Rosa Luxemburg ve Ulusal Sorun: Mütemmim Cüz mü?

Marksizmin ulusal sorunu nasıl kavradığını düşündüğümüzde aklımıza Lenin ve Stalin’in geliyor olması, tarihin bir hayli darwinist olmasından mı kaynaklanıyor? Tarihten bahsederken  “güçlülük” ile “haklılık” arasında öyle ya da böyle oluşmuş bir bağ olduğunu kabul edebiliriz; ancak işin içine teori girince, her şey bu kadar “gri” mi olmalı?

Ortada en hafif deyişle bir sorun olduğu hemen hemen kesin gibidir. Ulusal sorun kaynaklı tartışmalarda, bütün marksist külliyatın Lenin’e, Stalin’e ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına indirgenmesi, kanımca marksizmin ulus olgusuna bakışını gereğinden fazla pratikleştiriyor.

Bu sorunu birisi teorik, diğeri tarihsel iki şekilde yanıtlama eğilimindeyim. Teorik olanı, oldukça basit: Ulus bir kategori, bir entite olarak marksizm açısından her zaman bir bağımlı değişkendir. Marksist analizin ve siyasetin birincil konusu olmayan ulus, ta Marx’tan, 1848 Devrimleri’nden beri büyük bir stratejinin bir unsuru olarak yer almıştır. Bağımsız Polonya’nın bayraktarlığını yapmaktan, “tarihsiz uluslar”a dönük, bugünden bakıldığında “şovenlik” suçlamalarına yol açabilecek belirgin umursamazlığa, hatta nefrete kadar, Marx’ın yaşadığı dönemdeki devrimci siyasetin ulusal soruna bakışı, iki noktada toplanıyordu: Avrupa devriminin çıkarları, karşı-devrimin beşiği Rusya’nın Avrupa’ya ilerleyişinin durdurulması.

İkincisi, tarihsel olanı, aslında bu yazının da ucundan kıyısından değineceği bir sorunsalı ihtiva ediyor. Uzunca bir süre, “teori”nin vazgeçilmez bir parçası olarak kabul edilen UKKTH’nin, bir tarihsel geri çekilişin adı olup olmadığı sorusu artık daha rahatça dillendirilebilir. Gerçekleşmesi umutla beklenen dünya devriminin yaşadığı yenilgiye verilmiş ve nedense biraz fazla teorize edilmiş bir cevap… Aslında Marx’ın aldığı pozisyona benzer bir biçimde, oldukça reel olarak, yedek bir gücün, iktidarda tutunmak için yardıma çağrılmasının formülasyonudur UKKTH. Yani bir büyük projenin, sosyalizmin, derinlemesine sondaj yapamadığı yerlerde yüzeyine doğru genişlemesidir.

Sorun, görüldüğü üzere hep politik olarak çözüme kavuşturulabilmiş. Çözüme kavuşmadığı durumlarda bile, her zaman için politik bir stratejinin parçası olarak gündeme getirilmiş. İyi de, ulusal sorunda ayağımızı basabileceğimiz hiçbir teorik toprak parçası yok mu hakikaten? “Ezen bir ulus asla özgür olamaz” önermesi, bir teorik doğru mudur, yoksa ahlaki çağrışımlı bir politik slogan mıdır? Stalin’in ulus tanımı, teorik bir yaklaşım olarak kabul edilebilir de, bir bütün olarak ulusal sorun hakkında hangi teorik bilgilere sahip oluruz?

UKKTH’nin, çoğu zaman bir hayli “soyut” olduğu doğru olsa da, soyutlama olduğunu hiç zannetmiyorum. Ancak dahası da var: Marksist ortodoksi açısından, eğer Rosa Luxemburg’a inanacak olursak, UKKTH soyut olduğu kadar marksizme de aykırı!

“Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin programında soruna çözüm olarak önerdiği dokuz madde, genel ve klişe karakteriyle bu yolun Marksçı sosyalizme ne kadar yabancı düştüğünü gösteriyor. Bütün ülkeler ve zamanlar için geçerli olan bir ‘ulusların hakları’ düşüncesi, ‘insan hakları’ ve ‘yurttaş hakları’ tipi klişelerden daha az metafizik değildir. Bilimsel sosyalizmin ayağını bastığı zemin olan diyalektik materyalizm, bu tip ‘ebedi’ formüllerle ilişkisini sonsuza kadar kesti.” 1

Ulusal meseleye bakışta kerteriz noktalarından birisi budur. Marksizm açısından burjuva düşüncesinin temel yanılgı noktalarının başında “kategorik zorunluluk” (categorical imperative) gelir. Kendisi de tarihsel bir sistem olan kapitalizmin, ezeli ve ebedi doğal yasalar eliyle mutlaklaştırılması bu önsel ve koşula bağlı olmayan kategoriler vesilesiyle gerçekleşir.

Ulus biriminin bu önsel kategorilerden çıkartılıp marksist analizin şurasına ya da burasına yerleştirilmesi ilk adımdır, fakat yeterli olduğu iddia edilemez. Evet, ulus homojen değildir; evet, ulus sınıflardan oluşur; evet, dünya sistemine bağlı olsa da her ulusun kendi tarihsel-kültürel gelişimi vardır. Ulusun merkezden alınıp yanlara doğru itilmesi, başka kerteriz noktalarının da belirlenmesini gerektiriyor.

Rosa Luxemburg’un Polonya sorunun seyrine dair yazdıkları bu açıdan önemlidir. 1848 Devrimleri sırasında ve sonrasında, Marx’ın bu konudaki tutumunu Rusya’nın geriletilmesi fikri belirliyordu. Avrupa’daki karşı-devrimin en tutarlı ve güçlü temsilcisi konumunda olan Çarlık’a karşı, açıkça “tampon” niyetine, bağımsız Polonya sloganı ortaya atılıyordu. Marx ile Engels daha sonraları da aldıkları bu pozisyonun gerekçelerini savundular.

Rosa ise, 1905 yılında yazdığı bir makalede 2 , Avrupa sosyal-demokrasisinin Polonya sorununa dair değişen tutumunu irdeliyor. Daha sonra başka sonuçlarına da işaret etme fırsatımız olacak, ancak Rosa’ya göre sosyal-demokrasi içerisinde başlayan tartışma, şu şekilde bağlanıyor:

“(…) tartışma Batı Avrupa sosyalizmindeki alışılageldik kanaatlerin köklü bir revizyonu ile sonuçlandı. Bunlar üç bölümdü: Uluslararası durum, Rusya’nın durumu ve Polonya’nun durumu.”

Bir adım daha atılmış oldu. Yukarıda Polonya için yazılanları genelleştirmekte bir beis yok. Marksistlerin ulusal soruna bakışını üç bölme belirler: Uluslararası durum, ulusal sorunun var olduğu ülkenin bütününün durumu, ezilen ulusun durumu.

Burada, Engels’in İsviçre’de İç Savaş makalesi hatırlanabilir. İsviçre’de, merkezileşme eğilimine karşı yerel kantonlarda mücadele verenler- daha sonraları bazıları İsviçre gericiliğinin “ulusal” kahramanları haline gelecek olan William Tell gibi- Engels tarafından şaşırtıcı hakaretlere uğrar:

“Antik-İsviçrelilerin Avusturya’ya karşı savaşı, Grütli’deki görkemli yemin, Tell’in kahramanca atışı, Morgarten’de ebediyen hatırlanacak zafer, bütün bunlar, dikkafalı çobanların tarihsel gelişme karşısında, inatçı ve köklü yerel çıkarların bütün bir ulusun çıkarları karşısında, ilkel cehaletin aydınlanma karşısında, barbarlığın uygarlık karşısında kazandığı zaferlerdi. Onlar zaferlerini zamanın uygarlığına karşı kazandılar ve ceza olarak uygarlığın daha sonraki ilerlemesinden dışlandılar.” 3

Şaşırtıcı ve biraz fazla “nesnel” bulunabilir. Rosa Luxemburg’da da benzer bir eğilim var zira 4 . Kapitalizmin tarihsel gelişimi neticesinde, geçmişin bakiyesinin ortadan kalkacağına, kapitalizmin nesnel düzleyiciliğine ilişkin doğru çıkmamış bir öngörü bu. Fakat bakış açısı hala yerli yerinde duruyor: ulusal sorun, bir “ulusal özlemler” bütünü değildir.

Polonya sorunu üzerinden devam edelim. Bu sorun üzerine Marx tarafından takınılan  tutum, Rus saldırganlığını engellemek üzerinden açıklanıyordu. Buna bir ek daha yapılmalıdır: Avrupa’daki devrimciler açısından Çarlık Rusyası o kadar kendi içine kapanık, o kadar durgun bir coğrafyadır ki, Rus mutlakiyetçiliğinin içeriden sarsılabileceğine dair hiçbir emare gözükmemektedir. Marx’ın savaşı ve devrimi Prusya yoluyla Rusya’ya taşıma düşüncesi kaynağını buradan alıyordu.

İyi ama, gelişen ve güçlenen bir Rus işçi sınıfı hareketinin Çarlık’ı geriletmeye başladığı bir döneme girildiğinde, Polonya sorunu nerede konumlandırılacaktır? Rosa Luxemburg’un cevap aradığı soru ve aslında tüm meselenin püf noktası burasıdır.

Bir Parantez: Osmanlı’da ulusal mücadeleler

Rosa’nın verdiği temel yanıtı hemen yazmakta bir sakınca yok: Polonya ve Rus işçi sınıfının Çarlık’a karşı birleşik mücadelesi, Bağımsız Polonya düşüncesinin reddi.

Peki Polonya ve Rus işçilerinin birleşik mücadelesini savunan Rosa’nın, o dönemde dünyanın başka bir yerindeki, örneğin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ulusal mücadelelere bakışı neydi?

Bu parantezin anlamı şu: Rosa Luxemburg ulusal sorun konusunda çözüm önerileri gündeme getirilirken veya ulusal hareketler karşısında sosyalistlerin takınması gereken tutumu belirlerken ısrarla “zaman ve mekan” boyutunun devreye sokulması gerektiğini söylüyor. Sonunda göreceğiz, Polonya’nın bağımsızlığına olumsuz bakan Rosa, başka bir yerde ulusal özgürlük mücadelelerinin desteklenmesi gerektiğini iddia ediyor.

Avrupa sosyalizminin Osmanlı İmparatorluğu’na bakışı, ilk evrelerinde çokça Polonya’ya bakışını andırıyor. Kırım Savaşı’nda açıkça Rusya’ya karşı Osmanlılar’ın zaferinden yana olan Engels, Osmanlı Devleti’ne Polonya’ya baktığı gibi bakıyordu. Rus Çarlığı’nın güneye doğru yayılmasını engellemek, Boğazların Rus kontrolüne geçmemesini sağlamak vs.

Bununla birlikte, özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra Rusya’nın bir reform dönemine girmesi, Rosa’ya göre işleri değiştirmeye başlıyor:

“[Rusya’da] Kırım Savaşı’ndan sonra gündeme gelen reformlar kapitalizmin hızlı gelişimini, yönetim ve finansal yeniliklerin maddi kökenlerini ve militarizmin daha ileriye gidişini yarattığı halde, Türkiye modern reformlara eşlik eden ekonomik dönüşümden tamamiyle yoksundu.” 5 

Yüzyılın ortalarında “Osmanlı’nın toprak bütünlüğü” sloganı Avrupa ilericiliğinin üretimiyken, yine Rosa’ya göre, yüzyıl dönümünde bu slogan emperyalistlerin elinde bir alete dönüşüyordu:

“Bundan dolayı Alman emperyalizmi için ‘bağımsız Türk Devleti’nin, ‘Türkiye’nin birliği’nin korunması maddi bir gereklilik halini aldı.” 6 

Luxemburg’un, “Alman emperyalizminin gayrı-resmi sözcüsü” olarak adlandırdığı Paul Rohrbach da, Almanya’nın şark siyasetini şöyle özetliyor:

“Türkiye gibi her tarafı kıskanç komşularla çevrilmiş bir ülke, doğal olarak Doğu’da herhangi bir teritoryal çıkarı olmayan bir gücün desteğini arayacaktır. Bu güç Almanya’dır. Diğer taraftan biz, Türkiye’nin ortadan kalkması durumunda dezavantajlı bir duruma düşeceğiz. Eğer Rusya ve İngiltere Türk Devleti’nin mirasına konarsa, bu açıkça her iki devletin gücünde de hatırı sayılır bir artışı getirir. Eğer Türkiye bölünse ve biz bunun büyük bir bölümünü korusak bile, bizim için sonu gelmez zorluklar gündeme gelecektir.” 7 

Bu yorumdan daha önce, 1896 yılında Girit İsyanı başladığı zaman, Alman sosyal-demokrasisinin içerisinde başlayan tartışma, Marx’ın Kırım Savaşı sırasında takındığı tutumun revizyonu ile sonuçlanır: “Türkiye’nin birliği”, Avrupa gericiliğinin mirası olarak değerlendirilir.

Rosa Luxemburg’a göre, Osmanlı toplumu içine kapalı ve durağan olarak kaldığı müddetçe, ulusal ve sınıfsal ayrılıklar çok fazla göze çarpmıyordu. Avrupa hareketlendikçe ve kapitalizm geliştikçe kendisi de hareketlenmek zorunda kalan Osmanlı Devleti’nde, görünür hale gelmeye başlayan ulusal mücadeleler merkezkaç eğilimi göstermeye başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle II. Mahmut dönemi ile attığı merkezileşme adımları, İmparatorluk sınırları içerisinde yaşayan ulusların ayrılma eğilimini daha fazla belirginleştirmişti. İlk ayrılıkçı hareketler Hıristiyan halklar içerisinden çıktı:

“Hıristiyan coğrafyası Türkiye’ye yalnızca zor yoluyla bağlı, bir işçi sınıfı hareketine sahip değiller, doğal bir sosyal gelişmenin zoruyla gözden düşüyorlar ve bundan dolayı, özgürlük istemleri bu durumda kendilerini yalnızca ulusal mücadele olarak ortaya koyabiliyor…” 8 

İlginç bir durum ortaya çıkıyor. Sınıfsal ayrışmanın netleşmediği, dolayısıyla işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmadığı bir koşulda, sınıf çelişkisi kendini başka kılıklar artında gösterebiliyor. Yahut Rosa’nın deyişiyle, bu sınıfsal çelişkiler, ulusal ve dinsel çatışmalarda kendi “hazır ideolojisini” buluyor. Polonya’nın bağımsızlığına karşı çıkan Rosa, Hıristiyan halkların Osmanlı’dan kopuşuna, Avrupa sosyal-demokrasisinin destek vermesi gerektiğini söylüyor. Fakat bunu “ulusal sorun” bağlamında değil, “özgürlükler” bağlamında temellendiriyor. Aslında Türkiye’nin de “iyiliğini istiyor:

“Hıristiyan topraklarının Türkiye’den ayrılması ilerici bir fenomen, sosyal gelişimin bir sonucudur ve ancak bu ayrılık sayesindedir ki, Türk toprakları sosyal hayatın daha ileri formlarına doğru ilerleyebilir.” 9 

Dahası da var. Kendi Hıristiyanlarının acılarından “kurtulan” Türkiye, uluslararası planda da rahatlayacaktır:

“Hıristiyanların acılarından kurtulan Türkiye, şüphesiz uluslararası politikada daha özgürce pozisyon alabilecek ve kendi savunma gücü, devletin egemen olduğu topraklar ile daha bakışımlı olacaktır. Hepsinin ötesinde, dışarıdaki her mütecaviz düşmanın doğal müttefiki olan bir iç düşmandan da kurtulmuş olacaktır.” 10 

Rosa Luxemburg’un Osmanlı’nın paylaşılmasına dair aldığı tutum, yukarıda söylenenlerin tarihsel sonuçları… Bunlar önemli değil. İşaret etmeye çalıştığım nokta bizi ulusal sorundan daha büyük bir sorunun zeminine itiyor: Marksistler, işçi sınıfı unsurunun zayıf olduğu, belirginleşmediği durumlarda mı ulusal hareketlere gözünü dikiyor? Devrimci bir dalga geri çekildiği zaman, selden kalan kum, ulusal mücadeleler mi oluyor?

Ulusal sorun ve farklı konumlar

Burada hemen bir hatırlatma yapmak gerekiyor: Marksistlerin ulusal sorunun çözümünde kendilerine belirledikleri program ne olursa olsun, konu sorunun kendisinden kalkarak değil,ona doğru gidilerek gündeme getirilir.

Rosa Luxemburg’da bu görülüyor. Avrupa sosyalizminin ya da Polonya sosyal-yurtsever çizgisinin Bağımsız Polonya istemini, Rus mutlakiyetçiliğinin gerici gücünü Polonya’nın ilhakından aldığını öne sürerek meşrulaştırıyorlar. Rosa’nın yanıtı her zaman için kalkış noktasıdır:

“Rus Çarlığı içerideki gücünü ve dışarıdaki ağırlığını Polonya’nın ilhakından almıyor… Onun gücü, Rusya’nın kendi içinde bulunduğu sosyal ilişkilerden kaynaklanıyor.” 11 

Yeterince açık görünüyor. Ulusal sorun, bir türevdir. Çok daha açığı, kapitalist üretim ilişkilerinin yaratabileceği sorunlardan bir tanesidir.

Şimdi sorulara geri dönebiliriz. “İşçi sınıfı çözer”, Rosa Luxemburg’un ulusal sorunda takındığı en temel tavırdır. Ancak problem ortada durmaktadır: Ortada güçlü bir işçi sınıfı hareketi yoksa, kendisini kanıtlamış bir sosyalist hareket yoksa, ulusal soruna ve hareketlere marksistler nasıl yaklaşacak?

Bu soru, 1848’den 20. yüzyılın ulusal sorun çözümlerine varıncaya değin, marksistler açısından hep sorulagelmiştir. Rosa Luxemburg’un Osmanlı’daki ulusal mücadelelere dair düşüncelerini yukarıda özetlemiştik. O halde Rosa’dan hareketle şu yazılabilir: Sınıf mücadelesinin keskinleşmediği/görünmediği durumlarda ve yerlerde, onu ikame etmese de sınıfın görünür kılınmasına hizmet edecek mücadeleler desteklenir. Ulusal ve dinsel özgürlük mücadeleleri, kendi içlerinde aynı zamanda bir sınıfsal öz de barındırırlar.

Bunun tersi bir durumda, yani işçi sınıfı hareketinin geliştiği bir koşulda, “bağımsızlık” isteği bir anakronizm olacaktır:

“Rus hakimiyetini bağımsız Polonya ile kırmak, Rus toprağının kendi içerisinden çarlığa karşı bir güç çıkartamadığı zamandan kalan bir düşünce olduğu için anakronistiktir.” 12 

Dahası da var. 1905 Devrimi sırasında, Polonya’daki ulusal ve sosyal-yurtsever hareketin tutumunu inceleyen Rosa Luxemburg şu sonuca varıyor: Polonya sosyal-demokrasisi, devrim ve Rus işçi sınıfıyla birleşmek için bağımsızlık fikrini bir kenara attı, Polonya milliyetçiliği ise devrime karşı çarlık ile birleşmek için…

Burada bir problem ortaya çıkıyor. Diyelim ki, Rusya sosyal-demokrasisi UKKTH’yi programına alıyor. Devrim patlak verdiğinde, ya da devrimsiz bir durumda, Polonya ulusunun sözcülüğü Polonya sosyal-demokrasisinin değil, milliyetçilerin elinde. Ve diyelim ki, Polonya sosyal-demokrasisi birlikten yana bir tutum alırken, Polonya milliyetçiliği ayrılmak istiyor. Rosa haklı olarak soruyor: Rus sosyal-demokratları kimi muhatap alacak? 13 

Rosa’ya göre iki tutum vardır: Birincisi, Rus sosyal-demokratları Polonyalı sınıf kardeşlerini destekler ve bu durumda UKKTH’yi programa almak abestir. İkincisi, Rus sosyal-demokratların “ulus”un sözcüsü konumunda duran Polonya milliyetçilerini desteklemesidir ki, bu Rus sosyalistlerin programatik hattını sınıfsal ve ulusal olmak üzere çatallı bir hale getirecektir. Daha doğrusu, sosyalistler, ulusal soruna tamamen “ulusal” bir gözlükle bakmış olacaktır.

İşin ilginç yanı, Polonya sosyal-yurtsever hareketi, kendi çizgisini “Polonya kamuoyuna” anlatmak için hep aynı gerekçeye başvuracaktır: Rusya’daki sosyal durgunluk ve Rus işçi hareketinin yükselişini umutsuzca beklemek.

Ortaya gerçekten de karmaşık bir tablo çıkıyor: Rus sosyal-demokrasisi, “Ah bir işçi sınıfı hareketi güçlense de…” diyerek dişini sıkarken, Polonya ulusal hareketini desteklemekten imtina etmiyor; Polonya milliyetçiliği de, “sizin sınıf hareketinizi mi bekleyeceğim?” diye posta koyarak kendi göbeğini kesmek isterken, aynı zamanda bir sınıf hareketinin geliştiği koşullarda “birlik” için kapıyı aralık bırakıyor. Ama o anda herkes ulusal gözlüklerini takıyor ve siyasetini öyle belirliyor.

Bütün bunlar kabul edilebilir. Fakat Rosa Luxemburg’a göre, bu karmaşık denklemden UKKTH çıkmaz. Hatta ona göre UKKTH, topu taca atmanın yoludur:

“Tek bir sözcükle, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ formülü, esasında ulusal soruna politik ve problematik bir çözüm yolu sunmazken, sadece sorunu savuşturmanınbir aracı olarak ortaya çıkıyor.” 14 

Aslında Luxemburg’un ulusal sorunlar karşısında ustaların ve onların haleflerinin aldıkları değişen tutumları sürekli gündeme getirirken, tam olarak şunu kastediyordu: Ulusal sorunun çözümünde, marksizmin önceden belirlenmiş doğruları pek yoktur. Ulusal sorun karşısında izlenecek hat, yere ve zamana göre değişir, sınıf mücadelesinin seyrine göre değişir, uluslararası durumu göre değişir.

Fakat teorik yanıt aradığımız sorunun hala etrafından dolanıyoruz. Polonya milliyetçiliğinin Avrupa devriminin selameti için desteklenmesi, Rusya ve Polonya’da herhangi bir hareket görülmediği için miydi?  20. yüzyılda, özellikle Ekim Devrimi’nin ertesinde, sosyalizm ile ulusal mücadeleler arasında kurulan ilişki, bir yenilgi veya geri çekilişin mi sonucuydu?

İkinci soruya Rosa ne cevap verirdi, bilemiyoruz; ancak birincisine karşılık olarak “Evet” dediğini biliyoruz. Bununla birlikte, ikincisine ait ipuçları yok değil:

Silahsızlanma, milletler cemiyeti, vb. her türlü ütopik lafa alaycı bir omuz silkmeyle ilgisiz kalmayı yeğleyen Lenin, Troçki ve arkadaşları, eğer bütün bunlara rağmen, kendi öz hobileri söz konusu olduğunda tamamen benzer biçimde içi boş laf üretiyorlarsa, bize öyle geliyor ki, bunun yürüttükleri politikanın ihtiyaçlarıyla bir ilgisi olmalıdır. Lenin ve yoldaşları Rus İmparatorluğu çatısı altında yaşayan çok sayıda halkı devrim ve sosyalizm davasına bağlamanın, onlara devrim ve sosyalizm adına en uç ve en sınırsız özgürlüğü, kendi kaderini tayin hakkını tanımaktan daha garanti bir yöntemi olamayacağını hesapladılar.” 15 

Demek UKKTH, bolşeviklerin “elinin uzanamadığı” yerlere uzanma aracı olarak şekilleniyor. Ancak daha ağırını da yazıyor:

“Sınıflı toplumun kaba gerçekliğinin ortasında, sınıf çatışması en uç noktaya ulaşacak kadar keskinleştiğinde, kendi kaderini tayin hakkı burjuva sınıf iktidarının bir aracına dönüştürülüyor. Bolşevikler kendilerinin ve devrimin gördüğü zarardan yola çıkarak kapitalizmin hakimiyetinde ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin söz konusu olmadığını öğrenmeliydiler.” 16 

O halde, bir, Rosa UKKTH’yi, Bolşeviklerin zayıf kaldığı coğrafyaları devrime bağlamak için bulduğu bir yöntem olarak görme eğilimindedir; iki, UKKTH’nin Ekim Devrimi’nin düşmanlarına ideolojik kozlar verdiğini düşünmektedir; üç, ABD Başkanı Wilson’un da tezleriyle beraber UKKTH uluslararası sosyalizm ile emperyalizmin hesaplaşma alanı olarak ortaya çıkmıştır; dört, Rosa UKKTH’ye kapitalizmin ulusları birleşme eğilimini hiçe saydığı, ulus kategorisini homojen olarak kabul ettiği, marksizm-dışı bir “ebedi yasa” olarak kabul edildiği ve zaman-mekan ayrımı göz etmediği için karşı çıkmaktadır.

Bu noktada, Macar marksist György Lukacs’ın Rosa Luxemburg’a verdiği cevap, meseleyi daha da aydınlatabilir:

“(…) Bu duruma ulaşıldığında, yani yükselen devrimci hareket bir karar anına geldiğinde, çözülen burjuva toplumun ait bütün unsurlar, karşı-devrime hazırlanan burjuvazinin karşısına konulmalıdır.” 17 

Devrim “anının” özeti budur. “Saf” ve tam tamına kendi özgücünün haddine varmış bir proleter devrim yoksa, ihtiyat kuvvetler yardıma çağırılacaktır. Yardıma çağrılan kuvvetler, devrimin yayılmasının ve tutunmasının da bir aracı olacaktır. Ancak devrim sonrası için de bu perspektif geçerli sayılmalıdır. Avrupa devriminin bir türlü olmaması, Avrupa’daki komünist partilerin Bolşevikler gözünde pek de “muteber” sayılmaması, daha açık yazılırsa devrim yapmaya pek de hazır ve istekli olmamalarının düşünülmesi, yüzünü doğuya dönen bolşevikleri yeni arayışlara sürükleyecekti. Sosyalizmin reel bir olasılık olarak ufukta görünmediği coğrafyalarda, UKKTH ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, emperyalist kuşatma karşısında nefes alma kanalları arayan Sovyet iktidarı için, bir tür can simidi olacaktı.

Başka türlüsünü düşünemiyorum. Kızıl Ordu’nun Varşova’ya ilerlemesi için verilen emrin, yalnızca “Polonya işçi sınıfının kendi burjuvazisine karşı dövüşeceği” inancıyla ilgili olduğunu düşünmek pek akıl karı değil. Bolşevikler çok açık bir biçimde, muzaffer ve kendine güvenen bir sosyalist devrimin rüzgarını arkalarına alarak bu işe giriştiler. Varşova önlerinde Polonyalılarla savaşmanın “Polonya ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkı” ile ne ilgisi var? Polonya’da belki yenildiler; fakat “bağımsız” Azerbaycan hükümetini Bakû’ye Kızıl Ordu’yu sokarak deviren Sovyet devrimcileri, açıktır ki UKKTH’nin değil, devrimin motivasyonu ile hareket ediyorlardı.

Demek ki daha da ileri gidilebilir: UKKTH, dünya devriminin geri çekildiği koşullarda, bu geri çekilişi kabullenen komünizmin, yeni duruma adaptasyon sözleşmesidir. Ekim Devrimi öncesindeki ulusal sorun tartışmalarının, bu durumda Rusya, belki bir de Avusturya haricinde hiçbir önemi yoktur. Ulusal sorunun merkezi bir yer teşkil etmeye başlaması, 1920’den sonrasına denk düşer. Bu denk düşme ilk başlarda refleksif ve genişleme yanlısı bir şekilde tezahür ederken, daha sonraları geri çekilişin tek yönlü bileti haline gelir. 

O zaman "iki çeşit" UKKTH vardır diyebiliriz: İhtiyat kuvvet arayışının UKKTH'si, geri çekilişin kabulünün UKKTH'si. Her iki durumda da, işçi sınıfının ve komünizmin elinin uzanamaması, gücünden düşmesi veya hiç gözükmemesi durumu gündemdedir.  

Peki kim haklıydı?

Notu hemen düşmek gerekiyor: Rosa Luxemburg, ulusal birimleri merkezde toplama ve eritme eğilimi güçlü olan Alman İmparatorluğu'nda devrimcilik yaptı. Ulusal sorun ile hem teorik hem de siyasal olarak boğuşan marksistler ise ulusal mücadelelerin çözücü etkisinin yakıcı bir problem olarak göründüğü Avusturya ile Rusya'dan çıktı. Bu açından bakılırsa, "ulusal sorunu olmayan bir ülkenin devrimcisi" Rosa'nın adı geçen sorun için bu kadar "soğuk" bir tutum alması anlaşılabilir.

Ancak ara başlıktaki soru tamamen tuzaktır ve bunu yanıtlamak ne Rosa’nın, ne de Lenin’in tutumunu hiç anlamamış olmayı gerektirir. Teori yalnızca kendi siyasi pozisyonunuzun güncel olarak açıklanması için bir araç haline gelirse, orada teori değil, nalıncı keserinin sapı vardır.

Rosa’nın, “devrimini yapamamış bir devrimci” olduğu için, Lenin’i sürekli zorlayan reel politik açılımlarla pek uğraşmamış olduğunu biliyoruz. Onun ulusal sorundaki tutumunu mutlaklaştırıp, “UKKTH – bir daha asla!” demek, savunduğu marksist yöntemin ulusal soruna bakışını çöpe atmak anlamına gelir. Oysa, bugün ulusal sorun konusunda Rosa’dan öğrenecek şeylerimiz varsa, onun UKKTH’yi reddetmiş olması bunların başında yer almaz. Zannediyorum ki, tersi de geçerlidir: Ulusal sorun’da “Lenin’i savunmak”, UKKTH’yi savunmak ile çok az ilintilidir.

Sorun, bir iktidar, kendine ve başkalarına güven sorunudur. Ekim Devrimi’nin kendisi, kendi düzenlerini eskisi gibi sürdüremeyeceklerini anlayan burjuvazinin dünyasında atılmış büyük bir düğümdü. Bu büyük düğümün uzağında veya yakınında atılmış küçük düğümler de oldu. Büyük düğümün yanı sıra başka büyük düğümler atılıp da düğümlerden ipin görünmez hale geldiği bir durum yaşanmadığı için, ortada “razı olmak” ile açıklanabilecek küçük düğümler vardır.  Emperyalizmin 20. yüzyıl boyunca en büyük düğümü çözmek için uğraşmış olması, ve düğüm çözüldüğü zaman küçük olanların da kıymetsizleşmesi bize bir fikir vermelidir. Zira, hala o büyük düğümün çözüldüğü ip boynumuzda olduğu halde yaşıyoruz.

Rosa Luxemburg ise, küçük düğümlerin dahi sosyalizm için büyük anlamlar ifade ettiği dönemi yaşayamadığı için bu kadar saf ve “doktriner” kalabildi.

Dipnotlar

  1.  Luxemburg, Rosa, “The Right of Nations to Self-determination”, The National Questioniçinde, 1909, http://marxists.org/archive/luxemburg/1909/national-question/ch01.htm.
  2. Luxemburg, Rosa, Foreword to the Anthology: The Polish Question and the Socialist Movement, 1905, http://marxists.org/archive/luxemburg/1905/misc/polish-question.htm.
  3.  Engels, Friedrich, The Civil War in Switzerland, 1847,http://marxists.org/archive/marx/works/1847/11/14.htm.
  4. "Kapitalizmin tarihsel yönelimleri"ne yapılan aşırı vurgu şurada görülebilir: "(…) bütün etnik grupların veya tanınmayan başka ulusların 'kendi kaderini tayin'i, modern toplumların tarihsel gelişimindeki eğilim dolayısıyla bir ütopyadır." Bkz. Luxemburg, Rosa, "The Rights of Nations to…"
  5.  Luxemburg, Rosa, Social Democracy and the National Struggles in Turkey, 1896,http://marxists.org/archive/luxemburg/1896/10/10.htm.
  6.  Luxemburg, Rosa, The Junius Pamphlet, Bölüm 4, 1915, http://marxists.org/archive/luxemburg/1915/junius/ch04.htm
  7.  Akt. Rosa Luxemburg, agm.
  8.  Luxemburg, Rosa, National Struggles in Turkey…
  9.  agm.
  10.  agm.
  11.  Luxemburg, Rosa, The Polish Question at the International Congress in London, 1896,http://marxists.org/archive/luxemburg/1896/07/polish-question.htm.
  12.  agm.
  13.  Sorun Türkiye açısından hiç bu kadar tanıdık olamazdı. Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında, Cumhuriyet döneminde, bolşeviklerin kemalistler ve TKP ile kurduğu ilişki tam da bu sıkıntıyı anlatmıyor mu?
  14.  Luxemburg, Rosa, The Right of Nations to…
  15.  Luxemburg, Rosa, Rus Devrimi, çev. Cangül Örnek, İstanbul, Yazılama:2009, s. 38.
  16.  Age, s. 39.
  17.  Lukacs, Georg, “Critical Observations on Rosa Luxemburg’s ‘Critique of the Russian Revolution’”, 1922, http://www.marxists.org/archive/lukacs/works/history/ch07.htm.