birimler portresi çizmekteydi. Bu modele kıyasla küreselleşme teorisince tanımlanan sınırötesi akımlar devrimci bir izlenim vermekte ve önemleri özellikle belirli mekansal gelişimlerin yansımaları olmalarından geliyor gibi görünmektedir” 3

Onyedinci yüzyılın ortalarından yirminci yüzyılın ortalarına değin süren ve Westfalya Sistemi’yle tanımlanan dönem, siyasi mekan kavramının ciddi değişiklikler geçirdiği bir dönemdir. Kapitalizmin doğusuyla beraber, ekonomik alanla siyasal alan arasında daha önceki üretim tarzlarında olmayan bir bölünme ortaya çıkmış ve bu, siyasi mekanın anlamını değişmesine yol açmıştır. Kapitalizm öncesi toplumlarda egemenin ekonomik gücü fazlasıyla ekonomi dışı araçlara erişimine bağlıdır. Bu nedenle kapitalizm öncesi toplumlarda egemenliğin dayandığı ekonomik alan, askeri, hukuki, siyasi güce erişim üzerinden tanımlanabilmektedir. Kapitalizmin doğusuyla birlikte “egemenlik” kavramı, ekonomiyle siyaset arasındaki ayrışma sayesinde, artığa ekonomik araçlarla el konulduğu bir üretim ve dolaşım sisteminin şekillendirdiği, görece daha “istikrarlı” bir mekan tanımına bağlı hale gelmiştir. Ancak bu “istikrarlı” mekan paradoksal bir biçimde, uluslararası değişim temelinde yadsınmaya yazgılıdır. Çünkü, “kapitalizmin doğasında uzun süre evde kalmak yoktur. Kapitalizmin varoluşunun bağımlı olduğu sınırsız birikim gereksinimi yayılma için yeni ve açık seçik bir zorunluluk doğurmuştur.” 4 Sonuç olarak Westfalya Sistemi bir yandan mekansal sınırların belirginleşmesi ile, öte yandan da kapitalist genişlemenin gereksinimlerinin yol açtığı bu ulusötesileşme ile şekillenmişti. Kapitalist devlet bu çerçeve içinde gelişti. Kapitalist devlet, doğrudan iktidar alanını belirleyen siyasi mekanla olduğu kadar, yayılma eğilimini içinde taşıyan politik projelerle de doğmuştur:

“Devletin belirli bir mekanda nihai anlamda kurulmuş olduğu ve daha sonra üzerinde işlediği, yani kendine özgü, sabit ve kaçınılmaz yasalara dayanan bir otomatik pilota bağlı kalarak çalıştığı bir durum hiçbir zaman varolmamıştır. Bir biçimde daha az dikkat çekse de, tek bir devlet projesinin, tüm devlet yöneticilerinin sadece, seçkin bir yönetici sınıfın üyeleri olarak kendi görev ve çıkarlarının evrensel kurallarını tanımladıkları derecede hegemonik hale geldiği tek bir an bile olmamıştır. Bir kimsenin devlet hakkında nasıl ve nereye kadar kesin ifadelerle konuşabileceğini, az ya da çok özgün ‘devlet projeleri’nin gerçekleşmesini sağlayan mücadelelerin olumsal ve geçici sonuçları tayin eder. Tüzel bir kişi olarak modem devletin birliği ve egemenliği hakkında anayasalar ne söylerse söylesin, belirli bir ulusal alan içinde her zaman geçici ve yerel bir hegemonya kurmak üzere mücadele veren çeşitli rakip ‘devletler’ vardır. Aslında ulusal sınırlar da ortaya çıkmakta olan devlet projeleri için sabit bir ufuk oluşturmaz…” 5

Jessop’un yaklaşımı devleti burjuva elitler arası mücadelenin şekillendirdiği bir alan olarak kavramaya yol açması nedeniyle bazı sorunlar taşısa da, devletin politik projeler üzerinden tanımlanan ve toplumla ilişkisi bu projeler çerçevesinde yeniden ve yeniden kurulan bir yapı olarak görmek gerektiğine işaret etmesi nedeniyle dikkate değer. Şüphesiz bu yaklaşım devletin sınıfsal karakterini örtmediği sürece anlam taşımaktadır. Kapitalist devletin kurucu unsuru ulusal sınırlar değil, burjuvazinin denetim ve sömürü gücünü güvenceye alma ihtiyacıdır. Bu güvencenin belirli bir siyasi ölçeğin oluşturulabildiği bir coğrafi mekanda sağlanması, söz konusu mekanın sabit ve mutlak olduğu anlamını taşımaz. Bunların birbirini dışlamadığının altım çizmek gerekli. Burjuva iktidarının kendisini yeniden ürettiği bir siyasi birime olan ihtiyacı ne kadar özselse, bu ölçeği genişletmeye dönük çaba da bir o kadar özseldir. Dolayısıyla burjuva iktidarı dinamik bir denge peşindedir. Dinamik dengeden kasıt ulusal sınırların sürekli yeniden çizilmesi değil, siyasi projelerin ufuklarının bu sınırlara tabi olmamasıdır. Konumuz açısından vurgulanması gereken nokta ise devlet iktidarının mekan tarafından kurulmadığı, tersine mekanın iktidar tarafından kurulduğudur. Küreselleşmeciler bu ilişkiyi tersine çevirerek, içi boş bir mekan kavramını öncelemekte ve iktidar pratiklerinin mekansal örgüsündeki değişimin iktidarın özünün değişimini beraberinde getirdiği argümanını savunmak üzere kullanmaktadırlar. Mantık zincirinin ilk halkası “boş bir mekan” kavramına başvurarak toplumu ve devleti bu kavramdan türetmektir. Oysa ki toplumdan ve iktidar ilişkilerinden bağımsız bir siyasal mekan tarifi yapılamaz.

Bu mantık dizgesiyle hareket eden tüm analizler küreselleşme ideolojisine eklemlenmektedir. Aşağıdaki satırların yazarları mekansal dönüşümün siyasetin öznesini değiştirdiğini ileri sürerken aynı dizgeyi kullanmakta ve küreselleşme ideolojisine katkılarını sunmaktadırlar:

“Çokluk dolaşım yoluyla uzamı yeniden ele geçirir ve kendini aktif bir özne olarak kurar. Özneliğin bu kurucu sürecinin nasıl işlediğine baktığımızda görürüz ki, yeni uzamlar olağandışı topolojiler, alttan alta hareketli ve kabına sığmaz rizomlar, kaderin yeni yollarını gösteren coğrafi mitolojilerle açıklanır. Bu hareketler sıklıkla dehşetli acılar pahasına olur; ama bu hareketler ayrıca etrafında yeni özgürlüklerin kurulduğu yeni uzamları tekrar ele geçirmedikçe tatmin olmayan bir özgürlük arzusu da vardır. “ 6

Negri ve Hardt’ın politik öznesi, yani çokluk, “uzam” tarafından kurulmaktadır. Burada uzamdan ne kastedildiği pek açık değil ve bu sadece alıntıladığımız cümlelerin değil, kitabın bütününün sorunu. Açık olan tek şey, öznelik konumunun mekanla kurulan yeni bir ilişki üzerinden elde edilebildiği savının ortaya atılmış olması. Bu iddianın “küresel yurttaşlık hakkı” altbaşlığı altında tartışılıyor olması, uzamın nereye kadar uzandığı konusunda bize bir fikir veriyor: Uzam “küreseldir”. Öznelik payesi ilk adımda ve sadece küresel mekanı hedefleyerek kazanılabilir. Şu cümleler bunu daha açık bir biçimde ortaya koyuyor:

“Kendi hareketini kontrol hakkı, çokluğun nihai küresel yurttaşlık talebidir. Bu talep, çokluğun üretimi ve hayatı üzerinde temel emperyal kontrol aygıtına meydan okuduğu oranda radikaldir. Küresel yurttaşlık çokluğun uzam üzerindeki kontrolü yeniden ele geçirme ve böylelikle yeni haritalar çizme gücüdür. “ 7

Özneye bu vasfı kazandıran, talebinin mekansal boyutu olmaktadır. Negri ve Hardt’ın “çokluğuna” anlamını talebinin “küresel” niteliği kazandırmaktadır. Böylece bir kez daha boş bir mekan kavramından hareketle siyaset alanının -bu örnekte siyasal öznenin- kuruluşuna şahit olmaktayız. Mantık basit: Siyasetin içinde gerçekleştiği mekan değişti, öyleyse siyaset de değişmiş olmalı… O zaman sırada değişen siyasetin öznelerini, hedeflerini, taleplerini formüle etmek var.

Ancak bu işe soyunanların bir risk de aldıklarını bilmeleri gerekiyor. Küreselleşme ideolojisi ciddi bir sarsıntı içerisindedir. Sarsıntının temelinde özellikle son birkaç yılda emperyalist güçlerin “piyasanın gizli elinden, devletlerin gözle görünür yumruğunun egemenliği lehine geri basmaya başlamaları” 8 yatmaktadır. Devletin rolünün değiştiğine, artık eski devlet formülasyonlarının uluslararası ilişkileri tanımlamakta yetersiz kaldığına ilişkin argümanlar emperyalistlerin güncel ihtiyaçlarını karşılayan bir ideoloji olmaktan kısmen uzaklaşmış bulunmaktadır. Özellikle dünya kapitalizminin siyasi ve iktisadi sıkışıklığının artmasıyla ideolojik meşrulaştırma çabası geri çekilmekte ve güncel siyasetin pragmatizmi ön plana çıkmaktadır.

Bu eksen kayması en açık biçimde ABD emperyalizminin politikalarında gözlenmektedir. Aşağıdaki bölümlerde ele alman ABD “savunma” stratejisi ve ABD iç politikasına şekil vermeyi hedefleyen gelişmeler, küresel yönetişim diye formüle edilen ve betimlemeye çalıştığımız mantığa dayandırılarak üretilen ideolojinin sonunu ilan etmektedir. Bu durumu küreselleşme ideolojisinin temel dayanaklarını yitirmesi olarak görmek gerekiyor. Keza küreselleşme tartışmasının son iki-üç yıl içinde pozisyon değiştirmesi ve liberal küreselleşmeci tezlerin giderek “alternatif küreselleşmecilik”le ikame edilmesi buna işaret ediyor. Bu ikisi arasında ne fark var denilebilir elbette. Özde bir fark görmesek de, liberal küreselleşmecilikten bu süreci tamamen nesnel ve karşı konulamaz bir tarihsel dönem olarak gören yaklaşımları, alternatif küreselleşmeciliktense süreci belirli politikalarla yönlendirilmesi ve daha adaletli olunması gereken bir değişim dönemi olarak gören bir yaklaşımı anladığımızı belirtelim. Bu ikinci yaklaşım içerisine Dünya Bankasını aldığı gibi, Negri ve Hardt’ı da alabilmektedir ve bu anlamda kapsamı oldukça geniştir.

Ancak ABD emperyalizminin hem uluslararası düzen üzerinde hem de iç politikasında daha fazla denetim talebi küreselleşmeciliğin her türlüsünü zorlamaktadır. ABD’nin uluslararası düzen kurgusu bağımsızlığı hedef almaktadır. Oysa ki küreselleşmeciler ulusal bağımsızlığın çoktan anlamını yitirdiğini ileri sürmekteydiler. Öte yandan ABD içinde yapılan siyasi, hukuki düzenlemelerse devletin doğrudan denetimini artırmayı hedeflemesi itibarıyla uluslararası kurguyla tutarlılık göstermektedir. Her iki süreçte de politikanın odağında devlet otoritesinin dayatılması vardır. Yazının geri kalanında önce bu politikalara daha yakından bakacak, ardından da bunların küreselleşme ideolojisini nasıl zorladığı üzerinde duracağız.

ABD’nin uluslararası düzen kurgusu

11 Eylül’ün yepyeni bir dönemin miladı olmadığını uzun uzun tartışmaya gerek yok. Ancak 11 Eylül’ün özellikle uluslararası siyaset açısından bir iç moment olduğunu ifade etmek gerekli. ABD’nin 11 Eylül öncesindeki dış politikasıyla sonrakiler arasında radikal bir farklılık olmamakla beraber, 11 Eylül sonrasında üretilen askeri doktrin ABD tarihi açısından bile oldukça uç bir örnek teşkil ediyor. Farklılık askeri güce yapılan vurgudan ziyade, bu gücün kendinde bir meşruiyete sahip olduğunun varsayılmasından kaynaklanıyor. Kendinden başka bir meşruiyet kaynağı tanımayan bir askeri gücün dayattığı uluslararası düzen kurgusu, varolan uluslararası yapıyı zorlayan sonuçlar üretmek durumundadır; üretmektedir de. Örneğin uluslar üstü bir tüzel kimliğe sahip olduğu iddia edilen kurumların uluslararası politikada bağımsız hiçbir etkinliklerinin bulunmadığı artık çok açık hale gelmiştir. Uluslararası politikanın zemini olarak tanımlanan kurumların meşruiyetinin, ABD emperyalizminin askeri gücünün “kendinde meşruiyeti”nin altında kaldığı ve birincisinin ikincisini onaylamadan varlığını sürdürmesinin bile zor olacağı apaçık ortaya çıkmıştır. Böylece uluslararası politikanın zemininin sözde uluslararası kuruluşlarca teşkil edilmediği, bir zemin varsa bunun güç ilişkileri tarafından belirlendiği açıklık kazanmıştır. 11 Eylül sonrasında yürürlüğe konan ABD askeri stratejisinin temeli de burada bulunmaktadır; bundan böyle uluslararası politikada ABD’nin iradesini kabul etmeyen herkes düşman ilan edilecektir.

2001’de yayınlanan Dört Yıllık Savunma Raporu bu vurguyu apaçık bir biçimde yapmaktadır. Raporda dünya müttefikler ve düşmanlar olarak ikiye ayrılmakta ve her iki bölümün ortak keseni olarak da ABD’nin iradesinin mutlak olarak kabul edilmesi konulmaktadır. Birinci kamptakiler ABD’nin iradesi dışında hareket ettikleri takdirde bu bölmenin dışına düşecekler, ikinci kamptakiler ise herhangi bir yolla söz konusu iradeyi tanımaya “sevkedileceklerdir”. Dolayısıyla ABD iradesinin kabul ettirilmesi her iki bölme için de eşit düzeyde geçerli bir unsur olmaktadır. Bunun gerekçesi hazır: Uluslararası ortam açın belirsiz, dengesini yitirmiş bir durumdadır ve ABD bütün alanı düzenleyebilecek tek iradedir.

Raporun “uluslararası ortamın durumu” alt başlığını taşıyan bölümünde, uluslararası ortam son derece belirsiz ve tehditkar olarak tanımlanıyor ve hiçbir ülkenin içinde bulunduğu konumdan emin olamayacağı öne sürülüyor ve Savunma Bakanının imzasını taşıyan şu cümlelere yer veriliyor:

“ABD’ye karşı düzenlenen saldırı ve girmiş olduğumuz savaş, içinde bulunduğumuz koşulların temel bir özelliğinin altını çizmektedir: Hiçbir zaman Amerika’nın çıkarlarının ne zaman ve kim tarafından tehdit edileceğini ya da Amerikalıların saldırılar nedeniyle nerede ve ne zaman öleceğini bilemeyiz ve bilemeyeceğiz. Eğilimler konusunda açık bir fikre sahip olabiliriz, ama olaylar hakkında kesin bir fikrimiz olamaz.” 9

Başka bir deyişle, raporda uluslararası ortam Hobbes’un “doğal durum” betimelemesine benzer ifadelerle nitelendirilmiş ve ABD’nin bu durumu değiştirebilecek yegane güç, Leviathan, olduğu ilan edilmiştir. Belirsizlik ve tehdit üzerine yapılan şizofrenik vurgu, çerçevesi çizilen askeri politikanın köşe taşlarını oluşturmaktadır.

Raporda yer verilen bir sonraki ifade, ABD askeri gücünün belirlenen eğilimlere uygun olarak gerekli becerilere kavuşturulmasıdır. Bundan böyle ABD askeri stratejisinin karşılaşılan tehditlere göre değil, sahip olunması gereken becerilere/güce göre oluşturulması gerektiğinin altı çizilmektedir. Bu ifadenin çeşitli sonuçlan bulunmakta: Öncelikle bu, ABD’nin askeri harcamalarındaki artışın yakın gelecekte de süreceğine işaret ediyor. İkinci olarak, ABD’nin dünya üzerinde çeşitli noktalardaki doğrudan askeri varlığını daha saldırgan bir biçimde genişletmeyi bir öncelik saydığını gösteriyor. Üçüncü olarak da, “müttefiklerin” askeri becerilerinin homojenleştirilmesine dönük daha fazla girişimde bulunulacağını ifade ediyor. Yaklaşımın “tehditlere” değil becerilere dayalı olması, bu sonuçlardan herhangi birine dair bir meşruiyet kaynağı aranmaksızın girişimlerde bulunulacağının altını çizmektedir. Dolayısıyla doktrine göre ABD’nin askeri maceralarını bağlayan yegane ilke, ABD’nin kendi iradesi olmaktadır. Burada belirttiğimiz sonuçların çoğu, raporda zaten açıkça belirtilmiş bulunmakta. Örneğin,

“…yaklaşım ABD’nin güç planlamasının odağını iki bölgeye -Kuzeydoğu ve Güneybatı Asya- göre optimize etmekten, hem işlevsel hem de coğrafi anlamda, olası güç gereksinimlerinin oluşturduğu yelpazeye dayanabilecek bir beceriler toplamına kaydırmıştır. [Güç] planlamasına dair bu yaklaşım yukarıda çerçevesi çizilen beceri temelli stratejiye uygun düşmektedir. Yaklaşım, düşmanın kim olacağından ya da nerede savaş çıkabileceğinden ziyade düşmanın nasıl savaşabileceğine odaklanmıştır. Bu değişim, plancıları düşmanların sahip olabilecekleri ya da geliştirebilecekleri becerilerin büyüyen ölçeğine yeniden yoğunlaştırmayı hedeflemektedir. Değişim, plancıların klasik sınırötesi işgallerin yanı sıra saldırganlığı ya da zor kullanmayı da alt edebilecek askeri hedefleri bir dizi olası senaryo içinde geliştirmelerini zorunlu kılmaktadır.” 10

“Müttefiklerin” askeri gücünün de beceriler arasına girdiğinin altını çizelim. Artık ABD’yle ittifak içinde olmak, bu ülkenin askeri becerilerini doğrudan artıracak “katkılarla” doğrudan bağlantılı hale gelmiş bulunuyor. İşbirliği ve müttefiklik kavramları ABD’nin iradesinden en ufak bir sapmanın bile hoşgörülmediği bir ilişki olarak tanımlanmış oluyor. Başka bir ifadeyle ittifak kurmak teslim olmakla aynı anlama geliyor. Raporda müttefiklik kavramının ABD’nin beceriler kümesine yapılan katkıyla belirlendiğini ifade eden pek çok cümle bulunmakta. Örneğin birleşik bir komuta merkezi oluşturulmasının savunulduğu bölümdeki değerlendirmeler bu çerçevede ele alınabilir:

“Yapı, ortak savaş alanına dair farkındalığın sağlanabilmesi için sıkı bir biçimde birbirine bağlanmalı, son derece eğitimli bir eylem gücünün yanı sıra uygun doktrinler, taktikler, teknikler ve prosedürlerle desteklenmelidir. En önemlisi yapı, (…) ortak bir profesyonel kültürün gelişmesini ve paylaşılmasını sağlamalıdır.” 11

Kontrol ve komuta faaliyetlerinin ötesinde, ortak bir “yönetim kültürü” de artık ittifak tanımı içine dahil edilmiştir. Bu düzeyde bir homojenleşmeye yapılan vurgu, ABD’nin “müttefikleri” üzerinde çok daha yoğun bir denetim öngördüğünün işareti olarak ele alınmalı. Bu kadar yoğun bir denetim öngören böyle bir stratejinin ne düzeyde uygulanabileceği konumuz açısından çok önemli değil. Böyle bir strateji çok yoğun bir baskı ve gözetimin uygulanmasını gerektiriyor. Raporda “gözetim” ifadesi sık sık vurgulanıyor. Gözetimle çift taraflı bir faaliyet kastediliyor; bir yandan “düşmanların” sürekli olarak gözetim altında tutulması, öte yandan müttefiklerin gözetlenmesi. Doktrine göre her iki kategorinin de denetim altında tutulması, dolayısıyla bağımsız hareket etme olasılıklarının en aza indirilmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak, ABD emperyalizmi uluslararası politikaya bir kez daha askeri gücünü dayatan bir müdahalede bulunmuş ve bu müdahaleyi yoğun bir denetim ve gözetim süreciyle desteklemiştir. Böyle bir müdahalenin ideolojik alanı zorlamaması olanaksız. Son üç-dört sene içerisinde küreselleşme ideolojisinin zayıflamış olmasının arkasında böyle bir dinamik de olduğunun altını çizmekte yarar var. Küreselleşme ideolojisince çizilen resim, ekonomik ve siyasi alan üzerindeki denetimini gittikçe yitiren ve bu alanları ulusötesi kurumların belirleyeciliğine terkeden bir devlet tasvir etmekteydi. Devletin bu alanlar üzerindeki etkinliğinin azalması, ekonominin ve siyasetin dışsal bir unsurun denetimden giderek kurtulduğu ve kendi iç dinamiklerince belirlendiği bir dönemin işareti olarak sunulmaktaydı. Bu tasvirin ABD denetiminin kaskatı bir biçimde dayatıldığı koşullarda hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Çünkü daha fazla denetim kurma çabası daha otoriter politikaları işbaşına çağırmaktadır. ABD’nin uluslararası düzen kurgusunun merkezinde devlet otoritesi ve ulusal egemenliğin hedef alındığı politikalar bulunmaktadır. Aynı durum ABD iç politikasındaki bazı gelişmelere bakıldığında da göze çarpmaktadır. Uluslararası politikaya yapılan müdahalenin çerçevesi korunarak içeride de bazı düzenlemelere gidilmiştir. Bu düzenlemelerin arkasındaki ilke de aynıdır: Daha fazla denetim.

İçe dönük müdahale: “Yurtseverlik” Yasası 12

Tam başlığı “Terörizmi Durdurmak İçin Gerekli Araçları Temin Ederek Amerika’yı Birleştirmek ve Güçlendirmek” olan ve “Yurtseverlik” Yasası (USA Patriot Act-USAPA) olarak bilinen yasa, ABD Senatosu’nda 98 lehte oya karşılık 1 aleyhte oyla kabul edilerek 26 Ekim 2001’de yürürlüğe girdi. 13 Yasanın kabulüyle birlikte FBI ve CIA istedikleri bütün kişisel kayıtlara girme ve elle tutulabilir herhangi bir nesneye elkoyma hakkına sahip oldu. USAPA, 1978’de yürürlüğe giren Yabancı İstihbarat İzleme Yasası (Foreign Intelligence Surveillance Act-FISA)’ya dayandırılarak çıkartıldı. FISA, dış istihbaratla ilgili bir işlem yapmak istediğinde FBI’ın takip etmek zorunda olduğu prosedürleri düzenleyen ve sadece dış istihbaratla ilgili bir kurumlaşmayken, USAPA’yla birlikte FBI’ın ABD vatandaşları üzerinde de aynı denetim yetkisine sahip olması yasalaşmış oldu. Yani eskiden Sovyet tehdidi bahane edilerek sürdürülen denetim, artık daha açıktan mekanizmalarla işletilmeye başlandı.

USAPA’yla birlikte, izlenilen kişiye herhangi bir bilgi verilmeksizin her türlü kaydına girilmesi, kişisel eşyalarına el konulması, hatta izlenmesi için postacısından ya da komşusundan işbirliği “talep” edilmesi yasal hale geldi. 14 Yasa FBI’ı her tür denetimin dışında tutarak, serbestçe avlanabileceği bir alan da açmış oldu. Örneğin artık FBI, herhangi bir kütüphanedeki belirli bir kitabı kimlerin aldığına bakarak bu kişileri izlemeye alabiliyor. Ya da belirli internet sitelerine kimlerin girdiği, hiçkimseye bilgi verilmeksizin izlenebiliyor. Yasa çıkmadan önce FBI’ın sadece resmi kişisel kayıtlara ulaşma yetkisi varken, bu yasayla birlikte elle tutulabilir her tür nesneye (kitaplar, mektuplar, bilgisayarlar, kişisel notlar, vs) ulaşması yasallaşmış oldu. ABD vatandaşı olmayıp da ABD’de yaşayanlar hakkında hiçbir açıklama yapılmaksızın soruşturma açma yetkisi de FBI’ın elinde. Dahası FBI’ın bir kişi hakkında soruşturma açmak için herhangi bir kanıt göstermesi ya da gerekçe sunması gerekmiyor. Ulusal güvenlik gerekçesiyle soruşturma açıldığını bildirmesi yeterli sayılıyor.

Bu sene başında gündeme gelen ve ikinci USAPA olarak anılan İç Güvenliği Sağlama Yasası’yla ise, herhangi bir ABD vatandaşının iç güvenliğe tehdit oluşturduğu gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkartılması ve sınırdışı edilmesi mümkün hale getirilmek isteniyor. Böylece “ulusal güvenliği tehdit etmek” vatandaşlıktan çıkartma ve sınırdışı etme kararları için yeterli gerekçe olmakta. Yeni yasayla birlikte terör suçuyla itham edilerek tutuklanan bir kişinin alıkonulduğuna dair hiçbir bilgi verilmemesi ve kişinin süresiz gözaltında tutulması da olanaklı hale gelirken, gizli tutuklamaların yolu açılmış oluyor. Dahası yeni yasayla FBI ve CIA’nın DNA veritabanı oluşturabilmesi ve genetik malzemenin de elle tutulabilir nesneler kategorisine dahil edilmesi gündeme geldi. Bu veritabanının “teröristlerin” kimliklerinin tespit edilmesi için gerekli olduğu savunulmakta. Herhangi bir kimsenin DNA’sı hiçbir mahkeme kararı olmaksızın alınabilecek ve eğer kişi kendisinden DNA örneği alınmasına izin vermezse 200 bin ABD doları ve 1 yıl hapis cezasına çarptırılacak. Son olarak, yeni yasayla ölüm cezasının kapsamı 15 yeni cürmü daha kapsayacak biçimde genişletiliyor.

Bütün bu adımlar ABD emperyalizminin uluslararası düzen kurgusuna iç düzenlemelerin de eşlik ettiğini gösteriyor. Bu düzenlemelerin ABD içindeki düzen karşıtı güçlerle ilişkisi olmadığı açık. Hedeflenen ABD emperyalizminin “kendinde meşruiyetinin” her düzeyde dayatılması ve bununla uzlaşmayanların açıkça tehdit edilmesi. Bunun gerekli kıldığı otoriter devlet yapısı ise dışarıda olduğu gibi içeride de kendisini göstermek durumunda.

Sonuç: Küreselleşme ideolojisinin geri çekilişi

ABD emperyalizmi hegemonyasını sürdürebilmek adına daha fazla güç talep etmektedir. Son on yıldır sıkça dillendirilen, ulus devletin artık ekonomik ve siyasi süreçler üzerindeki denetiminin azaldığı ve yerini ulusötesi mekanizmalara terkettiği argümanı, bizzat ABD emperyalizminin güç talebi tarafından sarsılmaktadır. Çünkü güç talebini karşılayacak asıl aktör askeri, siyasi gücüyle ve hukuksal düzenlemeleriyle devlettir.

Oysa ki küreselleşmeciler yulardır devletin artık böyle bir rol oynamadığını savunmaktaydılar. Bu iddianın teorik arka planını ise toplumsal ilişkileri önceleyen ve belirleyen bir zaman-mekan soyutlaması oluşturmaktadır. Küreselleşmeciler siyasetin ve ekonominin içinde devindiği mekanın değiştiği, bu değişimin de “klasik” yapıların etkisini yitirmesine neden olduğunu ileri sürmekte, etkisini yitiren yapıların başında ise ulus-devletin geldiğini savlamaktaydı. Bu yaklaşım, ulus-devleti belirli sınırlar içerisinde mutlak egemenlik sahibi ve düzenleyici rolünü sadece bu sınırlar içerisinde oynayan bir yapı olarak tanımlamaktadır. Bu tanımdan hareketle, günümüzde devletin böyle bir rol üstlenmediği ileri sürülmektedir.

Söz konusu çerçeve ABD’nin mevcut politikasını açıklayamamaktadır. ABD’nin uluslararası düzen kurgusunun hedefinde ulusal bağımsızlık vardır. Gerek müttefik olarak tanımlanan ülkelerin gerekse düşman olarak tanımlananların üzerinde daha sıkı bir denetim kurulması gündemdedir. Her iki kategoride bulunan ülkelerin bağımsız hareket etmelerini engellemek, “belirsizliği” en aza indirmek ve becerilerin sınırlarını bilmek şeklinde tanımlanan stratejik çerçevenin temel ilkesi durumundadır. Öte yandan ABD içinde de otoriter bir denetim kurulmasının hedeflenmiş olması bu durumla tutarlıdır. ABD emperyalizmi gücünü dayatmak istemektedir ve bu dayatmaya iç dinamiklerini katmaması düşünülemez. Kendi içinde otoriteryenizmi meşrulaştırmayan bir devlet otoritesini nasıl olur da kendi dışına dayatabilir?

ABD’nin politikasının odağında ulus devlet bulunmaktadır. Bir yanda kendi iradesini ve gücünü dayatan ABD devleti, öte yanda bu iradenin denetimi altında tutulması hedeflenen diğer devletler vardır. Bu durumda küreselleşmecilere bir sonraki bahara kadar geri çekilmek düşmektedir.

Dipnotlar

  1. “Mekan”dan söz ederken birden bire “mekan ve zaman” çiftine atladığımızın farkındayız. Bu atlamaya felsefi bir açıklama getirmek bu yazının sınırlarını aşmaktadır, ancak mekan kavramının zaman kavramından bağımsız olamayacağı ve bu nedenle de söz konusu atlamanın teorik bir sorun yaratmadığı inancındayız.
  2. Justin Rosenberg, The Follies of Globalization: Polemical Essays, Londra, Verso, 2000.
  3. Age, s.19
  4. Ellen Meiksins Wood, ‘Unhappy Families: Global Capitalism in a World of Nation-States’, Monthly Review, Temmuz-Ağustos 1999.
  5. Bob Jessop, State Theory: Putting the Capitalist State in its Place, The Pennsylvania State University Press, 1990, s. 9.
  6. Antonio Negri-Michael Hardt, İmparatorluk, çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2001, s. 398-399.
  7. Age, s. 401
  8. Alıntıyı yapan William Greider, ‘Military Globalization’, The Nation, 31 Mart 2003.
  9. Quadrennial Defense Review Report, 2001, s. 3
  10. Quadrennial Defense Review Report, 2001, s. 17
  11. Quadrennial Defense Review Report, 2001, s. 33
  12. Bu bölümde, http://www.aclu.org adresinde yayınlanan yasayla ilgili raporlardan yararlanılmıştır.
  13. Geçerken, toplam 324 sayfa uzunluğunda bir metnin 11 Eylül’den sadece bir buçuk ay sonra hazırlanabilmiş ve yasalaşabilmiş olmasının bize ilginç geldiğini belirtelim.
  14. TIPS Operasyonu (Terrorism Information and Prevention System) adı verilen uygulamayla izlenilen bir kimsenin postacısı, komşusu, mahalle bakkalı vs FBI tarafından bilgi ve izleme kaynağı olarak kullanılabiliyor.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×