Kuru Gürültüyü Aşmak
“Much Ado about Nothing” Shakespeare’in oyunlarından biridir. Türkçe’ye “Kuru Gürültü” adıyla çevrilmiş, bu adla sahnelenmiştir. Oyunun adı düz biçimde Türkçe’ye çevrildiğinde “Ortada fol yok yumurta yok, ama bir vaveyladır gidiyor.” gibisinden bir anlam çıkmaktadır.
Shakespeare’in bu oyunu beş perdelik bir komedidir.
Türkiye’de Kürt sorunu, bu oyunun adının tam tersini çağrıştıracak bir noktaya gelip dayanmıştır. Birçok siyasal ve toplumsal özne açısından bakıldığında, ortada hem fol hem de yumurta vardır; gelgelelim, bu özneler (ki aralarında solun yanı sıra burjuvazi, AKP ve Kürt dinamiğinin siyasal temsilcileri de yer almaktadır) söyleyebileceklerinin ve önerebileceklerinin artık sonuna gelmişlerdir ve bir süredir patinaj yapmaktadırlar. Şu an için, inisiyatif kullanabilen tek aktör olarak geriye ABD kalmıştır.
Shakespeare imzasını taşımayan bu “oyunun” türü ve kaç perdelik olduğu ise henüz netleşmemiştir.
Ulusal Soruna Bakan Türk Soluna Kısa Bakış
Denildiği gibi, patinaj yapan özneler arasında Türkiye solu, daha doğrusu sosyalist solun önemli bir kesimi de yer almaktadır.
Türkiye’de sosyalist solun tarihine göz atıldığında, “Kürt bağlantısı”nın 1960’larla birlikte gündemde giderek daha belirgin biçimde yer almaya başladığı görülür. Birinci Türkiye İşçi Partisi ile başlayan bu süreç, daha sonra Kürt ağırlıklı olmayan örgütlenmeler içinde “ulusal sorun” referanslı ayrışmalar yaşanmasıyla ve giderek Kürt ağırlıklı sosyalist grupların ortaya çıkmasıyla devam etmiştir.
12 Eylül 1980’e kadar.
“12 Eylül’den çıkış” şeklinde bir tarih verilmesi aslında son derece güçtür. Gene de, bu “çıkışın” bugünden bakıldığında yaklaşık 20 yıllık bir geçmişi olduğu söylenebilir. Bu son 20 yılın ulusal sorun bağlantılı bilançosu ise, 12 Eylül’ü önceleyen 20 yıldan köklü bir farklılık göstermektedir: Artık Türkiye solunun bir çok öbeği, ulusal soruna sosyalizmden kalkarak bakmayı bırakmış, sosyalizme ulusal sorundan kalkarak bakmaya başlamıştır. Aslında, bu söylenen bile fazla sayılabilir. 12 Eylül’den sonra Türkiye solu “demokratikleşme” gündemine iyiden iyiye kilitlenmiş, ulusal sorun da bu kilitlenmenin temel motifi olarak gündeme yerleşmiştir.
Türkiye solundaki bu köklü konum değişikliğinin birtakım temel nedenleri olmalıdır.
Üç temel nedene işaret edilebilir. Birincisi, Türkiye’de sosyalist sol, 12 Eylül saldırısına direnemeyerek ve 70’li yıllarda eylemden eyleme taşıdığı “kitlenin” büyük ölçüde buharlaşıp gittiğine tanık olarak ciddi bir şok yaşamıştır. Köşesine çekilmeyip kavgayı sürdürenlerin bir bölümü, bu şokun terapisini direnen ve kitlesel olanın yüceltilmesinde aramıştır. Gerçekten de az buz değildir: Ortada, “işçi partisi” adını taşıyan, gerektiğinde Marx’a, Sovyet Devrimi’ne ve uluslararası devrimci süreçlere atıflarda bulunan, üstelik direnen ve kitle desteği bulan bir hareket vardır. Etki, 1980’lerin başındaki Eruh baskınıyla kendini hissettirmiş, ardından güçlenerek devam etmiştir.
İkinci neden, Türkiye’de sosyalist solun hemen hemen tüm ana akımlarıyla birlikte “demokratikleşmeci” konuma gelmesiyle ilgilidir. “Demokratikleşmecilik”, sosyalist solda sömüren-sömürülen ekseninden ezen-ezilen eksenine, eşitlik vurgusundan, özgürlük vurgusuna doğru bir kaymaya yol açmıştır. O halde sonuç açıktır: Ezen mi, ortada koskoca TC var; ezilen ve özgür olmayan mı, işte Kürt ulusu orada duruyor…
Üçüncü ve son temel neden olarak, Sovyetler Birliği’nin ve dünya sosyalist sisteminin tarihe karışması gösterilebilir. İlginçtir: Bu çöküş, SSCB’ye ve sosyalist sisteme en küçük bir sempatisi olmayanlar dahil solun büyük bölümünde hayli köklü bir sil baştancılığın zeminini oluşturmuştur. Silinme sonucu boş kalan yere de, elbette başka motiflerle birlikte ulusal sorun oturmuştur.
Açık söylemek gerekirse, gerisi laf ü güzaftır. Bu ülkede, Çarlık Rusya’sının 1905’te Japonya karşısında uğradığı yenilgiye atıfla, TC’nin yenilgisinin de böyle bir katalizör rolü oynayacağını, sonuçta orada olduğu gibi bizde de kitlesel muhalefetin yükseleceğini söyleyenler olmuştur. Bu ülkenin solunda, işçi-emekçi kesimleri sosyalist mücadeleden alıkoyanın milliyetçi-şoven koşullanmalar olduğunu, bu koşullanmanın ortadan kalkmasıyla sosyalizmin önünün açılacağını ileri sürenler olmuştur. Nihayet, bu ülkede, egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin ve onun baskıcı işlevlerinin ulusal sorun ve Kürt odaklı olduğunu, dolayısıyla bu odak ortadan kalktığında devletin de “çıplak kalacağını” savunanlar bile çıkmıştır.
Laf-ü güzaf olan, bunlardır. Daha doğrusu, az önceki üç temel nedenle ilişkilendirilmediği, bu nedenlerin bir uzantısı olarak yerine oturtulmadığı sürece, bu söylenenlere herhangi bir değer atfedilmesi mümkün değildir.
Ulusal Sorunda Üç Tarihsel Dönem
Dünyanın neresinde olursa olsun, ulusal hareketlerin tarihine bakıldığında iki kere iki dört kesinliğinde bir olguyla karşılaşırız: İstisnasız bütün ulusal hareketler, kendi içlerinde, demokratik ve eşitlikçi özlemler barındırırlar; bu öğelerin hiç bulunmadığı bir “ulusal hareket” bulup göstermek mümkün değildir.
Ne var ki, her ulusal hareketin mayasında böyle öğelerin olması (ve bundan sonra da olacak olması) verili bir ulusal hareketin içeriğini ve yönelimini kendi başına belirlemez. Evet, önderlik, sınıf bileşimi önemlidir; ama bunların hepsinden daha önemli bir başka belirleyen vardır: İçinde devinilen tarihsel dönem ve verili uluslararası konjonktür. Buna, ulusal hareketlerin “dış bağlamı” diyebiliriz.
Bu açıdan, yani dış bağlamla birlikte bakıldığında, ulusal hareketler için üç tarihsel dönem belirlemek mümkündür: i) burjuva devrimler çağı; ii) sosyalizm çağı (1917-1991); ve iii) sosyalizmin çöküşünden günümüze uzanan ve henüz kapanmamış olan dönem.
Birinci döneme bakıldığında, örneğin Marx’ın hangi ulusal soruna önem ve değer biçip hangisine biçmediği konusunda ayrıntılı tartışmalara girmeye gerek yoktur. Marx’ın “İrlanda sorunu”na yaklaşımı Gelenek’in bu sayısındaki bir başka yazıda ele alınmaktadır. Marx’ın, kendi döneminde, tarih sahnesinden çekilmek üzere olan kimi halkları “kayıp” saymadığı da bilinmektedir. İsteyen geriye dönüp tartışabilir veya eleştirebilir; ancak bir gerçeği veya tutarlılığı inkâr edemez: Marx’ın, ulusal sorunu ele aldığı her örnekte, başlıca duyarlılık noktası veya referans çerçevesi, dünyanın bir an önce sosyalizm için hazır hale gelmesidir. Marx’ta, bu referans çerçevesinden kopuk, kendi başına bir ulusal sorun duyarlılığı aramak beyhudedir.
Sonuçta, burjuva devrimler çağında, belirli bir ulusal hareketin nereye yöneleceği, dünya konjonktürüne görece daha az, sürükleyici liderliğin niteliğine ve sınıf bileşimine ise görece daha fazla bağlıdır. Ulusal hareket, özellikle burjuva devrimler çağında tanım gereği burjuva özde bir hareket olduğuna göre, hareketin ana çizgisi burjuvazinin özlemleri ve sürükleyici gücüyle, bu çizgideki kırılmalar ise hareketin içinde yer alan emekçi unsurların ağırlığıyla belirlenir.
İkinci dönem, 1917 ile başlamış, 1991’e kadar sürmüştür. Bu dönemin belirleyici özelliği, önce SSCB’nin, ardından dünya sosyalist sisteminin varlığında cisimleşen bir karşıt kutbun varlığıdır. Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketleri, bu dönemde ulusal soruna daha zengin bir içerik ve dinamik kazandırmıştır. Kuşkusuz, bu dönemin ulusal hareketleri de öz olarak burjuva niteliktedir. Ancak böyle de olsa, karşıt bir sistemin, daha doğrusu sosyalist alternatifin varlığı, ulusal hareketlerin hem liderliği hem de sınıf bileşimi açısından önemli etkiler yaratmıştır. O kadar ki, dünya emperyalist-kapitalist sistemiyle eklemlenme gibi bir perspektif taşımayan, ancak sosyalizm için olgun bir sınıfsal zemine de sahip olmayan hareketler için “kapitalist olmayan yol” modeli bu dönemde ortaya atılmış, uzunca bir süre “çekicilik” taşımıştır.
1991’den bu yana yaşanan son dönem ise ilk ikisine göre hayli farklı özellikler taşımaktadır. Ortada bir karşıt sistemin olmayışı, bu yeni dönemi 1917 öncesine benzer kılmamaktadır. Çünkü, bugün gündemde olan, “bağımsız ulusal gelişme” değil ulusal hareketlerin hepsini belirleyen, “küresel eklemlenme” ve emperyalist-kapitalist sistem içinde avantajlı yer kapma çabalarıdır.
Önce sosyalizm adına yola çıkan, bir süre “bağımsızlık” söylemine de vurgu yapan Kürt hareketinin bugün geldiği yer, tam tamına, bir üstteki paragrafta anlatılan konumdur.
Bölgeye Damgasını Vuran Temel Değişim ve Yönelim
Ulusal sorunun özellikle sol çevrelerde tartışılmaya başladığı 1960’lardan günümüze bölgede nelerin değiştiği, hangi köprülerin altından hangi suların aktığı, kuşkusuz burada etraflıca ele alınması mümkün olmayan başlıklardır. Bununla birlikte, çok da gerilere gitmeden, bölgedeki son 20-25 yılın anlamlı kimi değişikliklerini kısaca özetlemek mümkündür.
Birincisi: Son 20-25 yıl içinde bölge, temelde ciddi bir sanayileşme-kapitalistleşme süreci yaşamadan ve gerçek anlamda “modernleşmeden” burjuvalaşmış, dışarıya (ülke sınırlarının da ötesinde) açılmış ve kozmopolitleşmiştir.
Yukarıda sözü edilen, kendi içinde çelişkili öğeler de taşıyan, karmaşık bir süreçtir. Süreç, bir bakıma, İttihat ve Terakki’nin 1908-1914 dönemine özgü “eşraf yaratan ve palazlandıran” politikalarına atıfla bir yere oturtulabilir. Bölgede, sanayi sermayesine tam dönüşemeyen, dönüştüğünde de bölge dışına kayabilen ticari sermaye birikimi gerçekleşmektedir. Otomotiv ürünlerinin ve dayanıklı tüketim mallarının bölge bayilikleriyle, büyük holdinglerle kurulan ortaklıklarla ve GAP sürecinde belirli bir düzeye ulaşan işlenmiş-işlenmemiş tarım ürünlerinin ticareti ve dışsatımıyla, kısacası bu kanallarda gelişen bir birikim süreciyle birlikte, bölgenin sınıfsal haritasında son 20 yıl içinde önemli sayılabilecek değişimler gündeme gelmiştir.
Dünyaya damgasını vuran “istihdam yaratmayan büyüme” olgusu, bölgede “proletarya yaratmayan kapitalistleşme” şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Sonuçta, Kürt hareketinin sınıfsal bileşiminde, başlardaki temeli oluşturan emekçi (kırsal ve kentsel) kesimlerden yukarıya doğru bir çeşitlenme (heterojenleşme) ortaya çıkmıştır. Bu çeşitlenmede ağırlığı, kentli orta sınıflardan üst orta sınıflara, oradan da ticaret burjuvazisine uzanan kesimler oluşturmaya başlamıştır. Örneğin bugün Diyarbakır’ın ve Van’ın “ulusal soruna duyarlılık taşıyan” varlıklı kesimleri, İstanbul ve İzmirli işadamlarını, “joint venture” peşindeki dış sermaye heyetlerini ve elbette yabancı misyon ve AB görevlilerini Demir Palas veya Yakut Otel dışında çok daha lüks mekânlarda ağırlayabilmektedir.
Bölgede, bir zamanlar sosyalizme çok daha açık olan, belirli bir eğitimden geçmiş, orta sınıf aydın kesim içindeki değişim ise belki de daha ilginç özellikler taşımaktadır. Şöyle: Bugün ideolojik ve siyasal planda bu kesim, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin kendi metropollerine özgü “entelektüel” ortamların da ötesinde, doğrudan Avrupa Birliği metropollerindeki “entelektüel” ortamlarla içli dışlı durumdadır. Şu örnek abartılı sayılmamalıdır: Bölgede eğitim imkânlarının ve kalitesinin sınırlı kaldığı illerde lise öğrencilerinin üniversite giriş puanları düşük kalabilir; ancak, örneğin “ademi merkezileşme”, “yerindenlik”, AB hibe fonlarında aranan koşullar, “proje çevrimi yönetimi”, “kamusal projelerde maliyet paylaşımı” gibi konulara ağırlık veren bir sınav Türkiye ölçeğinde yapılsa, bölgenin Türkiye birinciliğini alması kesin gibidir.
Özetle, özellikle Avrupa Birliği süreci, bölge açısından ikili bir sonuç getirmektedir. Bir yandan bölgedeki ilerici-demokrat ve sola açık orta sınıf dinamiğinin neoliberal ideolojik-siyasal hatta kazanılması, diğer yandan da, ortaya çıkan daha heterojen yapının, uluslararası kapitalizmle daha uygun ve doğrudan eklemlenme perspektifiyle (şimdilik) bir arada tutulması. Bu söylenenlerden ikincisi, Türkiye açısından bölgeyi de aşan bir genellik taşımaktadır. “Yerelleşme” başlığı altında toplanabilecek yeniden yapılanmada ve bunun uzantısı olacak yasal düzenlemelerde, sermaye kuruluşlarıyla birlikte “sivil toplum örgütlerinin” ağırlıkta olacakları yerel oluşumların yabancı sermayeyle doğrudan ilişkiye geçmeleri öngörülmektedir. Bu “cazip” perspektif, Avrupa’da pek çok bölgeyi, Türkiye’de ise şimdilik en çok bu bölgeyi uluslararası sistemle “en avantajlı” eklemlenme aranışlarına yöneltmektedir.
Bir not daha eklemek gerekirse, az önce sözü edilen perspektif, en azından kısa ve orta vadede, “ayrılma”, “Kuzey Irak’la bütünleşme” veya “Büyük Kürdistan” gibi projelere göre başatlık taşıyacak, bu arada “federasyon” yoklamalarıyla ileri taşınmaya çalışılacaktır.
Böyle Gider mi?
Benimsenen perspektifin korunacağı, bu anlamda işin “böyle gideceği” aşağı yukarı kesin gibidir. Ancak bu, mevcut yapı ve bütünlüğün herhangi bir kırılganlık taşımadığı anlamına kesinlikle gelmemektedir.
Yapının “kırılganlığı” daha şimdiden, en azından bir boyutuyla ortaya çıkmaktadır.
Bu boyut, AKP’nin bölgeye dönük plan ve projeleri ile ilgilidir. AKP aslında bölgededir; DTP ile aşık atacak güçtedir ve bu gücünü daha da arttırıp başat duruma gelme niyetindedir. AKP’nin bölgedeki kozları, bölge burjuvazisi ile birlikte, orta sınıfların yeni ve kozmopolit yönelimlerine giderek daha fazla yabancılaşan emekçi-yoksul kesimlerdir.
Bu kozların ne kadar iş gördüğü, yerel seçimlerde büyük ölçüde netleşecektir. Ancak şu kadarı şimdiden bellidir: DTP’nin de katıldığı bir seçimde örneğin Diyarbakır’daki yerel yönetimleri AKP’nin alması, “hareketin” geldiği nokta konusunda çok ciddi soru işaretleri yaratacaktır. PKK faktörünün bugünden o güne güç yitirmesi gibi bir durumda, soru işaretlerini de ortadan kaldıracak bir netliğin ortaya çıkması bile mümkündür.
Kırılganlığın bir başka etmeni ise ABD’nin Irak’taki konumu ve durumudur. Gerçi şimdilik fazla olası görünmüyor, ama ABD’nin bölgedeki görünür ağırlığının azalması, Kuzey Irak’taki oluşumu yakından etkileyecek, bu da Türkiye’deki harekete doğrudan yansıyacaktır.
Nihayet, AKP’nin kemiriciliği dışında, bölgedeki mevcut bütünlüğü kendi içinden çözüp ayrıştırıcı başka siyasal dinamikler de ortaya çıkabilir. Hacı yolu bekler gibi beklenen “özerkleşme” ve “yerelleşmenin” bölge aydınlarını tam tatmin edecek içerikte gündeme gelmesi şimdilik daha uzak bir olasılıktır.
Bununla birlikte, ama DTP ile, ama AKP ile bu yönde belirli adımlar atılacaktır. Bu adımlar, “bölgesel asgari ücretle”, “esnek çalışmayla”, “bölgenin geri kalmışlığı” göz önüne alınarak dayatılacak sosyal güvenlik ve hak yoksunluklarıyla birlikte, sınıfsal ayrışma ve çelişkileri daha belirgin hale getirecektir.
Sosyalist hareketin devreye girmesi gereken, gireceği yer de burasıdır. Bu noktada, “kuru gürültü” dönemi de kapanacak, ortada hem fol hem yumurta, hem de yapacak çok iş olacaktır.
Dönem Kapanırken
Türkiye’de sosyalizmin Kürt hareketi ile ilişkilenme biçimi son 15-20 yılda hep sorunlu ve verimsiz olagelmiştir.
Bu ülkede Kürt hareketi, en azından 1990’lı yılların ortasına kadar, ülke solunun önemli bir kesimini komplekslere iten bir “Rönesans” yaşamıştır. Bu dönemde, hayatta olmayan eski komünistlerin komünistlikleri ve aydınlıkları zamanında ulusal soruna ne kadar duyarlı olabildikleriyle tartılmıştır. Bir sürü Türk solcusu, aile soyağacında Kürt bir dal bulma uğraşına girmiştir. TC, borsa gibi zaman zaman çökmüştür.1 Sınıf mücadeleleri tarihi ulusal mücadele tarihiyle ikame edilmiştir.
Kürt siyasetçiler, yerine göre “Kelin merhemi olsa kendi başına sürer.” gözüyle küçümseyip marjinal saydıkları sola, başka durumlarda “Bize yeterince destek olmuyorsunuz ki!” serzenişinde bulunabilmişlerdir.
Ve bütün bunların artık sonuna gelinmiştir.
Çok açık yazıp bitirmek gerekiyor: Sosyalistlerin, bugünkü liderliği, bu liderliğin ideolojik-siyasal angajmanı doğrultusunda başlıca perspektifi dünya emperyalist-kapitalist sistemiyle en uygun koşullarda ve her kimin yardımıyla olursa olsun eklemlenmeden öteye geçmeyen bir “ulusal harekete” destek verme gibi bir görev ve yükümlülükleri yoktur.
Dipnotlar
- Gazetelerde, ekonomik analiz yazıları bile ulusal sorun ekseninden “tashih edilmiştir.” Örneğin, Özgür Bakış gazetesinin 30 Aralık 1999 tarihli nüshasında yer alan ve banka sektöründeki krizle ilgili bir yazıda geçen TL (Türk Lirası) kısaltmaları “musahhih” tarafından “TC” olarak “düzeltilmiş”, sonuçta ortaya şöyle cümleler çıkmıştır: “Hem mevduat sahipleri hem de güvenli hazine kağıtlarını ellerinde tutanlar dövize yönelirlerse, bu durum, harcamalarda daralma olurken TC’nin değer kaybı anlamına gelecektir ki, IMF’nin asıl istediği budur.”