Normalleşme Üzerine Notlar

Türkiye’nin bir dönüşümden geçirildiğini uzun süredir yazıyoruz. Siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik düzlemlerin hepsinde bir yeniden yapılandırma süreci işliyor. Kavgayı yürüten aktörler de, kavgayı kendi bulundukları konumdan meşrulaştırmak için yoğunlaştırılmış bir ideolojik mücadele verme ihtiyacı duyuyorlar.

Dileyen, kutsal kitapların vazgeçilmez hikayelerinden Habil ile Kabil’i veya İbrahim ile oğlu İsmail’in hikayesini aklına getirebilir. Kurulacak benzerlikleri abartmamak gerekir: İki kardeş olan Habil ile Kabil’in arasına kıskançlık girmiştir. Tanrı Habil’in adağını kabul ederken Kabil’inkini etmez, Kabil Habil’i öldürür ve Adem ve Havva’nın çocukları dünyadaki ilk cinayetin öznesi ve nesnesi olurlar. İbrahim’in ise Sâre’den çocuğu olmuyordu. Firavun’un azad ederken Sâre’nin yanına cariye verdiği Hâcer’den doğan çocuğu İsmail’in kurban edilme hikayesi biliniyor. Kurban ritüelinin “ilahi” dinlerdeki kaynağı buradan başlatılıyor. Dahası, kurban ritüelinin kitabi meşruiyeti, “insan yerine hayvan” denilerek sağlanıyor.

İlk hikayedeki “kardeşlik” bağından, ikinci mitteki “normal olan da bu” temasına geçiş yapılabilir. Uzunca bir süredir, Türkiye’nin geçirdiği dönüşüm süreci, “normalleşme” 1 olarak anılıyor. Bu normalleşmenin birbirinin içine geçen iki veçhesi var: Birincisi, askerin siyasetten el çekmesi, Kürt meselesinin “çözümü”, Alevi kitlelerin massedilmesi, yargıda reform gündemi ve sair “iç” meselelere odaklanırken, ikincisi, Ermenistan’la ilişkilerin “normalleşmesi”, Suriye için arabuluculuk ve işbirliği anlaşmaları, Filistin sorunu üzerinden İsrail ile yaşanan gerginlikler, İran ile görüşmeler, Afrika “açılımı”, Yeni Osmanlıclık gibi başlıklarda peyda olan “dış” gündemler.

Türkiye burjuvazisinin Cumhuriyet tarihinde birkaç kez “fırsat bu fırsat” deyip tarihsel korkaklığı ve Türkiye’nin bir kriz cenneti olması nedeniyle geri bastığı dönemler büyük oranda “normal”in de başka başka coğrafyalara göre belirlendiği dönemdi. İlk “fırsat”ın, belki de burjuvazinin en cüretli projesi sayılabilecek Cumhuriyet ile geldiği söylenebilir. Fırsat, liberalizmi kendisine rehber edinen 20’li yılların Türkiyesi için Avrupa’da liberal demokrasilerin çöküşü, 1929 Bunalımı ve gerekli sermaye birikiminden yoksunluk neticesinde ekonominin büyüyememesi gibi bir dizi faktörün bileşimi ile kaçmış oldu.

Daha sonraki fırsat, yine Avrupa’da faşizmin yükselişi ile ele geçer zannedildi. CHP’nin faşizme temayül etmesi, programını ve devlet kurumlarını bu minvalde elden geçirmesi, Almanya ile kurulan ilişkiler yalnızca anti-sovyetizmin damarlarda akmasından değil, “muasır medeniyet”in ibresinin faşizmi göstermesinden kaynaklanıyordu. İsmet İnönü’nün bir başarı öyküsü olarak anlatılan Türkiye’yi savaştan uzak tutma siyaseti, burjuva siyasi kadrolarının geleneksel korkaklığını yansıtıyordu. Savaşı Müttefiklerin kazanması, fırsatın yine kaçtığına dair bir düşünce doğurmuştur. Bunun telafisi Soğuk Savaş’ın bayraktarı ve heveskar bir NATO üyesi olma yoluyla elde edilmeye çalışılsa da, “kutuplar” oluşmuş ve Türkiye’ye yalnızca rol verilmiştir.

Son fırsat, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür. 12 Eylül’ün Türkiye siyasetini “normalleştirdiği” egemen sınıfımız tarafından varsayılmıştır. Türkiye’nin en önemli kriz dinamiği haline gelen Türkiye sosyalist ve işçi sınıfı hareketlerinin bastırılması ve düzen cephesinin tekleşme görüntüsü vermesinin üstüne, bir de sosyalist sistemin çözülmesi gelince, bir kez daha “normalleşme” fırsatının yakalandığı düşünülmüştür. Turgut Özal politikaları ile simgelenen bu dönem, liberalleşme, Cumhuriyet’in düğüm attığı kimi toplumsal dinamiklerin serbest bırakılması, adem-i merkeziyetçilik, eski Sovyet coğrafyasında emperyal hülyalar kurulması bahsedilen süreçteki politik hamle olanaklarının bir bölümü olarak görülmüştür. Yine evdeki hesap çarşıya uymamış ve Bahar Eylemleri, Zonguldak Yürüyüşü, Kürt mücadelesinin sistemi sallamaya başlaması, dinci gericiliğin düzeni krize sokması ve emperyalizmin “höt” demesiyle eski konsepte tekrar geçilmiş, “restorasyon” ve “normalleşme” süreci başka bir bahara kalmıştır.

Şimdi, yeni bir fırsatın ele geçirildiği iddia ediliyor. Bu sürecin ne anlama geldiğini ve “sürdürülebilirliğini” tartışmadan önce, “normalleşme”ye tarihsel bir bakış atmak gerekiyor. Normalliğin bağlamının özellikle “sol” sayılan kimi başlıklarda ve teorik referanslarla gerçekleşmesi, “bizim cenah”ın ne dediğine bakılmasını zorunlu kılıyor.

Bir parantez: ‘Normalleşme’, Marx ve Kautsky

Bu ara başlıkta marksizmin burjuva kurumlarının evrensel sayılan kimi özellikleri ile nasıl ilişkiye girdiğine kısa bir göz atacağız. Proletaryanın ortaya çıkış koşullarının hazırlayıcısı olarak kapitalist üretim biçimi ile bu üretim biçiminin belirlediği ilişkilerin sınırlarını belirlediği alanın içinde yer alan sınıfların birbirleri ile olan mücadeleleri, “kuramsal” kapitalizm ile “reel” kapitalizm arasındaki açıyı ne ölçüde belirler?

Daha somut konuşursak, marksistler, siyaset yaptıkları ülke ile o ülkenin kimi süreklilikleri de bünyesinde barındıran burjuva üst yapı kurumları arasındaki ilişkiyi bir örnek mi kurarlar, yoksa bu kurumları hem belirleyen hem de belirlenen oldukları daha büyük bir modele mi bağlarlar?

“Normalleşme” meselesinin Marx için ne anlam ifade ettiğini kavramak için ilk bakılacak nokta, herhalde Komünist Parti Manifestosu’nun “burjuvazinin düzleyiciliği”ne övgü düzülen bölümleridir:

“Burjuvazi, üretim araçlarının hızlı gelişmesi, iletişimin muazzam kolaylaşması sayesinde bütün ulusları, hatta en barbarlarını bile uygarlaştırıyor. Metaların ucuz fiyatları, bütün Çin Seddi’ni yerle bir eden, barbarların yabancılara karşı duyduğu yoğun nefreti zorla dize getiren ağır toplardır. [Burjuvazi] Bütün ulusları, yok olmamak için, burjuvazinin üretim tarzını benimsemeye mecbur bırakıyor; onları kendisinin uygarlık dediği şeye, yani burjuva olmaya zorluyor. Tek kelimeyle, burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor.” 2 

Buradan devam edilebilir. Marx ve Engels, proletaryanın tarih sahnesine çıkışı ve iktidarı alabilmesi için, burjuvazinin kendisinden önce gelen üretim tarzını ve üstyapı kurumlarını “düzlemesini” bir tür zorunluluk olarak değil, burjuvazinin bu konumunun proletaryayı nihai hesaplaşmaya hazırlayacağını vurguluyor.

Bir adım daha atılabilir. Burjuva devrimlerinin “düzleyici” niteliğinin en fazla ortaya çıktığı örnek olan Fransız Devrimi’nin kendisinden sonraki yüzyıla da yayılan inişli – çıkışlı grafiği, bir kural olarak normalleşmenin seyrinin sınıf mücadelesi olduğunu gösteriyor. Kapitalist üretim tarzının belirlediği toplumsal formasyonunun istikrarlı bir görünüme bürünmesi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin seyrine göre değişiyor. Fransa’da “Cumhuriyet”in artık düzen için geri dönülemez bir sıfır noktası haline gelişinin Paris Komünü olması bu bağlamda anlamlıdır.

Devam edelim. Marx’ta burjuvazinin düzleyici ve benzer anlama gelmek üzere “normalleştirici” etkisinin abartıldığı söylenebilir mi? Burjuvazinin 1848 Devrimleri’ne ihaneti, bu olasılığın gerçekleştiği durumlar olsa bile, “sarsıcı” etki yaratmıştır. Burjuva devrimlerinin “normal”i değişmiş, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu her koşulda benzer “kurum”ların meydana gelmeyeceği anlaşılmıştır.

Kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişki de benzer bir şekilde kurulabilir. “Gerçek” demokrasi tahayyülü ile “tarihsel gerçeklik” arasındaki açıyı, sınıf mücadeleleri belirler:

“Marksist yazın kapitalizm ile demokrasi arasındaki nedensellik ilişkilerine ancak çok sınırlı ölçülerde yer tanımıştır. Az önce de değindiğim gibi bu ilişkiler ancak özgür emek, pazar birliği ve ulus-devlet kategorilerinden hareketle ve dolaylı yollardan kurulabilmektedir (“kavramsal olasılık”). Marksist literatür ve bu literatürün yorumları bir yana, tarihsel pratik de bu yaklaşımı tümüyle destekleyici veriler sunmaktadır. Gerçekten de kapitalizmin son 2-3 yüzyıllık tarihi, biçimsel demokrasiden hayli radikal ayrılmaların yanısıra, bu demokrasinin “kurulduğu” uzun, zahmetli ve eşitsiz süreçlere tanıklık etmiştir. Bu durumda, kapitalizm ile demokrasi arasındaki ilişkide, ikinci çözümleme düzeyine (sınıf mücadeleleri sonucunda ortaya çıkan “tarihsel gerçeklik”) ağırlık tanınması çok daha yerinde görünmektedir.” 3 

Demek, “normalleşme” girişimlerini, birincisi sınıf mücadelelerinin baskısı, ikincisi ise burjuvazinin iktidar olduğu ölçekle kurduğu bağın oluşturduğu biçimdeki toplumsal formasyonun kendisi engelliyor/etkiliyor.

Bu durumda, Marksist siyasetin “ayar” sorunu ortaya çıkıyor: Burjuvazinin öyle ya da böyle evrenselleştirdiği kurumların ve belirli bir “standart”ı olan demokrasinin kendisi için, “işçi sınıfının mücadele zemininin ortaya çıkması için” mücadele mi; yoksa normalleşmenin bir iktidar mücadelesine bağlanıp yaratacağı kırılmaların üzerine gitmek ve bazı durumlarda “normalleşme”nin önüne geçmek mi?

Günümüzdeki “demokrasi” kavrayışının temellerinin bulunabileceği ve komünist hareket ile arasındaki tarihsel ayrışma nedeniyle ön plana çıkartılabilecek Alman sosyal demokrasisinin “usta”larından Kautsky, 1932 yılındaki Avusturya sosyal demokratlarının kongresinde dile getirilen “demokrasi sosyalizm için araçtır” sözünü “tehlikeli” buluyor:

“Demokrasi yalnızca sosyalizme giden bir yol değildir. O yalnızca ekonomik refahı değil, herkes için özgürlük ve eşitliği de hedefleyen, sosyalizmin tamamlayıcısıdır… Demokrasi, sosyalizme giden yollardan birisi değildir… Demokrasi sosyalizme giden tek yoldur. Her kim ki, sosyalizme giden birçok yol olduğunu ve demokrasinin yalnızca bunlardan birisi olduğunu söyler, o kişi işin yalnızca devlet iktidarını fethetme boyutuyla ilgileniyordur. “ 4 (vurgular bana ait)

Başka bir yerde ekliyor:

“Sınıf savaşımı daha demokratik bir çevrede geliştikçe, diğer bütün şeylerin eşitlenmesi, yani evrensel eğitim, basın ve örgütlenme özgürlüğü ve eşit oy hakkı sağlandıkça, [sınıfın] eğitimini daha fazla etkiler.” 5 

Kautsky’de yalnızca demokrasi fetişi yok. Kautsky’nin anlatmaya ve işaret etmeye çalıştığı, düzenin yalnızca “normalleşmesine” duyduğu inanç değil, aynı zamanda proletaryanın normalleşme savaşımı sayesinde ve hatta onun sonucunda “eğitilebileceği”dir.

Kautsky’nin “normal”lerinin işçi sınıfının bugün de vazgeçemeyeceği şeyler olması şu anda mühim değil. Vurgulamaya çalıştığım, sayılan normallerin işçi sınıfının mücadelesi için tek koşulmuşçasına ortaya konmasıdır. Bu düşünce, kapitalist üretim tarzının her ülkede benzer/aynı toplumsal formasyonları yaratacağını bir önkabul olarak benimserken, adı geçen ara hedefler için savaşma ile iktidar arasında herhangi bir bağ kurmadığı için, “devrimci” değil, “normal” oluyor.

İkinci bir nokta da vurgulanabilir. Kautsky’den başka Rosa Luxemburg’u da dahil edebileceğimiz bir dizi marksist, aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinin de “normalleşeceğini”, devrimin bir tür düzleme anlamına geleceğini ve o devrim “an”ından sonra zaten eğitimli olan proletaryanın normali sağlayacağını düşünmüşlerdir. Böyle olunca da, devrim, rayından çıkmış lineer bir tarihi normal seyrine çeviren bir tür düzeltici müdahaledir ve arızidir. Parantezi kapatıp Türkiye’ye dönüyorum.

Türkiye normalleşebilir mi?

Kaldığımız yerden devam edebiliriz. Yazının girişinde, Türkiye burjuvazisinin genel bir kural olarak, yetişmeye çalıştığı “muasır medeniyetler seviyesi”ne dönük belirli tarihsel dönemlerde hamleler yaptığını söylemiştik. Türkiye burjuvazisinin en cüretli projesi olarak görebilceğimiz Cumhuriyet’in kendisinin onca seneden sonra burjuvazinin kurtulması gereken bir yük olarak görülmeye başlanmasının altında yatan nedenlerden birisi de, Cumhuriyet’in kuruluşunun Türkiye kapitalizminin kriz dinamiklerini çözme eğiliminde “kullanılmaması” da olsa gerek. Cumhuriyet döneminin kriz yükleri, Türkiye kapitalizminin “normalleşmesi” önündeki temel engellerdendir.

19. yüzyılın ortalarından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen sürede sergilenen modernleşme performansını, yüzü ister geriye ister ileriye dönük olsun, ister devleti korumak ister onu reddetmek hedefiyle olsun, Osmanlı ve Türkiye’deki “zayıflatıcı” unsurların tasfiyesi belirlemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaya yüz tuttuğu dönemde, ülkedeki gayrımüslim halkları fiziken yok etme yoluna gidilmesi, İttihat ve Terakki’nin “zorlamaları”, emperyalist paylaşım savaşına giriş, hep Türkiye’nin belirlenen bir rotaya salimen ulaştırılması operasyonları olarak beliriyor.

Ezcümle, gecikmiş kapitalistleşme süreçlerinin yasalarından olan “gelişkine benzeme” meselesi, Türkiye burjuvazisinin tarihinde sürekli olarak sorunlarla uğraşma/sorun çözme yolunu izlemesine neden olmuştur. Bu yolda da iki eğilim gözlenebiliyor: Birincisi, pirincin tadına bakarken bulgurdan olmama düşüncesinin ortaya çıkardığı müstağni bir dengecilik; ikincisi ise, sürekli daha atılgan olup etrafa el kol uzatmayı öğütleyen ve Türkiye tarihinde “maceracılık” ile damgalanmış hevesler.

Türkiye’yi yöneten siyasi kadroların bir temayül olarak birincisine seğirttiği tarihsel bir vakıadır. Bir ileri sıçrama projesi olarak Cumhuriyet’in kendisi bile, ulusal ve uluslararası planda bir dizi geri çekici unsurla malüldü.

Bütün bunlara rağmen, burjuvazi yine bir eğilim olarak kendisini frenleyen yüklerden kurtulmayı istemiştir:

“Böyle bir yapının üzerinde mücadele verenlerin muasır medeniyetlerin bir diğer özelliğini sezmemiş oldukları akla bile getirilmemelidir. Çağdaşlık, krizlere bağışıklık kazanmaktır. Muasır medeniyetlere ulaşmak, büyük çalkantılara, yıkımlara, kısacası devrimlere karşı korunaklı hale gelmek, düzeni tahkim etmektir… Türkiye burjuvazisi bir devrim korkağıdır.

(…)

İstikrarsızlık kapitalizmin mezar kazıcısı işçi sınıfından, ‘eski düzenden’, ‘dışarıdan’ ya da başka içsel kriz dinamiklerinden kaynaklanabilir. Bu devrim fobisi burjuvazinin kendi devrim sürecinin bile elini kolunu bağladı. Türk burjuva devriminin anti-feodal, anti-emperyalist, devrimci, aydınlanmacı yanlarına hep rezerv koymasının mantığı da budur.” 6 

Türkiye kapitalizminin yapısal kriz başlıkları, uluslararası konjonktürün el verdiği durumlarda dahi “ileri” sıçramaya müsade etmemiş, düzen kendisini hep daha geri bir noktada konsolide etmeye çalışmıştır.

Diğerlerine biraz değindiğimiz için 90’lı yıllara gelmekte bir sakınca yok. Ayrıca 90’lı yıllardaki düzen pratiği, bahsettiğimiz normalleşme-konsolidasyon salınımının bir tür laboratuarıdır da.

Özetle şöyle: Girdiği krize 12 Eylül ile hem konjoktürel hem de tarihsel bir çözüm bulduğunu düşünen Türkiye burjuvazisi, özellikle Turgut Özal’ın şahsında temsil edilen “vizyon” siyaseti ile ve sosyalizmin de çözülüşü ile, “şimdi sırası” zehabına kapıldı. Sıranın gelmesi zehabının bir bölümü, örneğin Avrupa ülkelerinde sosyalizmin çözülüşünden sonra girilen “restorasyon” süreciyle de bağlantılıydı. Kısaca Soğuk Savaş konseptinin değişime uğradığı bir dönemde, devletin ve bir bütün olarak üstyapının dönüşüme uğratıldığı bir paradigma yerleştirilmeye çalışıldı.

Türkiye burjuvazisinin eski Sovyet coğrafyalarında “iş bağlama” operasyonlarının yanına siyasi entrikaları da eklemeye çalışması, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” söyleminin geliştirilmesi, Birinci Körfez Savaşı’nda “bir koyup üç alma” vizyonu, dönemde çizilmeye çalışan çerçevelerdendir.

Üstelik Türkiye burjuvazisi açısından, gerçekten bir fırsatın olduğu iddia edilebilir. Sosyalizmin geri çekildiği coğrafyaların nereye ve ne şekilde eklemleneceği, emperyalist devletlerin nasıl ve hangi hiyerarşide hareket edeceği çok da belirgin değildir.

“Eski” konsepte geri dönüşün emareleri Bahar Eylemleri ve Zonguldak Yürüyüşü ile görülse de, temel olarak Kürt ulusal hareketinin düzen için bir kriz dinamiği haline gelmesiyle gerçekleşti. Kontrgerillanın tahkimatı, faşist kadroların yeniden görevlendirilmesi, bir çeşit “iç savaş” konumu alınması bu dönemi imlerken, aynı zamanda radikal dinci gerici hareketin düzen kurumlarını zorlaması de gündeme geldi. Daha önce, “vurucu tim”lerden birisi olan ve genel olarak taşrada örgütlenen dinci gerici akım, şehirlerde tutunuyor ve düzenin en büyük siyasi öznelerinden birisi haline geliyordu.

Uzatmaya gerek yok. Zaten bu yazıda temel derdimiz bir 90’lı yıllar hesabını ortaya dökmek değil, Türkiye’nin “normalleşme” serüvenine bir göz atmak. Yukarıda özetlenen gelişmeler, düzenin restorasyon arayışlarını ötelese de bundan vazgeçmesine neden olmadı. Restorasyon 3 tane “pik” yaptı: 96 Susurluk kazası, 28 Şubat 1997 ve 15 Şubat 1999 Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye verilmesi. Bu tepe noktalarında, sırasıyla, devlet içinde öbeklenmiş ve mekanizmanın aşırı şişkinleşmesine yol açan faşist hareketin terbiye edilmesi; düzenin sınırlarını zorlamaya başlayan dinci gericiliğin liberalizasyonu ve gerilla mücadelesi döneminden “siyasi” çözüm arayışlarına giren Kürt hareketinin silahsızlandırılması ve kabul edilebilir bir açık kapı politikasına ikna edilmesi öne çıkan araçlardır.

Söylemeye gerek bile yok, Asker Partisi eliyle gerçekleştirilen bu restorasyon uğrağı, tamı tamına bir “normalleşme” adımıdır. Siyasette bir kez daha esas oğlan konumuna gelen ordu, Türkiye kapitalizminin başlıca kriz yüklerini hafifletmek ve bugünden bakıldığında anakronik gibi görünse de, ülkeyi AKP’ye hazırlamak doğrultusunda hareket etti. Bu dönem, kemalizmin tüm aydınlanmacı lafzının vıcık vıcık bir liberalizmle beraber Türkiye’nin gündemine sokulduğu yıllar olarak tarihe geçerken, daha sonra muhafazakar-liberal ittifakının üzerinde gül gibi tepineceği bir “darbe” seramonisine çanak tutacaktı.

Restorasyon’un aslında 90’lı yıllarda tekrar hortlayan “istikrar sorunu”na dönük bir “balans ayarı” olduğuna dikkat edilmelidir. TSK, burjuvazinin en güvenilir kurumu olarak öne çıkmış ve Türkiye’nin emperyalizm tarafından yeniden yapılandırılmasının zeminini hazırlamıştır. Askerlerin Restorasyon döneminde programlarına aldıkları hedefler, açıkça Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarına dönük müdahaleler olduğu içindir ki, AKP’nin dönüşüm projesinde önüne koyduğu hedeflerle benzerlik göstermektedir.

Tam da Restorasyon’dan çıkış alametlerinin belirdiği bir dönemde, 2001 yılında yazılan bir kitap, ilginç veriler sunuyor:

“Uzun süre Ortadoğu ile ilgili meselelere kayıtsız kalan Türkiye bir taraftan bölgenin jeokültürel zeminine yabancılaşmış, diğer taraftan bölgenin zengin jeoekonomik yapısı üzerinde yeterince etkili olamamıştır. Türk ekonomisinin yetmişli yılların sonunda yaşadığı ve hâlâ üzerinden atamadığı yüksek enflasyonlu ekonomik krizin yoğunlaşmasında bu kaynaklara kayıtsız kalmanın önemli bir etkisi olmuştur.” 7 

Dışişleri bakanımızın, bütün kerameti “jeoekonomik, jeokültürel” gibi albenili terimlerin yanına dizdiği kelimelerden ibaret olan tuğla kitabında anlatmaya çalıştığı açık olsa gerek: Türkiye burjuvazisi birazcık da etrafına göz atmalıdır; çünkü süreklilik arz eden ekonomik krizlerden makul bir kaynak aktarımı vesilesiyle daha istikrarlı bir kriz dönemine atlayabilir. Davutoğlu da korkak Türkiye burjuvazisine bunu hatırlatıyor. Bir Yeni Osmanlıcılık  manifestosu olarak da görülebilecek Stratejik Derinlik kitabı, krizlerle boğuşan burjuvaziye gösterilen bir çıkış yoludur.

Türkiye’ye normalleşme vaaz edenlerin listesini yapmak ve uzatmak mümkün. 8 Türkiye’yi yönetenlerin, belki de ilk kez uluslararası konjonktürün bu kadar elverişli olduğu bir  dönemde, içerdeki fren mekanizmalarından kurtulmak için bu kadar cüretli bir hamle yaptığı iddia ediliyor. Gerçekten böyle mi?

Peki bütün bu anlatılanlardan, AKP eliyle yürütülen dönüşümün daha önceki projelerle arasında bir tür süreklilik olduğu anlamına gelir mi? Daha açık yazmak gerekirse, Türkiye’nin bugünkü dönüşümü, Türkiye burjuvazisinin muasır medeniyetler atılımı hevesi ile ne kadar uyum göstermektedir?

Doğrusu, benzerlikler açıktır; fakat farklılıkların vurgulanması gerekiyor. Birincisi, AKP doğrudan emperyalist bir enerjiyi arkasına alarak dönüşüme zorlanmaktadır. Bunun anlamı, Türkiye burjuvazisinin projecilik sevdasının “kriz dinamiklerini baskılamak” saikinden çok emperyalizme yaranmak için peyda olduğudur. Daha açığı, AKP eliyle Türkiye burjuvazisi tarihsel değil, konjonktürel görünümlü bir hamle başlatmıştır. 9 Türkiye burjuvazisinin “büyük proje” merakının “bağımsız” tonları belirgindi; yeni dönüşümün ise ABD meşei açık gözükmektedir.

İkincisi, Türkiye burjuvazisi, yapısal olarak Cumhuriyet çıpasından vazgeçmeden atılım yapmayı hedefliyordu. Emperyalist dünyada yer almak için yapılan ilk hamle Cumhuriyet idi. Emperyalist dünyanın dönemeçlerinde hep “yeni kurulan” dünyada yer alma hayallerinde olan burjuvazi, şimdi cebinden çıkardığı projede haddini bilmektedir ve “beni kullanın” demektedir. AKP, fırsat kovalamaktan bitap düşmüş burjuvazi için, bir de bu nedenle, planı-programı olan tek siyasi özne olması nedeniyle de alternatifsiz gözükmektedir.

Peki burjuvazi kriz yükünden kurtulabilir mi? Türkiye “normalleşebilir” mi?

Spekülatif sayılabilir ancak kimi tahminlerde bulunabiliriz. İç ve dış dinamiklerin bu kadar iç içe geçtiği bir dönemde iki taraftaki küçük pürüzler bile normal olana gidişin engellenmesine sebep olabilir; öyle ki, bu kaçırılan fırsat, Türkiye’nin sonu dahi olabilir. Örneğin, Türkiye’nin İran konusundaki yeni misyonu, ABD tarafından kuşku ile karşılanmaya müsait duruma gelebilir. Buradaki “kuşku”, kimi kemalistlerin bugünlerde sıkça dile getirdiği “eksen kayması” dolayısıyla değil, ABD’nin Türkiye’ye İran konusunda biçtiği rolün hakkının yeterince verilememesi halinde ortaya çıkacaktır. Sorun, İran’ın Türkiye’nin öncülüğünde “esnetilememesi”, dış politikasında emperyalizmin istekleri doğrultusunda hareket etmemesi ve içeride de katı bir molla rejimini sürdürüyor olmasıdır. ABD ve İsrail’in İran konusunda “eski” araçlara yeniden başvurabilir durumda olması, AKP’nin “normalleşme” bağlamında değerlendirdiği İran’ın entegrasyonu sürecinde, bu partinin devre dışı kalması anlamına da gelebilir.

İç dinamiklerden de örnek vermek mümkün. Normalleşme sürecinin en önemli kriz dinamiklerinden Kürt ve Alevi meseleleri Türkiye’nin altından kalkamayacağı uçlar verebilir. AKP kurmaylarının sürekli olarak düzenin istikrarı ve Türkiye’nin bölgesel güç olabilmesi için “düzlenmesi” gerektiğini açıktan söylediği bu sorunlar, sarsıntı geçirmeden üstesinden gelinemeyecek tarihselliklere sahip.

Üstelik AKP’ye düzen içinden gösterilen direncin kırılması operasyonunda, düzen içi odaklarla olan sürtünme katsayısının azalmasına binaen toplumsal kırılma noktalarının artması “normalleşme”nin önünde set olarak görünmeye başlayacaktır.

Mesele fal açmak değil. Ancak Türkiye kapitalizminin normalleşeceği iddiası ampirik bir gözlemle dahi çürütülebilir bir önerme.

Üstelik Türkiye burjuvazisinin normalleşme serüveninin, komünistler açısından istenilir bir şey olmadığı da söylenmelidir. Avrupalılaşmış, normalleşmiş ve istikrarlı bir kapitalizme sahip Türkiye’nin devrimden, haydi biraz derecesini küçültelim, zayıf halka adaylığından uzaklaşacağı kesindir. AKP ideologlarının muradı bu olsa da, AKP’nin böyle bir adımı attığını yahut atabileceğini söylemek zordur. Daha önce de değinildiği gibi, bu partinin hamleleri eski tip normalleşme vizyonları ile örtüşmemekte, eski vizyonların referans noktasını ortadan kaldırmaktadır. Bu haliyle tekleşme eğiliminde olan AKP, Türkiye burjuvazisinin tarihsel eğilimlerinin de burnunu sürtmektedir.

Hem ‘normalleşme’, AKP eliyle gelse de istenilir ve sürdürülebilir değildir. Zaten, Türkiye’ye baktığımızda devrimin coğrafyasını görüyorsak, biraz da ülkemiz “anormal” olduğu içindir.

 

 

Dipnotlar

  1. Doğrusu, normalleşme olarak tarif edilen sürecin başka adları da mevcut: bunlar arasında “demokratikleşme” kullanım sayısına bakılırsa ilk tabire tur bindirir.
  2.  Marx, K. ve F. Engels, Manifesto of the Communist Party, http://marxists.org/archive/marx/works/1848/communist-manifesto/index.htm
  3.  Çulhaoğlu, Metin, “Kapitalizm ve Demokrasi: İlişki ve İlişkisizlikler Üzerine Bir Deneme”, Praksis (10), 2003, s. 97.
  4. Kautsky, Karl, Marxism and Bolshevism: Democracy and Dictatorship, 1934, http://marxists.org/archive/kautsky/1934/bolshevism/ch04.htm
  5.  Kautsky, Karl, Communism and Socialism, 1932, http://marxists.org/archive/kautsky/1932/commsoc/ch02.htm
  6.  Güler, Aydemir, Son Kriz, 2. Baskı, 2008, İstanbul: Yazılama, s. 49.
  7.  Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, 38. Baskı, 2009, İstanbul: Küre, s. 73.
  8. Birkaç örnek için bkz. Altınok, Melih, “Genelkurmay Başkanı neyin başı”, 26 Şubat 2010, http://taraf.com.tr/makale/10248.htm; Margulies, Roni, “Sağduyu ve sol parti”, 9 Aralık 2009, http://www.taraf.com.tr/makale/8938.htm; Ünal, Mustafa, “Normalleşme sancıları”, 6 Ocak 2010, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=936497&keyfield=6E6F726D616C6C65C59F6D65; Yılmaz, Mehmet, “Normalleşme sancısı ve asker”, 30 Kasım 2009, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=921489&keyfield=6E6F726D616C6C65C59F6D65; Selim, Ahmet, “Normalleşme en büyük ihtiyaç”, 1 Kasım 2009, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=910219&keyfield=6E6F726D616C6C65C59F6D65; Koru, Fehmi, “Normalleşen zeminde siyaset”, 2 Nisan 2009, http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/default.aspx?i=16089&y=FehmiKoru; “Egemen Bağış’tan ‘Balyoz’ operasyonu yorumu”, 26 Şubat 2010, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=955966&keyfield=6E6F726D616C6C65C59F6D65; “Milletten intikam almak isteyenler hesap veriyor”, 3 Mart 2010, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=957406&keyfield=6E6F726D616C6C65C59F6D65.
  9. Burada tarihsel-konjonktürel ayrımından kasıt, burjuvazinin tarihsel “emelleri” ile emperyalizmin konjonktürel tercihleri arasındaki fark vurgulanmaktadır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×