Marksizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması Sorunu

Giriş ve bir uyarı

Marksist hareketimizin önüne bugün yeni bir sorun çıkmıştır: “Burjuva devletin yeniden yapılandırılması” girişimi veya niyeti ile bu girişimin karşısında marksistlerin hareketi.

Devlet eliyle beslenip büyütülen dinci hareket ile devletin kirli işlerini yapan faşist çetelerin üstüne gidilmesi şeklinde kendini gösteren sürece her kesimden aydınlar ve siyasetçiler “yeniden yapılanma” istemiyle katılmaktadırlar.

Yeniden yapılanma, az çok üç boyutta tartışılmaktadır. Bunlardan birincisi, Türkiye’nin gündeminden hiç düşmemiş olan demokratikleşmedir. Sağıyla soluyla Türkiye’de siyasetin her zaman en temel başlığı olmuş, bu sorun bugün Avrupalılaşma vb. ihtiyaçları doğrultusunda iyice şiddetlenmiştir. Bu şiddetlenmeyi destekleyen unsurlardan biri de 80 sonrası girilen yönelimle birlikte palazlanan ideolojisi ve kültürüyle burjuvazinin kendini siyasallaştırma yönündeki hamleleridir.

Bunun güncel yorumlanışı şeriat mı, demokrasi mi ikilemine oturtulmuştur.

Yeniden yapılanmanın ikinci tartışma boyutu, yine demokratikleşme babında yaygınlaştırılan devletin iktisadi konumu üstünedir. Bunun hakim başlığı da özelleştirmelerle devletin “küçültülmesi” olmuştur. Bu boyut da sağdan ve soldan pek çok katılımcı bulmaktadır.

Son olarak, yeniden yapılanmanın siyasi-askeri boyutu vardır ki, biz bu konuyu daha önce “Alt Emperyalizm Tartışmaları Ekseninde Türkiye” yazımızda ele almıştık. Türkiye’nin içe dönük siyasi ve iktisadi yeniden yapılanma arayışlarının bir yerinde ve çoğu zaman merkezinde dış hesapların yer aldığı artık bilinen bir gerçek.

Biz burada, devletin yeniden yapılandırılması sorununu demokratikleşme yönüyle inceleyeceğiz. Demokrasi ve demokratikleşme konusunda özellikle solda yer etmiş hastalık ve kafa karışıklığına karşı, ilkin neredeyse kavramları yerli yerine oturtarak.

Devletin -veya demokrasinin- yeniden yapılandırılması sorunu bize ve tüm emekçilere kapitalist toplumda devleti ve demokrasiyi bütüncül olarak sorgulamanın pratik imkanlarını sağlamaktadır. Bu sorgulama, demokrasi olarak tarif edilen burjuva demokrasisinin sanal görüntüsü altındaki burjuva özünü ve işçi sınıfı üstündeki diktatörlüğünü ele verir. Biz komünistlerin, kimi aydınlar gibi bu tabloyu sorgulamakla yetinmeyeceğimiz ortadadır. Şunu çok açık ilan ediyoruz ki, bizim temel derdimiz demokrasinin yeniden yapılandırılması sürecini burjuva demokrasisinin nasıl temelden yıkılabileceği sorusuna çevirmektir!

Bu tavır, komünistlerin net tavrıdır. Demokrasi adı altında gizlenen diktatörlüğün yerine “sömürenlere diktatörlük sömürülenlere demokrasi”yi ilan eden Ekim Devrimi’nin tavrıdır. Bu gerçekçiliğin bir zorunluluğudur!

Dolayısıyla, söze başlamadan demokrasiyi gerçek anlamda sorgulamaya yanaşmayan ve “demokratlıkları gereği” her türlü tartışmada komünistlerin net tavrı karşısında “ama bu üslupla tartışılmaz ki!” mızıkçılığı yapan, “demokrat aydın”larımızı uyarıyoruz. Burada ne aradıkları “demokrat” üslubu bulabilirler, ne de köhnemiş demokrasicilik oyunlarına yeni hırdavatları!

Görev bizi bekliyor! Devletin yeniden yapılandırılması -siz bunu burjuva devlet yapısında kimi biçimsel değişiklikler olarak anlayın- konusuna devrimci bir şekilde yaklaşıp bu sorunu devrim mücadelemize bağlama işini ilerletmek zorundayız. Bu çalışma, bu bağlamda Gelenek’lerde yer alan temel atıcı çalışmaların ışığında ancak sıvaya bir mala çalmak olabilir.

Ve bu satırların yazarı, bunu başarabilirse kendini bu sıkıcı açıklamalardan ötürü okurları nezdinde affedilmiş kabul eder.

Yeni bir sorun mu?

Devletin yeniden yapılandırılması, daha fazla demokratikleşilmesi sorunu, öz itibariyle aslında yeni bir sorun değildir. Kapitalizmin egemenliğini tesis etmesi ile beraber, dönem dönem gündeme gelen bir sorundur. Sosyalist bir öznenin bulunduğu her türlü burjuva demokratik kalkışma sürecinde ortada duran temel bir sorun olmuştur.

Sosyalist öznelerin çok farklı biçimlerde yaşanan bu süreçlere katılımı, yine çok farklı biçimlerde olmuştur. Bunların hangisinin daha başarılı olduğunu tartışmak boş bir uğraş olurken, ancak en gerçekçi olan hareket tarzlarının sorunun doğru çözümünü koyduğu görülür.

Marx ve Engels, Almanya ve Fransa’da burjuva iktidarın oluşma sürecinde bulundular. 1848’de barikatlarda geçmişte proletaryanın müttefiki olan burjuvaziye karşı savaşa geçene dek, proletaryanın net ve tarihsel tanımına ulaşmaya çalıştılar. Ve bu çabayı Komünist Manifesto’da1 taçlandırdılar. Dönemin sosyalistlerinden ayrı olarak komünistlerin (komünist partisinin), proletaryanın tarihsel çıkarlarının ve uzun soluklu sınıf mücadelesinin siyasi özneleri olduklarını ilan ettiler. Gelişen burjuva iktidar oluşumlarında ve hatta ulusal savaşımlarda proletaryanın ve öncüsünün izlemesi gereken yolları incelediler.

1848 yenilgisini yaşadılar. Uluslararası İşçi Birliği’nin örgütlenmesi işine giriştiler. Komünist siyaset ve kapitalizmin irdelenmesi konusunda çalışmalarını aralıksız sürdüren Marx ve Engels, proletaryanın tarihindeki ilk iktidar girişimini yaşadılar. Burjuvazinin iktidarına karşı, proletaryanın amatör bir iktidar girişimi olarak Paris Komünü’nü selamladılar. Konjonktür itibariyle, proletarya iktidarının koşullarının henüz yeterince olgunlaşmadığı sonucuna vardılar. Marx kendini kapitalizmin temellerini ve yasalarını açıklama işine verirken, Engels de özellikle Almanya’da sosyalist bir öznenin yaratılması ve güçlendirilmesi işine koyuldu.

Çeşitli burjuva demokratik talepleri örgütlemek bunları proletaryanın bir kazanımı haline getirmek, komünist siyasetin ve geleceğin toplumunun formülleştirilmesi yolunda sayısız eser verdiler. Genel oy hakkının elde edilmesi, parlamentolara girilmesi, örgütlenme özgürlüğünün elde edilmesi çabaları ve tartışmaları burjuva iktidarların alt edilmesi için mücadelenin birer alt başlığı olarak sürdürüldü.

Marx ve Engels her zaman, dönemlerinin en derin entellektüelleri olmakla birlikte en geniş ufuklu komünist siyasetçileri oldular. Her açıdan dönemlerinin en gerçekçileriydiler kuşkusuz.

“Sosyalizm ve Siyasi Mücadele”2 adlı büyük eseriyle Plehanov, Marx ve Engels’in bu mücadelesinin Rusya’ya taşınmasının yolunu açtı. Doğruları söylemekle, onları icra etmek arasındaki bağlantıyı Plehanov Avrupai zekası ve gerçekçilikten uzaklaşması nedeniyle kuramadı. Cesaret isteyen böyle bir işe niyetlenmediği de söylenebilir.

Plehanov’un açtığı yoldan yürümesini bilen Lenin oldu. 1905 devrimleri arefesinde gelişen köylü ve proleter ayaklanmalarını bir siyasi programla ifade etmesini bildi. “İki Taktik”te, burjuvazinin çara karşı yükselttiği demokratik mücadele içinde komünistlerin (o dönem sosyal demokratların) yani proletaryanın öncü kuvvetlerinin “taktik”lerini inceledi 3

Daha önce 1902’de temellerini attığı örgüt teorisine dayanarak ve örgütüne güvenerek iktidara doğru hareketlenmiş burjuvazinin yanında ama sonuç olarak onu altedecek ve proletaryayı kendi iktidarına taşıyacak devrimci faaliyete girmek… 1905 devrimindeki taktiğin özü buydu. Ve bu yaklaşım, 1905’in taşıdığı her türlü prova özelliğinin ve deneyimin yanında partiyi, 1917’de iktidara taşıyan öz oldu. Her devrim iktidarın el değiştirmesi demekti ve her sınıf kendi iktidarını kurmak için diğerlerini zorla baskı altına almak zorundaydı. Lenin bunları görmeyi başaracak derecede çok iyi bir marksist ve mükemmel bir gerçekçiydi.

Sosyalist harekette “devletin yeniden yapılandırılması” sorunu her zaman kurulmakta olan veya kendini restore etmeye çalışan düzeneğin parçalanması ve yerine proletaryanın kendi devletini kurması için öyle veya böyle bir ilerleme imkanı olarak görülmüştür.

Rusya ile devam edersek… 1860’la başlayan düzenin burjuvalaşması süreci, 1917 Şubatı’nda burjuva-menşevik iktidarının kurulmasıyla sonuca ulaştı. Dolayısıyla, bu aradaki dönem burjuvazinin iktidara gelmek için mücadele verdiği bir süreç oldu. Lenin en başta bunu çok iyi görmüştü. Bu bağlamda, bütün RSDİP mücadele tarihi burjuva iktidarı arefesinde proletaryayı kendi iktidarına taşıyacak mücadele hattını ve örgütünü örmekten oluşuyordu.

1906 ve sonrası Stolyipin gericiliği döneminde, Lenin parlamentoya girmeyi ve bir yandan da illegal faaliyeti tartışıyordu. 1917’de menşevik-burjuva iktidara karşı proleter iktidarı, 1920’de Avrupalı komünistlerle siyasi ve meşru mücadeleyi tartışıyordu. Almanya’da bir tarafta düzenin sol bacağı olmaya karar vermiş SDP ve diğer tarafta aşırı sol sapmaya anarşizme savrulmuş spartakistlerin öznelliğinde düzenin reorganizasyonu süreci, proleter iktidara dönüştürülemiyordu.

Bu dönemlerde Mustafa Suphi ve arkadaşları gelişen kemalist iktidara katılmayı ve onu proleter iktidara dönüştürmeyi tartışıyordu. Bunu başaramadılar. Daha sonraları da defalarca ve yıllarca bu sorun etrafında dolaşıldı. Doğan Avcıoğlu ile Yön ve Mihri Belli ile MDD hareketleri bunu temel alarak “tamamlanmamış burjuva demokratik devrimi proletaryanın tamamlaması, dolayısıyla öncelikle demokratik devrim programı” şeklinde bir kestirmeye vardılar.

Devrimin temel amacının iktidar değişikliği olduğu ve bu anlamda burjuvazinin iktidarda bulunduğu bir düzende ancak onun iktidarının ortadan kaldırıldığı sürece gerçek bir devrim denebileceği, önceleri teorik, şimdilerde pratik olarak da ortaya konulan bir doğru. Bugünün Türkiyeli komünistlerinin önündeki devrim programında bu sınıfsal “gerçekçiliğin” büyük payı var!

Peki ama o halde devletin yeniden yapılandırılması (reorganizasyon-restorasyon) sorununun, marksist hareket için yeni olması nereden kaynaklanıyor

Birincisi, demokratikleşme veya demokratik mücadele diye nitelenen sürecin (burjuvazinin iktidarının değişik aşamaları olarak) her nesnellikte ve her tarihsel koşulda farklı biçimler altında ortaya çıkması zorunluluğu. Hiçbir burjuva iktidarının gelişim ve yerleşimindeki aşamalar aynılık arzetmediği gibi, bunu proleter iktidara doğru yıkmak hedefindeki marksistlere de geçmişteki deneyimlerden sadece taktiklerin özü miras kalıyor. Tabii eğer devralınması bilinirse!

Ve ikincisi, dünya sınıflar mücadelesi tarihinde ilk kez yaşanan 70 yıllık bir sosyalizm deneyiminin ve hâlâ kimi ülkelerde devam eden sosyalizm pratiğinin üstünde sorun yeniden tarif ediliyor. Burjuvazinin deneyim kazanması ve ideolojik cephaneliğindeki yer değiştirmeler soruna yeni bir boyut kazandırıyor. Burjuva demokrasisi bağlamında yeni bir “tekerrür” saptansa dahi, bu eskinin bir üst boyuttaki tezahürü olacak. Kaçınılmaz olarak ya trajedi ya da komedi olarak!

Üçüncüsü ve ilk ikisinin doğal sonucu olan kaynağa göreyse demokrasi, demokratikleşme ve yeniden yapılanma sorunu burjuvazi ve proletarya için eski-sinden çok başka manalar ifade ediyor. Burjuvazi için genel kabul görmesi sağlanmış kuvvetli bir ideolojik argüman; işçi sınıfı içinse çok daha dikkatli bakılması gereken bir toplumsal sorun. Bir yanıyla kırılıp parçalanacak burjuva devletin basit bir görüngüsü, bir yanıyla da “gerçek ve tam demokrasi”ye varma mücadelesinin yadsıyarak aşmak zorunda olduğu bir mertebe!

Devlet-demokrasi paradoksuna nasıl bakmalı?

Dikkatli okurlar, devletin yeniden yapılandırılması sorununu ortaya koyarken açıklamamızı demokrasi ve demokratikleşme yönünde geliştirdiğimizi fark etmişlerdir. Bu siyasal metinlerde burjuva ideologlarının sıkça yaptığı gibi bir “el çabukluğu” vb. değil kesinlikle. Sorunun ister istemez kaydığı bir yön.

“Azınlığın çoğunluğa tabi olması” şeklinde çok kabaca tarif edilen demokrasi ve bir iktidar aygıtı olarak devlet, eğer aynı sorun etrafında alınıyorsa, paradoks teşkil ediyor gibi görünmektedir. Oysa Lenin’in çok net tanımlamasıyla demokrasi, bir devlet biçiminden başka şey değildir. “Hayır demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasıyla aynı değildir. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olduğunu kabul eden bir devlet biçimidir.” 4

Şimdi, devletin yeniden yapılandırılması sorunu da kendini ister istemez demokratikleşme veya daha doğrusu burjuva demokrasisinin inşası, yahut elden geçirilmesi, geliştirilmesi şeklinde gösterir. Demokrasi bir devlet biçimidir ve içinde bulunduğumuz süreçte bu “biçim” konusunda yoğun tartışmalarla birlikte bir takım değişiklikler de yapılmaktadır.

Marx bilimsel yöntem konusunda kısaca şöyle der: Eğer şeylerin biçimleri ile özleri tamamen aynı olsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu. Devleti toplumsal egemenliğin öz unsuru demokrasiyi de onun faşizm teokratik devlet vb. diğer biçimler arasında yer alan bir biçimi olarak kabul etmek, incelememizin temel bakış açısını oluşturuyor.

Marksistler boş ve geveze bir şekilde biçimle uğraşarak, zamanlarını boşa harcayamazlar. Marksistlerin devrimci teorileri ile devrimi hazırlayan pratiklerinin başarısı, onların öz ile biçim arasındaki bağıntıyı ortaya sermek yönündeki çabalarından kaynaklanır.

Politikayla az buçuk ilgilenen herkesin bildiği bir gerçek vardır: Dünyada hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Şeylerin özleri biçimlerinden hep farklıdır. Bizler şeyleri ilkin ancak biçimleri sayesinde kavrayabiliriz (burada ancak diyoruz çünkü çıplak bir öz olarak ortaya çıkan şey yalnızca bir hayaldir). Öze dair her şey, kendini bir biçim olarak ifade etmek zorundadır. Kısacası biçim özün varoluşudur.

Metaların özünde yer alan şey, onların hammaddeleri ve dönüşümlerine katılan emektir. Şeylerin biçimselliğinden öze doğru hareket etmek, her türlü bilginin de temelini oluşturur. Burada önemli olan nokta, ancak biçimden öze doğru yol almayı sağlayan bir metotla emeğin ortaya çıkarılmasıyla “yeniden üretim”in gerçekleştirilebileceğidir.

Ve marksistlerin hareket noktaları da herkes gibi şeylerin biçimleridir. Çoğu zaman soyut kavranılamaz hatta tanrısal bir noktada ele alınan, bizim ülkemiz için “ezeli ve ebedi” bir şey olarak sunulan, devlet’in kendisi de bir biçimdir aslında. İktisadi temeldeki sömürü ve çelişkilerin siyasal biçimidir. Marksist yöntemin demokrasiden yola çıktığında vardığı yer devlet, devletten yola çıktığında varacağı yerse ekonomik çelişkiler olmaktadır. Çoğu zaman iyi niyetle yola çıkan araştırmacılar ve yazarlar varmak istediklerinin tersi bir noktaya varmaktadırlar. Sorunu, ekonomik ilişkilerden -yani çıplak özden- kalkarak yukarıya doğru açıklamak, biçimlere gelindiğinde şaşırmaya yol açmaktadır.

Demokrasi konusunu kendi başına ele almak, sıkıntılı ve tehlikeli bir uğraştır. Yüzbinlerce sayfaya varan burjuvazinin bu en “orijinal” hikayelerinde kaybolmamak, burjuvazinin yüzelli yıllık dar kafalılığına takılmamak mümkün olmamaktadır.

Demokrasi, ancak siyasal olarak ele alınabilir. Somut durumun somut tahlilini çok iyi yapabilen ve demokratik mücadele konusunda çok derin düşünebilen -zaten tek düşünebildikleri konu budur- devrimci demokratlarımıza bize nasıl yapmamamız gerektiği konusunda yeterince örnek verdikleri için teşekkür ediyoruz!

Düzenin, devletin ve dolayısıyla demokrasinin reorganizasyon-restorasyonu, yinelenen bir süreçtir. Bu yinelenmeler, egemen burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda veya bu ihtiyaçlardan özerk bir biçimde veya bazen ona “rağmen” yapılmaktadır.

Tüm bu “yinelenmeler” belli ideolojik sorunların ve ilerleme ihtiyaçlarının da beraberinde güçlenmesi gibi bir yan etki yaratır. Bu eski bir politik bilgidir.

Devrim her zaman işlerin kötüye gittiği günlerde patlak vermez. En ezici yasalara ses çıkarmadan katlanmış olan halkın, bu yasaların baskısı azalır azalmaz birden baş kaldırdığı çok görülmüştür. Kötü bir hükümet için en tehlikeli an genel olarak kendini düzeltmeye başladığı andır… Kaçınılmaz diye sabırla katlanılan kötülüğün, ortadan kalkabileceği düşüncesi doğar doğmaz o kötülük katlanılmaz hale gelir5 [TOCQUEVILLE]

Daha önceden sorunlaştırılıp da unutulmuş şeyler yeniden hatırlanır. Daha bir hevesle savunulur. Ve unutulmaması gerekir; gerekli öznel müdahaleler yapılmazsa -bazen ve çoğu zaman yapılsa da- yeniden unutulur, bir dahaki sefere daha şiddetli ve daha tahmin edilemez (hatta görüldüğünde bile tanınamaz) boyutlarda yeniden çıkmak üzere!

Marx 1848 devrimlerinde burjuvazinin proletaryayı hiç olmazsa nesnel anlamda eğiteceğini söylüyordu. Bu eğitim, bir yönüyle işçi sınıfına kendinde bir sınıf özelliği kazandırırken diğer yönüyle bir toplumsal güç haline gelerek, burjuva düzenin gerçekliğinde proletaryanın varlığı “bilinci”ni oluşturuyordu.

Lenin bu “düzenin içinde varoluyor olma bilincinin”, “burjuva gericiliğinin egemenliğinin alt edilmesi” bilincine dönüştürülmesinin yolunu gösterdi. Bu dönüşümü sağlayabilecek tek unsur olarak, bilinçli işçilerden ve komünistlerden oluşan örgütü saptadı.

Her “yeniden yapılanma” süreci veya bu sürecin halkaları iki özelliği bağrında taşıdı. Bizzat burjuvazi ve devlet tarafından yaygınlaştırılmaya çalışılan ve sivil toplumcu avalların da içine düştükleri “demokrasinin ve yönetimin yayılması” bunların ilkiydi. Yeniden yapılanma süreçlerinin ikinci özelliğiyse, sonuçları ne olursa olsun sınıfa maddi olarak kazanımlar veya kayıplar da bıraksa hiçbir “yinelenme”nin sonucunun bir önceki başlangıç yerinden geride olmayacağıdır.

Eğer gerideyse bu biçimin bize oyunudur. Bunun arkasındaki gerçekleri ortaya çıkarmak ve açıklamak bir zorunluluktur. Lenin’in daha sonraları “o prova olmasaydı, 1917 asla olmazdı” diyeceği 1905 Devrimi’nin ertesinde yaptığı budur.

Yinelenmeler’in ertesinde, ne proletaryanın siyasal mücadeleye ve yönetime daha fazla yaklaşma bilinci ne de daha etkin örgütlenme bilinci azalır. Varılabilecek en gerici sonuçta dahi olacak olan bir “geri itilme”dir.

Ama bu `demokratikleşmenin gerçek kriterleri’ üstünden değerlendirilebilir bir şeydir. Gerçek demokrasiye yönelen demokratikleşmenin gerçek kriterleri ile baktığımızda ise, ortada sanal bir demokrasi oyununun bulunduğunu görürüz. Bu, her zamandan çok bugünün ABD demokrasisi ve onun kötü karikatürü olan ‘Türk demokrasisi’ için böyledir!

Çeşitli toplumsal sorunlar bugün burjuva demokrasi düzeneğince düğüm haline gelip çatlamalarına izin verilmeden eritilmektedir. Bu bağlamda da hiçbir sorun yoktan var olmamakta, varken yok olmamaktadır. Kesinlikle başka bir yerde başka bir biçimde yeniden ortaya çıkmakta ya da çıkarılmaktadır.

Yine eklemekte yarar var: Sınıfın aklı ve hafızası olan partinin bilince çıkarma faaliyetinin sürekliliği sayesinde ve sadece onla!

Türkiye’de 28 Şubat süreciyle beraber başlayan “demokrasinin korunması” kampanyası çerçevesinde, dinci gericiliğin hizaya getirilmesi ve düzenin kirli ellerinin yıkanması operasyonları elele gitmektedir. Askerler demokrasiye sahip çıkmaktadır!

Bu “yeniden yapılanma” şekline dönüştürülmeye çalışılan korumanın temel nedenlerinden biri, iktisadi anlamda tıkanıklıktan kurtulamayan düzenin siyasi anlamda da tıkanması olduğu daha önce defalarca dile getirildi. (Bkz. C. Hekim-oğlu Restorasyon Soruları Üzerinden Marksizm ve Güncel Siyaset Gelenek s.55) Restorasyon-reorganizasyona duyulan acil ihtiyacın diğer bir nedeni, tıkanıklığın aşılması için gündeme gelen Batılı kuvvetlerle bütünleşme esprisinin önündeki engellerdi. Gericilik ve çeteler…

Gladio örgütlenmesini, 2. Dünya Savaşı sonrasına, Sovyet prestijli bir soğuk savaş dönemine hazırlık olarak Nazi askerleri arasından toparlayıp eğittikleriyle oluşturan Batı demokrasisinin “duayeni”, ABD’nin ta kendisiydi. Emperyalist sistem Sovyetlere yandaş ve sosyalizme meyyel hareketleri bastırmakta ve yılanın başını küçükken ezmekte bu örgütlenmelerden ciddi bir şekilde yarar sağladı.

Aynı şekilde “yeşil kuşak” yine ABD’nin Sovyet tehdidi altındaki emperyalist sistemin güçsüz ülkelerine önerdiği kalkandı. Aktör-kahraman Reagan ve ekürisi Thatcher’in neo-liberalizmi dinsever devletçilik aşısıyla Evren-Özal kliği tarafından başarıyla hayata geçirildi.

Devletin doğası, Amerikan savaş doktrinerliğinden dinseverliğe döndü. Dinsever devletin ise sosyalizmin reel bir güç olarak bulunmadığı bir dönemde “demokrasi için tehlikeli bir noktaya imkan tanıdığı” görüldü. Ve 28 Şubat’la birlikte bu iki defterin de kapatılıp demokrasi kitaplığındaki doğal yerine “demokrasi için yapılan savaşlar” bölümüne konması sürecine girildi.

Demokrasinin korunması için cepheler oluşturuldu. Sıra yavaş yavaş devletin yeni doğasının belirlenmesine geliyordu. Atatürkçü ama anti-emperyalist değil militarist ama demokrasi düşmanı değil siyasal ama çok da değil! (Bu kavram bizim uydurmamız değildir “demokrasi teorisyenlerinden” birine aittir. İlerde göreceğiz. TK) Böyle bir devlet yaratmak mümkündü. Hem Türkler her zaman devlet olarak varolmuşlardı. Ve devleti düzenledikten sonra gerisi kolaydı!

Yukardaki niteliklere haiz bir devlet biçimi olarak “Türk demokrasisi”nin inşaatına devam edilmesi kararlaştırıldı. İşte bu süreçte “Türk demokrasimize” gelecek birkaç yıl için rengini çalacak oluşumlar -özneler diyemiyoruz- sahneye çıktı. Bunlar gerçekten siyasal krizi rahatlatacak tarzda, özne olmayı beceremeyecekleri gibi belli toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmekten de aciz perspektifsiz “siyasal oluşumlar”.

“Oluşum”ları nasıl tasnif etmeli?

Süreç içinde askerlerin denetiminde ve yasaması altında devletin yeniden yapılandırılmasında “Türk demokrasisi”nin kabuk değiştirmesinde yararlanılması üzere, ortaya -kimisi yeniden- sürülmüş üç ideolojik-programatik oluşum belirginlik kazanmış durumda. Bunlardan ilki, anayasal demokrat oluşum; ikincisi, sivil demokrat oluşum; üçüncüsü ise monarşik demokrat oluşum.

Anayasal demokratlar içinde kimi sosyal demokratlarımız (örneğin Mümtaz Soysal vb.) liberalizme inanmış ama ciddi devlet adamlarımız (örneğin Kamran İnan vb.) kimi aydınlarımız (örneğin kendileri “müsteşarken” Emre Kongar vb) çeşitli türden üniversite rektörleri-dekanları tasnif edilebilir. Ki bunlar sıkı devlet yanlılarıdır. Hatta çoğu zaman “devletten çok devletçi”dirler. Solcuların oylarıyla dekan-rektör olan ve bir anda başımıza “devlet kesilen” üniversite yöneticileri bunun en somut örneğidir. Yasalar kadar demokrattırlar. Anayasanın ufak tefek değişiklikleri gerektirmekle birlikte, düzenin bekası için tam anlamıyla işletilmesini savunurlar.

Sivil demokratlarımızsa genelde yazar ve aydınları içerir. Holding yazarlarının bir kısmı (M.Ali Kılıçbay-Etyen Mahçupyan vb.) Avrupa demokrasileri terbiyesine sahip solcu dönmeleri (Murat Belge-A.Savaş Akat vb. ve Birikim tayfası) ve kimi siyasal(!) partiler (ÖDP) bu gruba girerler. Bu grubun sağdan da transfer çalışmaları vardır ve parlak sonuçlar vermiştir. Bunlar devlete hele devletçiliğe kesin olarak karşıdırlar. Avrupa’nın “laissez-faire”ci eğitimini almışlardır ve Avrupa tarzı olduktan sonra her şeye hazırdırlar. Her sürecin ütopyacılarını oluştururlar. Radikal sol tarafından aşağılanarak, kendilerini tatmin etme yolu bulmuşlardır.

Monarşik demokratlar grubu dinci-gerici ve faşistleri kapsar. Teorik olarak devletçidirler. Pratikteyse günün şartlarına en iyi uyumu sağlarlar. Devletin doğasına uzunca bir süredir renklerini çalmışlardır. Özal, temel kadrolarını buradan toparlayarak diğerlerini de içinde eritme iddiasını ortaya atabilmiş, ortak kesenleri olmuştur. Bu yüzden de her kesim tarafından çok sevilir ve yine her kesim tarafından lanetle anılır. Devlete yükledikleri anlam üstünden hizmet ederler. Gerektiğinde komünist öldürürler, gerektiğinde aydın yakarlar.

Bu anlamda şu tasnifi öncelikli olarak kabul ediyoruz:

Tablo belli. Net ve kesin bir özetle Türkiye’de ilericilik gericilik saflarının kendi içlerindeki önderleri kemalizm ve şeriatçılıktır. Bu ikili sık sık diğer akımları kendilerine endeksleme becerisini gösteriyor. Bağımsız çıkış girişimlerinden hiç vazgeçmeyen liberalizm ilginçtir gerek eşik atlama idealini erken telaffuz etme hatası gerekse gerçekten gericilik tarafından kullanılması nedenleriyle Türkiye burjuvazisinin ütopyası olmayı aşamıyor6 [GİRİTLİ Aydın]

Aydın Giritli’nin tasnifinde yaptığım “tahrifatın” bir anlamı var. Bu yazımızın konusunu oluşturuyor: Devletin yeniden yapılandırılması tartışmasında yer alan oluşumların, “bir devlet biçimi olarak demokrasi” ekseninde tarif edilmeleri!

Bunların hepsi demokrattırlar. Kimisi zorunlu olduğundan; kimisi sadece teorik olarak da olsa. Demokrattırlar çünkü devletin biçimi olarak “azınlığın çoğunluğun iradesini kabul etmesine dayanan demokrasi”dir savundukları. Aralarındaki ayrımı ise sıfatları -yani doğaları- ve dayandıkları temel belli eder. Temel olarak yasalara dayananlar, anayasalcıları; temel olarak NGO’lara dayananlar sivilleri; eski imparatorluğun ideolojik ve siyasal kurumlarına -teorik olarak- dayananlar ise monarşikleri oluşturur. Bu son grup, gerçekte emperyalizme ve halktaki geri ideolojilere dayanır.

Bunlara oluşum demek zorunda kalıyoruz. Çünkü bunlar, ne salt bir parti etrafında ifade edilebiliyorlar ne de belirgin bir programları var. Devletin ve dolayısıyla demokrasimizin doğasında yapacakları renk değişikliği nedeniyle bunlara oluşum adı takıyoruz. Böylece “fikir-teamüller-tecrübeli siyasi kadro” üçlüsünün biraradalığından öte bir şey olmayan Türkiye’nin burjuva siyaset ortamına yeni payeler atfetmiyoruz. Burjuva siyasetinin sunduğu şeyler, yine tamamen yukarıdaki üçlüden ibarettir. Bunlar zaman zaman değişik “oluşumlarda” ifadesini bulmaktadır.

Oluşum geleceğe dönük olarak oluşacak, bütüncül bir hareketi değil, burjuva siyasi yapıları arasındaki belli öbekleşmeleri tarif etmek için kullanılmaktadır. Bu “oluşum”lara çeşitli DKÖ’ler, sendikacılar, dergiler, kapitalistler vd. girip çıkmakta kaymaktadırlar. DİSK başkanı Rıdvan Budak ağa bunlara bir örnektir. ESK adıyla restorasyonun milislerini oluşturmaya soyunan Budak, anayasal demokrat oluşum içinde biraz daha odaklanarak DSP’den adaylığa işi vardırdı. Buna benzer bir örnek daha önce sivil demokrat (ya da liberal) oluşumun içinden gelen ve partileşmeyi zorlayan Cem Boyner idi. Siyasi hezimetten sonra CHP’de varolmaya çalışması burjuva siyasetinin bir gereğidir.

Bu oluşumların temel hareket noktaları, demokratikleşme veya demokrasinin korunmasıdır. Bu konuda kafalar son derece karışık, fikir dünyası son derece kaotiktir. Bu kaotik ortamda ilerlemeye çalışırken, saptadığımız en bariz doğrulardan biri bir yanıyla sanal (demokrasi) öte yanıyla düpedüz gerçek (devlet) bir inceleme nesnesi olduğudur. Demokrasi (burjuva demokrasisi) ve devlet (burjuva devleti) bugün geçmiştekinden daha açık bir şekilde madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadır.

Siyasal ifadesi demokratlık olan, demokrasiciliğin gerçekleniş yeri devlet olmaktadır. Demokrasinin organizasyonu veya reorganizasyonu kendini bizzat devletin yeniden organizasyonu olarak ortaya koymaktadır.

Gelişkin demokrasi istemi ve programı, siyasal egemenliğin sınırlarının ve doğal olarak biçiminin yeniden tarifini zorlamaktadır. Kısacası, hem ihtiyaçtan hem de zorunluluktan demokrasinin yeniden tarifi siyasi egemenliğin yeniden daha kuvvetli bir şekilde ve daha üst bir seviyede tarifi içindir. Bugünkü demokrasi kendi düşmanlarını yaratmıştır ve içten içe çürümektedir. Devlet, artık bu biçimine düşman olanları kapsamayacak veya onları zararsızlaştıracak şekilde yeniden çizilmelidir. Kurumlarını geliştirerek, yayılarak, güçlenerek!

İşte tüm gaye budur: Demokrasinin “kahraman zabiti” ve “matematiksel sabiti” olan devletin egemenlik tarzının belirlenmesi. Mao’nun döne döne fethetme esprisi gibi demokrasi havarileri döne döne devleti fikri ve pratik olarak oluştururlar.

Devletin krizini atlatmak ve gücünü artırmak yolunda verdiği üç temel refleksi var: Merkezileşme, yayılma ve özerkleşme-demokratikleşme… Burjuva devletin krize karşı verdiği bu üç refleksin biraradalığı ilk bakışta pek mümkün görünmüyor. Çünkü, örneğin merkezileşme ve yayılma birbirini çelen özelliklere sahipmiş gibi görünüyor. Oysa devlet kendi içine doğru merkezileşirken topluma doğru yayılabiliyor. Bu operasyonun sonucunda ulaşılması hedeflenen “normal” dönemde ise hem kendi içinde hem de toplumla ilişkisinde özerkleşmesi-demokratikleşmesi bekleniyor7 [MERT Ali]

İşte devletin yeniden yapılandırılması ile demokratikleşme arasındaki özsel bağıntı aslolarak budur!

Peki devletin yeniden yapılandırılması çabalarının varolan demokratik yapının başarısızlığından kaynaklanan yanları nelerdi?

Birincisi, burjuva demokrasisi sınıfsal temeli nedeniyle toplumun diğer sınıflarını kapsamak bir yana, onlar üstündeki egemenlik için vardır. İşçi sınıfının ve yoksul köylülerin bu demokrasi oyununa katılımı teorik bir lafı olarak kaldı.

İkincisi, burjuva demokrasisi biçimi olduğu burjuva devletin toplumun ezilen sınıflarının ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılamayışının sınırında kalmak zorundaydı. Öyle oldu.

Kendisini dönüştürebilecek bir gücü olmayan bir sistemin, kendi karşıtını dönüştürme işlevini görmesi beklentisinin hiç bir rasyonel açıklaması olamaz. Toplumu dışlamayan bir anlayışla, demokrasi dönüştürülmeye çalışılmadıkça marjinal unsurlar toplumu sahiplenir ve sistemi dönüştürür hale geleceklerdir; nitekim Türkiye’nin böyle bir sürece girmiş olduğu yadsınamaz8 [ÖZÜERMAN Tülay]

Soldan kaçarken, saat yönünde yatan dümen, burjuvazinin demokrasi yelkenlisini sağa götürdü. Bu efsanevi deniz kızı gibi süzüm süzüm süzülen, yelkenli derinlerin fırtınasından kaçarken, sığlıklarda karaya oturma tehlikesi atlattı. Ve yelkenliyi korumak için dümen bu kez saatin tersine yattı.

Kendi sığ sularında avlanan gemiciler, avların leşlerinden gerici mercan kaleleri oluştuğunu ancak yelkenlinin kıçında delik açılınca farkettiler. Uğur Mumcu gibi avların açtığı delikleri onlar adına yaktıkları mumları eriterek kapattılar.

Medeniyet görmemiş adalarda kışkırttıkları yamyamlar9 sularına sığınmanın bedelini, yelken bezlerine ipotek koyarak ödettiler.

Sovyet devriminden korkusu yüzünden ülkesinden kaçan Rus tarihçi Rostovtsev’in dediği şekilde, “Roma İmparatorluğu’nun kırsal kitleleri uygarlaştıramadığı ve bu nedenle de üst kademelerin kültürünün yerini köylü kültürüne bırakışını çaresizce seyrettiği için çöktüğü” gibi kendi çöküşünü gördü. Rostovtsev’e göre “kentlerde yaşayanlar önce kırsal kesimin barbarlığı altında boğuldu ve ardından kısmen sızma kısmen de fetih yoluyla imparatorluk içinden ve dışından akın eden barbar unsurların gelişiyle büsbütün battı” 10

Burjuvazinin yelkenlisi şimdilik batmadı. Ama şu ortaya çıktı: Burjuvazinin beslemesi köpekler ve yamyamlar kendi rejimlerini kurmayı zorlayacak kadar ileri gidebiliyordu. Yıllarca kendilerinden güç alarak yürüttüğü gemisi ihanete uğruyordu. Artık naif deniz kızının sığınabileceği bir liman kalmamıştı. Korkuyla bir kalpağın içine atmaya çalıştı çirkin bedenini!

Bu hikaye size neyi anlatıyor? Bize burjuva demokrasisinin sanal görüntüler altında iktidar aygıtını yüceltmesini anlatıyor. Ama bununla birlikte yücelttiği iktidar aygıtının ne siyasal -çünkü gerçekten siyasal biçimi artık son derece sanaldır- ne de ideolojik -çünkü iki taraf da sadece korku yaratmıştır- bir dayanağı kalmayacak denli güçsüzlüğünü anlatıyor.

İkincisi, düzen siyasal dengeyi sağlayabilmek için sola da sağa da çeşitli ağırlıklar almaktadır. Toplumsal kavgaların pek çoğunun tek alanı artık sadece devlet içi olmaktadır. Bu toplumsal dengesizlik içindeki devleti sanılanın tersine, orta vadede daha da güçsüz kılacaktır. Burjuvazi, bu güçsüzlüğü askeri ve tekelci baskılarla telafi etmeye çalışır. Buna ilerde yeniden geleceğiz.

Üçüncüsü ve en önemlisi, burjuvazinin sonu belli olmuştur. Kendi yarattığı ve dayandığı canavarlarla başedebilmek için yeni canavarları serbestleştirmek zorunda kalmaktadır. Burjuvazinin demokrasisi, bir diğerine karşı koruma görevi biçtiği unsurlardan biri tarafından diğerine rağmen yıkılacaktır.

Bağrında taşımaya mahkum edildiği gerici değerlere gaz verilerek önü alınan emekçi sınıfların, aydınlanma özgürleşme ve gerçek demokrasi özlemleri şimdi serbestleşmiştir. Türkiye gibi sınıfsal eşitsizliklerin ve sınıfsal çatışmaların her gün daha da derinleştiği bir ülkede, burjuvazi toplumun diğer sınıflarına ideolojik planda önderlik yapmasının imkansızlığını çoktan göstermişti. Onların geri yanlarıyla ittifak kurarak, bağımlılıklarını kuvvetlendirerek, burjuvazi sömürü düzeninin devamını sağlayabilmekteydi.

Lenin şöyle yazıyordu:

İşin doğrusu, her ülkede burjuvazi kaçınılmaz olarak iki yönetim sistemi çıkarları doğrultusunda savaşma ve baskınlığını sürdürme yöntemi geliştirir; bu yöntemler bazen birbirini izler bazen de çeşitli bileşimlerde birbirine karışır. Bunlardan ilki kuvvet yöntemidir, işçi hareketine tüm tavizleri reddeden yöntemdir, tüm eski ve gününü doldurmuş kurumları destekleme yöntemidir, reformları uzlaşmaz bir biçimde reddetme yöntemidir. İkincisi özgürlükçülüktür, yani siyasal hakların gelişmesine doğru reformlara tavizlere vb. doğru adımlar yöntemidir. Burjuvazi bir yöntemden diğerine bireylerin kötü niyeti yüzünden ve arizi olarak değil, temel olarak kendi durumunun çelişkili karakteri nedeniyle geçer11 . [LENİN Vladimir İlyiç]

Şimdilerde ilericilik kaplanı kesilmiş burjuvazinin elindeki purosunu dalgalara bırakacağı günler uzak değildir 12 . Ve komünist hareket gericiliği besleyip büyüten burjuvayı saptadığı gibi şimdinin pişkin tüccarını da çok iyi tanımaktadır. Bunların bu renk değiştirmeler arasında sömürü düzenlerini devama çalışan birer ikiyüzlüden başka birşey olmadığı da elbet bir gün emekçilerin büyük kısmı tarafından bilince çıkarılacaktır.

Bu sınıf mücadelelerinin burjuvaziye ve onun siyasi temsilcilerine güvensizliğin dozunun artmasının yanında, emekçi sınıflara kendi kurtuluşlarının kendi ellerinde olduğunun bilinci ve güveninin artması yönünde bir eğitim vermesi demektir. Marx’ın burjuvazinin işçi sınıfını eğiteceğinden bahsettiği yerde söylediği budur.

Burjuvazinin eğitimi öyle 8 yıllıklarla vb. olmaz! Burjuvazinin kendi mezar kazıcısını eğitmesi, kendiliğinden hiç olmaz! Burjuvazi bu eğitime nesnel olarak zorlandığı gibi işçi sınıfı da bu eğitimi ancak sınıf mücadelesinin “düpedüz bir soyutlama” -siz bunu ideoloji olarak okuyun- olarak öncü örgütlenmesi tarafından kendisine taşınmasıyla alır. Kendisinin de içinde bulunduğu ama kendisini kavram olarak da görebildiği bir soyutlama olarak!

Burjuva devletin yeniden yapılandırılması sorunu çıkışıyla ve seyriyle komünist harekete bu yöndeki teorik ve pratik çabaların daha da büyümesi için görev yüklemektedir!

Devlet ve demokrasi teorilerine kuşbakışı

Bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi. Böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil.” J.J.Rousseau (Toplum Sözleşmesi)

Devletin yeniden yapılandırılması sürecini daha iyi teorisize edebilmek için, demokratik devletin teorisine kısaca bakmakta yarar vardır.

Ancak yukarda da dediğimiz gibi demokrasi konusu, burjuvazinin kafa bulandırmakta en fazla başvurduğu konudur. Yüzlerce tanımı ve tasviri vardır. Biz bunlar içinden birkaçını zikrederek burjuvazinin demokrasisini tanımlamasını göreceğiz.

“Karmaşık bir toplumda demokrasi, hükümet üyelerinin değiştirilmesi için düzenli anayasal fırsatlar sağlayan bir siyasal sistem ve nüfusun mümkün olan en geniş bölümünün siyasal görev için mücadele edenler arasında seçme yaparak başlıca kararlar üzerinde etkin olmasını sağlayan toplumsal bir mekanizmadır13 [LIPSET Seymour]

(Demokrasi) bireye azami ölçüde özgürlük ve azami ölçüde sorumluluk tanıyan bir toplumsal ve siyasal örgüt felsefesidir. Genel olarak demokrasi, bireylere en azından periyodik olarak liderler siyasal politikalar ve programlar konusunda seçimlerini kullanma fırsatı verilmesini sağlayan kurumları sağlar14 [McCARTHY Eugene]

Demokrasi ile hukuk devleti eş anlamlı mıdırlar? Eş anlamlı değildir. Demokrasi; Hukuk Devletinin gerçekleşmesi yöntemidir. Lambayı elinde tutacak olanın; halk tarafından seçilmesi ve daha mükemmel anlamda: sadece seçilmekle kalmayıp halka karşı sorumlu olması ve halk tarafından denetlenmesi demektir15 [HATEMİ Hüseyin]

Kapitalizmin büyük sihirbazı M.Friedman: “Demokrasi, ancak kapitalizmde varolabilir16

Demokrasi, doğası gereği iktidar için kurumsallaşmış bir yarışma sistemidir. Yarışma ve çekişme olmadan demokrasi olamaz. Fakat siyasal çekişmeyi onaylayan her toplum, bu çekişmenin çok yoğun olması ve sivil barışın ve siyasal istikrarın tehlikeye girdiği anlaşmazlı ve uyuşmazlık içinde bir toplum yaratma riski de taşır. Bu söylenenler göz önüne alındığında, bu paradoks şöyle ifade edilebilir: Demokrasi, çekişme gerektirmektedir fakat çok da fazla değil; yarışma olmalıdır fakat sadece dikkatlice tanımlanmış ve herkesçe kabul edilmiş sınırlar içinde bu yarışma gerçekleşmelidir. Bölünmeler oydaşma ile hafifletilmelidir17 . [ALMOND Gabriel, VERBA Sidney]

Vesaire vesaire…

Burjuva ideologlarının demokrasi tanımları bini geçer. Burjuva demokrasisinin tarihi, kapitalizmin tarihiyle yaşıttır. Kapitalizm geliştikçe, bütün egemenlik biçimlerini yerle bir etmiş ve yerine sermayenin egemenliğini yerleştirmiştir. (Bkz. Komünist Manifesto)

Sermaye, toplumsal ilişkiler ağı demektir aynı zamanda. Eski toplumların dinsel, törel kurumlarının, soydan, kandan vb. gelen egemenlik haklarının yerini şimdi yalnızca sermayenin egemenliği almıştır. Bu süreç, yavaş yavaş olmuştur. Bu toplumların tarihi içinde tek tek kişilerden bağımsız olarak oluşan ilk egemenlik biçimidir.

Sermaye toplumsal bir ilişki olması anlamında, sermayenin egemenliği bu ilişki biçiminin egemenliği anlamına gelmektedir. Bu egemenlik önünde kralların soylulukları prenslerin savaşçılıkları vs savrulur gider.

Kapitalizmde kişilerin iktidarı yoktur, bir toplumsal ilişkinin iktidarı vardır. Bu cümleye karşı “iyi ama kapitalist toplumlarda da tek varlık nedeni yönetimde kalmak olan siyasi liderler, yıkılmaz sermaye gruplarının temsilcileri vs. kişiler ve onların egemenlikleri yok mudur?” şeklinde bir itiraz olabilir. Böylesi bir itiraz çok yerindedir. Keza kapitalizmin demokratik veçhesiyle birlikte oluşturduğu paradoksun bir yanını aydınlatmaktadır.

Kapitalizmde kimsenin olmayan, bu anlamda herkesin olan ve yine bu anlamda toplumun her bir hücresini etrafında örgütlemiş vaziyette bulunan ve dolayısıyla pratik olarak “bulunmayan” bir egemenlik tarzı vardır. İşte bu sermayenin egemenliğidir.

Therborn’un açıklaması yerindedir:

Kapitalizm, kişilerden soyutlanabilen tek sömürü tarzıdır. Kapitalizmde burjuvazinin kişisel biçimde egemen olmasından çok, sermaye hakimiyeti söz konusudur… Kapitalizmin bu son değindiğimiz özelliği, küçücük bir azınlığın nasıl olup da kişilerden soyutlanabilen bir hakimiyeti demokratik biçimler altında yürütebildiğini ve bu arada örneğin nasıl olup da sermaye hakimiyetinin işçi partisi hükümetleriyle bağdaştırılabildiğini, buna karşılık feodal aristokrasinin niçin hiçbir zaman bir köylü partisi aracılığıyla hükümet edemediğini, açıklamamıza yardım edebilir18 . [THERBORN Göran]

Siyasi partiler, cumhurbaşkanları, sivil toplum kuruluşları, çok çeşitli yasama-yürütme-yargı organları bu nesnel egemenliğin öznel unsurları olarak ortada dururlar. Bunların biçimleri de çok farklı olmaktadır. Başkanlık sistemi, parlamenter, monarşik sistem vb. Tüm bunlar bir yanıyla hâlâ eski toplumsal yapıların egemenlik biçimlerinin yeni versiyonlarıdır.

Örneğin, bir cumhurbaşkanına bakıldığında, onun yetkileri ele alındığında, geçmişin krallarından pek de farklı olmadığı görülür. İster seçimle gelsin, ister asker olsun isterse de darbeyle yönetimi ele geçirmiş olsun yönetim tarzı ve toplum üstündeki konumu birçok açıdan kralınkine eşdeğerdir.

Bu ve benzeri eski toplumsal yapılardan kalan üstkonum, mevki, ayrıcalık vb. teorik olarak burjuva demokrasisine aykırıdır. Çeşitli dinsel ve geri hiyerarşiler de bu gruba girer. Ve tüm bunlar burjuvazinin kendini ekonomik ve siyasi olarak rahat bulduğu durumda üstüne gideceği birer sorundur. Ama liberallerin coşkun savunularındaki gibi tam anlamıyla “laissez-faire”ci uygulamaların kaosu artırıcı etkisi nedeniyle şimdilik bunlarla ittifak peşinde koşulur.

Marx şöyle diyor:

Biçimi ne olursa olsun toplum, insanların karşılıklı etkileşimlerinin ürünüdür. İnsanlar kendileri için şu ya da bu toplumu seçmekte asla özgür değildir. Üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, ticaretin üretimin ve tüketimin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, buna denk düşen bir toplumsal düzen, buna uygun düşen bir aile, bir zümre ya da bir sınıf örgütlenmesi tek sözcükle sivil toplumu bulursunuz. Böyle bir sivil toplumu alırsanız, buna denk düşen ve aslında sivil toplumun resmi görünüşünden başka bir şey olmayan politik toplumu bulursunuz19 [MARX Karl]

Ekonomik hayattaki ve onun yansımalarından oluşan fikri hayattaki egemenlik, sermayenindir. Sermayenin bu egemenliğinin birincil muhatabı emektir. Kapitalizmdeki özgür emektir. Ekonomik anlamda birikmiş emek olan üretim araçları ile doğal veya üretilmiş kaynakların toplamı sermayeyi oluşturur. Ve bu sermayenin sahipleri vardır.

Üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sermaye sahipleri sınıfı, sermayenin egemenliği sisteminin yürütülmesinde her aşamada söz hakkına sahiptirler. Onun pratik yürütmesini sağlayan siyaset organları üstünde, ister direkt yolla isterse de “pratik olarak bulunmayan” ama hep olan egemenlik haklarıyla karar sahibi olurlar.

Hegel’le açıklamaya çalışalım. Hegel’in ünlü bir sözü vardır: Saf karanlık ile saf aydınlık aynı şeydir der Hegel çünkü ikisinde de insan gözü hiçbir şey göremez. Aynı Hegel özgürlük ve hukuk felsefesi çalışmalarında bir noktaya varmıştır: “Evrensel olan şey, Devlet’te bulunur. Devlet, ilahi fikrin yeryüzündeki şeklidir… Devlet, tanrının yeryüzünden geçmesidir… Doğayı anlamak zorsa devletin özünü kavramak sonsuzca daha zordur…”

Hegel’e göre devlet saf akıldır, mutlak tinin yeryüzü şubesidir. Mutlaktır. Ama yine Hegel’in bize bıraktığı yönteme göre devlet aslında yoktur. Çünkü mutlak ide gibi mutlak olan şey ancak “yok olan” yani soyut olan yani varlığını tüm varlıklarda ifade etmiş olan şeydir.

İşte, kendisini ayakları üstünde dikelten Marx’ın gösterdiği gibi Hegel’de mutlak olarak tasvir edilen, pratik bir fenomen olan devlet değil sermayenin egemenliğidir! Önüne çıkan duvarları yerle bir ederek hızla yayılan ve tüm toplumsal ağı kendisine uymaya zorlayan bir egemenlik!

Bu egemenlik, pratik karşılığını devlette sermayenin devletinde bulur. Ve yukarıda söylediğimiz gibi onlarca değişik tarzı bulunacak şekilde, sermayenin sahipleri pratik boyuttaki karar mekanizmalarını belirlerler.

Sermayenin bu egemenliğine kapitalizm ya da kapitalist düzen deniyor. Kapitalist düzenin yeniden üretilmesinin garantörlüğü işini yapan bizzat devlettir. Bu devletin yapısı da doğal olarak sermaye devletidir. Sermaye sahipleri tarafından belirlenim bağlamında burjuva devletidir.

Bu burjuva devletin bir biçimi olan demokrasi -demokratik devlet- de tarihsel süreçte burjuva demokrasisi olarak adlandırılmaktadır. Ve sermaye sahiplerinin kendi aralarındaki çekişmeleri nedeniyle burjuva demokrasisi bağrında çekişmeleri ve çıkar hesaplaşmalarını barındırır.

Buraya kadar iyi bilinen bir doğruya varmak için, sürdürdüğümüz soyutlama basamaklarından çıkan bir sonuç vardır: “Soyut” sermaye egemenliği ile pratik karşılığı burjuva devlet ve her türlü siyasi aygıt arasında gittikçe daraltılmaya çalışılacak ama hiç sonlanmayacak bir mesafe vardır. Burjuva devletin çeşitli reformlarla vb. daha fazla demokratikleştirilmesi sonsuz bir süreçtir. Burjuva demokrasisi, sermaye egemenliğinin çıplak, birebir ama aynı anda en görünmez -en soyut- yansısı olma yolunda sonsuz değişikliklere uğratılabilir.

Dolayısıyla şunu söylemek mümkündür: Devlet, bugün kapitalist toplumun resmi cisimlenişi, koruyucusu ve devamının garantörüdür. Bu devletin demokratik biçimlenişi ise kendi haline bırakıldığında sonsuza kadar ve sonsuz sayıda daha fazla demokratikleştirme adımına muhatap olabilir.

Devletin içinde ortaya çıkan bütün çatışmalar demokrasi aristokrasi ve monarşi arasındaki çatışmalar ya da seçim hakkı için yapılan çatışmalar vs sınıflar arasındaki gerçek çatışmanın bürünmüş olduğu aldatıcı şekillerden başka şey değildir20 [MARX Karl]

Ama onun özünde taşıdığı mutlak sermaye egemenliği, bu demokratikleştirme veya tersi yöndeki adımların kapsamında değildir. Sermayenin mutlak egemenliği, burjuva devletin yıkılması ve parçalanması ile gelişecek bir iktidar değişikliğinin kapsamındadır. Bu bir devrimdir.

Bu devrimin özü, toplumsal sermayeye eski toplumlarda üretim araçlarından mahrum bırakılmışların, mülksüzlerin el koymasıdır. Mülksüzlerin önderi işçi sınıfının demokratikleşmenin sonsuz sayıdaki adımlarıyla ilgisi, kendisine örgütlenme ve propaganda hakkını elde edene kadardır. İşçi sınıfı sermaye egemenliğinin birincil muhatabı olarak, toplumun tüm mülksüz sınıflarına kapitalizmin egemenliğinden ancak burjuvazi için demokrasi çıkabileceğini gösterecek öncülüğü yapacaktır.

Demokrasi: Karşıtların birliği sistemi

Demokrasinin burjuva ideologları demokrasiyi bir uzlaşma, consensus sistemi olarak gösterirler. Sömürenle sömürülenin, ezenle ezilenin kısacası kurtla kuzunun ne olduklarına değil hukuki anlamda eşit olduklarına dikkati çekerler. Birarada ve eşit biçimde bulunabilmelerini demokrasiye mal ederler.

Burjuva ideolog şöyle der:

…çünkü büyük bir eşitsizlik ve dışlama varolduğu sürece demokrasinin ayakta kalabilmesine olanak yoktur. Doğası gereği demokrasi, devrimci bir değişiklikten çok azar azar yapılan reformlara olanak verir. Birbirine karşı olan menfaatlerin her nasıl olursa olsun uzlaştırılması zorunludur. Bazen toprağın yeniden dağıtılması gerekebilir; ancak bu toprak sahiplerine adil bir biçimde topraklarının karşılığı verildikten ve servetlerini diğer verimli teşebbüslere yatırma olanakları sağlandıktan sonra olmalıdır.

Ücretler artırılmalıdır, fakat artışlar şirketlerin karlarını azaltmamalı ve ekonomik gelişme durdurulmamalıdır. Sadece ekonomik gelişme çerçevesinde fakirliğin kalıcı ve sürekli bir biçimde azaltılmasıyla gerçek anlamda eşitsizlik yok edilebilir21 [DIAMOND Larry]

Oysa, tam da bu eşitlik görüntüsü, temeldeki sermayenin emek üstündeki egemenliğinin üstünü örtmeye yarar. Sömürenle sömürülen birlikte kapitalist sistemi oluşturur. Kapitalist sistem, bu iki birbirine karşıt gücün birlikteliği halidir. Bu birlikteliğin ekonomik ifadesidir. Tarih karşıtlardan birinin diğerini yok etmesiyle karşıtlığı da ortadan kaldıracağını göstermektedir!

Karşıtların birliği ilkesi, bazı saf sol teorisyenlerin elinde sadece marksizmin bir ilkesiymiş gibi kullanılır. Oysa karşıtların birliği doğanın gelişim yasalarında olduğu gibi, toplumların gelişim yasalarında da belirleyendir. Karşıtların birliği karşıtların mücadelesi ve birinin diğeri içinde yok olması ya da birinin diğerini yok etmesi demektir.

Karşıtların birliğinin en yanlış anlaşılma tarzı ki burjuva ideologlar böyle anlaşılması için büyük çaba harcarlar, karşıtların el sıkışmaları birlikte hareket etmeye karar vermeleri anlamında anlaşılmasıdır. Aynı yönde davranma noktasında, karşıtlık ortadan kalkar artık geçerli olan işbölümüdür. Bu durumda da altyapıda hakim olan egemenlik onanmış olur. Burjuva düzende, sermayenin egemenliği fikri egemen fikirken buna karşıtlık oluşturan emekçilerin sermaye karşısındaki egemenliği fikriyle çatışma halindedir.

Demokrasideki karşıtlardan bir diğeri yöneten-yönetilen karşıtlarıdır. Bunların karşıtlığı temel değildir. Ama kapitalist devlet yapısı içinde en önde duran karşıtlıktır. Siyasal planda karşıtların birliği birbirinin tamamlayanı bütünleyeni olmak demektir.

Burjuva demokrasisinde her türlü palavraya karşın, bir yöneten kastı ve bir de yönetilen geniş çoğunluk vardır. Yönetilenler, hemen bütünüyle sömürülenlerdir. Tabii sermaye egemenliğinin usta savunucuları haline geldiklerinde bunlar da yöneten olabilmektedir. Batı demokrasilerindeki işçi aristokrasileri, bunun en güzel örnekleridir.

Burjuva demokrasisi genel bir eğilim olarak, yönetilenlerin yönetime katılmasını daha da güçleştirmektedir. Siyasal sistemi sanallaştırarak, beş yılda bir seçmen adı altında seçme ve teorik olarak da seçilme hakkı tanıyarak, emekçiler siyasetten uzak tutulmaktadır. Bu çeşitli demokrasi teorisyenleri tarafından dile getirilen ve burjuva demokrasisinin gelecek projeksiyonu olarak savunulan bir şeydir.

Demokrasi, ayrılık, farklılık ve bölünme anlamına gelir; ancak bunun rıza ve tutarlılık temeline dayalı olması gerekir. Demokrasi, vatandaşların politikayla ilgilenmelerini fakat bu ilgilenmenin de çok fazla olmamasını ister. Bu nedenle G.Almond ve S.Verba klasik yapıtları The Civic Culture’da demokratik siyasal kültürü “karma” kültür olarak nitelendirmişlerdir. Bu kültürde vatandaşların katılmacı rolleri, uyruk (devlet otoritesine itaat etme) rolleri ve politikanın dışında yer alan aile toplum ve cemaat üyesi olarak cemaat rolleri ile dengelenmektedir22 . [DIAMOND Larry]

Bu tam olarak, yönetilenlerin yönetilmekten memnun olmaları gerektiğinin söylenmesidir. Vatandaşlar demokratik işleyişe katılacaklar ama bu devlete itaat doğrultusunda frenlenecek ve cemaat işleriyle bireyin siyasal meseleleri kurcalaması engellenmiş olacaktır. Batının hür demokrasisi buraya kadardır.

İnsanlarını aptallaştırmasıyla ünlenen ABD demokrasisinin sırrı budur. Burada, yukarda bir hikayeyle anlattığımız barbarlaşma olgusu yeniden karşımıza çıkıyor. Kitleler yönetilen vasıfları devam ettirilmek için, çeşitli marjinal konulara itiliyor ve demokrasiye katılma konusunda da sınırları çok önceden çiziliyor.

Kısacası demokrasi illa ki “yöneten” adı altında bir egemenlik tanımlıyor. Egemenlik olmadan burjuva demokrasisi varolamıyor. Ve her egemenlik gibi bu siyasi egemenlik de kendi tamamlayanını egemenlik altında bulunanların varlığını zorunlu kılıyor.

Yöneten-yönetilen karşıtlığı konusunda ikinci belirtmek istediğim, yönetilenlerin yönetmeye katılmaları önündeki engellerden bazıları. Bunların en başında siyasetin bugün artık tamamen profesyonel -mesleki anlamda- bir uğraş haline gelmesi ve finansmanının yönetilenlerin (büyük oranda sömürülenlerin) kaldıramayacağı boyutlara ulaşması gelmektedir.

Burjuva partilerden DYP’yi örnek alırsak: 1995 seçimlerinde DYP’den aday olabilmek için gereken para, 2 ile 8 milyar arasında oluyor. Bu en azından seçim sürecinde yapılacak propaganda faaliyetleri için gerekli para. Yani ne kadar paranız varsa, o kadar iyi propaganda yapabilirsiniz 23

Son günlerdeki gazetelerin yazdığına göre DYP’nin 18 Nisan için ayırdığı propaganda parası, 3.5 trilyon civarında. Tansu Çiller’in 97 yılbaşında sırf kutlama mesajlarının bedeli, 3.5 milyar lira olmuştu. Çiller 1 milyon kişiye telefon etmiş, 150 bin kişiye de faks yollamıştı 24

Burjuva partiler, bazen varlıklı adayların da bu paraları bulamayacağını düşünerek, çeşitli destekler oluşturmaktadır. Bu desteklerse hazineden alınan yardımlardan finans çevrelerinden ve işadamı-ağalardan sağlanan bağışlardan oluşturulur. Sırf devletin yaptığı yardımlar, 97 yılında 2.8 trilyondur.

Ve bağışların boyutları çok büyüktür. Patronlar ve tekeller, Türkiye’de ağalar da bağışlarıyla yalnız adayı değil, bütün partiyi yönlendirebilecek meblağlar ortaya koymaktadır. Bu bağışlara çeşitli yasal kısıtlamalar getirilmiştir. Ama uyanık girişimci ruh, bu yasaları çok rahat aşabilmektedir.

Örneğin Çiller’in bir eşarbına Trabzonlu bir kapitalist 1 milyar lira ödeyerek, partiye üstü kapalı bağışta bulunmuştur. Yasada partiye bağışın sınırı 50 milyondur. Benzer şekilde patronlarca partilere otobüs, uçak, eleman vb. sağlanmakta bunların faturasının gönderilmesi unutulmaktadır!

Bağışlar konusu, bütün burjuva demokratik devletlerdeki siyaset faaliyetinin temel gelir kaynaklarındandır. Türkiye’de de bu sistemli bir biçimde yapılagelmektedir. “Banker Kastelli’nin, Süleyman Demirel’in isteğiyle 1979’da AP’ye 500 bin dolar bağış yaptım şeklindeki iddiasına Cumhurbaşkanlığı köşkünden herhangi bir yanıt gelmedi. Siyasi partiler… herkes yapıyor elden bir şey gelmez görüşünü dile getirdiler” 25

Burjuva partiler, üyelerinin bütün imkanlarını da kullanmaktadır. Devlet kurumlarında çalışanlar ki genelde amirlerdir, emirleri altındaki bütün teçhizat salon ve kadroları propagandalarda kullanabilmektedir. Bunlar da partilerin dolaylı yoldan elde ettikleri siyasi finansmanlardır.

Bir başka siyasi finansman özellikle iktidardaki partilerin örtülü ödenekleridir. 95 döneminde örtülü ödenek, 15 milyar iken iktidardaki partiler 1 trilyon 274 milyar harcanmıştır 26

Siyasi finansmanda parti üyelerinin aidatları ise yüzde 10 ile 20 arasında yer tutmaktadır.

Bu bağlamda demokratik dünyanın cenneti ABD’den verilecek örnekler çok çarpıcıdır.

Başkanlık seçimi için yapılan aday başına harcama, 1964’de 200 milyon dolarken 1968’de 300 milyon dolara çıkmıştır. Aynı dönemde fiyat endeksi yüzde 140 iken, kampanya endeksi yüzde 350’dir 27

Clinton’un 1996’daki seçimlerde temel stratejisi bağışlar olmuştur. Bu bağışlarla aynı zamanda partinin gelecek hizmetleri de satılmış olmaktadır. Dönemin BM temsilcisi M.Albright (şu anda ABD Dışişleri Bakanı) Kıbrıs’ı ziyaret edip Rum liderlerle görüşerek Rum lobisinden 2 milyon dolar koparmıştır 28 . Türk lobisinin ne kadar yedirdiğini ise bilmiyoruz.

Clinton’un seçim öncesi “işadamları” ile yaptığı görüşmede bulunan Tamraz (uluslararası dolandırıcı), 72 bin dolar bağış yapmıştır. Bu “işadamları” seçimlerden sonra ektiklerini biçme fırsatı bulmaktadır. Örneğin, ABD Sütçü kooperatifleri 1971 yılında Nixon’un yeniden seçilmesi için 2 milyon dolar katkıda bulunmuştu. Seçimden birkaç gün sonra süt fiyatı bir kaç cent artırıldı. Sütçülerin cebine bir hesaba göre 300 milyon bir başka hesaba göre 700 milyon dolar fazladan girdi 29

Bu ve benzeri rakamlar, bize bugün siyasetin güçlü ellerden finanse edilebilen ve ancak güçlü ellerin icra edebileceği bir uğraş haline geldiğini göstermektedir. Yukarda sözünü ettiğimiz sermaye egemenliğinin direkt yolla belirlemesine dair küçük örneklerdir bunlar.

Bu tablo burjuva demokrasisi için olağan olmanın yanında, kimi teorisyenler için tehlikeli bir durum oluşturmaktadır. “Serge Albouy ‘Marketing et Communication Politique’ adlı kitabında seçim kampanyası harcamalarının, olağanüstü boyutlara ulaşmasının milletvekili ve senatörlerin görevlerini adeta satın almaları sonucunu verdiğini, demokrasinin kuramda kaldığını ve plütokrasi -zenginlerin iktidarı- haline dönüştüğünü yazmaktadır” 30

Burjuva demokrasisinde egemenliğin içyüzü ve bu egemenliğe katılmanın şartları bundan ibaret. Bu egemenlik kastında yer alamayanlar içinse, tek çare egemenliğin tebası olmak oluyor. Sermayenin bu egemenliğine karşı komünistler her yerde ve her zaman proletaryanın sermayedarlara karşı egemenliğini savunmaya ve bunun için sermaye egemenliğinin yıkılması için mücadelesine devam edecektir.

Egemenliğe karşı egemenlik! Burjuva egemenliğe karşı proleter egemenlik!

Burjuva demokrasisinin yöneten-yönetilen bütünleyenleri için söylenebilecek bir başka şey, yabancılaşma olgusuyla ilgili. Yukarda zikrettiğimiz gibi burjuva ideologlar kitleleri siyasetten uzak tutmanın, demokrasinin bir garantisi olduğunu ancak bunun da zaman zaman tehlikeli noktalara varabileceğini söylemektedirler. Burada da yine ekonomik hayattaki sermayenin egemenliğine ve bunun fikri uzantılarına güvenmektedirler.

İşçinin tersine burjuvazi yabancılaşmada “kendi öz erkliğini” kendi insansal varoluşunu gördüğü için, yabancılaşmanın tutucu yanını oluşturur. Oysa işçi gördüğümüz gibi yabancılaşma sürecinde “kendi öz yıkımını” ,”kendi öz erksizliğini ve insanlık dışılığını gördüğü” için yabancılaşmanın “yıkıcı yanını” oluşturur31 [MARX Karl]

İşçiler ekonomik hayatta sürekli “kendi özerksizlik”lerini üretirken, burjuvazi öz erkiyle siyaset yapabilmektedir. İşçilerin ve kitlelerin kendi durumlarını kavrama ve özerksizlikleri durumuna son verme düşüncelerinin oluşmasını engellemek için burjuva demokratik siyasetin imkanları da kullanılmaktadır.

Birer seçmen olarak tayin edilmiş ve siyasal pratikleri bununla sınırlandırılmış kitleler bu seçmenliklerini bile mümkün olduğunca pasif -hatta bilinçsiz- bir şekilde yapmalıdırlar. Burjuvazi demokrasisi sayesinde bu konuda sayısız teknik geliştirmiştir. İşte en gelişmişlerinden bir örnek:

Yine S.Albouy’dan “siyasal ürünün tanıtılması ve seçmene beğendirilmesinin” altı aşaması: “1.Hedef kişinin verilecek mesajla karşılaşması; 2.Hedef kişinin mesaja yönelteceği dikkat; 3.Mesajın manasının anlaşılması; 4.Verilen mesajın kabul ya da reddedilmesiyle sonuçlanan düşünce süresi; 5.Verilen mesajın belleğe yerleşmesi; 6.Hedef kişinin belirli konudaki tutumunun pekişmesi” 32

Kitleler burjuva demokrasisinde kendilerine biçilen sınırlı siyasal katılma sürecinde dahi burjuva pazarlamacıların basit birer hedefi konumuna düşürülmüşlerdir.

Bunların doğal sonuçları işçilerin ve sömürülenlerin yönetim kesiminde yer almalarının “ihmal edilebilir”liğidir. 1975 yılının verilerine göre, SSCB Yüksek Sovyetinde işçilerin ve kolektif çiftçilerin oranı yüzde 50 iken, ABD’de Kongre üyesi işçilerin oranı sıfırdır. İkinci dünya savaşından beri Kongre’ye tek bir işçi ya da köylü seçilmemiştir. (Bkz. Teoride ve Pratikte Burjuva Demokrasisi A. Mishin Bilim yay.1976)

Ancak yine söylemekte yarar var. Kitlelerin ve işçi sınıfının siyasal bilinci yaşanan süreçlerin siyasi ve somut olarak kavranmasını sağlayan soyutlama yeteneğinin, burjuvaziye güvensizliğinin ve kendi öz-erkine güveninin artmasıyla örgütlenme seviyesinin yükselmesiyle artmaktadır.

Yasa-talep bütünleyenleri (karşıtları)

Devrimler silahlardan çok yasaların patlamasıdır” (Saint Just)

Bir demokratik devletten siyaset masasında anlık bir kesit yapılabilse, burada iki boyut görülürdü. Bunlardan birincisi taleplerden oluşur. Bu pratik hayattan kaynak alan mekanizmaların geleceğini kurmaya yönelik daha iyiye ve daha rahata yönelik istemlerin toplamı bir siyasal-ideolojik hattır. Anayasanın işletilmesini savunan statükoculardan, tüm sistemin altüst edilmesini savunan devrimcilere kadar geniş bir yelpazeye ayrılır. Hatta kaba tasnife dayanarak, gerici siyasallık da buradadır. Burada ideoloji devrededir.

Çeşitli hak ve özgürlüklerin tanınması vb… Thernborn’a göre demokrasi için verilen mücadele çeşitli kısıtların kaldırılması mücadelesi olmuştur. Bu talepler tamamen onların eksikliği saptamasına dayanır. Her sorun çözümüyle birlikte varolur.

Siyaset, masasının diğer boyutunu anayasalar oluşturur. Bu anayasalar ve kendilerine bağlı olarak tarif edilen yasalar, pratik hayatta karşılığını bulanları ve bulmayanları hatta hiçbir zaman bulmayacak olanlarıyla birlikte, siyaset dünyasının ikinci boyutudur.

İkinci boyut, birinci boyuttan geçmiş bazılarının yasallaşmış hali olduğu gibi bunların karşısında da olabilir. Toplumu oluşturan herkes için geçerli olacak şekilde pratik hayatın hukuki tanımlanmasıdır.

Toplumsal yaşantının temelini oluşturan ekonomik hayatta nesnel olarak gelişen pek çok dinamik sürecin bir yerinde ister bir düzene koymak (temeldeki hareket amacı budur) ister belli kesimler adına düzenlemek için olsun kendini herkesin sınırı anlamında ifade edeceği bir noktaya getirir. Yasalaşır.

Yasaların şöyle bir yönü var: Yasa, talebin veya bir sıkıntının karışıklığın sabitlenmesidir. Yani kelimenin tam anlamıyla, tanımlanması tanınması artık herkes için kabul edilmesi gereken noktaya yükselmesi demektir. Bu ise aynı zamanda sömürünün baskının vb. yasalaşmasını getirir.

Tarihin ilk kanunu Hammurabi Kanunları’ndan bir örnek vermek istiyoruz. Server Tanilli’nin “Uygarlık Tarihi”nde(33) yazdığına göre, Babil kralı Hammurabi kanunlarını hazırladığında ülkede özgür insanlar köleler tefeciler tacirler gibi çeşitli toplumsal kesimler mevcuttu. Özgür insanları Hammurabi Muskinular (az-insan) ve Amelular (insan) olarak ayırıyordu. Bunlar haklar bakımından eşit değildi.

Yasaya göre hayvanları çalındığında Amelu’ya 30 kat Muskinu’ya 10 kat tazminat ödeniyordu. Bir Amelu’nun gözünü kör edene aynısı yapılırken muskinuya sadece tazminat ödeniyordu. Bu toplum içindeki farklılığın ilk yasalaşmasıydı.

Tefecilerin ve servet sahiplerinin toplumda büyük baskısı vardı. Toplumda sınıfsal çatışmalar mevcuttu. Borçlara karşılık kölelik dayatılıyordu. Evlere girip yağmalar yapılıyordu. Hammurabi’nin bu çatışmayı düzenlemesi, çatışmanın keyfiliğini düzenlemesi tarihteki ilk kanunları oluşturuyordu.

Bu yasayla “borç için kölelik üç yılla sınırlanır; tefecilerin borçlusunun evine girip, zorla borcunun tutarını alma hakkı kaldırılır.”

Hammurabi’nin yasalarından beri yasalar, hep toplum içindeki eşitsizliklerin sömürülerin düzene konmasını sağlamıştır. Yasalar, toplumsal sisteme aykırı olamazlar. Aykırı veya geri kaldıkları noktada bunların değiştirilmesi süreci işler. İşte burjuva demokrasisi içinde sonsuz bir mücadele olarak tanımladığımız demokratikleşme de böyledir.

Hammurabi’nin köleliği kaldırmak yerine onu üç yılla sınırlandırması gibi burjuva demokratik adımlar da çağımızın ücretli köleleri işçiler için ancak keyfi biçimde sömürülmemeyi sağlayabilir. Ama sömürülmemeyi asla!

Klasik demokrat bakış açısından bakıldığında veya o sığlıktan hareket edildiğinde talepler ile yasallık arasındaki zemin “demokratik mücadele”dir. Bunlara “demokratik kazanımlar” denir. Hakkaniyetli bir şekilde yasalaştıktan sonra bir sonraki zemine geçilebilecektir. Yani yasanın aşılması zeminine. Bu üçüncü zemine geçilmeyi sağlayacak şey, artık yasaların nesnel pratiği açıklamıyor oluşuyla ilintilidir. Bunun anlamı tamamen ekonomik kendiliğindenciliktir. Bu kısmen Avrupa’nın kapitalist gelişmesi için geçerli olmuş bir şeydir. Türkiye gibi emperyalizm döneminde kapitalistleşen ülkeler için kesinlikle değil!

Yasalar taleplerin yadsınmasıdır. Devlet ve özgürlük sanal paradoksu da buna dayanır ve bu aslında çok basittir. Taleplerin ilk çıkıştaki ortak görüntüsü, süreç içinde bölünmüştür. Hatta demokrasinin gelişmesinde, proletaryanın burjuvaziden çok daha fazla katkısı olmuştur.

Tabii zamanla paradoksun her iki bölümü de paylaşılmıştır: Burjuvazi yasalar ve devlet olarak, işçi sınıfı ise özgürlükler olarak. Burjuvazinin en ehil şekilde dile getirdiği özgürlükler şiarı, paradoksun bir zorunluluğu olarak işçi sınıfına kalmıştır. Devlet özgürlüklerin kısıtlayıcısı falan değildir. Özgürlüklerin veya özgürlüksüzlüklerin hukuki ifadesi yasaların taşıyıcı kuvvetidir.

Talepler, örgütlenerek ve dövüşerek kendilerini yasalar biçimine dönüştürürler. Artık talep kendi karşıtına dönüşmüştür. Aynı düzlemdeki bir talep yasalar tarafından engellenecektir.

Talepler, nesnel durumun bir sonucu soyutlamasıdır. Yasa ise yürütme ve denetlemenin başlangıç noktasıdır. Burjuva demokrasilerinde örneğin herkesin çalışma sağlık dinlenme eğlenme gezme hakkı vardır. Bu talepler yasalaşmıştır. Ama;

Örneğin: Anayasayla herkese gezi özgürlüğü tanınınca sorunun çözümlendiği düşünülmüş, bundan herkesin yararlanıp yararlanamayacağı hiç düşünülmemiştir. Yılda ortalama 150 bin kişinin hac dahil dış geziler için pasaport aldığı Türkiye’de bu özgürlüğü kullananların nüfusa oranı gayet çarpıcı bir şekilde şekilci özgürlükle gerçek yararlanılan özgürlük arasındaki farkı göstermektedir33 [GÜRBÜZ Yaşar]

Ama bu özgürlüğün nesnel temeli demokrasinin kapsamında değildir ki! Gürbüz son yıllarda yılbaşılarını ve hatta ikindi kahvaltılarını Paris’te Berlin’de geçirmeye başlayan burjuvazimizi de hesaba katmış mıydı acaba!

Anayasal demokratların bu yasaların işletilmesi yönünde “talepleri” vardır. İşte “talepçiler” bu noktada buluşurlar. Birisi yeni talepleri yasalaştırmayı talep eder, diğerleri bu yasaların işletilmesini talep eder. Demokratik kurumlar ve örgütler, bu talepleri toparlar. Devlet kurumları ise bu yasaların işletilmesini sağlar. Polisiyle, ordusuyla, bürokrasisiyle vb.

Marx, bunu sivil toplum ve politik toplum olarak ifade etmiştir. Sivil toplum ile politik toplumu birleştiren yasalardır, düzenin hukuki ifadesidir. Düzenin çekirdeğinde yer alan da (hukuki anlamda) bu yasalardır. Ama siyasetin temelinde iktidar ve yönetmek olguları bulunduğundan dolayı biz sadece bir yanını görürüz. Bunun çekirdeğinde de yasaları en iyi uygulayacak olanı.

Sanayinin ve ticaretin gelişmesi ne zaman yeni ekonomik ilişki şekilleri (örneğin sigorta şirketleri vs.) ortaya çıkarsa, hukuk bunları mülkiyet edinme şekilleri arasına sokuşturmak zorunda kalır34

Bunlar siyasetin ve devletin genel ve soyut yasalarıdır. Bir önemli nokta da yasaların her zaman birtakım talepler (kitlesel talepler) sebebiyle alınmak zorunda olmadığıdır. Yasalar temel olarak kendilerine nesnelliği hareket noktası olarak görürler. Dolayısıyla nesnelliğin ihtiyaçlarını gören iktidar, yasayı kendisi belirleyebilir. Düzenin işlemesi için gereken yasalar bu gruba girer.

Devrimcilik, doğal olarak ilk bakışta taleplerin örgütlenmesi kampında yer alır. Ancak bu talepler devrimci özne tarafından çeşitli özgürlük ve hakların temellerinin de ele geçirilmesine yönelik olarak, sermayenin egemenliğine yöneltilir. Onun hukuki ifadesiyle, yasalarıyla sonlanmaz! Devrimcilik burjuva demokrasisinde başka bir bütünleyen ikiliye dayanır: Katılma ve yıkma. Devrimcilik bu bağıntıyı kurmaktır. Sonra onu kimse durduramaz.

Demokrasi ve savaş

Burjuva demokrasisi içinde karşıtıyla bir bütünlük oluşturan son şey, demokrasinin kendisidir. Burjuva demokrasisi bütün sınıflı toplumlardaki siyasal kurumların, sınıflar arası çatışmanın, ürünü olması gibi çağımızdaki şekillenişiyle proletarya ile burjuvazinin dünya çapındaki çatışmasının ürünüdür. Demokrasi, ancak savaşla mümkün olabilmektedir.

Yazımızı ilk tasarladığımız sıralarda, batı demokrasisinin cenneti ABD ve atası İngiltere Ortadoğu’da uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda kendi egemenliklerini tesis etmek üzere Irak’a bomba yağdırmaya başladılar. Dışişleri Bakanı Albright’ın ifadesiyle, “bölgede ABD ile işbirliği yapmaya yanaşmayanları yok etmek”ti amaç. BM’nin kararını da ihlal ederek ABD ve İngiltere tam bir emperyalist saldırganlık sergilediler. Şimdi bu saldırganlık Kosova’ya taşındı.

Bu saldırı kararlarının alınmasında kendi oluşturdukları uluslararası kurumları hiçe saydıkları gibi, kendi toplumlarını da hiçe saydılar. Bu türlü kararların yönetilenlere dayanarak alınmayacağı çok açıktı. Ama çıkarlar açısından baktığımızda, saldırının petrol tekelleri ve uluslararası egemenlikten başka bir kaygısı olmadığı da ortadaydı.

Emperyalist ülkelerde demokrasi hakimdir. Bu demokrasi çeşitli özgürlüklerin hakların tanındığı ve korunduğu bir yönetimdir. Bu burjuva demokrasisinin temel direği ise egemenliktir. Ve ekonomik gelişkinliğiyle dünyada üstünlük kurmaya çalışan devletler, askeri ve siyasal egemenliklerini geliştirirler. Emperyalist devletlerdeki demokrasinin belkemiği egemenlik, işte bu egemenliktir.

Kendi ülkesinde kitleleri siyasetten uzaklaştırarak, onları aptallaştırarak yöneten egemenlik, kendini uluslararası planda da benzer şekilde ortaya koymaya çalışır. Bütün halkları kendine bağlamak ve kişiliksizleştirmek. Ekonomik ve siyasi hürriyet tarif edilir ancak Amerikan veya İngiliz yani emperyalist egemenlik altında…

Bunu tersten de doğrulamak mümkündür. Emperyalist devletler kendi içlerinde istikrar sağlamak için çeşitli tavizler verebilmekte, çeşitli hakları “eteğinde taş olmasın” diye tanıyabilmektedir. Bunun en güzel örneği, herhalde Vietnam savaşı sırasındaki protestoların sonucunda, burjuva demokratik yönetimin zencilere yıllardır tanınmayan seçme-seçilme hakkını tanıması olmaktadır.

Saldırganlık dönemleri, emperyalizmin iç barışı tesis etmeye daha fazla ihtiyaç duyduğu dönemlerdir. İnsanlarından çeşitli fedakarlıklar beklerken, onların toplumsal bazı taleplerini de yerine getirmek zorunluluğundadır.

Emperyalist sistemin zayıf halka ülkeleri içinse sık sık içine girilen -hatta genel olarak bakıldığında hiç çıkılmayan- siyasi ve ekonomik krizler de böyle demokratik birtakım hakların kazanılabildiği dönemler olmaktadır.

Burjuva demokrasisi, yumuşak kadifeden bir kumaştır. Ama içinde insanlığın gördüğü en sert ve en öldürücü kılıcı saklar. Bu sermayenin örgütlenmiş baskı ve egemenlik araçlarıdır. Orasını burasını çekiştire çekiştire saklamaya çalışsa da bir yerden açık vermektedir. ABD gibi ülkelerde eğer zencilere uygulanan “demokratik” baskıları vb. saymazsak “içerde” bu egemenlik bir şekilde saklana-bilmektedir. Hatta bu egemenlikle fazla uğraşmaması gerektiği bir şekilde halka da kabul ettirilmiştir. Ama dünya halklarının gözünde ve bilincinde ABD ve onun sosyal demokratik çırağı İngiltere, sömürücü ve baskıcı emperyalist iki devlettir.

Türkiye gibi ülkeler içinse durum biraz daha farklıdır. Burjuva demokrasileri henüz yeterince güçlü yayılmış ve egemenliği her yönüyle oturtmuş olamadığı için, devlet güçlendirilmektedir. Sistemin -yani sermayenin egemenliği sisteminin- güçsüzlüğü bu şekilde tolere edilmektedir.

Bu konuda Therborn şöyle diyor:

Kapitalizmin bu ülkelere (bağımlı ülkelere) dışardan getirilmesi, bu toplumların burjuvazileri üzerinde son derece önemli üç sonuç doğurmuştur: Birincisi, kapitalist sınıf-içi farklılaşmalar üzerinde bu farklılaşmaları önemli bir ölçüde kısıtlayıcı yönde yaptığı etkidir ki bunun sonucu olarak kapitalist sınıf büyük ölçüde tek bir dış merkeze bağımlı hale gelmektedir. İkincisi, küçük ve genelleşmiş meta üretiminin dışa bağımlı ve çarpık büyümesi ekonomik tabanı son derece güçsüz ve uluslararası krizlerin etkisine açık hale getirmiş bu nedenle de yerli burjuvazinin sömürülen sınıflar karşısında sahip olduğu manevra alanı çok daralmıştır.

… kapitalizmin çeşitli kapitalizm öncesi şekillerle ittifak kurma zorunluluğu kişilerden soyutlanabilir bir hakimiyet kurmasını engeller35 [THERBORN Göran]

Dolayısıyla demokratikleşme yolunda verilecek çabalar sürecinde, Türkiye’de yüzlerce adım tarif edilebilir. Ama bunun bir sınırı olacaktır. Nasıl ki, burjuva demokrasisinin sınırı burjuva egemenliği ise Türk demokrasisinin sınırı da emperyalist sistem içindeki hiyerarşidir. Türkiye bu uluslararası egemenliği tanımıştır ve her türlü yeniden yapılanmasında bunu kökten reddetmediği sürece tanımaya devam edecektir.

Türkiye’de kapitalizm -yani sermaye egemenliği- devlet eliyle geliştirilmeye çalışılmıştır. Devlet bu anlamda bir kez daha egemenliğin başat gücüdür. Bu da Türkiye gibi emperyalizm döneminde kapitalistleşen ülkeler için olağan bir durumdur. Her türlü demokratik gelişme, kendini önce devlet içinde ifade etmektedir. Veya devlet bu yöndeki her türlü oluşumu kapsamına almakta ve siyasallaştırmaktadır.

Bu özellik beraberinde şunu da getirmektedir. Türkiye gibi emperyalist sistemin zayıf halka ülkeleri demokratik sıçramalarını çoğu zaman çok sancılı yaşarlar. İktidarın sağlamlaştırılması yolunda sağa sola yalpalamalar nedeniyle, istikrar çoğu zaman sağlanamaz. İstikrarın sağlanma dönemlerinde -bunlar genellikle bir istibdat dönemini takip ederler- batı demokrasilerinin gelişiminden ileri bir hamle de yapılabilir.

Örneğin, batı demokrasilerinin bir kısmında kadınlara oy hakkının tanınmadığı dönemde Türkiye’nin burjuva demokratik devrim süreci bunu tanımıştır. Bu, eşitsiz gelişim bağlamında anlamlıdır. Batı demokrasilerinde 1800’lerin sonlarından itibaren işçi sınıfı tarafından yükseltilen bu talep ancak savaş sonralarında yerleşebilmiştir.

Geçerken belirtelim ki, İsviçre gibi demokratik bir ülke, kadınlara oy hakkını ancak 1971’de tanırken genç Sovyet cumhuriyeti daha 1919’da bir kadını (Kollontay) Dışişleri Bakanı olarak görevlendiriyordu. Bu Sovyet rejiminin dünya insanlarına bir armağanı olmuştur!

Demokratikleşmedeki eşitsiz gelişim, savaş dönemleri gibi kritik dönemler sonrasında toplumda birikmiş taleplerin giderilmesi sayesinde olmaktadır. Therborn’un da belirttiği gibi batı demokrasileri, ancak savaşlar sonrasında ilerleme kaydedebilmiştir 36 .

Burjuva demokrasisi savaşsız yapamamaktadır. Çünkü savaş sermayenin egemenliğinin görünümlerinden biridir.

Sonuç olarak

Son yıllarda Türkiye’de siyasi ve ekonomik krizin tetiklemesiyle devletin yeniden yapılandırılması ve demokratikleştirilmesi “yeniden” gündeme gelmiştir. Yerleştirilmeye çalışılan burjuva demokrasisinin sınırı görülmüş ve tedbirler düşünülmeye başlanmıştır.

Bu demokratikleşmenin altyapısını kısaca incelemiş bulunuyoruz. Burjuva demokrasisinin sınıfsal yapısı burjuva devletin kapitalizmdeki kaçınılmaz konumu ve demokrasinin kapitalizmdeki sınırını görmüş bulunuyoruz.

Bu yönde şimdiye kadar yapılmış çalışmaların ve bu çalışmanın da ötesinde çok daha fazla şey üretilmesi gerekmektedir. Ancak yine de geliştirdiğimiz açıklamalarla bugünkü “yeniden yapılandırma ve demokratikleşme” süreci üstüne şunları söylemeliyiz:

Sermayenin egemenliğinin yeni ve bir üst boyutta tesis edilmesi amacındaki bu süreçte, belirli adımlar atılmaktadır. Belirli adımlar hiç atılmayacaktır. Türkiye’nin siyasi yapısı ve tarihiyle demokratikleşme adımları atma kapasitesi tüketile tüketile bitirilemez bir boyuttadır.

Bu süreçte sürekli dillendirilen kimi demokratik talepler kazanılabilecektir. Ama tersi manada pek çok mevzi de kaybedilecektir. Kaybedilmesi muhtemel olanlardan biri, solun kapitalist sistem hakkında edindiği bilgiler olacaktır.

Egemenlik kavramını yitiren solun, burjuva demokratik bir rüzgarda savrulması işten bile değildir. Nice örnekleri görülmüştür.

Komünist hareket, bu devletin burjuva demokratik manada yeniden yapılandırılması sürecine katılacaktır. Bu yapılandırmanın sınırlarını ve öznelerin yetersizliklerini ifşa ederken bir yandan da temeldeki egemenlik kavramını işlemek için katılacaktır!

Komünist hareket burjuva demokrasisi etrafında dönen hareketlenmeye, bizzat onu merkezinden yakalamak ve temelinden yıkacak mücadelesine yeni mevziler kazanmak için katılacaktır!

Komünist hareket bu süreçte belli başlı üç oluşumla mücadele edecektir: Anayasal demokratlar, sivil demokratlar ve monarşik demokratlar.

Komünistler, bunlar içinde anayasal demokratlara karşı devletin burjuva karakterini (doğasını); sivil demokratlara karşı devletin kapitalist üretim ilişkilerinin ve bu toplumsal yapının aklı ve örgütü olduğunu egemenliğini; monarşik demokratlara karşı da demokrasiyi tam ve gerçek demokrasiyi işçi demokrasisini öne çıkararak mücadele edecektir!

Bu oluşumlara karşı mücadele, komünistler için bütüncül bir mücadeledir. Bunların birbirlerine ve devlete dönüşebileceklerini göz önünde bulunduran komünist hareket sermayenin egemenliğini öne çıkarmaya devam ederek, bunların kirli yüzlerini sergileyecektir!

Demokrasi, bu türlü burjuva oluşumlara ve çabalara karşı kazanılacak zaferin ertesinde mümkün olacaktır!

Dipnotlar

  1. MARX ENGELS; Komünist Partisi Manifestosu, Gelenek yay. 1998
  2. PLEHANOV G.V.; Sosyalizm ve Siyasi Mücadele, Payel yay.
  3. LENİN V.İ.; Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol yay.
  4. LENİN V.İ.; Toplu Eserler, c.25 s.119. Alıntı, Teoride ve Pratikte Burjuva Demokrasisi,MISHIN A., Bilim yay 1976, s.13’den
  5. A. DE Tocqueville. (1805-1959) BOUTHOUL G.; Politika Sanatı, Çan yay.1967sf.199’dan alıntı. A.De Tocqueville coşkun ve uyanık bir liberaldir. Özgürlüğün bütün,rejimlerde demokraside bile, uğrayabileceği tehlikeleri ortaya koymaya çalışmıştır bütün hayatınca.
  6. GİRİTLİ Aydın; Restorasyon Kemalizmi, Gelenek s.57, sf.16
  7. MERT Ali; Türkiye’de Devlet Ne Kadar Gizli?, Gelenek s.57, sf.136-137
  8. ÖZÜERMAN Tülay; Türkiye’nin Batılılasma ve Demokratiklesme Açmazı, Dokuz Eylül yay. 1998, sf.72
  9. Bu deyim sayın anayasal demokrat yazarımız Emre Kongar’a aittir. Yazar bu deyimi gerici ve çeteci kurum ve kişiliklere adamıştır. Bkz. KONGAR E.; Yamyamlara Oy Yok,Remzi Kit. 1998
  10. Aktaran FONTANA Josep; Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması, Afa yay, 1995 sf. 29.J.Fontana aynı yerde söyle diyor: “Barbar nitelemesinin yalnız sınırların ötesinden gelen istilacıları değil, aynı zamanda su ya da bu nedenle imparatorluğun toplumsal düzenini kabul etmeyen ve dolayısıyla onu savunma niyetini taşımayanların tümünü belirtmek için kullanıldığını görmüs bulunuyoruz.”
  11. LENİN, Toplu Eserler c.16 s.350 aktaran Mishin, age
  12. Bu tabir Engels’in, İngiltere’de, işçi sınıfı tehlikesi karsısında burjuvazinin materyalistliğini sessizce terketmesi bağlamında kullanılmıs mükemmel açıklayıcı bir tabirdir.ENGELS; Ütopik Sosyalizm Bilimsel Sosyalizm Sol yay.
  13. Political Man N.Y. 1960, sf.45
  14. McCARTHY; Dictionary of American Politics N.Y. 1968, s.41
  15. HATEMİ Hüseyin; Devlet Ne Demek Oluyor? yazısı Doğu-Batı sy1 sf.32. Sayın müslüman demokrat hoca aynı yerde, az ilerde, buradaki hukuktan kastının “evrensel tabii hukuk” olduğunu belirtiyor. Bu kavramı da Nur suresi 30/30 dan alıyor. İşte monarsik -burada tanrıda teklesen- demokratlık böyle olur!
  16. Capitalism and Freedom, Un.of Chicago press, 1962
  17. ALMOND Gabriel and VERBA Sidney; The Civic Culture Boston 1965 sf.356-360Devlet ve Hukuk Der. TURHAN Mehmet Gündoğan yay. s.150 içinde.
  18. THERBORN G.; Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğusu V yay., s.54
  19. MARX K., ENGELS F.; Devlet ve Hukuk (der. Rona Serozan) May yay. s.37
  20. MARX K., ENGELS F.; Alman İdeolojisi Taban yay. 1976, s.45
  21. DIAMOND Larry; Demokrasinin Üç Paradoksu Devlet ve Hukuk derlemesi içinde Gündoğan yay., s.164
  22. DIAMOND Larry; age agy, s.161-162
  23. TACAR Pulat; Siyasetin Finansmanı, Doruk yay., s.1. Tacar’ın kendisi de DTP MYK üyesi. Ayrıca bahsedilen dönemde ortalama maasın 10 milyon ile 70 milyon arasında oynadığını da yine Tacar belirtiyor.
  24. TACAR Pulat; age s.47
  25. KIZANLIK B.; Cumhuriyet 2-11-93 yazısı, aktaran TACAR Pulat, s.9
  26. TACAR Pulat; age s.20
  27. TACAR Pulat; age s.7
  28. Yeni Yüzyıl, 27 Ocak 97 sayısı.
  29. TACAR Pulat; age s.17
  30. TACAR Pulat; age s.10., Albouy’un bu çalısması alanının klasikleri arasındadır.
  31. MARX K.; 1844 El Yazmaları Sol yay., 1976, s.153
  32. ALBOUY S.; Marketing and… s.150. Ayrıca siyasal pazarlama teknikleri konusunda teori gelistiren pek çok kisi vardır. N.Kapferer pazarlamayı dört basamakta ifade etmektedir. Bu alanın büyüklerinden ve bizim Özal’ın da zamanında pazarlamasını yapmıs Seguela’nın yeteneklerini de burada anmak gerekir. Bkz. Pulat Tacar’ın kitabı, s.14
  33. GÜRBÜZ Yasar; Karsılaştırmalı Siyasal Sistemler, Beta yay.,1987, s.8
  34. MARX K. ENGELS F.; Alman Ddeolojisi, Taban yay., s.101
  35. THERBORN G.; age s.57
  36. “Birinci Dünya Savası sonrası demokrasilerin sayısı üçten ona çıktı. Erkekdemokrasilerinin sayısı ise beşten ondörde yükseldi. 1939’da bu sayılar yeniden sekiz ve onbire düstü. Demokrasinin asıl büyük patlaması İsviçre’deki cinsiyet ayrımıyla ABD’deki ırkçılığın 1970’lere kadar devam etmesi bir yana bırakılacak olursa, 2. Dünya Savası’ndan hemen sonra oldu. Buradan çıkartılabilecek sonuç burjuva demokrasisinin geniş çapta savasabağlı olduğudur.” THERBORN G.; age s. 33
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×