Mahmut Dikerdem Eserleri ve Üçüncü Dünya
Giriş
Mahmut Dikerdem Türkiye’de aydın hareketi ve barış mücadelesi denilince akla ilk gelen isimlerden biri. Namuslu bir aydın ve eylem adamı olan Mahmut Dikerdem Türkiye Dışişleri’nin, “hariciye”nin ilk ve belki de tek ‘solcu’, Marksist büyükelçisiydi. Solcu ününden ötürü diplomatlık kariyerinde çeşitli sorunlarla karşılaştı. Bu yazı çerçevesinde Mahmut Dikerdem’in yakın ilgi hak eden, her yönüyle yeterince ele alınmamış ve yararlanılmamış olduğunu düşündüğümüz dış siyasete ilişkin kitaplarını tanıtmaya çalıştık.
Mahmut Dikerdem, 1916 yılında İstanbul’da doğdu, Galatasaray Lisesi’ni ve Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1939 yılında Dışişleri Bakanlığı’nda memur olarak göreve başladı ve 37 yıl boyunca Dışişleri’nin çeşitli kademelerinde görevler aldı. Kariyerinin 14 yılını Üçüncü Dünya ülkelerinde büyükelçilik ve elçilik müsteşarlığı görevlerinde geçirdi.
Dikerdem, marksizmle henüz lise yıllarında tanışmış, Nazım’ın şiirlerini okumuştu. Anılarında kuşağının pek çok solcusu gibi daha o yıllardan Marksist klasikleri okuyarak kendi kendine komünizmi bulduğundan söz ediyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Türkiye’de son derece gericileşen bir ortamda komünistliği daha hariciyedeki ilk yıllarından itibaren başına dert açmaya başladı. Türk Dışişleri aygıtının geleneksel ana akımı oluşturan, gerici yapısı düşünüldüğünde, bu anti-komünizmin kalesi içinde Marksist bir aydın olarak yer almanın zorluklarını düşünebiliriz. Ama çıplak bir komünist kimlik sergileyerek, değil büyükelçi olmak bakanlığın önünden bile geçilemeyeceğini herkes takdir eder. Dikerdem’in de 1940’larda, 50’lerde düşünen, yazan, çizen bir aydın olarak sıkıntılı bir dönem geçirdiğini tahmin edebiliriz. Bu dönem komünizmin kimliği barış, demokrasi, insan hakları giysilerinin içindedir. Dikerdem gericilik çağında anti-komünizmin kalesinin içinde görev yapan bir diplomattır.
1945 yılında bir milletvekilinin kendisi hakkındaki yorumu şudur: “aile kökeniniz, gördüğünüz eğitim sonucu nasıl Marksist düşüncelere vardığınıza şaşıyorum.” Dikerdem de birçok yerde ifade ettiği gibi Türkiye’nin dış politikasının nasıl olup da “Batı bloku”na gözü kapalı bağlandığına şaşırmaktadır. Anılarında Dışişleri Bakanlığı’na girişten itibaren uygulanan sınav ve eleme politikasının meslek memurları arasında kendisi gibi düşünen kimsenin bulunamayacağı kadar sağcı ve gerici bir ortam yarattığını yazar1 Dikerdem bu nedenle Dışişleri’nde çalıştığı süre ve başarılı kariyeri boyunca prestijli ve popüler kabul edilen batılı ülke başkentlerinde değil, Mısır, İran, Gana, Ürdün ve Hindistan’da görev yaptı. Bu saydıklarımızın çoğu 1950 ve 60’lı yıllarda önemli değişimler yaşayan, tarih sahnesine bağımsız devletler olarak çıkan ülkelerdi. Eski sömürge ülkeler olarak kalkınmaya ve yoksulluktan kurtulmaya çalışan, bir yandan da bağımsız, bağlantısız bir dış siyaset hattı oluşturmaya çalışan, tarihsel önemleri ancak daha sonra anlaşılan Üçüncü Dünya ülkeleri idi. Dikerdem’in bu ülkelere dair izlenimleri ve bu ülkelerdeki dinamiklere ilişkin gözlemleri bu nedenle özel bir önem taşıyor.
Dikerdem özellikle 1956’dan itibaren bir süre Dışişleri Bakanlığı’nın Kıbrıs Dairesi’nde de çalıştı. Daha o yıllardan, Kıbrıs’taki temel sorunlardan birinin Türk tarafının İngiliz sömürgeciliğine karşı yürütülen mücadeleye uzak durması olduğu tespitini yapıyordu. Soğuk Savaş yıllarında Kıbrıs konusundaki resmi politikaya karşı çıkan tek hariciyeci olmuştu.2
Mahmut Dikerdem çalışma hayatı boyunca deneyimleri üzerine düşündü, gözlemler yaptı ve teorik çıkarsamalarda bulundu. Türk dış siyasetine ve dünyadaki gelişmelere dair değerlendirmelerini emekli olduktan sonra ‘geniş kamuoyu’ için kaleme aldı. Ama daha öncesinde de ve tüm yaşamı boyunca kendi ismiyle ya da kimi mahlaslar kullanarak hep bir şeyler yazdı, üretti. 1946 yılından itibaren Akşam gazetesinde dış politika yazıları kaleme aldı, kısa bir süre için başyazarlık yaptı. Yazdığı ilk başyazının başlığı Soğuk Savaş yıllarındaki siyasi görüşleriyle ve daha sonraki siyasi mücadeleleriyle uyumluydu: “Dünya Barış İstiyor”. Üretkenliği yalnızca siyaset alanıyla sınırlı değildi. Dikerdem 1949 yılının son gününde Ankara’da yayına başlayan, Orhan Veli’nin çıkardığı ve dönemin ünlü edebiyatçılarının bir araya geldiği, bir yapraktan oluşan on beş günlük Yaprak dergisinin katkıcılarından biri oldu. Bu dergide ilk sayıdan itibaren M. Fırtınalı mahlasıyla yazan Mahmut Bey’in unutulmaz bir cümlesi vardır: “Salon verir, sokak alırız.”3
Mahmut Dikerdem görev yaptığı dönemler boyunca, iktidarların anti-komünist refleksleri ve komünizm korkuları nedeniyle sayısız defalar önü kesilmesine, haksızlıklara maruz kalmasına karşın Dışişleri’ndeki görevini 1976 yılına kadar inatla sürdürdü. 1976 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldıktan bir yıl sonra, 3 Nisan 1977’de kamuoyunun karşısına bu kez çok daha net bir kimlikle Barış Komitesi Derneği’nin kurucu genel başkanı olarak çıktı.4 Bu dönem kendi açısından iç rahatlığıyla, açıkça siyasal mücadele yürütebildiği bir dönem oldu. Bir Büyükelçinin Anıları başlığını taşıyan anıları 1977 yılı içinde Cumhuriyet gazetesinde, daha sonra da iki kitap halinde toplu olarak da yayımlandı.5 Mahmut Dikerdem’in hariciye mesleğinde karşılaştığı olayları Türk Dışişleri açısından ele aldığı çalışma ise Hariciye Çarkı isimli çalışmasıdır.6 Bu kitap, Dışişleri görevlilerinin siyasi anılarının ülke ve dünya siyasetini, dönemin eğilimlerini ve tartışmalarını değerlendirmek açısından ne denli önemli olduğunu gösteren bir yapıttır. Türkiye’de bu konuda literatürün son derece kısıtlı olduğu düşünüldüğünde önemi bir kat daha artar.
Mahmut Dikerdem, kuşağının önde gelen aydınlarından biri olarak birçok gazete ve dergide yazılar yazdı.7 Gazete, dergi ve kitap yazılarının dışında birçok yerde konuşmalar yaptı, toplantılara katıldı.
Barışın Büyükelçisi Dikerdem
Mahmut Dikerdem uzun yıllar bir diplomat olarak görev yaptı ancak kendi ifadesiyle söyleyecek olursak hayatının en mutlu dönemi emekli olduktan sonra tüm varlığıyla içinde yer aldığı barış mücadelesi yılları oldu. Türkiye Barış Komitesi Derneği’nin kuruluşundan itibaren genel başkanlığını yürüten Mahmut Dikerdem, sadece uluslararası platformlarda, salonlarda, sokaklarda değil, 12 Eylül faşizminin zindanlarında ve sorgucularının karşısında da barış davasını başı dik biçimde savunan bir aydındır. Bu dönem, barış mücadelesi yürütenler için birkaç açıdan önemlidir. Dönemin barış mücadelesinin ana belirleyenlerinden biri 1975 tarihli Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı olmuştur.8
Bunun nedeni aynı dönemde Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerin barış ve silahsızlanma konularına ağırlıklarını koymuş olmalarıdır. Dikerdem’in barış ideali tabii ki içi boş, siyasetsiz bir barış hülyası değildir. Hem aydın komünist kişiliği hem de hariciyede almış olduğu görevler, barış davasının anlamını ve bu davanın emperyalist savaş makinelerine karşı, dünya halklarının bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine katkı sağlayacak etkin bir siyaset olduğunu kavramasını sağlamıştır. Kurucu başkanı olarak çalışma yürüttüğü Barış Derneği tüm dünyada komünist hareketle omuz omuza yürüyen barış mücadelesinin ülkemizdeki ayağını oluşturmuştur. Dikerdem barışın pasifist bir politika ile sağlanmayacağını, aktif ve etkin bir barış mücadelesi verilmesi gerektiğini savunmuştur.
Dönemin çalkantılı koşulları ve özellikle 12 Eylül 1980 sonrası koşullar Türkiye aydınının iç rahatlığı ile çalışmasının mümkün olmadığını acı deneyimlerle gösterdi. Bir dönemin tüm aydınları gibi Dikerdem de 12 Eylül koşullarında askeri mahkemelerde yargılandı, ülkesinin hapishanelerinde yattı. Dikerdem ve 12 Eylül’den birkaç gün önce kapatılan Barış Derneği’nin diğer yöneticileri darbenin ardından 1982 yılında tutuklandı, eski büyükelçi Barış Derneği davasının bir numaralı sanığı olarak yargılandı. Bu davada aralarında Orhan Apaydın, Orhan Taylan, Uğur Kökden, Şefik Asan, Niyazi Dalyancı, Ali Sirmen, Metin Özek, Mustafa Gazalcı, Haluk Tosun, İsmail Hakkı Öztorun, Kemal Anadol, Aykut Göker gibi Barış Derneği’nin çeşitli kademelerinde yer alan 24 dernek yöneticisi 25 Şubat-24 Aralık 1982 tarihleri arasında haksız bir biçimde tutuklu olarak yer aldı.9
Bu acılı dönem ve hastalığı, yaşamı boyunca emekçi halkın yanında yer alan ve bir barış savunucusu olan Mahmut Bey’e ek yükler getirdi. Bir diplomat ve bir salon adamıydı; uzun yıllar büyükelçilik görevi üstlendiği için hariciyenin süslü ve törensel adabını, kordiplomatik gelenekleri yakından bilen ve izleyen biri olduğundan Maltepe Cezaevi’nde birlikte yattığı aydın dostları kendisine ‘majesteleri’ diye hitap ederek kahvaltı servisi yaptıklarında bu alışkanlıklar ancak bir gülmece unsuru olarak ele alınıyordu. 12 Eylül sonrasında yargılandığı Barış Derneği davasına dair tartışmaları ve savunmaları Barışın Savunması – Direnenler kitabında bir araya getirdi.10
Mahmut Dikerdem’in mahpusluk ve yargılanma dönemine ilişkin tanıklık ve belgeleri bize halkı için mücadele eden, bu mücadeleyi hukuk alanında da sürdüren onurlu bir aydın profili sunar. Dikerdem’in yorumuna göre askeri savcının iddianamesi bir dörtgen oluşturmaktaydı: Barış Derneği – Dünya Barış Konseyi – TKP ve SBKP. Dikerdem bu dönemde kaleme aldığı ‘Barışın Savunması – Direnenler’ başlıklı savunmasında, dava sürecinde görev yapan 12 Eylül sorgucularının tutarsızlıklarını göstermiştir. Dikerdem’in Barış Derneği yöneticilerini yargılamak üzere 24 Haziran 1982’de Topkapı Spor Salonu’nda toplanan İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’ne karşı söylediği şu sözleri hatırda tutmak önem taşır:
“Barış Derneği Genel Başkanı olarak yüksek mahkemenizden talebim şudur: halkımızın özlemleri ve hayati çıkarları doğrultusundaki düşüncelerimizden ötürü bizi hayali suçlarla huzurunuza gönderen bu iddianameye itibar etmeyiniz. Dünyanın döndüğünü kanıtladığı için mahkûm edilmek istenen bir bilim adamının yargıçlarına ‘Ne yapalım ki dünya dönüyor’ dediği gibi bizi de ‘Ne yapalım ki dünya halkları barış istiyor!’ demeye zorlamayınız. Dünyanın döndüğü nasıl tartışılmaz bir gerçekse tüm dünya halklarının barış içinde yan yana yaşamak istedikleri ve topluca intihar demek olan savaşı red ettikleri de o kadar açık ve kesin bir gerçektir.”11
Dikerdem, Barış Derneği çalışması için şöyle demiştir: “İçtenlikle inanıyorum ki, beni yetiştiren ve her şeyimi ona borçlu olduğum halkıma yaşamım boyunca mütevazı bir hizmette bulunabilmişsem; bunu otuz yedi yıllık mesleki görevimden çok, üç buçuk yıllık Barış Derneği Başkanlığı’nda yerine getirebildim.” Barış Derneği Mahmut Bey’in diplomatlığının bir uzantısı gibidir. Gerici bir yapının içinde diplomatken şimdi artık ilerici bir yapının içinde ama yine diplomattır. Mahmut Bey’in Barış Derneği savunmasında kullandığı dil de diplomatik bir dildir. Barış hareketi ve mücadelesinden, onun arka planını oluşturan dünya görüşünden tek bir taviz vermez. Kriminalize edilen, suçlanan ve bu nedenle savunma konumunda bir komünist olarak değil, legal ve meşru bir derneğin yöneticisi olarak, barışın savunucusu olarak yargılandığını merkeze koyar. Mahmut Dikerdem açısından barış soyut bir kavram değil gerçekleştirilebilir somut bir hedeftir. Diğer yandan konuşmalarında ve yazılarında savaşların kapitalizmin doğasından ileri geldiğini ve dünya halkları için kalıcı bir barışın ancak sosyalizm koşullarda olanaklı olabileceğini sürekli vurgulamıştır.
Son olarak bir başka dönemden ve önemi büyük bir tartışma yazısından daha söz etmek gerek. 1980’lerin sonlarından itibaren Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin dağıldığı dönemde ortaya çıkan akıl dağıtıcı fikirlerle bir polemik niteliği taşıyan “Tüm Korotiçlere Açık Mektup” adıyla bilinen metni kaleme aldı.12 Bu önemli ve çok nitelikli yazı, Türkiye aydınına olduğu kadar dünya çapında süreçle ilgili yürütülen tartışmalara bir katkı niteliği de taşımaktadır. 1970’lerde başlayan kriz dalgasından çıkmak için emekçi sınıfların kazanımlarını yok etmeye yönelen sermaye iktidarı, somut bir hedef olarak reel sosyalizme, Sovyetler Birliği ve sosyalist sisteme yöneldi. Liberalizmin 1980’lerde süren yükselişi ve popülerliği, 1990-91 dönemecinde Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin çözülmesiyle doruğa ulaştı ve yeni bir ivme kazandı. Mahmut Dikerdem, liberalizmin zirve yaptığı konjonktürde buna karşı çok değerli bir tutum geliştirdi. Dikerdem’in eserlerinin diplomasi ve barış hattı içinde yer alan geniş bölümünün dışındaki en net, çıplak biçimde Marksist-Leninist örneği Tüm Korotiçlere Açık Mektup’tur. Bu makale Mahmut Bey’i anlamak için önemlidir. Çünkü bu yazı olmasaydı Mahmut Bey’in barış mücadelesini bir yanda ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ilkesi çerçevesinde, diğer yanda detant ve silahsızlanma politikaları ekseninde savunmasının, bir başka deyişle cephe savaşı vermesinin ötesinde dünya görüşüne de tam olarak bağlayıp bağlamadığı sorusu ortada kalabilirdi.
Tüm Korotiçlere Açık Mektup’ta Mahmut Bey bir barış aktivisti olmanın ötesinde bir marksist, bir leninist, Ekim Devrimi’ni sahiplenen bir devrimci, liberal piyasa ekonomisine, liberal burjuva demokrasiciliğine karşı pozisyon alan bir komünist olarak politik kimliğini tartışmasız biçimde ortaya koymuştur. Mahmut Dikerdem yaşamının son diliminde Sovyetler Birliği’ndeki karşı-devrimci sürece karşı çıkmıştır. “Doğrusu Marksizmi sizlere karşı savunmak durumunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Ama mademki ‘Yeni Düşünce’ etiketi taşıyan politikalar uğruna, 150 yıldır insanlığın yolunu aydınlatan bir bilimsel düşünce sistemini ve bir eylem kılavuzunu topyekûn mahkûm etmeye kalkıştınız; bilinen gerçekleri yinelemek durumuna da düşsem, demokrasi konusunda bazı noktaları vurgulamam gerekiyor” diyerek tutumunu anlatmaya koyulmuştur. Bu tutumu almasaydı, Mahmut Bey yine de saygın bir ilerici aydın olarak tarihimizde yerini alırdı. Ama geçmişte kalan, tarihe malolan diplomatlık anılarıyla öne çıkardı. Bu tutumla beraber yaşamının son yıllarına kadar siyasal canlılığını ve genel kabul gören yaklaşımları bile sorgulayan eleştirel tutumunu koruduğunu göstermiştir.
Dikerdem ve Üçüncü Dünya13
Türkiye’de dış ilişkiler ya da diplomasi geleneği uzun yıllar boyunca bağımlılığa dayalı bir denge politikası üzerinde yükseldi; yeni yetişen diplomatlara böylesi bir bağımlılık ilişkisini nasıl yürütecekleri öğretildi. Ulusal çıkar ancak çeşitli dengeler gözetilerek korunabilecek kırmızı çizgilere sahipti. Denge siyaseti, kökenleri 19. yüzyıl Osmanlı dış siyasetinde bulunabilecek, batılı güçlerle kaçınılmaz olarak bağımlılık ilişkisi yaratan bir davranış çerçevesi oluşturdu. Bu tarz-ı siyaset 1940’lardan itibaren, özellikle de ikinci paylaşım savaşının ardından ABD emperyalizmine bağımlılık haline dönüştü. Bağımlılık öyle bir düzeyde yaşandı ki Türkiye, Soğuk Savaş sırasında görüldüğü gibi pek çok durumda emperyalistlerin tetikçiliğini, “blok” liderinin koçbaşlığı görevini üstlendi. Bu tutum zaman içinde geliştirildi, “ulusal çıkar” için bir kaldıraç ve iç siyasette bir meşrulaştırma aracı olarak kullanıldı.
Diğer yandan Soğuk Savaş uluslararası ilişkilerde yeni dengeler oluşturdu. Türk dış siyaseti de yeni dönemin yeni koşullarına uyum sağlamak üzere farklı arayışlar içine girdi. Bu dönemeç iç siyasette Demokrat Parti’yi iktidara taşıyan ve onun uygulamalarına damgasını vuran değişikliklere denk geldi. Menderes hükümeti 1950 seçimlerini büyük bir çoğunlukla kazandıktan iki ay sonra Kore’ye asker gönderme kararı aldı, ardından Türkiye NATO’ya girdi. Bu süreçte sermaye sınıfının çıkarları ve korkuları ile ABD’nin emperyalist saldırganlık politikası örtüştü, Türkiye hariciyesinin kimliğindeki temel belirleyen günümüzde de olduğu gibi anti-komünizm oldu. Türk dış siyaseti yalnızca Soğuk Savaş gerilimleriyle açıklanamayacak, ama onunla bütünleşen bir sağ çizgiyi iç ve dış siyasette derinleştirirken, bölgede 1955 yılında imzalanan Bağdat Paktı gibi başarısız girişimleri, Cezayir’de ve Vietnam’da da açıkça emperyalistleri ve onların tezlerini destekledi. Dikerdem’e göre “1955 yılı Şubat’ında Bağdat Paktı’nın imzalanmasıyla Amerika’nın Ortadoğu için tasarladığı planın ilk hedefi gerçekleşmiş oluyordu.”14 Ancak bu türden bölgesel birlik girişimlerinin tek özelliği başarısız olmaları değildi. Bu girişimler aynı zamanda ABD’nin bölgeye ilişkin kendi seçeneğini oluşturma ve bölge ülkelerini kendi siyasal hattına çekme politikasının temel araçları olma amacı güdüyordu. Türkiye bu tür paktların kuruluşunda maşa olarak kullanıldı, kullanılmayı kabul etti. Aynı zamanda dış siyasetini böyle bir hat üzerine inşa etti. Ama bir yandan da Arap ülkeleri ve Üçüncü Dünya ülkeleri nezdinde itibarını bir kez daha yitirdi. 1955 yılında Üçüncü Dünya ülkeleri öncülüğünde toplanan Bandung Konferansı’nda sömürgeciliğe karşı mücadele, bağımsızlık ve dayanışma ilkelerini öne çıkartan Asya ve Afrika ülkelerine karşı müdahale Türkiye aracılığıyla yapılmak istendi.
Mahmut Dikerdem’in Ortadoğu’da Devrim Yılları çalışmasında aktardığı en ilginç epizodlardan biri, hükümetin önemli isimlerinden biri olan Fatin Rüştü Zorlu’nun batı bloku politikalarını savunmak üzere Bandung Konferansı’na katılma serüvenidir. Konferansa Türkiye adına katılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, yaptığı konuşmada askeri blokları savunmuş, bu konuşma ve tutum Nehru’yu kızdırmış, savaş karşıtı sert bir konuşma yapmasına neden olmuştur. “Türk heyeti Bandung’a tarafsız ülkelerle dostluk ve işbirliği olanaklarını araştırmak için değil, Amerika’nın konferansta sözcülüğünü yapmak üzere gidiyordu. (…) Amerika Türk Hükümeti’nden bu rolü oynamasını istemişti.”15 Konferansta Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkileri olumsuz yönde gelişmiş ve bu gelişme daha sonraki dönemde Türk dış siyasetini özellikle Kıbrıs sorunu çerçevesinde de etkilemiştir.16
Dikerdem’in bu döneme ilişkin dış siyaset değerlendirmeleri bu çelişkileri çeşitli örnek olaylar üzerinden ortaya koyuyor. Anılar bize Demokrat Parti’nin dış siyasette Arap ve İslam dünyasına yönelişlerini, Ortadoğu’da o dönemde ortaya çıkan farklı arayışları, Arap milliyetçiliğinin yükselişini, Mısır’da Hür Subaylar hareketinin iktidara yürüyüş sürecini mümkün kılan dinamikleri ve değişimi değerlendirmekten uzak olduğunu anlatıyor. İkinci savaş sonrası dönemde İngiltere ve Fransa gibi eski sömürgeci güçler bölgeden çekilirken ortaya çıkan boşluğu doldurmakta olan ve aynı zamanda bloklar arasındaki çekişme ortamından yararlanarak kendi yolunu bulmaya çalışan Arap ülkelerinde yaşanan dinamikler, Demokrat Parti tarafından asla kavranamamıştır.
Mahmut Dikerdem’in çalışmalarının en özgün ve en önemlisi olarak değerlendirebileceğimiz Ortadoğu’da Devrim Yılları isimli kitabı 16 Ocak 1977 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmaya başladı. Bu diziyi tanıtan yazıda şöyle deniyor:
“Bu yazı dizisi Ortadoğu’nun siyasal yapısını temelinden değiştiren olayların cereyan ettiği 1950-1960 döneminde Mısır, Ürdün ve İran’da görevli olarak bulunmuş bir Türk diplomatının anıları ve yorumlarından oluşmaktadır. Yazarın görgü tanığı olarak anlattığı olaylar şimdiye kadar Türkiye kamuoyuna ya hiç yansımamış, ya da yüzeysel biçimde yansımıştır. Bu yazı dizisinde Büyükelçi Mahmut Dikerdem, Demokrat Parti döneminde Türkiye’nin Arap politikasının geçirdiği aşamaları, Bağdat Paktı önce ve sonrasında Türk-Arap ilişkilerini, Mısır ve Irak devrimlerini, olayların içinde yaşamış birisi olarak en ilginç ve bilinmeyen yönleriyle anlatmaktadır.
Bu yazı dizisinin yazarı Mahmut Dikerdem, 1954-55 yılları arasında Kahire Büyükelçiliği Başkâtipliğinde, sonra Müsteşarlığında bulunmuş, 1955’ten 57’ye kadar Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu dairesinde Genel Müdürlük yapmış, 1957 yılında Amman’a Büyükelçi olarak atanmış, 1960 yılında Tahran Büyükelçisi olmuş, aynı yıl 27 Mayıs sonrasında Merkeze alınmıştır. 1964 yılında Akra (Gana), sonra Yeni Delhi Büyükelçisi olan Dikerdem 1976’da kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.”17
Dikerdem’in diplomatlık dönemine ilişkin anıların ikinci bölümü “Üçüncü Dünyadan” başlığıyla ayrı bir kitap olarak yayınlandı.18 Bu kitapta Büyükelçi Mahmut Dikerdem’in 1960-1973 yılları arasında esas olarak İran, Kara Afrika (Gana, Togo, Mali, Gine, Fildişi Kıyısı’nda hükümetler nezdinde Türkiye’yi temsil etmiştir), ve Hindistan’da büyükelçi olarak yürüttüğü diplomatlık görevleri sırasında edindiği deneyimleri ve izlenimleri değerlendirmektedir. 1969’da Hindistan’da Büyükelçi olarak görev yaparken aynı zamanda Nepal, Birmanya ve Seylan’da (Sri Lanka) devletler nezdinde Türkiye’yi temsil etmiştir. Bu iki kitapta “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılan Asya ve Afrika ülkelerinin bağımsızlık sonrası karşılaştıkları sorunlar ve geçirdikleri deneyimler, Türkiye ile ilişkileri anlatılmaktadır.
Dikerdem’in bu kitapta ele aldığı 1959-1960 dönemecinde İran’da Büyükelçi olarak geçirdiği 100 güne ilişkin izlenimleri Demokrat Parti iktidarının Sovyetler Birliği ile temas etmeyi planlaması, Menderes’in Moskova ziyaretinin İran Şahı’nı rahatsız etmeyecek biçimde ona aktarılması hikâyesi ile sınırlıdır. Bu anlatıda İran Şahı’nın, çevresinde dönen her şeyden huzursuz olan, özellikle Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile yakınlaşmasını kendi Amerikancı siyasetine bir tehdit olarak değerlendiren yaklaşımı öne çıkmaktadır. Dikerdem 27 Mayıs 1960 hareketinin ardından görevden alınmış ve merkezde “dinlendirilmiştir”.
1964 yılında emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı verilen mücadeleyle tanınan kara Afrika’ya, Gana’ya Büyükelçi olarak atanır. Atama kararnamesi imzalandıktan sonra adet olduğu üzere Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i ziyaret eder. Bu ziyarette konuşulanlar o dönemin liderlerinin dış siyaset hakkında bilgisizlik ve umursamazlığının önemli bir belgesi niteliği taşıyor. Gürsel ziyarette nereye atandığını sorar, Gana olduğunu duyunca uzun süre düşünür, “ekonomik ilişkiler kurmaya çalışalım” der. “Türk halılarını satmakta zorluk çekiyoruz, Gana’ya halı ihracı olanaklarını araştırıverin.”19
Nkrumah’nın Gana’sı Üçüncü Dünya ülkelerinin sömürgecilik sonrası yaşadığı zorluklara örnek oluşturan bir yerdir. Dikerdem’in bu ülkeye ve genel olarak Afrika’ya dair değerlendirmeleri yazınımızda Üçüncü Dünya’ya dair önemli belgeler oluşturur.
Değerlendirme
Türk Dışişleri’nin ve onun temsilcisi, sürdürücüsü olarak halkın parasıyla yabancı ülkelere gönderilen büyükelçilerin halkın değil, iki temel odağın çıkarlarını savunmaya programlandığı göze çarpar: birincisi uzun süredir bir ana hat olarak Batılı güçler ve ABD emperyalizmidir, diğeri ise Türkiye’nin sermaye sınıfı ve onun temsilcileri olmuştur. Arada esprili bir şekilde ‘monşer’ olarak adlandırılan ve halktan uzaklığı vurgulanan diplomatlar bu hattı izlemek için elenerek seçilmiş, özellikle yetiştirilmiş ve atanmışlardır. Mahmut Dikerdem’in hariciye anıları bu konuma eleştirel bir mesafe içinde olduğunu göstermektedir. Anılar aynı zamanda hariciyenin Soğuk Savaş yıllarında geliştirdiği köklü anti-komünist tutumun yumuşama ve sonrasında da devam ettiğini, “anti-komünist histeri”nin 12 Eylül döneminde asker ve sivil yöneticiler arasında büyük boyutlara ulaştığını anlatır.20
AKP döneminde tüm kamu kuruluşlarında yeniden yapılanma ve yeni bir kadrolaşma yaratılırken Dışişleri de eleştirilerden ve değişimden payını aldı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da bizzat geçmiş yıllardaki hariciye geleneğine çeşitli yönlerden birçok eleştiri yöneltti. Ancak eleştirilen siyaset hattı ve davranış biçimlerinin büyük bir kısmının günümüzde de tekrarlanmakta olduğu, derinleştirildiği ve yenilerinin geliştirildiğine dikkat çekmek gerekir. AKP ve Davutoğlu hattı, elbette aynı olmayan ve geliştirdikleri biçimde, ama daha önceki sağ partilerin hariciye geleneğinin bir devamcısı konumundadır. Bu hariciyede muhafazakarlık, realizm ve anti-komünizmin bir bileşimi olarak okunabilir. Bu bileşimin ortaya çıkardığı hareket tarzı kendine yeni biçimler bulmaya çalışıyor. Örneğin daha önceki dönemde görülmeyen karışımlar olarak Sünnicilik ile yeni liberal söylemi buluşturmaya çalışıyor. Sürekliliği daha çok temsil eden Galatasaray-Mülkiye mezunu ‘salon adamı’ tipolojisinin dışında yeni orta sınıflara dayanan, farklı inanç ve yaşam biçimlerini savunan ve vurgulayan yeni bir kadrolaşma ortaya çıkıyor. Ahmet Davutoğlu 5. Büyükelçiler Konferansı’nda çerçeveyi çiziyor: “10 yıllık bir birikimden bahsediyoruz. Herkes hevesle dolu gelecek Büyükelçiler Konferansı’na. Yeni perspektif getirecek gerekirse en sert eleştiriler getirecek. Ama buraya gelirken dolu gelecek buradan giderken dolu gidecek. Bizim yeni perspektifimiz ve Büyükelçiler Konferansı’ndan beklediğimiz vizyon budur.”21 Bu alışkanlıkları kıran, ezberleri bozan, görünmediğimiz yerlerde görüneceğimiz bir vizyon. Türkiye’nin bir efsane oluşturacağı, varlığını hissettirecek hamleler yaptığı ve ‘tarihin artık Ankara’dan akacağı’ bir vizyondan söz ediyor. Ama unutmamak gerekir ki bu her zaman ABD ile istişarenin sürdüğü bir etkinlik ve vizyon. Türkiye’nin NATO’da aktivitesini artırdığı, Karadeniz Ekonomik İşbirliği dönem başkanlığını yürüttüğü bir dönem yaşandığını anlatıyor Davutoğlu. Ama bu dönem, içinde NATO’nun sınırlarımızı korumak ve kendi sınırlarını Suriye ve İran üzerinden genişletmek üzere Türkiye’ye davet edildiği, Rusya’nın Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nde temsil düzeyini azalttığı bir dönem aynı zamanda.22 Suriye ile savaşa girilen, Irak ile aranın bozulduğu, İran nezdinde ‘savaş hali’nin tartışıldığı, Rusya’nın söylediği ve yaptığı şeylerin kamuoyundan gizlendiği, çarpıtılmış haberden geçilmeyen bir dönemden söz ediyoruz.
Özetlemek gerekirse Davutoğlu Stratejik Derinlik çalışmasında “Türkiye’yi 20.yüzyılın konjonktürel şartları içinde ortaya çıkan sıradan ulus-devletlerden ayıran tarihi miras farkının içe kapanmayı olanaksız hale getirdiği”nden söz ediyor.23 Davutoğlu Türkiye’ye Soğuk Savaş sonrası ortamda ortaya çıkan boşlukta misyon biçiyor. Ancak 1990’lardan itibaren geçen yıllar içinde Türkiye’nin bu bölgelerde etki alanını genişlettiğine değil, aksine kaybettiğine şahit oluyoruz. Bu bölgelere ilişkin “tarihsel sorumluluk” iddiasının boşlukta kaldığı söylenmeli. Bu sorumluluk isterse bölgeye ilişkin çeşitli jestler, restler ve bağımsız olma, batı karşıtı olma edası içinde ortaya konulsun, ABD siyaseti ile bütünleştiğinde, onun bir aracısı, sürdürücüsü konumuna hapsolduğunda yerine getirilemiyor. ABD bölgede etki alanını genişletmeye çalışırken Türk dış -ve iç- siyasetini kontrol etmeye devam ediyor. Komşu ülkeleri tehdit eder biçimde patriotların ülke topraklarına yerleştirilmesi ve bunları kullanma bahanesiyle yabancı askerlerin ülkemize gelmesi Davutoğlu’nun söylemiyle Türkiye’yi komşularla sıfır sorun beklentisinden bölgesel bir savaşın içine doğru hızla çekiyor. Daha da önemlisi bu konumun, çatışmalarla iç içe yaşamanın içselleştirilmesi.
Tam da bu yüzden Dikerdem gibi örnekler bir kez daha hatırlanmalı, anıları bir kez de bu gözle okunmalı. Çünkü Dikerdem’in anılarında görüyoruz ki Türkiye başka konjonktürlerde, örneğin 1950’li yıllarda da bölgeye dönük aktif dış siyaset izlemişti. Anılar dış siyasetin neden başarısız olduğunu başka bir gözlükle görmeyi zorunlu kılıyor. Mahmut Bey dünya siyasetinin ülkeleri sıkı sınavlara soktuğu durumlarda halkın çıkarlarından yana tutum alan bir büyükelçi, bir Dışişleri görevlisi olmuştu. Dış siyaset söz konusu olduğunda bu sınavlar ve görevler bitmiyor.
Dikerdem yaşamının son döneminde Türkiye’de işçi sınıfının önemini vurgulayan bir yaklaşım sergiledi. 1993 yılının sonbaharında ani gelişen bir hastalık sonucu yaşamını yitirdi. Biz Mahmut Beyi “Salon verir, sokak alırız” diyen, Sovyetler Birliği’nin yalnızca maddi olarak değil, ondan da önce manevi olarak, ideolojik ve politik olarak yıkıma uğratıldığı bir dönemde tüm Korotiçleri mahkûm eden ve cenazesinin emekçiler, metal işçileri tarafından kaldırılmasını vasiyet eden bir barış ve sosyalizm savaşçısı olarak hatırlamak istiyoruz. Anısı Türkiye halklarının barış mücadelesinde yaşamaya devam edecektir.
Mahmut Dikerdem’in Kitapları:
Mahmut Dikerdem, Bir Büyükelçinin Anıları: Üçüncü Dünyadan, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1977.
Mahmut Dikerdem, Hariciye Çarkı: Anılar, Cem Yayınevi, İstanbul, 1989.
Mahmut Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim Yılları, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990.
Mahmut Dikerdem, Direnenler: Barışın Savunmasıdır, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990.
Mahmut Dikerdem, Barış Sosyalizm Yazıları, 10 Eylül Yolu Yayıncılık, İstanbul, 1991.
Dipnotlar
- Mahmut Dikerdem, Hariciye Çarkı, Cem Yayınevi, İstanbul, 1989.
- Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim Yılları, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990, s.121-159. Dikerdem’in Kıbrıs meselesine dair değerlendirmelerinde Türk dış siyasetine bir yandan ‘ulusal çıkar’ ekseni ile yaklaşılırken diğer yandan emperyalist çıkarların adaya müdahalesine dikkat çekiliyor. Bir yandan da Makaryos’un ‘Üçüncü Dünyacı’ siyasetinin uluslararası planda destek bulmasının arkasında yatan dinamikler gözlemleniyor.
- Toplam 28 sayı yayınlanan Yaprak dergisinde Orhan Veli Kanık, Necati Cumalı, Abidin Dino, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, Cahit Sıtkı Tarancı, Sabahattin Eyüboğlu gibi dönemin birçok şair, edebiyatçı ve aydınının ürünlerine yer verildi. Derginin ilk sayısında ortak görüşleri, derginin düşünsel temelini anlatan, katılımcıların söylediği dizelerden oluşan şiir manifesto yer aldı:
ALIŞVERİŞ
Gül Verir yonca alırız
Bülbül verir serçe alırız
Edebiyat verir yalınsöz alırız
Şarkı verir türkü alırız (Sabahattin Eyüboğlu)
Tekses verir çok ses alırız
Halı verir kilim alırız
Kara tahta verir hayat alırız
Diploma verir değer alırız
Lisan verir dil alırız
Tesbih verir pergel alırız
Hacıyağı verir zeytinyağı alırız
Meta verir fizik alırız (Nusret Hızır)
Turan verir memleket alırız
Hemşeri verir yurddaş alırız
Salon verir sokak alırız (Mahmut Dikerdem)
Hazırlop verir alınteri alırız
Canan verir dost alırız
Gözyaşı verir ümit alırız - Barış Komitesi Derneği (Barış Derneği) 4 Nisan 1977’de kurulur ve Mahmut Dikerdem Genel Başkan seçilir. Dünya Barış Konseyi üyesi olan derneğin çalışmaları 12 Eylül’ün hemen öncesinde 5 Eylül 1980’de Sıkıyönetim Kurulu kararı ile durdurulur. Dernek çalışmaları hakkında dava açılır, Dikerdem ve Barış Derneği Yönetim Kurulu’ndan arkadaşları 26 Şubat 1982 tarihinde tutuklanırlar. Bkz.Mahmut Dikerdem, Direnenler: Barışın Savunmasıdır, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990.
- Mahmut Dikerdem, Bir Büyükelçinin Anıları: Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1977 (Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul, Cem Yayınevi, 1990), Mahmut Dikerdem, Bir Büyükelçinin Anıları: Üçüncü Dünyadan, İstanbul Matbaası, İstanbul,1977.
- Mahmut Dikerdem, Hariciye Çarkı: Anılar, Cem Yayınevi, İstanbul, 1989.
- Akşam, Cumhuriyet, Milliyet, Politika, Dünya ve Günaydın gazetelerinde, Forum, Yön, Öncü, Nokta, Görüş, Alınteri, Düşün, Bilim ve Sanat, Gün, Abece, Siyaset dergilerinde, Petrol-İş ve Otomobil-İş yayınlarında yazı, görüş ve röportajları yayınlandı.
- Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı ilk kez 1973 yılında toplanmıştır. 1975 yılında Helsinki’de gerçekleşen toplantı Sovyetler Birliği’nin de katılımı nedeniyle sosyalist sol tarafından da önemsenmiş, Soğuk Savaş’ta yumuşama evresine geçişte ve bu çerçevede verilen barış mücadelesinde önem taşımıştır. Dikerdem’e göre “dünya barış güçlerinin gelişimindeki en önemli dönüm noktası, 1975 yılında Helsinki’de 33 Avrupa ülkesiyle ABD ve Kanada’nın devlet ya da hükümet başkanları düzeyinde katıldıkları Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı ve onun sonucunda imzalanan Helsinki Nihai Senedi’dir. Helsinki Nihai Senedi, Soğuk Savaş döneminin mirasını tasfiye ederek, birbirinden farklı sosyo-politik sistemlerle yönetilen ülkeler arasında barışçı ilişkiler sürecini başlatmış, daha önemlisi, yeni bir “İnsan Hakkı” kavramını tescil ettirmeyi başarmıştır. Bu hakkın adı Ulusların Barış İçinde Bir Arada Yaşama Hakkı’dır. Pozitif hukuka Helsinki Sonuç Belgesi’yle geçen bu kavramla insanlık, Fransız ve Amerikan devrimlerinin ve daha yakın tarihteki İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin ürünü olan bireysel haklara toplumsal bir hak eklemiş oluyordu. Bu, insanlık tarihinde büyük bir aşamadır.”, Mahmut Dikerdem, Barış İçin Verilen Savaşım, Demokrasi İçin Verilen Savaşımdan Ayrılamaz”, Düşün Dergisi, no.27, Haziran 1986, s.5-8.
- Bu dönemde kaldıkları Maltepe cezaevine ait anıları Uğur Kökden’in kitabından okuyoruz: Uzun Gecenin Tutsakları: Barış Derneği Cezaevi Günlüğü 1982, YKY, İstanbul, 2001. Kendi ağzından ayrıntılı bir biyografi çalışması olarak bkz. Levend Yılmaz, Barışın Büyükelçisi Mahmut Dikerdem, Bileşim Yayınevi, İstanbul, 2004.
- Mahmut Dikerdem, Direnenler: Barışın Savunmasıdır, Cem Yayınevi, İstanbul, 1990. Barış Derneği davası için önemli bir kaynak için bkz. G.Doğan Görsev, Türkiye Barış Komitesi Derneği Serüveni Üzerine: Yaşanmışlıklar-Belgeler (1976-1986), Barış Derneği Kitaplığı, İstanbul, 2006.
- Mahmut Dikerdem’in Türkiye Barış Derneği Genel Başkanı sıfatıyla Barış Derneği davası sırasında sunduğu, iddianameye dair değerlendirme, 24 Haziran 1982, Direnenler içinde, 1990.
- Mahmut Dikerdem, Barış Sosyalizm Yazıları, 10 Eylül Yolu Yayıncılık, İstanbul, 1991. (İlk yayınlanışı 10 Eylül Yolu, no: 6, Şubat 1990)
- “Üçüncü Dünya” kavramı, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde sömürgeciliğin çözülmesiyle ortaya çıkan, kapitalist ve sosyalist blokların dışında kalan azgelişmiş ülkeleri ve bu kapsamda oluşturulan siyasi hattı belirtmek için kullanılarak uluslararası ilişkiler literatüründe yerleşiklik kazandı. “Üçüncü Dünya” ağırlıklı olarak Asya ve Afrika ülkelerinden oluştu, giderek Latin Amerika’dan katılımlarla zenginleşti. Kavram iki kutuplu bir dünya sistemini temel alan bir kavram olduğu için sosyalist sistemin dağılışının ardından itibar kaybetti, ancak günümüzde yine yaygın biçimde, emperyalist odakların dışında kalmayı, ona karşı olmayı önemseyen bir siyasi içerikle kullanılıyor.
- Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim…, s.163.
- Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim…, s.117.
- Fatin Rüştü Zorlu’nun Bandung Konferansı çerçevesindeki etkinliği için Semih Günver, Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1985, s.52-63. Ayrıca bkz. Faruk Sönmezoğlu, Tarafların Tutum ve Tezleri Açısından Kıbrıs Sorunu (1945-1986), İstanbul Üniversitesi Basımevi ve Film Merkezi, İstanbul, 1991, s.51.
- Cumhuriyet Gazetesi, 16 Ocak 1977.
- Mahmut Dikerdem, Üçüncü Dünyadan: Bir Büyükelçinin Anıları, İstanbul Matbaası,1977.
- Mahmut Dikerdem, Üçüncü Dünyadan, İstanbul Matbaası, 1977, s.44-45.
- Dikerdem, Hariciye Çarkı, 1989.
- “Davutoğlu Hızını Alamadı: ‘Tarih Artık Ankara’dan Akıyor”, çevrimiçi: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/davutoglu-hizini-alamadi-tarih-artik-ankaradan-akiyor-haberi-65441, erişim tarihi: 07.01.2013.
- “KEİ Gittikçe Artan Bir Öneme Sahip”, http://www.netgazete.com/haber/KEI-gittikce-artan-bir-oneme-sahip_520235.html, erişim tarihi: 08.01.2013.
- Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre yayınları, 19.baskı, İstanbul, Kasım 2004 (1.b – Nisan 2001), s.556.