Marksizmin Anayasaya Dair Sözü Yok mu?

Anayasa tartışmaları, zaman zaman arka sıralara düşmüş gibi görünse de, son birkaç yıldır Türkiye’nin gündemindeki yerini koruyor. Ancak bir yanıyla teknik ve disipliner bir tartışma olması ve siyasal iktidarın da konunun bu yönünü öne çıkarmaya çalışması nedeniyle, anayasa tartışmalarının genelde yeni yasaların yazımı, farklı taslakların karşılaştırılması ya da anayasada ifade edilecek temel konuların saptanması gibi güncel siyasal başlıklara sıkıştırıldığı söylenebilir. Dolayısıyla, böylesi bir tartışma ortamında anayasa konusunda kuramsal bir bakışın ağırlık kazanması pek mümkün görünmüyor.

Öte yandan, güncel siyasal tartışmalar konusunda söyleyecek çok fazla sözü olan sosyalistlerin, anayasa ya da genel olarak hukuk kuramı konusundaki birikiminin fazlaca güçlü olmadığını da belirtmek gerekiyor. Marksizmin kurucularının derli toplu tanımlanmış ve olgunlaştırılmış bir hukuk kuramı geliştirmemelerine ek olarak, daha sonraki marksistler tarafından sergilenen çabaların da tarif edilen anlamıyla bir marksist hukuk kuramı olarak adlandırılması konusunda önemli anlaşmazlıklar bulunmaktadır. Bu anlamda, güncel siyasal tartışmalardaki pozisyonların üzerine bina edileceği görece bağımsız ve olgunlaşmış bir marksist hukuk kuramından yoksun bulunuyoruz.

Yine de, söz konusu edilen eksiklik ya da yetersizlik, marksistlerin anayasa ve hukuk konusunda susup oturmaları gerektiği anlamına gelmiyor. Marksizmin toplum ve sınıf çözümlemesi başta olmak üzere, yöntemsel ilkeleri ve kuramsal sonuçları, henüz yeterli düzeyde kuramlaştırılmamış alanlarda da söz söyleyebilmek için anlamlı başlangıç verileri sunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, mevcut marksist birikime yaslanarak, anayasa ve hukuk tartışmalarında marksist bir pozisyon saptamak, bu pozisyondan hareketle güncel hedefler ve söylemler geliştirmek, nihayetinde sosyalist bir siyasal mücadele hattının oluşturulmasına hizmet etmek mümkündür.

İlk adım: Biraz hareket…

Marksist toplum çözümlemesinin en önemli ve ayırt edici yanlarından biri, kuşkusuz, ele aldığı toplumsal olguları durağan ve kapalı yapılar olarak görmek yerine, tarihsel ilişkilerle kopmaz bağlar içerisinde olan hareketli ve dinamik bir süreç olarak değerlendirmesidir. Marksizm açısından ister tarihsel ister güncel olsun, herhangi bir toplumsal olguyu, salt kendi varlığının sınırları içerisinde, farklı olgulardan yalıtık biçimde incelemek yanlış olmanın ötesinde, mümkün de değildir. Dolayısıyla, marksist bir çözümleme, daha ilk adımında karşısındaki olguyu oluşumunun tarihsel niteliğiyle ve farklı olgularla etkileşim içerisinde bulunduğu ilişkiselliğiyle incelemeyi hedefler. Bu anlamda, tarihsellik, ilişkisellik ve bütünsellik, marksist çözümlemenin ilk adımını oluşturur.

Marx, şeyleri toplumsal gerçekler ya da ilişkiler olarak kavrar ve bu ilişkileri onların zorunlu koşulları ve sonuçları yoluyla düşünsel olarak bütünlüğe doğru genişletme yetisini kazanır. 1 

Aynı yaklaşımın anayasa ve genel olarak hukuk açısından da izlenmesi, doğal olarak, bir zorunluluktur. Anayasa ve hukuk, yoğunluğu ve görünürlüğü farklı seviyelerde olsa da, ait olduğu toplumsal yapının tarihsel gelişimi ile ayrılmaz bir bağ içerisindedir. Yani her anayasal ya da hukuksal olgu, somut bir toplumsal formasyonun ortaya çıkışında, gelişip olgunlaşmasında ve varlığını devam ettirmesinde belirleyici olan tarihsel süreçlerce biçimlendirilir.

Bir diğer nokta ise, anayasa ve hukuk olgularının, toplumsal yapının diğer unsurlarıyla özsel ve mutlak bir ilişki içerisinde görülmesi gerektiğidir. Özgül bir toplumsal formasyonda ekonominin, siyasetin, kültür ve geleneklerin baskın özelliklerinin, aynı toplumun anayasasında ya da hukuksal birikiminde kendini var etmemesi mümkün değildir. Daha açık bir deyişle, anayasa ve hukuksal yapı, içerisinde yer aldığı bütünlüğün baskın karakterini taşımak, yansıtmak ve hatta güçlendirmek zorundadır. Aynı anlama gelmek üzere, belirli bir toplumsal yapının ekonomik, siyasal ya da kültürel süreçlerini incelemeye katmadan, salt anayasa ya da hukuk olgularını anlamaya çalışmak da hatalı olacaktır.

Metafizikçi için şeyler ve onların düşüncedeki yansıları olan kavramlar, biri ötekinden sonra ve öteki olmaksızın dikkate alınacak, değişmez, eğilip bükülmez, her zaman tıpkı kalan, yalıtık irdeleme konularıdır. 2 

Tarihsellik, ilişkisellik ve bütünsellik hakkında söylenenlerden sonra, anayasa ve hukuk olgularının, toplumsal yapı içerisinde katı bir değişmezlik ya da ilişkisizlik halinde bulunmasının imkansız olduğu görülebilir. Bu anlamıyla, anayasa ya da hukuk, salt biçimsel bir metin ya da disipliner bir belge olmanın ötesine geçerek, toplumsal bir ilişki, kurumsal bir dinamik haline gelir. Hareket halindeki bir ilişki biçimi olarak anayasa ve hukuk, artık toplumsal dinamiklerin müdahalede bulunabileceği, sınıf savaşımlarının etki edebileceği, egemen sınıfların kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürebilecekleri bir yapı olarak kavranır. Bu nedenle, anayasa ve hukuk başlıkları, bazen siyasal olarak araçsallaşır, bazen bir mevzi haline gelir, bazen ilerlemenin önünde engele dönüşür, bazen de bir mücadele alanı olur. Fakat her durumda, sahip olduğu tarihsellik, ilişkisellik ve bütünsellik, anayasa ve hukuk alanına bir hareket boyutu katar.

Anayasalarda ve hukuk kitaplarında ne yazdığının, çoğu zaman bir öneminin olmaması, yasa ve hukuk düzeninin toplumdaki güçler dengesi ekseninde bükülmeler yaşaması da bu nedenledir.

Toplumsal yapıda anayasa ve hukuk

Anayasa ve hukuk olgularını nasıl bir bakış açısı ve anlayış ile ele almamız gerektiği konusundaki vurgulardan sonra, tartışmayı biraz daha ileriye taşımak mümkündür. Bu amaçla, belirli bir bütünlüğün parçalarından biri olduğunu belirttiğimiz anayasa ve hukuk olgularını, söz konusu bütünlüğün içerisine daha belirgin ve dolaysız biçimde yerleştirmek gerekiyor.

Marksist toplum çözümlemesinin özgün yanlarından biri, toplumsal yapının temel ve üstyapı olarak iki alana bölünmesidir. Kuşkusuz, bu sadece analitik bir ayrımdır; gerçek dünyada her iki alana da giren kurumlar bulunabileceği gibi, kimi olgular bazı işlevleriyle temele, bazı işlevleriyle de üstyapıya dahil edilebilmektedir. Dolayısıyla, temel ve üstyapı arasında gidilen ayrımın, çözümleme sürecini ilerletebilmek için yürürlüğe konan bir yöntemsel gereklilik olduğunu ve yüksek düzeyde bir soyutlama sürecini ifade ettiğini akılda tutmak gerekiyor.

Marksizm açısından, her olgu özsel ve ikincil ilişkiler barındırmaktadır. Burada özsel ve ikincil biçiminde başvurulan ayrım, önemlilik açısından atfedilen bir değeri değil, söz konusu olgunun varlık biçiminin belirlenmesi açısından taşıdıkları belirleyiciliği ifade etmektedir. Bu anlamda özsel olan, ele alınan olguyu o olgu yapan vazgeçilmez özellikleri anlatmaktadır. İkincil olarak adlandırdığımız özellikler ise, yine belirli bir olguya biçim vermekte iseler de, olgunun varlığının mutlak koşulu değildirler.

Biraz daha somutlarsak, marksizmde, kapitalist üretim tarzı da somut bir olgu olarak değerlendirilir. Her olgu gibi, kapitalist üretim tarzı da özsel ve ikincil ilişkiler barındırır. Örneğin, emeğin mülksüzleşmesi ya da emeğin üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaması, kapitalizm açısından özsel bir ilişki biçimidir. Diğer bir deyişle, kapitalizmi kapitalizm yapan, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun olan bir emekçi kitlesinin var olmasıdır. Marx, buna benzer biçimde, kapitalist üretim tarzının ve toplumsal formasyonun varoluşu için kaçınılmaz ve mutlak olan ilişkileri temel denilen alana yerleştirmiş ve bu ilişkilerin yasallık/zorunluluk boyutuna vurgu yaparak, toplumsal bütünlük içerisindeki belirleyici rollerine değinmiştir.

Tüm toplum biçimlerinde, bir tek üretim tarzı tüm diğerlerinin ve o üretim tarzına özgü üretim ilişkileri de tüm diğer üretim ilişkilerinin rütbe ve etkinliğini tayin eder. Bu, bütün öbür renklerin özgüllüğünü belirleyen genel ışık kaynağıdır. İçinde vücut bulan tüm varlıkların özgül ağırlığını belirleyen özel eterdir. 3 

Öte yandan, her bir üretim tarzı ve toplumsal formasyon, söz ettiğimiz özsel ilişkilerin ya da temelin ötesinde, çok çeşitli siyasal, hukuksal, ideolojik, kültürel, dinsel ya da sanatsal ilişki biçimine de sahiptir. Ancak bu alanlarda söz konusu olan ilişkilerin ikincilliği, kapitalist üretim tarzı düzeyinde bir yasallık ile tanımlanmamasından gelmektedir. Bir başka ifadeyle, demokratik yönetim, parlamenter sistem, kapitalizm öncesi dinsel ve kültürel gelenekler gibi unsurlar, kapitalizmi kapitalizm yapan unsurlar değillerdir. Kapitalist üretim tarzı, sermaye birikim biçiminin gereklilikleri doğrultusunda, temelin izin verdiği geniş bir alandan çeşitli seçeneklere başvurabilir.

Örneğin açık bir faşist devlet sistemi içerisinde de, son derece gelişmiş bir özgürlükçü demokratik devlet biçiminde de, artı-değer sömürüsü sürekliliğini koruyabilir. Ya da emeğin mülksüzleşmesi kapitalist üretim tarzı açısından zorunlu bir ilişki biçimiyken, parlamenter rejimde seçim barajının düşmesi ya da artması böylesi bir zorunluluk taşımamaktadır. İşte Türkiye’de sıklıkla altyapı denilen, Marx’ın ise temel sözcüğüyle ifade ettiği alan tam da bu tür ilişkileri kapsamaktadır.

Marksizmde temelin üstyapı karşısındaki belirleyiciliği de, yukarıda kabaca çizilen çerçeve içerisinde değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, temel, üstyapı alanında olup biten her şeyi, daha en baştan ve mutlak bir iradeyle kalıba sokmaz; ancak üstyapı alanındaki değişimlerin ve çeşitliliğin, temeldeki özsel ilişkilere zarar vermesini engeller. Diğer bir ifadeyle, temelin belirleyiciliği, üstyapı alanındaki unsurların, temelin zorunlu özelliklerinin sınırları dışına çıkmasını önleyerek işler. Bu anlamda temel, üstyapı alanını kendi cebinden çıkaran bir cin gibi görülmemelidir. Temel, esas olarak, üstyapı alanındaki değişimlerin ve çeşitliliğin sınırlarını belirler. Bu sınırlar içerisinde, örneğin çocuk işçiliğinin yasalarla engellenmesi mümkündür; ancak özel mülkiyeti yasaklayan bir hukuksal düzenleme, sınırları aşmış olacağı için engellenir. Burada, temelin üstyapı karşısındaki belirleyiciliği bir tür “daralma” yaratmak şöyle dursun, üstyapı alanının çizilen sınırlar içerisinde geliştirebileceği çok çeşitli bileşimlere de imkan tanır.

Olan biten, üretim güç ve ilişkilerinin üstyapıdaki gelişmelere sınır koymasıdır. Şimdi bu böyleyse, politik ve ideolojik faktörlerin kendi ritimlerine göre gelişmesi ve tekrar ekonomiye yansıması için epeyce alan vardır. 4 

Marksizm açısından anayasa ve hukuk olguları da, sözcüğün en geniş anlamıyla, üstyapı olarak tarif ettiğimiz alana yerleştirilmektedir. Anayasa ve hukuk, içerdiği normatif unsurlar, toplum yaşamının düzenlenmesine yönelik kurallar ya da cezalandırma sistemleri gibi özelliklerle, belirli bir toplumsal formasyonun somut özelliklerini yansıtır ve güçlendirir. Ancak, doğal olarak, boşanma hakkının kapitalist üretim tarzı açısından bir zorunluluk içermemesi ölçüsünde, üstyapı alanının önde gelen unsurlarından birini oluşturur. Marx da, “bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimleriyle örtüşen bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur” sözleriyle 5 , hukuku üstyapı alanına yerleştirmektedir.

Oysa, marksizmin temel ve üstyapı konusundaki inceliği, bir bağlamda üstyapıya dahil edilen hukuku, bir diğer bağlamda altyapıya da dahil edebilmektedir. Çünkü, temel olarak adlandırılan alanı tanımlayan özelliği, kapitalist üretim tarzının vazgeçilmez ve mutlak ilişkileri olarak ifade etmiştik. İşte bu özsel ilişkiler açısından düşündüğümüzde, özel mülkiyeti bir hak olarak tanıyan, emek ile sermaye arasındaki ilişkiyi bir iş sözleşmesi olarak düzenleyen ya da insan emeğinin sömürülmesi yoluyla edinilen artı-değeri bir suç olarak tespit etmeyen bir hukuk, kapitalizmin kapitalizm olması ve işleyişinin sürdürülebilmesi açısından zorunlu olduğu ölçüde, temelin de bir parçası haline gelir. Bu anlamda, hukuk, en geniş ve yaygın anlamıyla bir üstyapı kurumu olmakla birlikte, sahip olduğu özgül karakter gereği, bazı işlevleriyle temele de dahil edilebilir 6 . Bu saptama, sadece anayasa ve hukuk gibi kurumların özgün niteliğini belirlemekle kalmaz, aynı zamanda temele dair kısıtlayıcı yaklaşımları da karşısına alır.

“Altyapı” –üretim süreci ve ilişkileri- sadece “iktisadi” değildir; aynı zamanda yasal-politik ve ideolojik ilişkileri ve biçimleri içerir ve bunlar mekansal olarak ayrı bir üstyapıya havale edilemez. 7 

Sonuç olarak, marksist çözümleme, hukuku ilişkisel ve bütünsel bir bakışla kavramakla kalmaz, aynı zamanda hukuksal ilişkilerin kapitalist üretim tarzının varlığı ve sürdürülmesindeki işlevlerine de ilgi gösterir. Bu haliyle de, anayasa ve hukuk alanları, en genel anlamıyla temel tarafından belirlenirken, anayasa ve hukuk düzeninin kimi özgül boyutları, temelin parçaları haline gelerek üstyapı karşısında belirleyicilik kazanırlar.

Soyut ve biçimsel hukuk ya da burjuva demokrasisi

Anayasa ve hukuk olgularını tarihsellik, ilişkisellik ve bütünsellik bakış açısıyla ele aldıktan, temel-üstyapı bağlamında toplumsal yapının içerisine yerleştirdikten, yani konuya kaçınılmaz yöntemsel notlar düştükten sonra, marksistler açısından önem teşkil eden bir başka alana geçebiliriz. Anayasa ve hukuk tartışmalarının doğrudan bağlantılı olduğu bu alan ise, burjuva toplumların siyasal rejimlerinin özellikleridir. Kısaca burjuva demokrasisi olarak da adlandırabileceğimiz başlık, bir yanıyla sosyalist mücadelenin güncel hedeflerinin belirlenmesinde etkili olurken, öte yandan da sosyalizm programının burjuva demokrasisini aşan boyutlarını açığa çıkarmaktadır.

Marksizm açısından, kapitalist üretim tarzının, kendisinden önceki üretim tarzları karşısındaki önemli farklılıklarından biri, ekonomi ile siyaset alanının birbirinden ayrışmasıdır. Marx’a göre, feodal üretim tarzında, doğrudan üreticinin egemen sınıfa bağımlılığı, ekonomik ilişkilerin zorlamalarının yanı sıra hukuksal, siyasal ve ideolojik unsurlarla da sağlanıyordu. Örneğin, feodal toplumda serfin üzerinde çalıştığı topraktan istediği zaman ayrılmasının yasak olması ya da bir toprak parçası satıldığında, o toprakta çalışan serfin de satılmış sayılması gibi hukuksal ve toplumsal koşullar, sömürünün ekonomik olduğu kadar siyasal dayatmalarla da güvence altına alındığını göstermektedir. Bu anlamda, kapitalizm öncesi toplumlarda sınıf farklılıkları sadece ekonomi alanında değil, siyasal-kamusal alanda da yasal, meşru ve geçerli sayılmaktadır. 8 

Oysa kapitalizmde, işçi, sermaye sınıfına hukuksal ya da siyasal olarak bağımlı olmadığı gibi, kendi emek-gücü üzerinde dilediği biçimde tasarrufta bulunma hakkına da sahiptir. Bir işçi, sermaye sahibi ile özgür koşullarda karşılaşır ve karşılıklı bir akit imzalar. Burjuva hukukunun, işçi-işveren ilişkisini bir sözleşme olarak değerlendirmesinin en önemli gerekçesi de budur. Bu anlamda, kapitalist üretim tarzında artı-değer sömürüsü, ilave hukuksal ya da siyasal dayatmalar olmaksızın, salt ekonomi alanında kurulan ilişkiler ile sağlanır. İşçi, iş ilişkisi dışında kapitaliste karşı bir sorumluluk taşımadığı gibi, sermaye sahibi de üretim sürecinde kullanmak için işçinin yalnızca emek-gücü üzerinde denetime sahiptir. Çulhaoğlu’nun belirttiği gibi, kapitalizmde mülkiyet ve mülkiyetin eşitsiz dağılımı siyasal bağlamından sıyrılmakta ve depolitize edilmektedir. 9  Ekonomi alanı ya da üretim süreci dışında, işçi ve sermaye sahibi, iki eşit ve özgür yurttaş olarak değerlendirilir. 10 

Ancak Marx, kapitalizmde ekonomi ve siyaset alanının bu biçimde ayrılmış olmasının, esasında biçimsel ya da soyut bir ayrışma olduğunu belirtir. Yani marksizm için, kapitalist üretim tarzının ve artı-değer sömürüsünün temel nitelikleri ekonomi alanındaki üretim ilişkileri olmasına karşın, hukuksal ya da siyasal ilişkiler de söz konusu sömürü mekanizmasının işleyişini ve yayılımını düzenler, korur ve sürdürür. Bu haliyle, işçi ve işveren arasındaki ilişkiler, basitçe üretim sürecinde kullanılacak emek-gücü hakkındaki bir karşılıklı sözleşme olarak kalmaz, aynı zamanda toplumsal yapıdaki eşitsiz güç ilişkilerinin ve hukuksal-siyasal dayatmaların koşulladığı bir egemenlik biçimine dönüşür. Marksistlerin, burjuva hukukunu ve demokrasisini, esas olarak biçimsel ve soyut olarak değerlendirmesinin ardında da bu saptamalar yatar. 11 

Toplumsal ve iktisadi durum yurttaşlık hakkını belirlemez ve kapitalist demokraside, demokratik olan budur. Ancak kapitalistin, işçilerin artı-emeğini sömürme gücü, ayrıcalıklı yasal veya yurttaşlık konumuna bağlı olmadığı için, yurttaşlık hakları bakımından eşitlik, sınıf eşitsizliğini doğrudan etkilemez veya değiştirmez ve bu, kapitalizmdeki demokrasiyi sınırlandırır. Sermaye ile emek arasındaki sınıf ilişkisi, yasalar önünde eşitlik ve evrensel oy verme hakkıyla birlikte var olur. Bu anlamda, kapitalist demokrasideki siyasal eşitlik, sadece sosyo-ekonomik eşitsizlikle birlikte var olmakla kalmaz, sistemi temel olarak bozmaz. 12 

Nihayetinde, burjuva hukukunun sınıfsal farklılıkları salt ekonomi alanına ait bir olguymuş gibi ele alıp, siyasal alanda tüm yurttaşları eşit ve özgür bireyler olarak tanımlamasındaki biçimcilik, marksistler tarafından çokça eleştirilmiş, hatta bir tür ideolojik mücadele konusu haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, burjuva toplumlarda anayasa ve hukuk sistemlerinin gerçek ve somut sınıf farklılıklarını biçimci ve soyut bir birey anlayışına indirgeyerek buharlaştırması karşısında, marksistler, hem yöntemsel hem de siyasal düzlemlerde, eşitsizliğin ve sınıfsal farklılaşmanın somut varoluşuna işaret ederler.

Bir devlet bütünü içinde, insanlar, yalnızca soyut bireyler, soyut yurttaşlar ya da tecrit olmuş atomlar değildirler, tersine istisnasız hepsi, sosyal üretim içinde özel bir yer işgal eden, sosyal varlıkları (ve onun aracılığıyla, düşünceleri) bu konum tarafından belirlenen somut insanlardır. Burjuva toplumun saf demokrasisi bu bağlantıyı koparır: yalın, soyut bireyi doğrudan doğruya –bu bağlam içinde yine soyut olarak görülen- devlet bütününe bağlar. Saf demokrasinin salt bu biçimsel temel karakteriyle, burjuva toplumu politik açıdan unufak edilir. Bu burjuvazinin yalnızca yararına değildir, aynı zamanda, onun sınıf egemenliğinin belirleyici koşuludur. 13 

Lukacs’ın konuyu saf demokrasi anlayışıyla bağlantılandırması ise hayli anlamlıdır. Zira burjuva toplumlarda demokratik işleyiş ve kurumların sınıf aidiyetinden koparılarak, nötr ve tarafsız bir içeriğe sahipmiş gibi ele alınması, doğrudan doğruya burjuva hukuku ve anayasa gibi konulara bakışı etkileyen bir etki yaratır. Oysa marksistler açısından, sadece siyasal ya da hukuksal ilişkilerde değil, toplumsal yapının bütününde belirleyici olan ilişkiler sınıfsal olarak eşitsizlik sergilerler.

Bu anlamda, kapitalizm koşulları altında sınıfsal bir içeriğe sahip olmayan, toplumun bölündüğü uzlaşmaz çıkarlardan bağımsız bir demokrasi tanımı imkansızdır. Tıpkı üretim ilişkilerinin ya da devlet biçiminin sınıfsal eşitsizliğin damgasını taşıması gibi, demokratik işleyiş ve kurumlar da sınıf eşitsizliklerinin belirleyiciliği altındadır. Marksist kuram ve sosyalist siyaset açısından, yürürlükteki ya da hazırlık aşamasındaki bir anayasa metninin ya da hukuksal düzenlemenin tarafsız olması söz konusu olamaz. Dolayısıyla, anayasa ya da hukuk sistemlerinin oluşturulmasında, hangi sınıfın aklının egemen olduğu, 14  marksistler açısından değer taşır.

Esasında, demokrasinin sınıf çıkarları tarafından belirlendiği ve bu anlamda tarafsız ya da nötr olmasının mümkün olmadığı fikri, yine burjuva siyasal geleneği içinde üretilmiş bir düşüncedir. Fransız Devrimi’nin radikal burjuva kanadının lideri Robespierre, zorbanın toplumsal sözleşmeden yararlanmasının kabul edilemeyeceğini söylerken de, iddiasını demokrasinin ya da hukukun tarafsız olamayacağı düşüncesine dayandırıyordu. İdam cezasını bir canilik olarak tanımlamaktan dahi çekinmeyen Robespierre, başta Kral Louis olmak üzere birçok insanın idamını ise, “devrim düşmanlarının” devrimin hukukundan ve ilkelerinden yararlanamayacağı sözleriyle karşılamıştır.

Ulus, bu toplumsal sözleşmenin yurttaşlar arasındaki ilişkileri ilgilendiren her şeye uygulanabileceğini düşünerek, onu koruyabilir; ama zorbalığın ve ayaklanmanın sonucu olarak sözleşmenin zorbayla ilgili olan tarafı yırtılıp atılmıştır; karşılıklı savaş durumuna geçilmiştir. Mahkemeler ve yasal süreçler sadece aynı saflarda yer alanlar için geçerlidir. 15 Robespierre’in düşüncesindeki toplumsal sözleşme mantığından ve sınıfsal tercihlerden tamamen farklı bir biçimde, demokrasinin ve hukukun, esas olarak sınıfsal bir karakter taşıdıkları, bu anlamda saf bir demokrasiden ya da hukuk sisteminden söz edilemeyeceği düşüncesi, marksizm tarafından da devralınmıştır. Bu nedenle, Lenin, saf demokrasi düşüncesini “sağduyuyla ve tarihle alay etmek”, “marksizmle selamı sabahı kesmek” ya da “alıkça düşler” görmek olarak tarif etmiş ve demokrasinin ya da hukuk sistemlerinin ancak ve zorunlu olarak bir “sınıf demokrasisi” olabileceğini belirtmiştir.

Sorunu bu biçimde, sınıfların dışında ya da sınıfların üstünde, sözümona tüm halk açısından koymak, sosyalizmin özsel öğretisini, yani burjuvazi saflarına geçmiş bulunan sosyalistlerin, sözde kabul ettikleri, ama gerçekte unuttukları sınıflar savaşımı teorisini düpedüz umursamamak demektir. 16 

Görüldüğü gibi, Lenin, konuyu bir adım daha ileriye taşımakta ve saf demokrasi düşüncesini sınıf savaşımı kuramının reddedilmesiyle ilişkilendirmektedir. Böylelikle, marksizmin temel sınıf çözümlemesi, siyasal alanda ve anayasa ya da hukuk sistemi bağlamında yeniden üretilmektedir. Buna göre, nasıl kapitalist toplum uzlaşmaz çıkarlara sahip farklı sınıflara bölünmüşse, bizzat toplumsal yapının içerisine kök salmış kurumlar olarak devlet, siyasal rejim ve hukuk düzeni de farklı sınıfsal çıkarları ifade edecek tarzda ayrışmıştır. Toplumsal yapının üzerinde ayrıştığı sınıfsal eksen, anayasa ve hukuk başlıklarında da kendisini var etmektedir. O halde, devletin bir sınıf devleti olarak tanımlanmasındaki kuramsal mantıkla aynı tarzda, anayasa ya da hukuk sistemi de bir sınıfsal aidiyetle tanımlanmaktadır.

Eski defterler: Demokrasi mücadelesi ve nihai hedef

Burjuva hukukunun temel özelliklerinin tanımlanması, en azından iki konuda açıklık getirmiş olmalıdır. İlk olarak, biçimciliği ve soyutluğu ölçüsünde, burjuva demokrasisinin ve burjuva hukukunun sınırları ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak ise, en gelişmiş demokratik işleyiş koşullarında dahi, burjuva demokrasisinin ve hukukunun, kapitalist üretim tarzının temel gerekleriyle uyumlu olduğu, bu anlamda da salt demokratik düzenlemeler ya da anayasal yeniliklerle sınıf eşitsizliklerinin sona erdirilmesinin söz konusu olamayacağı görünür hale gelmektedir.

Bir dönem ülkemizde de sık ele alınan bir konu olan demokrasi mücadelesi ve nihai hedef başlığı, bu açıdan öğretici sonuçlar yaratmıştır. Özellikle İkinci Enternasyonal geleneği tarafından üretilen ve Bernstein’ın “nihai hedef hiçbir şeydir, hareket her şeydir” sözüyle somutlanan revizyonist siyasete göre, burjuva toplumlarda demokrasi alanında elde edilecek tekil kazanımlar, uç uca eklenerek sosyalizme kadar varacak bir sıra oluşturabilirler. Hatta, sosyalist bir siyasal özne, doğrudan nihai hedefe, yani sosyalizme yönelmek yerine, önce çeşitli demokratik kazanımlar için mücadele etmelidir. Zira, her biri bir mevzi anlamına gelen demokratik kazanımlar, aşamalar halinde birikerek, sonuçta sosyalizm haline gelecektir. O halde, demokrasi ile sosyalizm hedefi, esasında özdeşlik taşımaktadır. Dolayısıyla, demokratik kazanımlar elde ederek sosyalizme doğru aşama aşama ilerlemek gerekmektedir.

Söz konusu revizyonist görüş, zamanında ağır biçimlerde eleştirilmiş ve çürütülmüş olsa da, dünya sosyalist hareketinin içerisinde çeşitli biçimlerde var olmaya devam etmiştir. Özellikle demokratik sistemde elde edilen kimi kazanımlarla ya da anayasal ve hukuksal düzenlemelerle sosyalizme erişmenin mümkün olduğu fikri, giderek bir sosyalist mücadele stratejisi haline dahi gelebilmiştir.

Oysa demokratik kazanımların elde edilmesiyle sosyalizme yaklaşılacağı düşüncesini güçlendiren ciddi tarihsel kanıtlardan yoksun bulunmaktayız. Daha önemlisi ise, sadece kimi anayasal ya da hukuksal reformlarla sosyalizme ilerlemenin mümkün olduğu iddiası, kuramsal olarak da tutarsızlık içermektedir. Demokrasi ve sosyalizm düşüncesi, tarihsel ilerlemenin farklı yöntemleri değil, iki farklı siyasal hedef ve toplumsal sistemdir.

Marksistler açısından ise nihai hedef, demokrasinin eksiksiz biçimde inşa edilmesi değil, bizzat demokrasinin ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü demokrasi, özünde ekonomi ile siyaset alanlarının ayrılığını temel alan ve bu ayrışma koşullarında yurttaşların siyasal sisteme katılımını düzenleyen bir devlet yönetimi biçimidir. Ancak maksizmin sahip olduğu komünizm düşüncesinde hedef, en başta ekonomi ile siyaset alanları arasındaki ayrışma, bu yolla da siyasetin devlet gibi kurumsal alanlara indirgenmesinin ortadan kaldırılmasıdır. Komünizm, sadece devletin değil, aynı anlama gelmek üzere, demokrasinin de sönümlendiği bir tarihsel uğraktır.

Dolayısıyla, anayasal ya da hukuksal kazanımlarla demokrasinin ilerletilmesi, doğrudan ve mantıksal olarak sosyalizm hedefini ikame edecek bir strateji olarak düşünülemez. Luxemburg’un reform ve devrim arasında yaptığı karşılaştırmayı, anayasal demokratik kazanımlarla sosyalizm hedefi arasındaki bir karşılaştırma olarak okumayı denersek, söz ettiğimiz farklılık ve mesafe daha rahat görülecektir.

Reform çabalarını yalnızca enine doğru genişletilmiş bir devrim, devrimi ise sıkıştırılmış bir reform olarak düşünmek temelde yanlış olup tarihsel dayanaktan yoksundur. Sosyal bir devrim ve yasal bir reform zaman süresinden dolayı değil yapılarından dolayı farklı momentlerdir. 17 Bu anlamda, marksistler açısından anayasa metinlerinde ya da hukuk sisteminde elde edilecek kazanımlar asla önemsiz olmamakla birlikte, sosyalizm hedefi, bu kazanımların bir sonucuna indirgenemez. Zira sosyalizm hedefi, kapitalizm koşullarında mücadelesi sürdürülen demokratik kazanımlardan yapısal olarak farklı bir tarihsel uğrağı ifade etmektedir. Ne demokratik kazanımlar parçalara ayrılmış bir sosyalizm olarak, ne de sosyalizm bir araya getirilmiş demokratik kazanımlar olarak görülebilir. Bu nedenle, demokratik reformlarla, anayasal düzenlemelerle ya da hukuksal değişikliklerle sosyalizme varmayı öneren bir siyasal çizgi, nihai hedefe daha sakin ve aşamalı bir yoldan varmayı değil, başlı başına farklı bir siyasal hedefi önermiş olur.

Bu sonuçlar, kapitalizm koşulları altında toplumsal hak ve kazanımların önemsiz, bu yönde bir mücadelenin ise tümüyle anlamsız olduğu şeklindeki bir sekterliği meşrulaştırmaya yaramaz elbette. Ancak uzun bir tarihsel deneyimle kanıtlanmış bu kuramsal sonuçlar, bir yanıyla da sosyalizm hedefinin bir siyasal mücadele stratejisi olarak yeniden üretilmesinde vazgeçilmez bir yer tutmaktadır.

Sonuç

Bu yazının sınırları içerisinde, en başta da belirtildiği gibi, marksist bir hukuk kuramının ya da anayasa düşüncesi konusunda bir marksist eleştirinin hedeflenmesi mümkün değildir. Ancak böylesi bir kuram ya da geniş çaplı eleştiri konusundaki eksiklik, kuşkusuz, son derece önemlidir. Buna karşın, marksistlerin hem gündelik siyasal mücadele içerisinde hem de kuramsal çözümlemeler düzeyinde anayasa ve hukuk sistemleri konusunda hala söyleyebilecekleri çok şey vardır.

Anayasa ve hukuk olgularının toplumsal bağlamını ortaya koymak ve ilişkisel niteliğini ortaya çıkarmak, bizzat marksizmin sunduğu yöntemsel ilkeler ve kuramsal sonuçlar sayesinde mümkün olabilmektedir. Ya da anayasa ve hukuk olgularını, genel yapısı itibariyle bir üstyapı kurumu olarak nitelendirmemize rağmen, üstlendiği ya da yerine getirdiği kimi işlevler açısından altyapı alanına dahil etmemiz de, özel bir marksist hukuk kuramının değil, marksist çözümlemenin sağladığı bir sonuçtur.

Benzer biçimde, marksizmin halihazırda elimizde bulunan birikimi, burjuva hukukunun ekonomi ile siyaseti farklı alanlar olarak değerlendirdiğini, bu farklılık içerisinde sınıfsal ayrışmaların üzerinin örtüldüğünü, dolayısıyla da kapitalizm koşulları altındaki bir anayasal ya da hukuksal sistemin biçimsel ve soyut bir toplum görüşüne dayandığını saptamamıza imkan vermektedir.

Son olarak, burjuva demokrasisinin sınıfsal karakterinin ortaya çıkarılması, buna bağlı olarak anayasa ve hukuk sistemlerinin de sınıfsal aidiyetlere sahip olduğunun gösterilmesi; dahası, anayasal ya da hukuksal düzenlemelerle elde edilebilecek toplumsal kazanımların, sosyalizm hedefi ile ikame edilmesinin bütünüyle hatalı bir siyasal mücadele çizgisi olduğunun açığa kavuşturulması da, marksist kuramın ve sosyalist geleneğin mevcut birikimiyle gerçekleştirilebilir.

Kuşku yok ki, baştan bu yana yürüttüğümüz tartışmalardan çıkan sonuçlar, bu açıdan değerlendirilmelidir. Bunun ötesinde, derinlikli bir marksist hukuk kuramının ve anayasa düşüncesi hakkında nitelikli eleştirilerin geliştirilmesi, bir gereksinim olmaya devam etmektedir.

 

Dipnotlar

  1.  Ollman, Bertell. Diyalektiğin Dansı – Marx’ın Yönteminde Adımlar, Çeviren: Cenk Saraçoğlu, Yordam Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul: 2011, s. 163.
  2.  Engels, Friedrich. Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara: 2010, s. 60.
  3.  Marx, Karl. Grundrisse, Çeviren: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul: 2008, s. 152.
  4.  Callinicos, Alex; Marx’ın Devrimci Fikirleri, Çev: Attila Tuygan, Anti-Kapitalist Yayınları, İstanbul: 2009, s. 114.
  5.  Marx, Karl; Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Altıncı Baskı, Ankara: 2005, s. 38.
  6. Wood, E.M.: Kapitalizm Demokrasiye Karşı – Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması; Çeviren: Şahin Artan, İletişim Yayınları, İstanbul: 2003, s. 93.  
  7.  a.g.e., s. 77.
  8.  Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara: 2009, s. 120.
  9. Çulhaoğlu, Metin. “Kapitalizm ve Demokrasi: İlişki ve İlişkisizlikler Üzerine Bir Deneme”, Praksis No: 10, Ankara: 2003, s. 100.
  10.  Burada ifade edildiği biçimiyle, kapitalizmde işçi ve sermaye sahibinin siyasal alanda eşit ve özgür yurttaşlar olarak tanımlanması, aynı zamanda liberal ideolojinin de temel önermelerindendir ve açıkça ideolojik bir çarpıtma anlamına gelmektedir.
  11.   a.g.e., s. 94.
  12.  Wood, E.M. a.g.e., s. 252.
  13.  Lukacs, George. Lenin’in Düşüncesi – Devrimin Güncelliği, Çeviren: Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul: 1998, s. 70.
  14. Aydın, Ali Rıza. “Yeni Anayasa mı, Yeni Toplumsal İlişki ve Yapı mı?”, Gelenek No: 117, İstanbul: 2012, s. 108.
  15.  Robespierre, Maximillien. Ayaklar Baş Olunca – Jakoben Söylevler, Çeviren: İlhan Erman, İlkeriş Yayınları,  Ankara: 2008, s. 29.
  16.  Lenin, V.I. Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Çeviren: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara: 1992, s. 119.
  17.  Luxemburg, Rosa. Sosyal Reform mu, Devrim mi?, Çeviren: Nihal Yılmaz, Belge Yayınları, İstanbul: 1993, s. 96.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×