Okuma Notları: Devrim Okumaları
Edward H. Carr
Daktylos Yayınevi (2008)
Çeviren: Elif Gazioğlu
“Devrim Coğrafyası”nda tepeler ve platolar
On dört makale; sekiz karakteri, bir kitabı, bir kuşağı, bir kalkışmayı ve biri etkisiz biri muzaffer iki partiyi anlatan on dört makale… Carr ile birlikte çıkılan bir devrimler tarihi yolculuğu ya da basit bir coğrafya dersi, tepelerde gezilen…
Tanıdık bir sesten, daha önce üzerine konuşulmuş bir tarih diliminin ayrıntılarını dinlemek ne büyük bir zevktir, değil mi? İşte, E. H. Carr’ın Türkçe’ye çevirilen son kitabı “Devrim Okumaları”nı okumak da böyle büyük bir zevk. Pek çok okurun “Bolşevik Devrimi” isimli hacimli ve etkili çalışması sayesinde tanıdığı Carr, bu kez devrimler tarihinde ilginç bir yolculuğa çıkıyor. Daha önceki kitapları sayesinde yetkinliğini ve dilini bildiğimiz kaptan pilotumuz ile birlikte devrimler tarihinin eşsiz coğrafyasında bir yolculuğa çıkıyoruz.
19. yüzyılın başında, Fransa’da başlayan yolculuğumuz 20. yüzyılın ortalarına doğru Sovyetler’de bitiyor. Bu yolculuğa çıkmadan önce bilmemiz gereken bir şeyler var. Tüm yolculuklarda olduğu gibi bu yolculukta da neleri göreceğimizi az çok bilmemiz gerekiyor. Neyi, nerede arayacağımız konusunda bir fikrimizin olması, gördüğümüz “doğa harikaları”nın harikalıklarını ya da “insani”liklerini anlamamız için elzem.
Bir kitabı okurken kitabın içinde neleri bulabileceğimizi az çok bilmemiz gerek. Aksi takdirde kitapla sonu gelmez bir kavgaya tutuşabiliriz. Devrim Okumaları bu açıdan ideal bir eser. Sesine aşina olduğumuz ve daha önce kendisinden devrimler tarihi üzerine pek çok şey “dinlediğimiz” Carr’ın sesinden, devrim coğrafyasının tepelerini ve platolarını “dinlemek” fikri pek çok okurun içini ısıtıyordur.
Saint Simon’la başlayan yolculuk Stalin’le son buluyor. Her biri çok önemli olan isim, kitap ve olaylar hakkında kaleme alınmış kısa sayılabilecek bu çalışma, bir giriş kitabı olarak isimlendirilebilir. Ancak burada, giriş kitabından neyi kastettiğimizi biraz açmamız gerekiyor. Kastettiğimiz çalışmanın, didaktik bir tarzda hap bilgiler içeren, yetkinliğiyle değil de kısırlığıyla sizi doyuran, doymak zorunda bırakan bir kitap olduğu değil. Kastedilen, “giriş” kelimesinin de anlamıyla örtüşecek şekilde yeni okumalara başlamamızı sağlayacak bir kitap olduğu.
Devrim Okumaları, konu edindiği isimler hakkında ansiklopedik bilgiler vermenin aksine eleştirel bir tarz izliyor. Ele alınan isim ya da olay ile ilgili ayrıntıları sıralamak yerine o olay ya da kişinin neden önemli olduğuna değiniyor ve çeşitli eleştiriler getiriyor. Tarih biliminin elverdiği ölçüde “nesnel” eleştiriler yapan Carr, kitabında, Lenin ve Lassalle gibi çok bilindik isimlerin yanı sıra Herzen ve Gallacher gibi devrimler tarihinin daha az bilinen isimlerine de yer veriyor.
Kitapta konu edilen karakterlerin hepsinin ortak bir özelliği var: Burjuva demokrasisine inanmıyorlar. Bir ütopyacı olan ve felsefesini “en kalabalık ve fakir sınıf”ın refahına adayan Saint Simon’dan, düşünsel üretime batı hayranı bir Rus olarak başlayan Herzen’e kadar bu özellik dikkat çekiyor.
İçinde yaşanan sistemin çürümüşlüğü ve yerine önerilen burjuva demokrasisinin yalancı karakteri, kitapta anılan isimlerin devrimci olmalarındaki ortak neden. Avrupa kökenliler için bu kadar doğrudan işleyen süreç, Rus düşünürleri için biraz daha dolambaçlı oluyor. 19. yüzyıl Rus düşünürlerinin çoğu, baskıcı çarlık rejimi altında yaşarken Avrupa’daki gelişmelerden heyecan duyuyordu.
Bu isimler arasında en çok dikkat çekenlerden birisi olan Herzen, Paris’e göç ettikten birkaç yıl sonra, kendi yurdunda yaşananların çözümünün burjuva demokrasisi olamayacağını dillendirmeye başlıyor. İşte bundan sonra kendisini Narodniklerin öncüsü yapan temel tezini ortaya atıyor: Rus köylüsünün geleneksel ortak mülkiyetinden sosyalizme geçilebileceği tezi.
Herzen Rus topraklarında yalnız değildi. 19 yüzyılın Çarlık Rusyası’nda pek çok önemli isim yetişti. Bu önemli düşünürlerin tamamı düşünsel ürünlerini “devrim” düşüncesi etrafında ördüler. Carr’ın bu konudaki önemli saptamasını burada aktaralım:
“19. yüzyıl Rus düşüncesi ‘devrim’ kavramı etrafında devindi. Bu konuda sorumluluğu birine yüklemek gerekirse, bu kişi, neredeyse tüm siyasal, sosyal ve felsefi düşünce üzerine kafa yormayı yasaklayan ve üç nesli kapsayan bütün bir entelektüel hareketin devrimci bir hamurla yoğrulmasına sebep olan I. Nicholas idi.”1
Bu koşullar altında yetişen tüm kuşaklar –Carr bu kuşakları 1830 kuşağı, 1840 kuşağı gibi isimlendirmelerle anıyor– Narodniklerin ve Sosyal Devrimcilerin ataları olmanın ötesinde Bolşevik harekete de önemli olanaklar sunuyorlar. 19. yüzyıl Rus düşüncesinin Bolşevik Devrimi için çok önemli bir hazırlayıcı olduğu biliniyor. Yeri gelmişken Çernişevski, Belinski ve Pisarev’i de anmamak olmaz. “Rus Marksizminin Babası” olarak nitelenen Plehanov’da aynı yüzyılda yetişen önemli isimlerden.
Bu yüzyılın –ve tabi ki I. Nicholas’ın– yetiştirdiği kuşak için “devrim coğrafyasının platosu” demek yanlış olmayacaktır.
Bu coğrafyanın önemli tepelerinden birisi ise kendisini “paradoksların adamı” olarak tanımlayan Proudhon. Carr, Troçki’den de yardım alarak Proudhon’u şu sözlerle tanımlıyor: “Proudhon; partisi, sınıfı, inancı olmayan bir devrimci, hatta Troçki’nin ona verdiği isimle ‘Sosyalizmin Robinson Crusoe’su’.” 2
Devlet fikrine savaş açan, genel oy hakkını eleştiren ve burjuva demokrasisinden nefret eden Proudhon’un bunları değiştirmek için tutunabileceği bir güç yoktu. Proudhon, işte bu noktada Marx’tan ayrılıyor ve de yalnız kalıyordu. Proudhon, devrimin taşıyıcısı olacak olan proletaryaya tam bir “orta sınıf korkusu” ile yaklaşıyordu. Yine, yeri gelmişken burada, Proudhon’un çok bilinen “Mülkiyet hırsızlıktır” sözüne karşı Marx’ın vermiş olduğu yanıta değinmemiz, Proudhon’un durumunu anlayabilmemiz için yerinde olacaktır: “‘Hırsızlık’, mülkiyetin zorla ihlâl edilmesi olarak mülkiyeti varsaydığından, Proudhon, gerçek burjuva mülkiyeti konusundaki kendisi için bile bulanık olan her türden fanteziler içinde karman-çorman olmuştur” (Karl Marx, Proudhon Üzerine J. B. Schweitzer’e Mektup).
Devrim tarihinde “paradoksların adamı” tanımlamasını Proudhon’dan daha çok hak edebilecek bir isim varsa o da Lasalle’dır. Kişisel hayatı ile mücadelesi arasında küçümsenmeyecek bir açı olan Lasalle, Hegel felsefesine hakim iyi bir ajitatördü. Lasalle, burjuva devlete saldırıyordu, ancak Marx’tan tamamıyla farklı bir açıdan. Marx burjuva devlete “güçlü ve baskıcı” olması nedeniyle saldırırken Lasalle “zayıf ve başarısız” olduğu için saldırıyordu. Bu tezleri ve Prusya’nın o dönemki ihtiyaçları nedeniyle Bismarck ile yolları kesişen Lasalle’ın en büyük hatası da nasyonal sosyalizmin mimarı olmasıydı.
Kitabın bütününe dair söylenmesi gereken bir nokta daha var. Kitaptaki yazıların pek çoğu incelediği kişi olay ya da akımı belli kitaplar üzerinden değerlendiriyor. Bu kitaplar hakkında genel değerlendirmeler yapmanın ötesinde anlamı olan yazıların bazı konularda bütünü kaçırdığını hissetmemizin nedeni de bu olabilir. Bu konuda en dikkat çekici örnek Komünist Manifesto. Komünist Manifesto üzerine kaleme alınmış olan yazı, Manifesto’yu alıştığımız ölçütlerle değil farklı referanslarla değerlendiriyor. Yer yer “bugünden baktığı için böyle” diyebileceğimiz ve pek katılamayacağımız eleştiriler içeren bu bölüm Manifesto’yu, “ulusçuluk” tartışmalarını merkeze koyarak değerlendiriyor.
Ancak bu bölüm de net bir akıl yürütme ile son buluyor:
“1903’te kendi önceki tutumlarına ve Marksist şemaya sadık kalan Menşeviklerin politikalarının iflasının sebebi, teoriyi Rusya’nın içinde bulunduğu koşullara uyarlamanın bir yolunu bulamamış olmalarıdır. Lenin ise söz konusu şemayı esneterek, içinde bulunduğu koşullara uyarlamış ve bu uyarlama, son yılarında Marx’ın da belirteceği gibi, teorinin temel prensiplerine bağlı kalmıştır.” 3
Carr’ın Komünist Manifesto, Lenin, Stalin ve Almanya’daki devrimci kalkışma ile ilgili değerlendirmelerinde eleştirilebilecek kimi noktalar olsa da şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki hazır kalıplarla düşünmeyi ve yorumlamayı reddeden yazar, bu değerlendirmelerinde de akıl açıcı yorumlarda bulunmayı sürdürüyor.
Kitapta Marx ve Engels hakkında birer yazı olmaması okuyucuyu şaşırtacaktır. Kitabın bütünü okunduğunda bu şaşkınlığın bir nebze olsun azalacağını düşünüyorum. Son olarak da kimilerine göre bir eksiklik olarak değerlendirilebilecek bu durumu not etmiş olalım.