Röportaj: ‘Uluslararası Komünist Hareket Yeni bir Başlangıç Döneminde’

20 Ocak 2007’de TKP tarafından düzenlenen “Doğu Sorunu” başlıklı uluslararası konferansa ve ertesi gün gerçekleştirilen TKP 8. Kongresi Türkiye Konferansı’na katılmak için İstanbul’a gelen Belçika Emek Partisi Siyasi Komitesi David Pestieau ile görüştük:

Partiniz Türkiye’de çok tanınmıyor. Dolayısıyla, uluslararası komünist harekete ve bu hareket içindeki konumunuza ilişkin değerlendirmelerinizi alarak başlayalım isterseniz. Ayrıca, bir süredir, Brüksel’de, her yıl çok sayıda ülkeden temsilcilerin katıldığı Uluslararası Komünist Seminer’i düzenliyorsunuz. Dilerseniz bu çalışmayla bağlantılı bir şekilde yanıtlayabilirsiniz.

Şuradan başlamama izin verin: Bizim açımızdan farklı ülkelerin komünist partileri arasındaki uluslararası ilişkiler çok önemli. Geçmişte, ilişkilerimizin o kadar gelişkin olmadığı dönemlerde daha fazla hata yaptığımızı gördük. Bugünse, uluslararası ilişkilerimiz sayesinde, farklı partilerle deneyimlerimizi paylaşabiliyor, hatalarımızı daha hızlı bir şekilde düzeltebiliyor ve diğer partilerin deneyimlerinden öğrenebiliyoruz.

Uluslararası Komünist Seminer’i gerçekleştirme girişimini Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra başlatmıştık. İlkini 1991 yılında düzenledik. Bizim için önemli olan, deneyimlerimizi açık bir şekilde paylaşmaktı. Uluslararası komünist hareket, çöküşten önce, parçalanmış durumdaydı. Sovyet yanlısı, Arnavut yanlısı ya da Çin yanlısı partiler ayrı yerlerde duruyordu. Ama bu temel akımların her biri, hem başarılı, işçi sınıfıyla güçlü bağlar kurmuş partileri, hem de çok sayıda hata yapmış, izole olmuş, yenilgiye uğramış partileri barındırıyordu kendi bünyelerinde. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, uluslararası komünist hareketin o dönemdeki sınırlarını aşan deneyim paylaşımlarına ihtiyacımızın bulunduğunu saptadık. Elbette, belirli bir asgari zemin üzerinde…

Sosyalizm, yalnızca emperyalizmin müdahaleleri yüzünden değil, ama aynı zamanda kendi hataları nedeniyle yenilgiye uğradı. Ve partimiz açısından, bu konuda bir özeleştiri de söz konusuydu.

Uluslararası Komünist Seminer sayesinde, diğer partileri daha yakından tanıma ve deneyimlerini öğrenme olanağını bulduk. 1991 sonrasında, uluslararası komünist hareket içinde önemli gelişmeler yaşandı. Bazı partiler tümüyle likide oldu, bazıları sosyal demokratlaştı, bazıları tümüyle farklı yollara girdi. 1990’lı yıllardaki toplantılarımızın ardındaki temel amaçlar, kardeşçe paylaşım, birbirimizi daha yakından tanıma ve 1989 çöküşü sonrasında ayaktaki ayakta kalma çabalarına katkıda bulunmaydı.

O dönemden bugüne bir şeylerin değiştiğini düşünüyor musunuz?

Ben de tam buna gelmek istiyordum. 21. yüzyılın başından bu yana, yeni bir evreye girmiş bulunuyoruz. Artık yalnızca deneyim paylaşımına değil, uluslararası komünist hareket açısından yeni bir başlangıcı örgütlemeye ihtiyacımız var.

20. yüzyılın başında, burjuva partiler ulusal sınırlar arasında bölünmüş durumdayken, Komünist Enternasyonal, farklı ülkelerin komünist partilerine öncülük edebilmişti. Bugünse, olası bir küresel savaş öncesinde, benzer bir öncülük bulunmuyor. Ama ortak eylemler düzenlemek konusunda daha fazla inisiyatif almamız gerekiyor. İçinde bulunduğumuz onyıl, ortak eylemlerin onyılı olmalı. Kararların tek bir merkezde alınmasını kastetmiyoruz. Bunun gerçekleşemeyeceğini biliyoruz. Şu aşamada sağlıklı da olmayacaktır. Ama emperyalizme karşı, küreselleşmeye karşı ortak mücadelemizi güçlendirmemiz gerekiyor. Bu, şu anda karşımızda duran en önemli görev. Örneğin, Küba’yı savunmak için ya da savaşa karşı, dünya çapında, koordineli bir şekilde mücadele etmemiz mümkün. Ortak mücadelemizi geliştirebileceğimize ilişkin ilk işaretler de çıktı ortaya. Yine örneğin, geçtiğimiz yıl, Avrupa Konseyi’nin gündemine giren anti-komünist karar tasarısına karşı, Avrupa ölçeğiyle sınırlı kalsa da neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde ortak eylemler düzenlenebildi. Bu kararın uygulanmasını engelleyebildik. Bu tür eylemler, uluslararası komünist hareketin deneyim paylaşmanın ötesine geçerek güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Bu onyılın sonunda, bu tür kampanyalar düzenlemek konusunda daha başarılı olabilmeliyiz.

Kuşkusuz, her ülkenin kendine özgü özellikleri var. Ama pek çok ortak küresel sorunumuz da var ve bunlarla ilgili çalışmalar yürütebiliriz. Irak Savaşı’na ya da IMF’ye, AB yasalarına karşı mücadele gibi… Avrupa Sol Partisi örneğinde olduğu gibi, eski komünist akımların uluslararası birliktelikler geliştirebildiğini görüyoruz. Buna bizim de ihtiyacımız var.

Biz, komünist harekete ilişkin tüm doğruları bildiğimizi iddia etmiyoruz. Küçük bir ülkenin küçük bir partisiyiz. Ama bizce, uluslararası komünist hareketin güçlenmesinin en önemli koşulu, tek tek ülkelerde güçlü partilere sahip olmamız. Eğer kendi ülkenizdeki geniş kitleleri etkileyemiyorsanız, uluslararası zeminde de büyük düşünemezsiniz.

İçinde bulunduğumuz onyılda, komünist partilerin kendi ülkelerinde güçlendiklerini, geçmiş dönemlerde yitirdiklerini geri kazanmaya başladığını görüyoruz. Ayrıca, emperyalizmin yeni tehditlerinin yanında, belirginleşen pek çok zayıflığı da bulunuyor. 2001’den bu yana dünyadaki durum değişiyor. ABD emperyalizmi Irak’ta büyük bir yenilgiyle karşılaştı. Latin Amerika’da, uluslararası komünist hareket üzerinde de olumlu etkilerde bulunan gelişmeler yaşanıyor. Uluslararası ölçekte daha ileri adımlar atmanın ve yerel ölçekte kitleselleşmenin nesnel koşulları bulunuyor.

Geçmişte Sovyetler Birliği’ne yakın komünist partiler için “revizyonist” kavramını kullanıyordunuz. Bu kavramı geri çekmiş olmanız yalnızca siyasal kaygılarınızla mı ilgili, yoksa aynı zamanda teorik bir yaklaşım değişikliğini mi yansıtıyor?

Partileri “revizyonist olan ve olmayan örgütler” şeklinde sınıflandırmamak konusunda özen gösteriyoruz. Daha önce söylediğim gibi, geçmişte “revizyonist” olarak anılan, ama devrimci olarak gördüğümüz partiler var. Bu konuda çok dikkatli olmalıyız. Geçmişte, her bir partinin gerçek durumunu çok iyi bilmiyorduk. Sovyetler Birliği’nden yana olan partilerin her konuda Sovyetler ile aynı şeyleri söylediğini zannediyorduk. Ama Yunanistan Komünist Partisi ya da Portekiz Komünist Partisi gibi bugün de devrimci olan partilerin çeşitli konularda farklı görüşlere sahip olduğunu öğrendik.

Bugün de, 1956 yılındaki kongrenin Sovyetler Birliği Komünist Partisi açısından bir dönüm noktası oluşturduğunu düşünüyoruz. Hruşov’un “iktidarın parlamenter yollarla el değiştirmesi” ya da “tüm halkın partisi” gibi kavramları ortaya atması uluslararası komünist hareket için bir dönüm noktasıydı ve bu olumlu bir gelişme değildi. Ama bir konudaki düşüncemiz değişti: Çinlilerin ve SBKP’nin yeni tezlerini eleştiren diğer kesimlerin de zayıflıkları vardı. “Revizyonist” kavramını “hegemonyacı” ve “sosyal emperyalist” kavramları izledi; ama bunlar abartılı, gerçeğe dayanmayan kavramlardı. Daha 1989 öncesinde bu yaklaşımlardan uzaklaşmıştık. Çöküşten önce, Sovyetler Birliği’ndeki düzenin “sosyal emperyalizm” ya da “devlet kapitalizmi” olarak nitelenemeyeceğini saptadık. Sosyalizmin pek çok kazanımı korunuyordu ve mücadele eden komünistler vardı.

Çöküşten sonra, Sovyet yanlısı partilerin çok farklı konumlar aldığını gördük. Bunlardan bazıları likide oldu. Ama Maoist partiler arasında da likide olanlar vardı.

Diğer taraftan, Maoist kökenden gelmekle birlikte, artık Maoist olduğumuzu söylemiyoruz. Maoizmin, Marksizm-Leninizmin daha ileri bir aşaması olduğunu savunmuyoruz.

Maoist hareket içinde, partinin kuruluşu ve parti içi mücadele ile ilgili olarak “sol sapma” kategorisine giren pek çok görüş vardı. Örneğin, bölünme eğilimi güçlüydü.

Özetle, görüşlerimizi ideolojik ve siyasal nedenlerle değiştirdik. Ama yine de karmaşık bir konu hakkında konuşuyoruz. 1956’nın bir dönüm noktası olduğuna hâlâ inanıyoruz. Ne var ki, nitel nihai bir dönüm noktası değildi.

Ülke olarak, Avrupa Birliği’nin ve NATO’nun yönetim organlarına ev sahipliği yapıyorsunuz. Bu konumunuzun, ülkenizdeki mücadeleniz açısından getirdiği avantaj ve dezavantajlar konusunda neler söyleyebilirsiniz? Halkınız bu konularda ne düşünüyor Söz konusu kurumlara ev sahipliği yapmaktan dolayı mutlu oldukları söylenebilir mi?

Belçika, küçük bir ülke. Avrupa’nın merkezindeki küçük bir ülke olan Belçika’nın burjuvazisi, Başta Fransız ve Alman şirketleri olmak üzere Avrupa şirketleriyle işbirliği ve uluslararası bağlantıları sayesinde varlığını koruyor. Bu nedenle AB’yi hararetli bir şekilde destekliyor ve hatta bütünleşme projelerine öncülük ediyorlar. Bazı İskandinav ülkelerinden ya da İngiltere’den farklı olarak, Belçika’da, AB karşıtlığının sermaye sınıfı içinde ekonomik bir zemini bulunmuyor.

Emekçiler açısından bakarsak, 1980’lerde ve ‘90’larda AB konusunda hayli mutlu oldukları söylenebilir. AB’nin iyi şeyler getireceğini, kalkınma sağlayacağını, Belçika’nın merkezi konumunun da bir avantaj olduğunu düşünüyorlardı. Ama özelleştirmelerin ve sosyal kesintilerin damga vurduğu yirmi yıllık bir sürecin sonunda, bunların AB ile bağlarının görülmesi oranında, belirli soru işaretlerinin oluştuğu görüyoruz. AB karşıtlığı olmasa bile, AB’nin değiştirilmesi, “sosyal Avrupa”nın güçlendirilmesi gerektiği düşüncesi güç kazanıyor.

Biz bu görüşü eleştiriyoruz. AB’ye açıkça karşıyız.

Avrupa Anayasası ile ilgili tartışmalar yaşanmıştı. Ama Belçika burjuvazisi bu konunun referanduma taşınmasını istemedi. Biz de Hollanda ve Fransa’daki referandumları kullanmaya çalıştık. Bir referandum yapılmadığından, halkımızın gerçek duygularını kesin olarak ölçme olanağını da bulamadık.

Ancak özellikle 2005’te emeklilik sistemi reformlarına karşı ciddi bir mücadele yürütüldü ve bu arada iki günlük bir genel grev yapıldı. Kuşkusuz, bu tür reformlarla AB arasında güçlü bağlar var. Ne var ki, öncü işçiler olmasa bile geniş kitleler reformların temel sorumlusunun AB olduğunu henüz göremiyor. Öncü işçiler arasında AB karşıtlığı güç kazanmış olsa bile, aynı durum geniş kitleler için henüz geçerli değil. Bu açıdan bakıldığında, AB’nin merkezinde olmak bir avantaj sayılamaz..

Belçika’daki AB’nin kurumları, ülkenin dışında gibi aslında. Bu söylediğim, NATO’nun kurumları için çok daha geçerli; Brüksel’in hayli uzağında, yalıtık durumdalar. Diğer taraftan, insanların AB’ye karşı çıkmasına yol açan en önemli etmenlerden biri, AB bürokrasisi. Brüksel’deki AB bürokratları yüzünden konut fiyatları yükseliyor ve yaşam pahalılaşıyor. Brüksel’deki sıradan insanların gözünde, vergi ödemeyen, binlerce avroya ev kiralayan, tüm kiraların artmasına yol açan insanlar bunlar…

Bizimse, kuşkusuz, uluslararası komünist hareketin bir bileşeni olarak, bu başlığı daha etkili bir şekilde ele almak gibi özel bir görevimiz var. AB’ye karşı Avrupa ölçeğinde eylemler de düzenlememiz gerekiyor. Brüksel’de bir zirve gerçekleştiğinde bunu yapmıştık. Uluslararası Komünist Seminer’in son toplantısında, anti-komünist karar tasarısına karşı ortak bir metni imzaya açtık.

“Sosyal Avrupa” beklentisi üzerinde durdunuz. Avrupa Sol Partisi (ASP) de bunu hedefliyor. ASP’nin halkın bugünkü duygularına daha fazla hitap ettiği söylenebilir mi?

Son kongremizde vurguladığımız üzere, öncelikli görevimizin, AB’nin merkezinde yer alan kurucu ülkelerden biri olarak Belçika’yı AB’nin dışına çıkarmaya çalışmak olduğuna inanmıyoruz. Merkezdeki bir ülke olarak, bizim için tek alternatif, federal bir sosyalist Avrupa.

Ama Lenin’in de yazmış olduğu gibi, bir Avrupa Birleşik Devletleri, ya ulaşılması olanaksız bir hedeftir, ya da gerici bir hedef. Şu anda gördüğümüz, gerici bir Avrupa. Sosyal bir Avrupa’nın olabileceği görüşünü reddediyoruz. Bu açıdan, Türk ve Yunan yoldaşlarımızın, Doğu Avrupa’daki komünist partilerin yaklaşımlarını benimsiyoruz. “Sosyal Avrupa”nın, daha doğrusu kapitalist Avrupa’nın bir geleceğinin bulunmadığını söylüyoruz. Ama bu konuda, komşularımızla birlikte hareket etmeyi temel alıyoruz. Eğer bir devrimci hareket oluşacaksa, bu, geçmişte olduğu gibi, Avrupa’nın merkezinde bulunan ülkelerin tümünde eş zamanlı olarak ortaya çıkacaktır.

ASP, sosyal demokrat bir parti. Onlar, Avrupa’da AB karşıtı hislerin güçlenmekte olduğunu bilmekle birlikte, bu eğilimi tersine çevirmek istiyor. Bunu Avrupa Anayasası tartışmaları sırasında gördük. Hollanda’daki referandumda anayasa tasarısı özellikle emekçilerin ve işçi sınıfının oylarıyla reddedildi. Fransa’da oy kullanan tüm seçmenlerin yüzde 56’sı tasarıya karşı çıkarken bu oran sanayi işçileri arasında yüzde 80’lere kadar yükseldi. AB karşıtlığının Avrupa işçi sınıfı içinde daha güçlü bir zemini var. Solda ise bir bölünme gözlendi. ASP, yeni bir anayasadan, bir “B planı”ndan, barışçıl, sosyal ve demokratik bir AB’den söz ediyor. Bizse bunlara kesinlikle inanmıyoruz ve bu düşüncelerle mücadele ediyoruz.

Farklı amaçlara sahip kesimlerle ittifak kurabilirsiniz; ama bir sonraki aşamada alternatif göstermeniz gerekir. Batı Avrupa’da sosyal demokrat görüşlerin işçi sınıfı hareketi içinde hâlâ güçlü olduğu açık. Bu da göğüslememiz gereken sorunlardan biri. AB karşıtı hisler nesnel olarak güçleniyor. Ama bunlar arasında farklılaşmalar var. ASP projesi, AB açısından tam da bu çerçevede önem taşıyor.

Afrika ülkeleriyle ve özellikle Kongo Demokratik Cumhuriyeti’yle yakın ilişkileriniz var. Bu açıdan bakıldığında uluslararası komünist hareket içinde de özgün bir konumda bulunuyorsunuz. Söz konusu ilişkiler sizin için neden önemli?

Belçikalı komünistler olarak, Kongo’ya karşı özel bir sorumluluğumuz, tarihsel bir borcumuz var. Bildiğiniz gibi Kongo, Belçika’nın bir sömürgesiydi. Hatta, sömürge bile değil, Belçika Kralı II. Leopold’un özel mülküydü. Bu ülkede en ağır sömürü koşulları yaşanmış ve bazı araştırmalara göre sömürgeleştirme sürecinde 10 milyondan fazla Kongolu ölmüştü. 1960’lı yıllarda ise, bağımsızlığın ardından, ülkenin ilk devlet başkanı olan (Partice) Lumumba Belçika ajanları tarafından öldürülmüştü. Bu gerçek, yakın geçmişte, Belçika’daki meclis araştırmalarıyla da ortaya çıkarılmış durumda.

Yönetimimiz sömürgeci olduğu için, Kongo’nun ilk ulusalcı başkanını öldürdüğü için, Mobutu’nun (Sese Seko) kurtuluş hareketini kırmasına izin verildiği için borçluyuz. Dolayısıyla, Kongoluların kurtuluş mücadelesini çözümlemek ve emperyalizme karşı yürüttükleri bu mücadeleyi desteklemek zorundayız. Desteğimizin teorik bir boyutu da bulunuyor. 1960’lardaki mücadeleye ilişkin teorik çözümlemelerimizi kitap haline de getirdik. Kongo’daki solcularla yakın ilişkilerimiz var. Zaten, bunların çoğu Belçika’da mülteciydi.

Mobutu’ya karşı mücadele edenlerin tümü iyi bir çizgide değildi. Bunlar arasında oportünistler de vardı. Kongo, doğal kaynaklar açısından çok zengin olmakla birlikte çok geri ve çok yoksul bir ülkeydi. Sömürgeciliğin ve yeni sömürgeciliğin talanına uğramıştı. Bizse, Kongolulara dostluk temelinde yardım etmek istedik. Kurtuluş hareketinin lideri olan (Larent-Desire) Kabila ile bağlantı halindeydik. Mobutu’yu ülkeden ayrılmak zorunda bıraktılar. Bunun ardından, Kongolulara yeni dönemde de yardım edebileceğimize karar verdik. Dayanışma kampanyaları düzenledik. Ülkenin başkenti Kinhasa’daki sosyal çalışmaları destekledik.

Ama ülke tümüyle talan edilmiş ve siyasallaşma düzeyi de çok geri olduğundan, Kongo’daki siyasal gelişmeler karmaşık bir seyir izliyor. Kabila’nın, iyi bir yapılanmaya sahip olmakla birlikte çok küçük bir partisi vardı ve çözüm bulma olanakları sınırlıydı. Sömürgecilik karşıtı, anti-emperyalist bir iktidar vardı, ama toplumsal örgütler çok zayıftı. Hedeflerin hayata geçirilmesi çok zordu. Kongo’nun tarihi de bakanların, bürokratların yolsuzluklarının tarihiydi aynı zamanda. Ulusalcı düşünceler güçlü değildi. Tüm bu nedenlerle, devrimci süreci ileriye taşımak zordu. Kabila da ülkedeki etkisini korumak için zikzaklar çizmek, uzlaşmalar yapmak zorunda kaldı. 1997’de, Ruanda ve Uganda’nın desteğini aldı. ABD de, Mobutu’yu Kongo’dan atmak için Kabila’yı desteklemişti. Ama Kabila, Ruanda ve Uganda’ya ihtiyacının olmadığını, Lumumba döneminin uygulamalarına geri dönüleceğini ilan ettiğinde, muhalefetle bağ kurdu. 1998 yılının Ağustos ayında büyük bir savaş patlak verdi. Halkı harekete geçiren Kabila, Ruanda ile Uganda’ya karşı Zimbabwe ve Angola ile ittifak kurdu. Ancak Kabila 2001’de suikaste uğradı. Güçlü siyasal partiler yoktu, yolsuzluğa batmış bir devlet vardı, ulusalcı düşünceler çok zayıftı ve ülke büyük bir savaşla karşı karşıyaydı. Açlık ve hastalık gibi nedenlerin de katkısıyla 4 milyondan fazla insan bu savaş sırasında öldü. 2001’de, Kabila’nın oğlu (Joseph Kabila Kabange) iktidarı aldı. Buna hazır değildi. 33 yaşında, deneyimsiz bir insandı. Siyasal güç açısından, Kabila zayıf, oğluysa daha da zayıftı. Ama çok temel bir karar aldı: Savaşı durdurarak seçimlere gitmek. Artık savaş yok. Seçimleri de Kabila kazandı. Ne var ki durum değişmedi: Politikacıların çoğu, siyasetle değil parayla ilgileniyor. Kendileri, aileleri, tanıdıkları için para kazanmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla emperyalistler tarafından satın alınabilir durumdalar. Kongo’daki durum hâlâ karışık ve 10 yıl önceki koşullar bugün de geçerli. Örgütlü hareketler çok zayıf.

Afrika’daki diğer partilerin koşulları çok farklı. Afrika, çok büyük bir kıta. Batı Afrika ülkeleri ile Senegal’de ulusal hareketler vardı. Somali’de, Sudan’da, Etiyopya’da yakın geçmişte önemli gelişmeler yaşandı. Afrika ülkelerinin çoğu devrimci geleneklerden yoksun ve bu da devrimci hareketlerin işini zorlaştırıyor. Uluslararası komünist hareketin desteğine ihtiyaçları var. Afrika’daki durum, Latin Amerika ya da Asya’dakinden çok farklı. Güney Afrika Cumhuriyeti ve Arap ülkeleri dışında, bu kıtanın ülkelerinde komünist partiler bile yoktu. Kuzey Afrika’nın durumu ise apayrı.

Bizim açımızdan temel önem taşıyan nokta şu: Tüm emperyalist güçlere karşı, Belçika emperyalizmine ve Avrupa emperyalizmine karşı mücadele etmek zorundayız. Enternasyonalistler olarak, onların karşısına çıkmak zorundayız. Lenin, emperyalist ülkelerde yaşayanların, kendi emperyalist, sömürgeci iktidarlarına karşı mücadele etmek zorunda olduğunu söylemişti. Belçika’daki durumumuz bu. Belçika, göreli zenginliğini başta Kongo olmak üzere Afrika ülkelerindeki sömürgeci politikalarına borçlu. Belçika halkının ideolojik açıdan özgürleşmesi bu durumun değişmesine bağlı.

Son olarak şunu eklemem gerekiyor: Brüksel’de, çoğunluğunu Fas’tan gelenlerin oluşturduğu çok büyük bir Arap topluluğu var. Bazı semt okullarında Faslı öğrencilerin oranı yüzde 50’nin üzerinde. Belçikalıların yaş ortalaması giderek yükseliyor ve göçmen çocuklarının genç nüfusa oranı büyüyor. Gelecekte, nüfusun yüzde 50’si Fas kökenlilerden oluşacak. Bu da ırkçılığa ve sömürgeciliğe karşı mücadelenin önemini artırıyor. Belçika’daki ırkçılık temel olarak Arapları ve Faslıları hedef alıyor. Arap karşıtı ırkçılık 2001’den önce çıkmıştı ortaya. 2001’den sonra, Müslümanlara karşı ırkçılık, tüm emperyalist ülkelerde yükseltildi. Bu arada Belçika’daki azınlık (hatta giderek çoğunluk) sorunu giderek önem kazandı. Irak Savaşı’na ve Lübnan Savaşı’na karşı mücadele için harekete geçen kitlelerin önemli bir bölümü Arap ülkeleri kökenliydi.

Irak’taki işgale karşı uluslararası ölçekte yürütülen mücadele hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz de, başta Brüksel Mahkemesi olmak üzere, Irak’taki direnişi destekleyen çeşitli hareketlerin içinde yer aldınız. Ne tür somut deneyimleriniz var?

Bugüne kadar, farklı kesimlerden Iraklılarla birlikte çalıştık. Ama şunu kabul etmeliyiz: Şu anda, Irak’ın işgaline karşı yürütülen mücadele o kadar güçlü değil. Bunun hem nesnel hem de öznel nedenleri var.

Nesnel nedenlerle başlarsak, Belçika, tıpkı Almanya ve Fransa gibi savaşa doğrudan katılmamış olduğundan, geniş kitleleri savaş karşıtı mücadeleye kazanmak daha zor. Hollandalılar ya da İtalyanlar gibi Irak’ta askerleriniz olsa, onların geri dönmesini istersiniz. Belçika’da ise halkın daha pasif bir tutumu var, çünkü hükümetlerinin belirli şekillerde ABD emperyalizmine karşı çıktığı kanısındalar. Gösteriler düzenlendi, savaşa girilmesi engellendi, bundan fazla ne yapılabilir ki, diye düşünüyorlar.

Öznel olarak, AB’nin bu savaştaki rolünü açığa çıkarmak, Afganistan’a asker gönderildiğini hatırlatmak, AB’nin kendi hedeflerine sahip olduğunu vurgulamak, direnişi desteklemediğini göstermek zorundayız. Bu açıdan, geniş kitleler üzerinde büyük bir etkimiz yok. Çeşitli eylemler düzenlemeyi sürdürüyoruz, ama 2001 ve 2003 yıllarına oranla çok daha sınırlı bir kesimi harekete geçirebiliyoruz. Diğer yandan NATO’ya, Belçika’daki üslerin savaş için kullanılmasına karşı çıkmalıyız, ama bunlar konusunda da yeterli açıklığı sağlayamıyoruz.

Bir başka öznel faktör şu: Avrupa’daki barış hareket içinde burjuva pasifizminin bir ağırlığı bulunuyor. Bu hareket, gerçek anlamıyla anti-emperyalist değil, pasifist bir hareketti. Körfez Savaşı, Yugoslavya Savaşı ve Irak Savaşı öncesinde ABD’ye karşı çıkıldı ama direniş hareketleri desteklenmedi. Savaş başladığında hareket de parçalandı her seferinde. Savaşlar ve bugünkü işgal sırasında kitlelere savaşın doğasını ve direnme hakkını anlatma çabasını gösterdik ve gösteriyoruz, ama bu, zorlu bir görev. Direniş hakkında bilgi edinmek ve aktarmak çok önemli. Bu nedenle, Türkçe’ye de çevrilen bir kitap yayımladık.1 Başka güçlerle birlikte Brüksel Mahkemesi’ni kurduk. Şu anda Irak’ta insani temelde çalışmalar yürütülüyor. Sağlık hizmetlerini, hastaneleri destekliyoruz. Ama tüm bunlar gerçek bir hareket yaratmak için yeterli değil. Yine hem nesnel hem de öznel nedenlerle… Direniş hareketi içinde İslamcıların, fanatik kesimlerin varlığı nedeniyle Batı Avrupa’daki barış hareketi paralize olmuş durumda. ABD’li subaylardan biri, El-Kaide’ye karşı yürütülen savaşın, geçtiğimiz dönemin en başarılı psikolojik savaş örneklerinden biri olduğunu açıklamıştı. Direniş söz konusu olduğunda, ulusal hareketler yerine İslamcı fanatiklerin akla gelmesini sağlayabiliyorlar.

Ama şuna inanıyoruz: ABD’deki savaş karşıtı hareket güçleniyor ve bu, yalnızca düşüncelerin güç kazanmasının değil, asıl olarak bu ülkedeki kitlelerin somut deneyimlerinin ürünü. Yakınları ölen insanların sayısı artıyor. Yalnızca pasifistler ya da barış aktivistleri değil, sıradan insanlar da savaş karşıtı hareketin bir parçası haline geliyor. Ama Irak’ta askerlerimiz olmadığı için, Avrupa’daki durum daha farklı. İran’a yönelik savaş planları ve olası bir ekonomik kriz karşımıza yeni fırsatlar çıkaracaktır, daha büyük savaş karşıtı hareketler yaratmak konusunda. Bunlar için hazırlanmak, öncü güçleri buna hazırlamak zorundayız.

Irak’taki nesnel durum, emperyalizmin en büyük yenilgilerinden biriyle karşılaşmış olması. Kazanmak için her şeyi yapmak, daha da ileri gitmek zorundalar. Suriye’yle, İran’la karşı karşıya gelecekler. Suudi Arabistan ve Mısır gibi Batı yanlısı ülkelerden daha fazla destek almak, Türkiye gibi ülkelerdeki kriz dinamiklerini güçlendirmek zorundalar. Tüm bunlar çok daha karmaşık gelişmelere yol açacak ve emperyalistler arası çelişkileri de güçlendirecek. Önümüzdeki yıllarda Müslüman ülkelerde de büyük kitle hareketleri ortaya çıkabilir. Ortadoğu, dünya ölçeğindeki gelişmelerin merkezinde yer alıyor. Ama savaşlar, yalnızca savaş alanında değil, aynı zamanda cephe gerisinde kazanılır ya da kaybedilir. Biz de kendi ülkemizde yürüttüğümüz çalışmaları bu gözle değerlendiriyoruz.

Yakın geçmişte ülkenizde seçimler vardı. Ne tür hedefler koymuştunuz ve sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Seçimler Ekim ayında yapıldı. Yerel seçimlerdi bunlar. Biz de iyi sonuçlar elde ettik. Yerel seçimler olduğu için, yerel hedeflere ve işçi sınıfının yoğun olduğu yerelliklere odaklanabildik. Amacımız, geniş kitleler üzerindeki henüz sınırlı olan etkimizi artırmaktı. Bunun için, çalışma tarzımızda değişikliklere gittik. Yalnızca örgütsel çalışma tarzımızı değil, aynı zamanda siyaset yapma tarzımızı değiştirdik.

Bizim deneyimimiz şöyle özetlenebilir: Öncü ile kitlenin düşünme biçimleri farklıdır. Kitlelerin düşünceleri, sistemle karşı karşıya geldikleri ölçüde değişir. Geçmişte, özellikle seçim dönemlerinde bu farkı yeterince gözetmemiştik. Örneğin, yerel seçimlerde ulusal sorunları hatta uluslararası sorunları gündeme taşımaya çalışmıştık. Ama geniş kitleler bununla ilgilenmiyordu. Öncü kesimleri tabii ki eğitmemiz gerekiyor. Ama geniş kitleler söz konusu olduğunda onların beklentilerini daha fazla dikkate almalı, bunlardan hareket etmelisiniz. Bu çerçevede, stratejimizi değil ama taktiklerimizi değiştirmeye karar verdik.

Daha çok sayıda koltuk kazanmak için 7 yerel birime yoğunlaştık…

Toplam kaç yerel birim vardı?

Tüm Belçika’da yaklaşık 500 tane. Ama biz güçlü olduğumuz, çalışma yürüttüğümüz, geçmişte de daha yüksek oy oranlarına ulaştığımız yerelliklere ağırlık verdik. Önceki seçimlerde 65 yerellikte seçimlere girmiş, ama hepsinde eşit ağırlıklı, benzer bütçeli çalışmalar yürütmüştük. Bu kez yine benzer sayıda yerellikte seçimlere girmekle birlikte kadrolarımızı ve paramızı büyük oranda, nüfusları 20 bin ile 70-80 bin arasında değişen 7 yerelliğe ayırdık. Buna yönelik bir örgütlenmeye gittik ve bilinç yarattık. Hedeflediğimiz sonuçlar arasında yerel konseylerde daha fazla sayıda koltuk kazanmak vardı; ama bu, tek hedefimiz değildi tabii ki.

Her bir konseyde kaç koltuk var?

20 ile 40 arasında değişiyor. Yüzde 4-5 oyla bir koltuk kazanabiliyorsunuz. Geçmişte 2-4 koltuktan daha fazlasını kazanamamıştık. Ülke genelinde yüzde 1 oy aldığımızda bile. Bu kez, başarılı olacağımız yerlerden hareketle bütün üzerindeki etkimizi artırabileceğimizi düşündük. İşçi sınıfının yoğun olarak bulunduğu yerlerde ve bu arada tıp merkezlerimizin bulunduğu yerelliklerde çalışma yaptık. Doktorlarımız uzun süredir ücretsiz olarak sağlık hizmeti veriyor. İnsanlar bizi biliyor, çalışmalarımızı takdir ediyor. Ama bu, insanları etkilemek için yeterli değildi. Bizi takdir ediyorlardı, ama sıra seçimlere geldiğinde başka ihtiyaçları ön plana çıkıyordu. Bu kez, yerel konular üzerinde de durmaya karar verdik. Tabii ki komünistçe ve anti-kapitalist bir tarzla… 7 yerellikte toplam 8 koltuk kazanmayı hedefledik. 3 konseyde temsilcilerimiz vardı; bunların sayısını 5’e çıkarmayı hedefledik.

Aylar süren yoğun bir çalışmanın sonunda, 8 yerel konseyde 15 koltuk kazandık…

Sekizincisi bir tesadüf müydü?

7 hedefimizden 6’sında başardık, birinde başaramadık. Bunların dışındaki iki yerellikte de birer koltuk kazandık. Hatta bir yerellikte, yüzde 21 oy elde ederek 6 koltuk kazandık. İşçi ağırlıklı bu yerellikte geçmişte 2 koltuğumuz vardı. Bu, en önemli olmasa bile en çarpıcı başarımızdı. Yüzde 21, komünistler için alışkın olunmayan bir oran…

Ama büyük yerel konseylerde de, yüzde 4, 5 ve 10 gibi oranlara ulaşarak, 1-2 koltuk kazanmayı başardık. Toplam koltuk sayımız 5’ten 15’e, yani üç katına çıktı. Kitlelerle bağ kurmak konusunda çok şey öğrendik. İşçileri, tartışmalardan çok somut kararlarla ilgilenen insanları çok basit yollarla örgütlemeyi öğrendik örneğin. Sonuç elde ederek geniş kitleler içindeki çalışmamızda ilerleme kaydetmiş olduk. Şu anda bizim için tümüyle yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bazı yerlerde çoğunluğun bir parçası haline geldik. Anvers’e bağlı bir yerellikte 2 koltuk kazandık örneğin. İlgili konseyde, yüzde 32 oy alan faşistlerin 21 koltuğu var. Bu konseyin yönetimini faşistlere bırakmamak için, tüm burjuva partilerin, bizim de katılacağımız bir birlik oluşturması zorunlu. Başka şansları yok.

O zaman siz de egemen sınıfın bir parçası haline mi geldiniz?

Şu anda tartıştığımız konu bu. Temel amacımız, etkimizi artırmak. Konu, ulusal bir krize dönüşmüş durumda. Yerel düzeyde başladı, kent düzeyine taşındı ve şu anda ulusal ölçekte tartışılıyor. “Komünistlerle birlikte cephe mi kuracağız Onlar da faşistler gibi anti-demokratik değil mi” diyenler var. Bizim de manevra yapmamız, faşistlerin başa geçmesini engellememiz gerekiyor. Ama bunun yanında, bazı sosyal ilerlemelerin de gerçekleşmesini sağlamalıyız.

Kuşkusuz, yerel organlar, egemen sınıfın en önemsiz organları. Portekiz ve Yunanistan’da da komünistlerin pek çok yerel mevzisi var. Ama bizim için yeni bir deneyim söz konusu. Ayrıca, ülke ölçeğindeki tartışmaların tümüyle dışında olduğumuz duruma göre, daha elverişli koşullarla karşı karşıyayız tabii ki.

Şimdi, yeni bir seçim var gündemimizde. 10 Haziran’da genel seçimler yapılacak. Çok daha karmaşık bir tablo var karşımızda. Meclise girebilmek için ülke genelinde yüzde 5’in üzerinde oy almak zorundayız. Bu oranın üzerine ancak 8 yerellikte çıkabildik. Dolayısıyla barajı geçme şansımız bulunmuyor. Belki dört yıl sonra, belki daha uzun bir vadede hedefleyebiliriz bunu. Zamana ihtiyacımız var.

Bizim açımızdan çok önemli olan bir başka nokta, ulusal medyanın hakkımızda haber yapmaya başlamış olması. Bizim hakkımızda da konuşmak zorunda kaldılar. “Komünistler Belçika’ya geri dönüyor” türü başlıklar atıldı. Ulusal basın, adımızı ilk kez anmaya başladı. Bu da partimize yönelik ilgiyi artırdı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden 15 yıl sonra, komünistlerin, aktif çalışma yürüttükleri yerlerde büyümelerinin nesnel koşulları var. Etkimizi artırabiliyoruz ve bunu burjuvazi de görüyor ve korkuyorlar. Medyanın gelecekte bize karşı yayın yapmaya başlayacağını tahmin edebiliriz. AB’nin anti-komünist karar tasarısını başkaları izleyecektir. Ama şu anda geniş kitlelere kendi mesajlarımızı iletme olanağını kullanıyoruz. Evet, komünistler var, kitlelerle bağlarını güçlendiriyorlar.

Kuşkusuz, en önemli görevimiz, seçimlerde değil, sınıf mücadelelerinde başarı kazanmak. Seçimleri de işçi sınıfı içindeki örgütlülüğümüzü artırmak için kullanıyoruz. Fabrikalarda çalışma yürütmek zorundayız. Parti olarak temel aldığımız çalışma bu. Geçmişten ve başka komünist partilerin deneyimlerinden de bildiğimiz tehlike şu: Seçim başarısı, asıl işlerimizi bir yana bırakmamıza, sınıf mücadelesini, fabrikaları, sokaklarda çalışmayı bir yana bırakmamıza yol açabilir. Yerel seçimleri, sınıf mücadelesini güçlendirmek için kullanmalıyız. Yerel konseylerdeki mevzilerimizi de aynı amaçla kullanıyoruz. Nitekim, konseylerdeki üyelerimiz, bu konumlarından, kendi yerelliklerinde mücadele örgütlemek için yararlanıyor.

Koltuk sahibi olmak, devlet aygıtı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak anlamına geliyor mu?

Kuşkusuz… Yerel mevzilerimizi üç amaçla kullanıyoruz. Birincisi, konseylerde temsilcileriniz olduğunda, düşüncelerinizi daha geniş bir kesime aktarabiliyorsunuz. Geçtiğimiz yıllarda da konseylerin toplantılarına insanları katmaya çalıştık. Bir yerde yerel bir havuzun kapatılmasına, bir başka yerde sosyal kesintilere karşı mücadele edildi. İnsanları konsey toplantılarına kattığınızda, onları belediye başkanlarıyla sosyal demokratlarla karşı karşıya getiriyorsunuz. Sosyal demokratların gerçek kimliğini görebiliyorlar.

İkinci olarak, halkın desteğiyle bazı reformlar yapmaya çalışıyoruz. Bizler devrimciyiz, ama reformlara karşı değiliz. Kitle hareketine dayanan reformlar için de çalışıyoruz. Bazı vergilerin kaldırılmasını sağladık, örneğin.

Üçüncüsü, daha fazla bilgi sahibi oluyoruz. Ama yerel ölçekte bunun sınırları var. En önemli kazanımımız bu değil.

Yerel ölçekte yaptıklarımızı ulusal ölçeğe de taşıyoruz. İlaç fiyatlarıyla ilgili bir kampanya yürüttük örneğin. Hekimlerin önerileri doğrultusunda başlattık bu çalışmayı. Ülkemizdeki ilaç fiyatlarını başka ülkelerin fiyatlarıyla karşılaştırdık ve normal olmadıklarını gösterdik. Çok sayıda örgütü bir araya getirdik. Geçmişte olsa, bunun “reformist” bir faaliyet olduğunu söylerdik. Ama insanların kapitalist şirketlerle karşı karşıya gelmelerini sağladık. Gündelik bir ihtiyaçtan yola çıkarak ülke ölçeğinde bir mücadele örgütledik. Bir şeyleri değiştirmenin mümkün olduğunu gösterdik. İnsanlara öykünün bütününü, tüm basamakları göstermediğiniz zaman, ne dediğinizi anlayamazlar. Oysa bu örnekte, pek çok insan, otomobiller için geçerli olan kârlılık hesaplarının sağlık sektörü için geçerli olamayacağını düşünmeye, kapitalizmi anlamaya başladı. Çok büyük bir hareket çıkardık ortaya. Hekimler öncülük etti. İlaç fiyatları ulusal ölçekli bir tartışmanın konusu haline geldi.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Birkaç noktaya kısaca değinmek istiyorum. Birincisi, batıdaki komünist partiler olarak, güçlü analizler yapmak, ama bunun ötesine geçerek geniş kitleler içinde çalışmak zorundayız. Çok farklı düşüncelere sahip, devrimci olmayan insanlara, sosyal demokratların etkisi altındaki insanlara hitap etmenin yolunu bulmak zorundayız. Devrimi kitlelerle yapmak zorundayız. Kitlelere gitmek ve onlardan korkmamak zorundayız. Parti olarak yaşadığımız deneyimler gösterdi ki, bazen “sol” düşünceler kitlelere gitmeyi engelliyor. Kimliğinizi korumanız, ideolojinizi korumanız gerekiyor elbette. Ama kitlelerle bir araya gelmek, kitlelerin düşündüğü biçimiyle politikanın içinde olmak zorundasınız. Üstelik, kitleler de bize pek çok bilgi ve düşünce getiriyor. Kapitalizme karşı mücadele konusunda bile! Bize yeni düşünceler, yeni mücadele yolları getiriyorlar, çünkü bunun için gereken deneyimlere sahipler. Onları teşvik etmek, ilişkilerimizi geliştirmek zorundayız. Bu arada, teorik çalışma ile kitle içindeki çalışmanın birbirlerinden ayrılması da yanlış. Bunu değiştirerek bir hareket yaratmak zorundayız. Başlangıçta yeterli netlik olmayabilir; ama bu zaman içinde sağlanabilir. Bizim deneyimlerimiz bu yönde. 8. kongremizde de siyasal analizler yapacağız, ama aynı zamanda kitlelere ve emekçilere yönelik görevlerimiz ve geliştirmemiz gereken taktik yaklaşımlar üzerinde duracağız. Aksi durumda, Batı ülkelerinde komünist olmadığımız için değil ama kitlelerle bağımız olmadığı için çöküş yaşayabiliriz.

Yine aynı kaygılarla, haftalık gazetemizi ve İnternet sitemizi de kitlelerle daha geniş bağlar kurmak üzere değiştirdik. Haftalık yayınımızı kitle çalışmasının gerekleri doğrultusunda yeniledik.

İkincisi, komünist partilerin uluslararası toplantılarında, zayıflıklarımızı da görüyoruz. Görüşmemizin başında, NATO ile AB’nin merkezinde durduğumuzdan söz etmiştik. Bu iki emperyalist kuruma karşı mücadele etmek zorundayız. AB’ye, NATO’ya karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız. Bu, diğer komünist partiler için de yararlı olacaktır. Emperyalist kurumların merkezinde bile bu kurumlara karşı mücadele yürütüldüğünü göstermek zorundayız. Bu açıdan henüz zayıf durumdayız.

Son olarak, İstanbul’daki gibi toplantılar, Lizbon’dakiler, Brüksel’dekiler vb. gibi, çok yararlı oluyor. Birbirimizden çok şey öğreniyoruz ve çalışmalarımız konusunda fikir sahibi oluyoruz. Yeni fikirlerle karşılaşıyoruz, zihnimizi yeniliyoruz. Bu tür faaliyetlere daha fazla ihtiyacımız var. Türkiye’deki toplantı da çok önemliydi. Bize göre Türkiye önümüzdeki yıllarda Avrupa ve Belçika açısından da çok önemli olacak. Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu arasında gerçekten de kilit pozisyonda. Gelecekte önemini koruyacağı için biz de izlemek zorundayız. Avrupa’da, Türkiye’ye ilişkin analizler çok kafa karıştırıcı. Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini ırkçı kampanyalar için kullananlar da var, yeni sömürgeci politikalar çerçevesinde Türkiye’yi kullanmak isteyenler de… Bu toplantıda da pek çok şey öğrendik. Durum o kadar hızlı değişiyor ki, işbirliğimizi geliştirmek, her bir değişimi ve bunların devrimci mücadelenin önüne çıkardığı fırsatları birbirimizden öğrenmek zorundayız.

Çok teşekkür ederiz.

Dipnotlar

  1. Mohammed Hassan-David Pestieau, İşgal Altındaki Irak, çev: Evren Madran, Papirüs Yay., İstanbul, Haziran 2005.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×