Selam Olsun…

güneşe dönük yüzüm benim

geleceğim geleneğe

Bürodaki eşyalarımı topluyor, kutuluyorum. Akademik yaşamım son buluyor. Üniversitedeki yıllarım masanın üstünde, çekmecelerinde biriktirdiği kâğıtlar, dosyalar arasından elime her sızanı okumaktan kendimi alıkoyamıyorum. Ne de olsa tüm bu bitirilmemiş -bazen de başlanmamış- yazılarda kendi tarihim var. Yine dayanamayıp, bu yazılardan birinin de sonunu bağlıyorum, geçmişin tozu ve geleceğin tohumu arasında:

…kaderin hoş bir cilvesi olmaktan çok, benzer sınıfsal orijinlerimiz nedenli bir rastlantı ile ‘Türkiye’li aydın’ üzerine roman biçiminde yazınsal ürünler veren Oğuz Atay ile aynı üniversitelerde öğrencilik ve ardından da akademisyenlik yaptık; o, 60 ve 70’lerin, bense 80 ve 90’ların insanı olarak.

Onu -Oğuz Atay’ı diyorum-Tutunamayanlar adlı romanının karakterleri üzerinden tanıdığımda, neden bu denli bularak ve kararsız olduğunu anlayamadığımı anımsıyorum. Sayfalar dolusu hikâye ettiği onun ‘Oynayan Adam’ı (Homo Ludenus) için, ben, oynamaya zorlanan, ama bunu reddeden ve iradi olarak kopan adam olması gerektiğini düşünürken; O, nesnelliğini, yani yaşamaya zorlandığı koşulları hiç değiştirmeye çalışmaksızın, verili duruma, oynamaya mahkûm etti kendini ve karakterlerini. Böylece bastırdığı huzursuzluklarıyla bunaldı ve mızıktı. Evet, mızıktı! O, mızıktığında intihar etti. Çünkü çıkışsızdı. Çıkışsızlığı, verili duruma mahkûm olduğuna duyduğu derin inançtı. Çıkışsızdı. Çıkışsızlığı, okuyucunun da verili duruma kendini mecbur sanmasını sağlama uğraşının ifadesiydi. O, egemen kültürün, sermaye sınıfı ideolojisinin, ne gözlerini kör ve kulaklarını sağır ettiği, ne de -ama asıl- beyni teslim alınanıydı. Teslim olmak, tarihsel olarak karşı olmayı gerektirir. O, kendi sınıf çıkarlarının bilincinde, kendi için bir burjuva aydınıydı ve okuyucunun yarı-aydın duyarlılığının, muhalif olma konumunun, yine tarihsel olarak karşı olma konumuna evrilip düşüncenin eyleme dönüştüğü o kopuşun önüne set çekmeye çalışan bir teslim alandı. Öyle ki bunu en radikal sloganlarla ifade etme cesaretini gösteren, yine oydu: Ya oynayacaksın bu oyunu ya mızıkacaksın; ya bu düzeni savun, buna eklemlen ya da öl! İşte bu yüzden tüm bungun kahramanları ya kutsadılar bu düzeni, ya da karanlık bir çıkmaz sokakda, ya da bir şehirlerarası karayolunun şarampolünde ölü ele geçirildiler…

Akademik yaşam bir Homo Ludenus durumudur. Oyuncuların isminin jeneriğe bile alınmadığı tek karelik bir film: Bedensiz beyaz önlük, karatahta, kanayan kara tebeşir ve öğrencilerin malum bakışlarının arasından, arka planda aralık pencereden içeri sızan kıpır kıpır bir mücadeledir yaşam.

Akademik yaşamım son buluyor. Yüzümüz güneşe dönük, mızıkmadan, verili duruma mahkûm olmadığımızı ele güne kanıtladıktan ve bayrağı o bedensiz beyaz önlüğe beden olarak çaktıktan sonra.

Evet, üniversiteler kapitalizmin üniversiteleri, fabrikaların da olduğu gibi. Ama biz yeni bir dünya istiyoruz, yeni bir dünya için savaşıyoruz; üniversitesiyle, fabrikasıyla…

Sinemaya kim gidiyor?

Sinemaya kim gidiyor? Peki ben niye gidiyorum? (Hem, siz de kimsiniz? der gibi bana bakan bu kız da kim?) Kalabalıkla elele, Emir Kustrika’nın son filmi Yeraltı’ndan dört katın döner merdivenlerini tırmanıp yeryüzüne çıkıyoruz. Ohh. Güneş, toprak ve ben…

Sezon bitti. (Bitmiş.) Sezonun parlatılmış filmleri, seyredemeyenler için şimdi, yeniden! Geç kalan, geriden gelen, bir filme bile vaktinde yetişemeyen bu kalabalıkla İstiklal Caddesi’ne yayılıyoruz. (Benim mazeretim var: Üniversitenin mahzenlerinde -gece gündüz- bilim üretmekle meşguldüm.) Güneş, Habitat ve ben. Son derece pişmanım bu filme geldiğime ve İstanbul’a geri döndüğüme. (Neyse, başka filmler ve başka türlü İstanbullar da var…)

Başka bir sinemanın önünde, başka bir geçkalmışlar kuyruğu, Yeşilçam sokağından caddeye değin uzuyor. ‘Cezayir ulusal kurtuluş savaşını anlatan bu müthiş filmin…’ Eminim, bu filmin bir yerinde ‘Kahrolsun Fransız Emperyalizmi!’ sloganı atılıyor ve bu geçkalmışlar kuyruğunun da gözleri yaşla doluveriyordur. Dolsun. Dolsun ama, 50 metre ileride, Galatasaray Lisesi’nin önünde kayıp yakınlarının artık bir direnişe dönüşen eyleminin ne anlama geldiğinin de farkında olsunlar. Ne yazık ki, bu iki yüzlülük Kusturica’dan bizin geçkalmışlara kadar ‘globalleşmiş’…

Müziğin ve dansın izleyiciyi nasıl vurduğunu çok iyi bilen Kusturica, bütün bir filmi, müziğin ve dansın içinde çözüyor, eritiyor, dolu dolu olan gözlerden içeri enjekte ediyor. Bunun nasıl yapılabileceğinin yöntemi olarak o güzelim sinema dili dışında ise geriye komünizmin ve hayatını eşitlik ve özgürlük ülküsüne adamış komünistlerin aşağılanması kalıyor. Komünistlik -en iyisinden- partizanlıkla, yurtseverlikle sınırlanıyor; parti ise, mafyöz ilişkiler ağı ile tanımlanıyor. Her devrin adamı yine her devrin ve yarının da adamıdır, diye isterseniz algılayabileceğiniz, isterseniz de algılamayabileceğiniz bir bulanıklık, muğlâklık içinde, film, biz her zaman burdayız yine bekleriz kapanış dansı ile son buluyor.

‘Kardeş kardeşi öldürmedikçe savaş savaş olmaz’ ve kardeşin kardeşi öldürdüğü bir savaşta da ben taraf olamam diyerek her iki kardeşe de aynı mesafede duran; ben Yugoslavım, boşnak değil derken de yanlışlıkla enternasyonalist olduğu bile sanılabilecek büyük ağabey pozlarındaki bu yönetmenle, Cezayir filmini büyük bir iştahla izlerken sokakta olup biteri görmezlikten gelen kendi seyircimiz arasındaki ortaklıksa çok açık: ‘Küreselleşen’ burjuva ideolojisinin biri üreticisi, biri de tüketicisi. Üstelik pazarladıkları meta için utanmadan kullandıkları malzemeler de bizim sosyalist geleneğimizin, yüz elli yıllık mirasımızın malzemeleri.

İşte Amerikan Sineması ve onun her durumdaki Avrupalı suretleriyle üreticisi ve pazarlayıcısı durumunda oldukları ‘küresel’ sermaye sınıfı ideolojisinin Türkiye’deki tüketicileri, yeniden üretenleriyle izinden giden ve dizinin dibinden ayrılmayanları… işte ‘bu sinema’ya gidenler.

‘Öteki sinema’ içinse… biliyorum ki siz, geç kalanlardan, geriden gelenlerden olmayacaksınız. Yeni bir Dünya diyoruz. Daha ne diyelim… Devrim ve sosyalizm kendi sinemasıyla ve kendi sinemasını yaratarak yükselecektir. Devrim ve sosyalizm, kendi insanıyla ve kendi insanını yaratarak…

Büyük-küçük

‘Bu yıl öğrencilik yapıyorum.’ diyor genç kadın. Sihirli sözcükler… ne kadar çok şey anlatıverdi birdenbire! Gülümseyerek yürümeye devam ediyorum. O da yanı başımda. ‘Sonra’ diye soracak oluyor, hemen vazgeçiyorum. O anlatsın. Biraz sonra da ‘iki yıl siyasetle uğraştım’, diye başlıyor. Gözlerinde tanıdık mı tanıdık bir kararlılık ve biraz da ne ‘kadar açık versem’in kaygısı var ama henüz konferans çıkışında tanıştığımızı, daha doğrusu birbirimizi fark ettiğimizi umursamıyor ve devam ediyor, ‘Hem öğrencilik -gerçek anlamda yani, anfide olmak, derslerle de ilgilenmeyi kastediyorum- hem de siyaset birlikte yürümüyor.’ Olumlamayan dahası şaşkın bakışlarımı farkedince ekliyor, ‘ben denedim. Istesen bile olmuyor sınava giremiyorsun. Alıyorlar falan. Gitmen gereken yerler oluyor… Hep üniversitede, yurtta kalamıyorsun ki…’ Bakışlarım ikna olmuyor. ‘Engelliyorlar.’ Evet, biraz da sen suçlusun diyecek şimdi. ‘Öğretim elemanları da bize hiç yardımcı olmuyor. Geçen gün, bir sınavı kaçırdım…’ Sözünü kesip, ‘Ya sonra’ diye soruyurum. ‘Üniversiteyi bitirince ne yapacaksın? Siyasetle ilgini katılımcılıkla mı sınırlayacaksın?’ Duruyoruz. ‘Destek atacaksın?’

Devrimci demokrasinin kolaycılığı burada işte. Bunun için birdenbire genişleme ve ardından daralma gelebiliyor. İki yıl, ya sonra? Oysa öğrenciyken de sosyalist, komünist olunabilir; hem de -eskilerin dediği gibi- en azılısından. Siyaset yapılabilir, yapılmalıdır da. Ama bunun şartlarını ortadan kaldırırsanız, işte böyle iki yılda tüketirsiniz mermileri.

‘Örneğin işçiler ne yapsın?’ diye soruyorum, (ben mesela?) ‘Sen hem emeğini sat bilmem kaç saat, ondan sonra otur bir de sınıfsal kurtuluş, sınıfsız toplum için çalış. Olacak şey değil!’ Susuyor. ‘Eee?’ diyorum, yanıt gelmiyor. Neden sonra, ‘Onlar farklı.’ diyebiliyor.

Ha şunu bileydin, tabii ki onlar farklı. Ama fark işçilikte değil, sorunu nasıl koyduğunda ve çözümüne nasıl baktığında. Devrimci demokrasi ile geleneksel sol arasındaki fark da bu ya zaten. Siyaset yaşamın, üretimin içinden geldiği ölçüde gelişebilir. Merkeze sömürüyü oturtmayan, emekle yoğrulmamış devrimcilik, işte ancak muhaliflikle yola çıkanları, sol sempatizanları böyle likide etmeye yarayabilir, sisteme geri besler. Gelirler, giderler. Giderken de çok azı sınıf mücadelesine katkı koyabilir. Bu katkı da genellikle, olağanüstü şartların olağanüstü bireylerinin kişisel çıkışları ile hayat bulabilir. Kahramanlar çıkar, ideolojik bir argüman olur isimleri, onurlu yaşamları, cesaretleri ve adanmışlıklarıyla Denizler geçer, Mahirler geçer.

‘Kapitalizmi minumumda tanıyan biri, onun paylaşım sorunlu bir üretim biçimi olduğunu ve ancak bu üretimin kesilmesi ile hayat damarlarının kesilerek, yıkılabileceğini anlar’ diyorum, biraz da utanarak. ‘Haklısın, tanımak için de yaşamak gerekir’ diye cevap veriyor.

Eee… geldik Türkiye’deki hakim üretim biçimi tartışmasına. Ne diyeyim, konferansın ikinci oturumu başlamadan önce bu bayanı ikna etmek için temiz hava almak gerekecek; ne de olsa şimdilik hava bedava, şimdilik. Ama tuvaletler kapitalist; o, parayla! Tabelayı gösteriyorum: Pazar ekonomisine göre küçük-büyük 20.000.TL.

‘Her şeyden vazgeçtim’ diyorum ona, ‘Öğrenciler, birgün okulu bitirip ücretli köleler haline geldiklerinde bir de siyasetle nasıl uğraşacaklarını, sırf bunu öğrenmek için, hem siyasi hem öğrenci nasıl olunabilir, bunu öğrenseler yeter.’ Gülerek yüzüme bakıyor. ‘Anlaşıyoruz galiba’ diyorum. ‘Memur değil, işçi’ diye yanıtlıyor beni.