Ne Olacak Bu Bilimin Hali?

Tarihte Bilim, 2 Cilt

J.D. Bernal

Çeviren: Tonguç Ok

Evrensel Yayınevi, İstanbul, 2008

 

 

İnsanoğlunun doğaya hükmetme macerasının başlangıcı çok eskilere dayanıyor. İlk avcı-toplayıcı atalarımızın hayvan avlamak için geliştirdiği aletler, “teknoloji”nin en ilkel hali sayılabilir. İnsan, alet yapmaya başladığı, kendi “doğa”sını ve tarihini yarattığı andan itibaren hayvandan ve doğadan ayrılmaya başladı.

Bilim denilen kavramın nüveleri, en başında bu teknik ihtiyaçlardan ortaya çıktı. Bugün “modern” anlamda kullanageldiğimiz bilim dallarının ilk birikim süreci, pratik insan ihtiyaçları tarafından yönlendiriliyordu. Örneğin, ateşin kontrol altına alınışı ve bunun en doğal sonucu olan yemek pişirme, bugünkü kimya biliminin başlangıcıydı. Avcıların parçaladığı hayvanlar, anatomi ve biyolojiye yol açıyordu. Daha çok bitki-meyve toplayan kadınlar, daha sonra üzerlerine kalacak olan tıbbın ve botaniğin temellerini atıyorlardı. Daha yakın dönemden bir örnek, buharlı motorun icadı, modern zamanların en önemli bilim dallarından termodinamiğe kapı aralıyordu.

Uzun bin yıllar boyunca, bu birikmiş bilgiler, gelenek/ritüel ve mitoloji şeklinde gelecek kuşaklara aktarıldı. Bugüne kadar ulaşan Adem ve Havva’nın cennetten kovulma miti, aslında avcı-toplayıcı, yani bir nevi “asalak” yaşantıdan, insanın emeğinin gerçeklenmesi olarak var olan tarım toplumuna geçişi simgeliyordu. Kurban ritüeli, bitkinin “öldürülüp” tohumunun tarlaya ekilmesi ve bire birden fazla vermesinin cisimleşmiş haliydi. Birçok kültürde bayram olarak kutlanılan Newrozlar, Hıdırellezler doğanın bereketlenmeye ve hareketlenmeye başladığı baharı karşılama ritüelleriydi.

Aslında teknoloji ve bilimin ileriye doğru attığı her adım, insanlığın önüne yeni olanaklar ve problemler çıkartıyordu. Her yeni gelişme, insanın doğayla kurduğu ilişkiyi yeniden düzenliyor; dolayısıyla insan ile insan arasındaki ilişkiyi de değiştiriyordu:

“Teknoloji, insanın doğa ile kurduğu ilişkinin biçimini ve yaşaması için gerekli olan üretim süreçlerini açığa vurur; dolayısıyla aynı zamanda sosyal ilişkilerinin biçimini ve bu sosyal ilişkilerin belirlediği kavrayışları da ifşa eder.” 1 

Demek ki, kazı yapan bir arkeologun bulduğu bir alet, (1) aleti kullanan insan topluluğunun ekonomik yapısını; (2) üretici güçlerin geldiği noktayı; (3) üretim ilişkilerini ve bu ilişkilerin yarattığı sosyal yapıyı; (4) bu sosyal yapının belirlediği hukuki çerçeveyi anlamamızı sağlar. Yontma Taş Devri’nden (Paleolitik) kalma bir taş baltanın, her avcı-toplayıcı topluluk için aynı kültürü yarattığını iddia edemeyiz; ancak bir şehir kültürü yaratamayacağını pekala iddia edebiliriz.

Bilim ve teknolojinin, insanların gündelik yaşamlarında ve tarihsel gelişimindeki yeri bizim için bu kadar açık görünürken, bunları anlatmanın alemi ne?

Bunun için tarihte yüz yıl kadar öncesine gitmemiz gerekecek. Burjuvazinin gericileşme ve yozlaşma döneminin bilim felsefesi olan pozitivizm, aynı sınıfın istikrar arayıp düzenini oturtmaya çalıştığı bir döneme doğmuştu. Özet olarak pozitivizm, Avrupa’nın geçirdiği burjuva dönüşüm süreçlerinin insanlık tarihinde bir sona işaret ettiğini ve toplumların en yüksek aşamasının burjuvazinin iktidarında gerçekleştiğini iddia ediyordu. Bu akımın bilime dair tezlerinden birisi de, bilimi ezel ve ebed bir kategori olarak görmek, onun temel amacının saf gerçeğe ulaşmak olduğuydu. Böylece bilim, tarihten ve sınıflardan bağımsız bir mertebeye ulaşıyordu.

Bu tablonun bozuluşu, tahmin edileceği gibi Sovyetler Birliği ile birlikte oldu. 1931 yılında İngiltere’de yapılan 2. Uluslararası Bilim Tarihi Kongresi’ne katılan Sovyet delegasyonu, hakim bilim-toplum ilişkisini kökünden değiştirecek sunumlar yaptı. Özellikle Sovyet fizikçi, felsefeci ve bilim tarihçisi Boris Hessen’in Newton ve Principia’sı üzerine sunduğu ünlü bildirge büyük yankı uyandırdı. Hessen özetle, Newton’un bilime yaptığı katkıların onun dehasından kaynaklanmadığını, o dönemin yükselen sınıfı olan İngiliz burjuvazisinin çıkarlarıyla doğrudan ilişkili olduğunu iddia ediyordu. 2 

Sovyet bilim insanları ile diğer ülkelerin bilim insanlarının ilk teması, İngiltere’de bir “radikal akademisyenler” kuşağı doğurdu. Bu kuşak, bilim ile toplum arasında diyalektik bir ilişki kuruyor, güncel politik meselelerde doğrudan tavır alıyordu.

John Desmond Bernal, bu kuşağın önemli isimlerinden bir tanesi. Fizikçi ve moleküler biyolog olmasına rağmen, onun ününü esas olarak bilim tarihi ve bilimin toplumsal işlevi üzerine yazdığı kapsamlı incelemeler oluşturuyor:

“Yunan bilimi, paranın egemen olduğu köleci demir çağı toplumunun yükselişini ve çöküşünü yansıtır. Uzun bir dönemi kapsayan Ortaçağ’a, bilime çok az ihtiyaç duyulan feodal ekonominin büyümesi ve istikrarsızlığı damgasını vurdu. Bilim, ancak burjuvazinin yükselişiyle feodal düzenin bağları koparılıp atıldıktan sonra ilerleme olanağı bulabildi.” 3 

Aslında bilimin bu “toplumsal” işlevinin açık seçik göründüğü ilk “modern” deneyimin Birinci Dünya Savaşı olduğu söylenebilir. Savaşın artık iki ordu arasında cephede olup biten bir olay olmaktan çıkması ve “topyekûn savaş” konseptinin devreye girmesi; kimyasal ve biyolojik silahların siviller üzerinde uygulanması ve savaşın bir endüstri haline gelmesi ilk uyarıcı işaretler olmalıdır. Fakat esas büyük kopuşun faşizmin yükselişi ve İkinci Savaş ile gerçekleştiği muhakkaktır. Atom bombasının bulunuşu ve kullanılması, havacılık sanayiinin büyük bir atılım yaşaması, insanlar üzerinde deneyler yapılışı, modern tıbbın gerçek anlamda modernleşmesi İkinci Dünya Savaşı vesilesiyle gerçekleşiyordu.

Bu noktada, özellikle savaştan sonra iki tip görüş beliriyordu. Birincisi, Bernal’in de içinde bulunduğu politik ve bilimin halk yararına kullanılabileceğini iddia eden, faşizme karşı mücadele eden ve savaştan sonra da barışa ve silahsızlanmaya vurgu yapan bir bilim insanları, siyasetçiler grubuydu. İkincisi ise felsefesini Frankfurt Okulu düşünürlerinin oluşturduğu, karamsar, modern akılcılığın insanlığı faşizme götürdüğünü ve teknolojinin eninde sonunda savaşlara ve insanlığın yıkımına yol açacağını iddia eden bir grup. İkinci gruba rahiplerin de dahil olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin Başpiskopos Ripon, daha 1927 yılında şunları söyleyebiliyor:

“Birileri tarafından linç edilmek pahasına söylemeliyim ki, geçen on yıldaki fizik ve kimya laboratuvarları kapatılsaydı, insanlığın toplam mutluluğundan bir şeyler eksilmezdi…” 4 

Peki bugün ne durumdayız? Öncelikle, bilimin saf “gerçek”i aramadığı doğrusunu bir tarafa koyalım. Bilim, siyasi iktidarların ve sınıfların dolayımıyla yapılır. Bu minvalde “taraflı”dır.

Fakat bu taraflılık meselesinde dikkatli olmak gerekiyor. Burjuvazinin gericileştiği dönemde, karşıt sınıfa, yani işçi sınıfına karşı kullanılan tarafsızlık maskesi, bugün emperyalizmin ideolojik saldırısı tarafından, bilimin orasından burasından çekiştirildiği bir taraflılığa dönüştürülmüş durumda. Bu taraflılığın içine, din, kültür ve her türden gerici ideoloji girmektedir. Böylece, “senin bilimin sana, benim bilimim bana” denmektedir.

Öyleyse bu saldırıya karşı ideolojik bir silah olarak bilimin saflığı iddiasıyla karşı durulabilir mi? Mitlerden ve dinlerden ayırt edilemeyen bilimin eski çağlarına dönüşün karşısına, eski Aydınlanma felsefesinin güncellenmesi ile çıkılabileceği kanaatindeyim. Kaldı ki “bilim öyle değil, böyle olur” demek için dahi bilimin siyasallaşması gerekmektedir. Bilimin saflığı, kendisini siyasi mücadele içersinde gösterecektir. Bilimi her türden gericiliğin elinden kurtaracak olan, bilimin siyasal bir silaha dönüştürülmesidir. Hem bu, 20. yüzyılın –bilim ile siyasetin birbirinden ayrılamadığı çağın– bilim ve siyaset pratiklerinin esas omurgasını oluşturur:

“İlk ve en zorlu adım mevcut bilgimiz ışığında bilinen kötülükleri ortadan kaldırmaktır. İkincisi, bugün üstesinden gelemediğimiz kötülüklere son verecek, hastalıkları tedavi edecek, herkesin sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmesini sağlayacak araçların bulunması için araştırmalar yapmaktır. Ama bunun da ötesinde, başka yeni görevler bizleri beklemektedir: … Öte yandan, daha olumlu bir biçimde yeni güzellikleri, yeni gereçleri ve en önemlisi toplumsal eylem için yeni ve etkili örgütlenme temellerini keşfetmemiz gerekir.” 5 

Dipnotlar

  1.   Marx, Karl, Economic Manuscripts: Capital Volume I, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/ch15.htm#n4
  2.  Hessen, Boris, The Social  and Economic Roots of Newton’s Principia, 1931, http://webfiles.mpiwg-berlin.mpg.de/rereading Classics/Hessen.pdf/V1_Hessen.pdf
  3.  Bernal, J.D., Tarihte Bilim, Cilt 1, İstanbul, Evrensel Yayınevi, 2008, s.33.
  4.   Başpiskopos Ripon’dan aktaran, Bernal, J.D., The Social Function of Science, London, M.I.T. Press:1967, s.2.
  5. Bernal, J.D., Tarihte Bilim, cilt 2, İstanbul, Evrensel:2008, s.508.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×