Proleterler ve Proletarya

Türkiye komünist hareketinde çifte program alışkanlığı aşılmalıdır diyoruz. Bu anlamda hareketimize proleter sınıf vurgusu en baştan itibaren hâkim olmalıdır. Ancak sınıf, marksizmden önce ele alındığı farklı düşüncelerde de görüldüğü gibi, üst düzey bir soyutlamadır ve bu yüzden “soyut” olarak ele alınması durumuyla oldukça sık karşılaşıyoruz. İşin ilginci bu tırnak içindeki soyut -yani muğlak- bazen karşımıza cansız, hareketsiz ve bu anlamda gayet somut bir varlık olarak da çıkabiliyor. Ben bu yazıda genel olarak sınıfları değil, işçi sınıfı kavramını ele almaya çalışacağım. Başlamadan önce Gelenek‘te bu yazıyı yazarken yararlandığım birçok makalenin çıktığını hatırlatmak ve tekrarlardan bir ölçünün ötesinde kaçınamadığımı belirtmek istiyorum.

Marx öncesi sınıf kurgularıyla ilgilenmeyeceğim. Ancak Marx’ın sınıf düşüncesinin “Hegelyen”liği ve İngiliz ekonomi politiğinden aldığı etkilerden sık bahsediliyor. İlki, kendinde / kendisi için sınıf ayrımı için söylenmektedir. Klasik ekonomi politik ise sınıfların sahip olunan gelire göre oluştuğunu söylüyordu. (Kapitalistler kâr, toprak sahipleri rant, ve işçiler ücret) Marx, Kapitali’nin bitirmediği “Sınıflar” adlı bölümünde buna katılır. Ancak önemli bir eklemeyle. Ona göre, “Ücretli emekçileri kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini, üç büyük toplumsal sınıf haline getiren şey”, “ilk bakışta gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliğidir.” 1 Marx’ta ilk “bakışta” uyarısını gördüğümüzde dikkatli olmamız gerekir. Çünkü eserinin önemli bir bölümü de ilk bakışta görülenlerin eleştirisidir. Yine de burada, bu genel bilgiyle yetinmemiz gerekmiyor. Marx devamında şunları söyler:

“Ne var ki bu görüş açısından, örneğin tabipler ile devlet memurlarının iki farklı toplumsal gruba ait oldukları ve bu grupların her birisinin üyeleri, gelirlerini bir ve aynı kaynaktan aldıkları için, iki sınıf oluşturmaları gerekir. Aynı şeyin toplumsal işbölümünün emekçileri olduğu kadar, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerini de -örneğin bu sonuncuları bağ, bahçe sahipleri, çiftlik sahipleri, orman sahipleri, maden sahipleri dalyan sahipleri gibi- sonsuz türde çıkar ve statü gruplarına parçalaması için de geçerli olması gerekir.” 2

Bunlar Kapital’in üçüncü cildinin son satırları olur. Kitabın burada bitmesi ve sınıflar üzerine olan analizin bitmemesi ne anlama geliyor öyleyse? Marx’ın burada söylediği farklı gruplara bölünme sadece toprak sahipleri için değil, kapitalistler ve proletarya için de geçerlidir. Peki bunların bir sınıf oluşturmasının nedeni ne? Bu konuda Marx’ın Alman İdeolojisi‘nde söyledikleri önemlidir.

“Ayrı ayrı bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak savaş yürüttükleri ölçüde bir sınıf oluştururlar; öbür türlü aralarındaki rekabetle birbirlerine düşman konumda yer alırlar.” 3 Demek ki Marx’a göre proletarya mücadele içinde oluşuyor ve proletarya tek tek proleterlerin toplamına indirgenemez. Demek ki kapitalist üretim tarzı kaçınılmaz olarak proleterleri yaratıyor; ancak bu topluluğun proletaryaya dönüşmesi farklı bir olaydır ve bu kesinlikle “başka bir sınıfa karşı ortak mücadele yürütmekten” geçer. Peki proleterlerin ortak mücadeleye girmelerini sağlayan özellikleri nelerdir Bu soruya verilecek yanıt aynı zamanda “neden proletarya” sorusunun da yanıtıdır.

Burada Marx’ın Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisi‘nden bir alıntı yapılabilir:

“Öyle bir sınıf ki burjuva toplumunun içinde oluşsun ama burjuva toplumunun bir sınıfı olmasın. Öyle bir sınıf ki bütün sınıfların dağılıp ortadan kalkışı anlamına gelsin… Öyle bir sınıf ki.. siyasal sistemin sonuçlarıyla tikel bir karşıtlık halinde değil, bu sistemin tüm varsayımlarıyla genel karşıtlık halinde olsun. Ve nihayet öyle bir sınıf ki toplumun tüm öbür sınıf ve tabakalarından kurtulmaksızın ve dolayısıyla onları da tümüyle kurtarmaksızın kurtaramasın kendini; tek kelimeyle öyle bir sınıf ki insan varlığının tam yitimi olsun ve dolayısıyla da kendi kendini insan varlığını yeni baştan tam olarak kazanmak şartıyla yeniden fethedebilsin.” 4

Marx aradığı bu sınıfı proletaryada bulur. Ama proletaryanın “burjuva toplumunun bir sınıfı olmaması” ne demektir? Proletarya ancak bir sınıfla mücadale içinde vardır ve görünürde (ilk bakışta da denebilir) olduğu kadarıyla mücadele aynı üretim tarzının iki sınıfı arasında geçer. Terimlerde bir çelişki gibi görünen tam da budur: Mücadele etmekte olan proletarya tam da bu mücadele içinde oluşmaktadır! Bu çelişki konusunda şimdilik söylenebilecek olan şu: Proletaryayı oluşmuş kabul eden hiç bir düşünce bu “çelişkinin” dolayısıyla marksizmin hakkını verme yeteneğinde değildir. Üstelik bu söylenen sadece L. Amerika ülkeleri ya da Türkiye gibi son derece hareketli bir sınıf akışkanlığına sahip ülkeler için değil, Avrupa gibi daha durağan ve nüfusun büyük bir kesiminin proleterleştiği ülkeler için de geçerlidir.

Yine bir soruyla devam etmek istiyorum. 2. Enternasyonal’de Marx ne kadar vardır? Bu sorunun yanıtı sadece Marx’ın biyolojik yaşamına bakılarak verilemez. Evet Marx 1883’te öldü ve 2. Enternasyonal 1889’da kuruldu. Ancak 2. Enternasyonal’de Marx’tan çok Fransa’da Sınıf Savaşımları önsözünün Engels’i vardır. Aynı şekilde, 2. Enternasyonal, bu sefer güçlü bir partinin önderliğinde birincisinin bir versiyonu değildir. Söylemek istediğim, “19. yüzyıl marksizminin kitle retoriği” bir kesin ve tartışılmaz doğru olarak kabul edilebilir olmaktan uzaktır. Ya da eğer bu kabul edilecekse Marx’ı diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekecektir. Marx için de dahil olmak üzere, açıklanması gereken ortada pek de kitlenin olduğunun iddia edilemeyeceği 1848-1871 arasında bu düşüncenin hakimiyetidir. Bunun Marx’ta biraz aşağıda ele alacağım bir “hareketli düzlemin” varlığı ile açıklanabileceğini sanıyorum. Ancak Marx’ın bu olduğunu iddia etmek kesinlikle Marx’ın değerini azaltacaktır. Böyle kabul edildiğinde Bakunin’in defterinin dürüldüğü, Genel Konsey’in yetkilerinin o zamana dek alışılmamış ölçüde arttırıldığı ve politik partiyi oluşturma görevinin kesinlikle öne çıkarıldığı 1871 Londra Konferansı, Marx’ın kendisinden başka birine tahammül edemeyen biri olmasına bağlanacaktır. Ve Marx o kadar “tahammülsüz” biridir ki “başka birine yâr olmasın” diye koca bir Enternasyonal’i Amerika’ya postalayacaktır! İsteyen elbette “tahammülsüzlük”ten daha iyi bir neden bulabilir ancak 1. ve 2. Enternasyonaller arasındaki geçişin ve birincisinin çöküşünün, 2. Enternasyonal tarafından bilinçli olarak gölgede bırakıldığı kabul edilmelidir. 1. Enternasyonal’in en önemli olayı, aynı zamanda Marx için bir Pirus Zaferi olan çöküşüdür!

2. Enternasyonal’i tanımlayan, Engels’in “önsöz”ü ise, 1895’te “iki milyon ikiyüzelli bin seçmenin”, 20. yüzyıla doğru “toplumun orta katmanlarının, küçük burjuvazinin ve küçük köylülerin en büyük bölümünü elde etme” 5 planları yapar. Sonrasını biliyoruz. Sosyal Demokrat dağcılık klüpleri bile örgütleyebilen Alman SDP, komünizme yol almayı bir lafız düzeyine düşürmüştür.

Öyleyse ikinci sonuç: Proletaryayı oluşmuş saymak gibi oluşmasını doğrusal bir sürece bağlamak da marksizmi bir geometrik dizi kurma oyununa indirgediği için marksizmin hakkını veremez.

Buraya kadar söylenenlerden proleterleşme ile proletaryalaşma arasında bir ayrım konduğu açık olmalıdır. İlki kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz bir “yan ürünü” iken ikincisi mutlaka mücadeleyi ve bu anlamda iradi bir çabayı gereksinecektir. Aynı anlama gelmek üzere tek tek proleterlerin, proletaryaya dönüşmeleri sürecinde bilinç temel önemdedir. Ancak burada düşülmesi çok kolay olan bir yanlış anlamadan uzak durmak gerekir. Burada kastedilen bilinç, tek tek bütün proleterlerin komünist bilinçle donatılmaları gerektiği anlamında değildir. Böyle bir donatma öncü işçiler için bir olmazsa olmaz iken, diğerleri için mücadele içinde yer almalarını sağlayan ve bire bir yaşadıkları sorunlardan çıkardıkları bir değiştirme / dönüştürme bilinci ve bu anlamda pratik bir bilinç olarak başlayacaktır. Elbette bu pratik bilincin kendi iç evrimi, komünist bilince doğru bir yakınsama eğiliminde olacaktır. Asıl önemli olan farklı pratik bilinç ve eylemlerin iç ilişkilerinin kurulmasıdır. Bunu yapacak olan da elbette gerekli homojenliği kendinde toplamış olan öncü parti olacaktır.

Buraya kadarı, sanıyorum işin abecesidir ve Gelenek okurları bunları niçin tekrarladığımı merak edebilirler. Dikkatleri çekmeye çalıştığım nokta bu kavramlaştırmada, görünürde kapitalist üretim tarzının bir tür hammadde üreticisi ve komünist öncünün de bu hammaddeyi işleyen konumunda olduğudur ve bu, ilk bakışta öncünün öncülüğüyle çelişir görünmektedir. Kapitalizmin “hazırladığı” proleterleşmenin, öncünün proletaryalaşması için bütün koşulları hazırlaması düşünülemez. Söylemek istediğim, ancak devrim sonrasında devlet iktidarı ile teçhizatlanmış öncünün, bu sefer proleterleşme aşamasında da hakim durumda olarak bu “çelişkiyi” çözebileceği. Kapitalizmde ister istemez birbirine paralel fakat ayrı olan proleterleşme ve proletaryalaşma süreçleri ilk defa devrim sonrasında tek bir süreç olmaya başlayacaktır. Burada bahsedilen konu Türkiye gibi ülkelerde özellikle önemlidir. Örneğin henüz eski küçük burjuvazisiyle (köylü, esnaf, zanaatkar vs.) başedememiş Türkiye’de yeni bir küçük burjuvazi (profesyonel yöneticiler, burjuva aydınları vs. ) oluşmaktadır.

Üçüncü sonuç: Proletaryalaşma süreci devrim sonrasında da devam eden bir süreç olarak alınmalıdır. 6

Konum tam olarak bu değil; ancak devrim sonrasındaki bu proleterleşme / proletaryalaşma sürecine ikinci bir sürecin, proletaryayı (sınıfları) yok etme sürecinin eşlik edeceğini eklemek istiyorum. SSCB’de sağlık, eğitim, ulaşım, için sağlanan olanaklar ve temel ürünlere yapılan sübvansiyonlar bu ikinci süreçte alınan yolun göstergeleri ve aynı zamanda temel araçlarıydılar. Ancak SSCB’de yaşanan asıl sorun, birinci sürecin daha geride kalmasıdır. Proletaryanın “yok edilmesinde” temel öneme sahip bu araçlar, ilk süreçte yaşanan olumsuzluklardan (köylülük, teknik elemanlar ve aydınlarla ilgili sorunlar) dolayı sorunları çözmenin değil fakat çözümü ertelemenin araçları haline geldiler. Bu iç sorunlar uluslararası sorunların eklenmesiyle daha da ağırlaştı.

Marksist değer yasası

Marx’ın sınıf kavramında ekonomi politiğin etkisinden bahsettik. Sıra Marx’ın kendi katkısına geldi. Marx’ın bulgularına göre, gerçek hayatta kapitalist ekonominin işleyişi “basit” bir temel üzerine inşa edilmiştir. Aslında bu mekanizma tek tek proleterler için daha da basit. Yaşayabilmek için haftada şu kadar saatini, yapabildiği ve bulabildiği bir işle geçirecek ve bunun karşılığında kendisinin ve ailesinin yaşamını yeniden üretecek ki gelecek çalışma döneminde tekrar çalışmaya hazır olsun. Dolayısıyla, Marx’a göre emek-gücü sahipliği bütün proleterleri birbirine bağlayan bağ oluyor. Ancak tek başına bu bağ proletaryayı oluşturmaya yetmiyor. Bir an için, içinde birçok eşitsizlikler barındıran proleterlerin yalnızca bu bağla bağlandığını düşünelim. Bu durumda, görünürdeki ilişki sadece tek tek proleterler ve onların işverenleri arasında olacaktır. Her emekçinin mücadelesi sadece sahip olduğu tek metayı yani emek-gücünü mümkün olduğunca yüksek fiyata satmaya indirgenecektir. Yalnızca bu bağ, bir proleteri diğer proleterlere değil, fakat elinde son derece az olanağın olduğu bir “mücadele” aracılığıyla kapitalistlere bağlar. Proleterlerin bu bağı -aşağıda açıklanacağı gibi kendi içinde sorunlar taşıyan bu bağı- bu sefer mücadele içinde tekrar kurmaları gerekiyor.

Bildiğimiz gibi Marx uzun yıllar, kapitalizmin işleyiş yasalarım bulmak için çalıştı. Değer teorisi Marx’ın büyük eserinin temelidir. Ancak değer yasasının formüle edilişinde bazı özellikler var. Tersine dair de birçok iddialar var, ama değer yasası nicelikle değil nitelikle ilgilenir. Değer yasasının konusu niteliksel ilişkilerdir. Elinde bir mezurayla dolaşmaz. Marx’ın başarıyla formüle ettiği bu yasa bize sömürünün kaynağını gösterdi. Ancak konumuz sınıf olunca bu yasanın en başarılı olduğu yerlerden biri, bu sefer bir sorun olarak çıkıyor karşımıza. Bu kesinlikle değer yasasının sorunu değildir, sadece politikayla çözülebilecek anlamında politikanın sorunudur.

Marx değeri açıkladığı Kapital‘in ilk bölümünde, değer yasasının önünde güçlüklerden birini temizler. O da emek-gücü metasının farklı niceliklerde değerlere sahip olması sorunudur. Bu sorun somut / soyut emek kavramsallaştırmasının önündeki en büyük engeldir. Marx burada bütün farklı emek çeşitlerinin basit-emek (yalın-emek) diye tanımladığı bir birimle ifade edileceğini söyleyerek sorunu çözer ve analizine buradan devam eder. 7 Marx’ın bu kavramsallaştırmasının yaptığı şey şudur: İki işçi varsayalım. Birinin ücreti 1, diğerininki 3 birim olsun. Görünürde ikinci işçinin ücreti ve diğer koşullar eşit kalmak şartıyla beklenen yaşam seviyesi birincininkilerden üç kat daha yüksektir. Marx ise hayır der, ikinci işçi üç kat fazla sömürülmektedir. Şimdi, bu analizden iki sonuç çıkabilir ancak : Birincisi, her tür liberalin zevkle kabul edebileceği sonuç: Madem ki çok sömürülen çok kazanıyor, o halde az kazananlar daha çok sömürülmelidirler. (aynen böyle!) 8 İkinci sonuç ise komünistlerin sonucu: İki işçi de sömürülüyor, çözüm sömürüyü kaldırmaktır. Ancak komünistler ortada çözülmesi gereken bir sorun olduğunu da bilirler; Marx’ın ekonomide yaptığı şeyi, yani işçi sınıfının birleştirilmesi işini bir daha bu sefer politikada yapmak!

Marx’ın Kapital’i yazarken o zamanlar kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülke olan İngiltere’ye baktığı biliniyor. Marx uzun süre İngiliz işçilerinden harekete geçmelerini bekledi. Ancak İngiltere’den bir hareket gelmedi. Bugün Avrupa’ya bakıyoruz. Yaprak kıpırdamıyor. Bu bir çelişki midir? Proleterlerin en yoğun olduğu topraklarda sosyalizm görünürde yakın değildir.

Ya da Marx’ın bazı tahminlerinin yanlış çıktığı meselesi. Örneğin yoksullaşma beklentisinin doğru çıkmadığı. İşçilerin artık zincirlerinden başka kaybedecek şeylerinin de varolduğu… Bunları söyleyenler ufak bir şeyi unutuyorlar. Marx 1818 doğumlu ve 1840’larda teorik üretimine başlıyor. Kapital‘in ilk cildi 1867’de yayınlanıyor. Entellektüel çalışması yoğunlukla 1870’lere kadar sürüyor. Bugün endüstri devriminin sonuçları üzerine oldukça geniş bir literatüre sahibiz. Buralarda İngiliz işçi sınıfının 1840’lara kadar yaşam seviyesindeki değişmeler tartışmalıdır. Kimileri iyileştiğini, kimileri de kötüleştiğini iddia ediyor. Ve iki taraf da kendi tezini destekleyen istatistik kaynaklar bulabiliyor. Ancak tartışılmayan bir şey var: İngiliz işçilerinin tüketim seviyesi 1840’lardan başlayarak artmıştır. Bunları Marx’ın bilmeme olasılığını bir yana bırakalım. Engels 1858’de Marx’a yazdığı mektupta “Gerçekte İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmaktadır; öyle görülüyor ki başka uluslara göre daha burjuva olan bu ulus kendi burjuvazisinin yanısıra bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya yönelmekte.” 9

Kısacası, Marx o zamanlar işçilerin zincirlerine ek olarak birkaç şeyleri olduğunu biliyordu. Ancak Kapital‘in bize öğretiği bir şey var: Asıl sorun işçilerde şu ya da bu metanın eksikliği değildir. Tam tersine sorun, ne yapıp edip kurtulmaları gereken bir metaya sahip olmalarıdır. Bu öyle bir metadır ki, kapitalizmi yeniden ürettiği gibi, bu meta sahiplerinin de emek-gücü sahibi olarak kalmalarını yeniden üretir. Proletaryanın istemek zorunda olduğu “hak” öyle bir haktır ki, kapitalist üretim tarzı içinde bu hakkı ona verebilecek bir özne bulunmuyor! Yukarıda sorduğum sorunun -proletaryanın burjuva toplumunun bir sınıfı olmaması ne demektir- cevabı bu; ve yine yukarıda söylenilen görünürde aynı üretim tarzının iki sınıfı arasında geçen mücadelenin de açıklaması oluyor.

Dördüncü sonuç: Proletarya ile burjuvazinin mücadelesi yalnız aynı üretim tarzının iki sınıfı arasındaki mücadele değil aynı zamanda iki ayrı üretim tarzı arasındaki mücadeledir.

Bu dördüncü sonuç, aynı zamanda, öncünün görünürdeki “çelişkisi” denen şeyi de açıklar. Öncünün önderliğinin gittiği yer komünizm değilse veya üzerinde bulunduğu yol, proleterleşme / proletaryalaşma sürecinde öncünün hakim olacağı proletarya diktatörlüğünden geçmiyorsa, gerçek anlamda bir öncüden bahsedilemeyecektir! Demokratik devrim planları yapmak bu nedenle öncülük misyonu ile çelişiktir. İkinci olarak söylenebilecek şey; bu anlamda öncüsü olan ve öncüsüyle tanımlanan tek sınıfın proletarya olduğudur.

Marx’ın Felsefenin Sefaleti‘nde Hegel etkisinde kalarak yazdığı söylenen sınıf tanımına dönelim: “Ekonomik koşullar ilk önce bir ülke nüfusunun büyük bir kitlesini işçiler haline dönüştürür. Sermayenin egemenliği bu kitle için şimdiden ortak bir durum ve ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu kitle şimdiden sermayeye karşı bir sınıftır, fakat henüz kendisi için bir sınıf değildir. Bu kitle ancak savaşımla birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf haline getirir. Böylece, savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları olur.” 10

Evet kapitalizm kaçınılmaz olarak proleterleri, kendi mezar kazıcılarını yaratmaktadır. Elbette devamı da var: “Büyük sanayinin, bir ülkenin tüm bölgelerinde aynı gelişim düzeyine ulaşamayacağı açıktır. Ancak bu, proletaryanın sınıf hareketine ket vurmaz; çünkü bir kere büyük sanayi tarafından yaratılan proleterler, hareketin önderliğini üstlenip tüm yığını peşlerinden sürüklerler. Sonra, büyük sanayinin dışında kalmış işçiler de oradakilerden daha kötü durumda olduklarından mücadeleye katılırlar. Büyük sanayinin gelişmiş olduğu ülkeler de sanayileşmemiş ülkeler üzerinde, bunlar evrensel ticaret yoluyla evrensel rekabete sürüklendikleri ölçüde benzer bir etki yaratacaklardır.” 11

Görülüyor, Marx’ta yaşadığı dönemde dünyanın Avrupa ölçüsünde global olarak alınmış işçi sınıfı 12 içerisinde bir eşitsizlik saptaması ve büyük sanayi işçilerinin önderlik ettiği bir hareket şeması var. Ancak Marx’ta bu önder, işçi sınıfının diğer kesimlerini adeta kendiliğinden sürükler. Marx ve Lenin arasındaki ideolojiye bakış konusundaki farklılık tam da burada anlam kazanır. Marx’ta proleter olmak kendinde en önemli olandır. Yanlış anlaşılmamak için bunun proleterlerin varolan durumlarına razı olmak anlamına gelmediğini söylemek istiyorum. Marx’ta yukarıda aktardığım gibi proleterler arasında büyük sanayi işçilerinin önderliğinde bir çeşit hiyerarşi yani sınıf içi eşitsizlik vardır. Üstelik Marx’ın proletaryayı, sanayi proletaryası, tarım proletaryası ticaret ve idari hizmetler proletaryası gibi farklı katmanlara ayırdığı da aktarılmaktadır. 13 Ancak bu farklı katmanlar kendi özel varoluşlarından çok kapitalizmin onlar için sunduğu ideolojinin ortaklığı ile karakterize olurlar. Elbette proleterlerin farklı kesimleri için bu ideoloji kendini farklı biçimlerde gösterecektir. Ancak proleterlerin tümü için alındığında öne geçen bütüncül yanıltıcılıktır.

İkincisi, Marx’ın düzlemi ileriye doğru o kadar hareketlidir ki, proleterlerin farklı kesimleri, öncülük şemasından da belli olduğu üzere proleterleşme proletaryalaşma sürecinin ardışık aşamalarında olmakla birlikte, bir bütün oluşturmaktadırlar. 14 Proleterleşme o kadar hızlıdır ve öyle kuvvetli bir ortaklaştırıcı etkisi vardır ki, sonuçta proleterlerin eşitsizliğine baskın çıkacaktır. Böyle tanımlanınca, işçi sınıfının kendisi için sınıf olmasının önündeki her türlü engel yanıltıcı burjuva ideolojisinden kaynaklanır. Proletaryanın bir kere başladığında durdurulamayacak tarihsel yürüyüşü bu engelleri aştığı ölçüde devam edecek ve yürüdüğü ölçüde aşacaktır. Lenin ise bu kendiliğinden yürüyüşün engelleri aşamayacağını, proletaryanın tek başına ancak sendikal “bilince” varacağını ve “dışarıdan bilinci” formüle eder.

Sonuç olarak, Marx’ta kapitalizmin kaçınılmaz olarak yıkılacağı fikri, bunu kendi mezar kazıcılarını kaçınılmaz olarak yaratması zorunluluğuyla açıklama, Lenin’in el atmasına gerek duyulan bir öncülük fikri ve bir sınıf içi eşitsizlik düşüncesi var. Ancak Marx bu kadarla kalmaz. Onda “kendinde sınıfın” kendisi için sınıfa dönüşmesi arasındaki süreye yerleştirdiği bir proletarya oluşturma düşüncesi de vardır. Daha “neden proletarya?” sorusunu ele alırken, yukarıda alıntıladığım yanıtında bu düşünce bulunuyor. “Nerededir Almanya için olumlu çıkış yolu, kurtuluş olanağı İşte cevabımız. Köklü bağlarla yepyeni bir sınıf oluşturmak gerekir. Öyle bir sınıf ki… (abç)” Marx ve Engels Komünist Manifesto’da proleterleri önce bir sınıf ve daha sonra bir parti olarak organize etmekten söz ederler. 15 Üstelik bunlar salt düşünce olarak da kalmaz. Marx’ın Enternasyonal deneyimi, proletaryalaşmanın önünde o zamanlar en büyük engel olarak görünen Proudhonculuk ve Bakunincilikle mücadele etmekle geçer. Marx her fırsatta, işçi sınıfının ortak özelliğinin emek-gücü sahibi olmak olduğunu, işçi sınıfı için kurtuluşun emeği meta olmaktan çıkarmak yani komünizm olduğunu vurgular. Üçüncüsü, yine önemli bir engel olan milliyetçilikle mücadele eder.

Marx’ın ölümünden yaklaşık yüzon yıl sonra, baktığımızda sadece bu proletarya oluşturma işinin önümüzdeki en önemli görev olduğunu daha iyi anlıyoruz. Marx’tan bunca yıl sonra ve arada Lenin ve koskoca bir reel sosyalizm deneyimi yaşanmışken proletarya oluşturmakta süreç vurgusu ön plana alınmalı ve Marx’ın hareketli düzlemi daha çok tartışılmalıdır. Bugün kapitalizm bu proleterleşme işini, bizim proletaryalaştırma işimizde hesaba katmamızı gerektirecek şekilde daha ustalıklı yapmaktadır. Örneğin farklı ulus proleterleri arasında milliyetçilik ya da büyük sanayi işçileri ile küçük sanayide çalışan işçiler arasındaki din gibi geri ideolojiler kendilerini sanıldığından güçlü ve inatçı sorunlar olarak duyuruyorlar.

Proleterler

Yazının ilk bölümünde proleterlerin proletaryaya dönüşmesi sürecini ele almaya çalıştım. Bu bölümde ise proleter tanımı ile ilgili bazı sorunlara değineceğim.

İlk bölümde proleterlerin eşitsizliği vurgusu sanıyorum yeterince açıktır. Eşitsizlik kaynakları emek-güçlerinin farklı değerlerde olması, çalışma ortamlarının faklı özellikleri (örneğin büyük / küçük sanayi) ve farklı uluslara mensup olma olarak alınabilir. Bu bölümde, yukarıda sayılanlar kadar önemli bir başka konuyu ekleyeceğim: “Hizmet sektörü” sorunu. Bu konu aslında direkt olarak proleter tanımı ile ilgilidir. Konunun ciddiyetini gösteren uzun bir alıntıyla başlanabilir.

“1970’lerde ‘işçi sınıfı nedir’ sorusu dünya komünist hareketinde geniş olarak tartışıldı. Bu tartışmada “zayıf halka” Fransız Komünist Partisi’ydi. FKP, işçi sınıfını tanımlamada belirleyici ölçütün maddi üretim alanında artık-değer üretmek olduğunu öne sürüyordu. Yanlış görüşün odağıydı. Buna karşılık en başta ABD Komünist Partisi olmak üzere, Alman KP, Büyük Britanya KP doğru ya da doğruya yakın görüşler savunuyorlardı.

“Bu tartışmada savunduğu yanlışla bağlı olarak daha sonra FKP, ‘proletarya yoktur ki proletarya diktatörlüğü olsun’ gibilerinden bir sonuca ulaştı. Ötekiler bu tartışmada doğruyu savunuyorlardı da ne oldu? Onlardan bazıları da işçi sınıfının FKP’nin dediği gibi dar değil, tam tersine ezici bir çoğunluk olmasından hareketle başka bir yanlışa akıllarınca ‘kanıt’ buldular: Madem işçi sınıfı bu kadar çok, devrime ne gerek var, parlamenter yoldan başa geliriz olur biter!” 16

Batıda uzun zamandır tartışılan, kapitalizmin artık post-endüstriyel aşamaya geçtiği, hizmet sektörünün yani “beyaz yakalıların” giderek başat bir konuma geldikleri ve proleterlerin yani “mavi yakalıların” giderek azaldığı zırvalığıdır. Marksizmin 19. yüzyıla ait olduğu hikayesi de buradan çıkıyor. Burada asıl komik olan şey, bir takım insanların ciddi ciddi oturup renk renk yakalar dikmeyi marifet sanmasıdır. Tabii trajikomiğimiz de eksik değil, o da, kendilerine sosyalist diyenlerin de bu renkli yaka meselesini pek şık – en azından moda olduğu için bulmaları!

Biz Marx’ın “yüzyirmi küsur yıl önce” yazdıklarına bakalım. “Emek-sürecinde, insan faaliyeti .. emek araçlarının yardımı ile üzerinde çalışılan malzemede, başlangıçta tasarlanan bir değişikliği meydana getiriyor. Süreç üründe sona erer ve ürün bir kullanım değeridir… Eğer sürecin tümünü, sonucu açısından, ürün açısıdan incelersek, hem emek araçları, hem de emek konusunun üretim araçları olduğu, ve emeğin kendisinin üretken bir emek olduğu açıkça görülür.” 17 Ancak Marx bu tanımla yetinmez ve geliştirilmesini savunur. “Üretken emeğin ne olduğunu yalnız emek-süreci açısından belirlemeye yarayan bu yöntem, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan doğruya uyarlanamaz.” 18

“Emek süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı emekçi sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir.” 19 Marx burada, ekonomi politik geleneğine bağlı olarak toplumsal işbölümünün gelişmesini gözönüne almaktadır. “Sonraları… Ürün, bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve, kollektif emekçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri, emek konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir emekçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Emek-sürecinin bu ortaklaşa (cooperative) niteliği, gitgide daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki, üretken emek ve bunu sağlayan üretken emekçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız da gerekmez, kollektif emekçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir.Üretken emeğin yukarıda verilen ilk tanımı (bu bölümdeki ilk Marx alıntısına bakınız), yani maddi üretimin asıl niteliğinden çıkarılan tanımı bütünüyle alındığında, kollektif emekçi için de hâlâ doğrudur. Ama onu oluşturan üyeler teker teker alındığında geçerliliğini yitirir.” 20

Peki Marx’tan sonra “hizmet sektörü” (beyaz yakalılar) tezleri nasıl bu kadar ön plana çıktı? Hadi burjuva politikacıları, iktisatçıları kendi görevlerini yapıyorlar, ya bizim sosyalistlere ne demeli? Bu tezleri savunan tipik burjuva, bilimselliğini istatistiklere sarılmakla gösterir. Onun bilimselliği, “noktadan sonra iki basamak” kesinliğindedir. Bu kadar “kesin” kanıtlar karşısında bizim pılımızı pırtımızı toplayıp gideceğimize, herhalde ciddi ciddi inanmaktadır. Alelade bir istatistikte ulaşım, iletişim, ticaret gibi dağıtım hizmetleri, perakende satış hizmetleri, sağlık ve eğitim gibi “kâr gütmeyen” “hizmet”ler artmaktadır. Ve burada bizim yapmamız gereken, hızla gelişen bu sektörlerde çalışan emekçileri burjuva ekonomisinin bize yaptırmaya çalıştığı gibi toptan küçük burjuva olarak nitelendirmek değil, bu “sektörün” en azından bir kısmının giderek genişleyen kollektif üretim sürecinin bir parçasını oluşturduğunu görmektir. Örneğin, üretim sürecinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan taşımacılık işini, daha önce fabrika sahibinin ücretini ödediği bir kamyon şoförü yaparken, şimdi özel bir taşıma şirketi yaparsa hiç kimse buna ulaştırma “hizmeti” diyemez. Ya da, üretimin her zaman temel bir parçası olmuş iletişimde çalışan bir emekçi iletişim “hizmetleri” yapmıyordur. 21 Öyleyse ilk iş olarak istatistiğin artan rakamları arasına “karışmış” üretken emekçiler ayıklanmalıdır.

Buraya kadar söylenen hizmet sektörünün genişlemesi denen şeyin zayıf temeller üzerine kurulduğu oldu. Yine de, sorun tüm gövdesiyle ortada durmaktadır. Şu ana kadar artı-değer üretme / üretmeme’ye göre belirlenen ve ikincisini hizmet sektörü vs. diye adlandırmanın asıl nedeni olan şemaya dair hiç bir şey söylenmedi. Örneğin bir öğretmenin “maddi üretim alanında” bir şeyler üretmediği pekala birilerince iddia edilebilir. Öğretmenin el emeği, tebeşirle tahtaya birşeyler yazmak veya not defterini taşımaktan öteye pek gitmez. Bu konuda da Marx’ın söyledikleri yol açıcı olacaktır: “Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerinin kafaları üzerinde emek harcamasının yanısıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışyorsa, üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine, öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez.” 22

Kapitalist üretim tarzı bir artı-değer üretme tarzıdır. Kesinlikle tek artık-ürün sızdırma biçimi değil. Artık-ürün köleci toplumda da, feodalizmde de vardı. İkincisi, Ricardo’nun ekonomi politikte gerçekleştirdiği ilerlemeye bakarsak bunun toprak sahiplerinin gelirlerini yani toprak rantını kapitalistlerin kârı ve işçilerin ücretinden ayrı bir yere koymasına bağlı olduğunu görürüz. Ricardo’ya göre, toprak rantı ekonomi dışı etkenlere göre belirleniyordu. Ekonomik alanda olan asıl olay, kâr ve ücret toplamının belirlenmesiydi. Kâr ve rantı karşı karşıya koymak, Ricardo’ya yükselmekte olan burjuvazinin yanında yer almasını ve burjuvazinin çıkarlarını savunmayı sağlamıştır. Marx ise kâr, faiz ve rantı tek bir bütün içinde inceledi. Ona göre, bu üçü artık-değerin bileşenleriydi. Böylece Marx asıl karşı karşıya olanların kimler olduğunu gösterdi. 23

Üçüncüsü Marx’ta bütün olay artı-değerin “üretilme”sine indirgenemez. En az bunun kadar önemli olan, artı-değerin farklı kapitalistler arasında paylaşılmasıdır. Örneğin işçiden artı-değer sızdıran bir kapitalist, tek başına buna el koyamaz. Marx’ta üretim temel önemde olmakla birlikte, dağıtım süreci unutulmaz. Kapital‘in ikinci cildi tamamen dolaşım ilişkileri üzerinedir. Artı-değer üreten emekçileri proleter olarak kabul etmek, ancak ek değer üretmeyip artı-değerin kapitalistler arasında paylaşılmasında işlev gören emekçileri proleter kabul etmemek olanaksızdır. “Hizmet sektörü” kavramı burjuva iktisadının elindeki kullanımıyla, olsa olsa “kaotik bir kavram” 24 olabilir.

Komünistlerin yol açıcı olmaktan çok kafa karıştırıcı olan bu kavrama karşı dikkatli olmaları gerekiyor.

Dipnotlar

  1. Marx Karl, “Kapital”, Sol Yay., çev. A. Bilgi, c. 3, s. 776.
  2. a.g.e.
  3. Alman İdeolojisinden aktaran M. Çulhaoğlu, “İşçi Sınıfı: Nerede ve Nasıl?”, Gelenek, sayı 7, s. 51.
  4. Marx’tan aktaran H. Denis, “Ekonomik Doktrinler Tarihi”, Sosyal Yay, çev. A. Tokatlı, c. 2, s. 439.
  5. F. Engels, “Önsöz”, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., çev. S. Belli, s. 29.
  6. “Proletarya, proletarya diktatörlüğü ile egemen sınıf olarak kendisini oluşturmayı başardığı ölçüde kendisini bir sınıf olarak oluşturmayı tamamlar.” E. Balibar, “Proletarya Diktatörlüğü Üzerine”, Pencere Yay., çev. M. A. Akay, s. 70.
  7. Marx, a.g.e., c. 1, s. 59.
  8. Böyle görüşlerin olabileceğine inanmak çok zor. Bir tanesini alıntılıyorum: “Kapitalizm az-gelişmişlik meydana getirdi fakat azgelişmiş ülkeleri sömürdüğünden değil, onları yeteri kadar sömürmediğinden” G. Kay’den aktaran, Ç. Keyder, “Toplumsal Tarih Çalışmaları”, Dost Yay., çev. S. Tekay, s. 100.
  9. Engels’ten aktaran, Lenin, “Emperyalizm”, Sol Yay., çev. C. Süreyya, s. 129.
  10. Marx, “Poverty of Philosophy”, s. 145.
  11. Alman İdeolojisi’nden aktaran Çulhaoğlu, a.g.e., s.47 – 48.
  12. Bu konuda Marx’ın düşüncesinin gelişimini izlemek için şu yazıya bakılabilir. H. Seçkinoğlu, “Eşitsiz Gelişme Üzerine Bir Deneme” Gelenek, sayı 23.
  13. V. Bolsakov, “Gelişmiş Kapitalist Toplumlarda Orta Katmanların Başkaldırısı”, Konuk Yay., s. 37.
  14. Marx’ın bu eğiliminin kapitalist ülkelere bakışını gösteren şu alıntıyla anlaşılabileceğini sanıyorum. “Aslına bakılırsa konu, kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derecedegelişmiş olmaları değildir. Burada sözkonusu olan, bu yasaların kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir. Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan ülkeye ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir.” K.Marx, a.g.e., c. 1, s. 17.
  15. Marx’tan aktaran, R. Miliband, “Marxism and Politics”, s. 22.
  16. Emine Engin, “Marksizm’de İşçi Sınıfının Kapsamı ve Türkiye, Alev Yay., s. 13.
  17. Marx, a.g.e., c. 1, s. 197.
  18. a.g.e.
  19. a.g.e., s. 519.
  20. a.g.e., s. 520.
  21. Richard A. Walker, “Is There a Service Economy? The Changing Capitalist Division of Labour”, Science and Society, vol: 49, no: 1, Spring, 1985, s. 57 – 59.
  22. Marx, “Kapital”, c. 1, s. 520. Burası, E. Engin’in kitabında şöyle çevrilmiş: “… bir başöğretmen, öğrencilerin kafasına vurmaya ek olarak,okul sahibini zenginleştirmek için at gibi çalıştığı zaman, üretici emekçidir.” E. Engin, a.g.e., s. 46.
  23. Louis Althusser, “Reading Capital”, Verso, s. 91.
  24. Walker, a.g.e., s. 42.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×