Sınıf Mücadeleleri Tarihine İlişkin bir Deneme

Günümüzde sınıflar mücadelesinin genel seyrine ilişkin farklı yorumlarda ortak olarak görülebilecek şey belli bir karamsarlığın giderek ağırlığını koymasıdır. Kuşkusuz bunun belli bir ruh halinin ötesinde politik bir anlamı var. Burada bizce en önemli nokta, günümüzün kimi yönelimleri ile “tarihsel bütünlük” fikri arasındaki bağlantının her durumda kurulabilmesidir. Ama örneğin 2000’lerin dünyasındaki sınıflar mücadelesinin durumunu, 25-30 yıl öncesi gibi yakın tarihsel dönemler üzerinden düşünmek çoğu durumda yanıltıcı olacaktır. Bununla birlikte, “tarihsel bütünlük” adına meseleyi doğrudan modern anlamda sınıflar mücadelesinin oluşumuna, başka bir deyişle son 200 yıllık kaotik bütüne kadar götürmek de mümkün olmayacaktır.

Bu kadar zengin bir deneyimi/ birikimi ilk elden bugünle kıyaslamak çok zordur. Burada en önemlisi, sınıflar mücadelesinin üzerinde şekillendiği çok çeşitli özgüllüklerin, farklı deneyimlerin ve geniş bir zaman diliminin önümüze koyduğu kaotik bütünü belli bir tarihsel izleğe oturtmaktır. Burada “tarihsel izlek”le kastedilen, deyim yerindeyse, sınıflar mücadelesinin ve daha özelde sınıf hareketlerinin en genel anlamda “dip dalgalarıdır”.

Son 200 yıllık tarihsel deneyimin “bugün”le nasıl bağlantılandırılacağı, hangi dönemeçlerin önemli olduğu, ne tip süreklilik çizgilerinin bulunduğu, “değişenin/değişmeyenin” ne olduğu vb. oldukça kapsamlı-tükenmez bir alan. Bu yazıda bu alana kimi girişler yapmayı deneyeceğiz.

Öncelikle bir dönemlendirme denemesi oluşturmak mümkün. Bu dönemlendirme önerisinin bir yararı da, kimi dönemlerin, kendi özgüllükleri ile, günümüzü anlamak bakımından daha kenara ötelenmesi; buna karşılık başka dönemlerin aynı kaygıyla merkeze alınması olacaktır.

Bir dönemlendirme önerisi…

19. yy.’dan günümüze 5 dönem belirleyebiliriz:

1. Erken dönem sınıf hareketi (1789-1848)

Yarım yüzyıldan fazla olan bu uzun dönemin özellikle 1830’lara kadarki kısmını işçi sınıfı mücadelesi açısından bir tür “ilkel birikim dönemi” olarak nitelemek mümkündür. 1830-48 dönemini ise, Batı ve Orta Avrupa merkezli bir yükseliş dalgasıyla başlatıp,‘48 yenilgisiyle kapatabiliriz.

2. İlk dönem sınıf hareketi (1848-1871)

Batı Avrupa’da daha sonra açımlayacağımız “toplumsal devrim” çizgisinin oluşması ile karakterize olan bu dönem, gene aynı çizginin gerilimlerinden doğan ve yüzyılın son devrimci kalkışması olan Paris Komünü’nün yenilgisiyle bitiyor.

3. İkinci dönem sınıf hareketi (1871-1914)

İlk iki dönemin mirası olan “toplumsal devrim” çizgisinin güçlü bir politik odak haline gelmesi ve sınıf hareketinde senkronik yükselişle bu dönemi tanımlayabiliriz. Dönemi, sınıf hareketinde farklı coğrafyalardaki senkronik yükselişin, özgüllüklere ve sınıf hareketinde mevcut egemen eğilimden sapmalara yol vermesi ile noktalıyoruz.

4. Kritik bir ara dönem (1914-1923)

Sınıf mücadelesinde özgüllüklerin ve yol ayrımlarının temellerinin atıldığı bu dönemi yaşamsal önemde buluyoruz.

5. Son olarak, dünyamızdaki sınıf hareketlerinin sosyalizmin varlığıyla ilişkilendirileceği, 1917-45 ve 1945-91 olmak üzereiki alt dönem tespit etmek mümkün.

Günümüzle süreklilik-farklılaşma ekseninde daha doğrudan bağlantılar kurabileceğimiz son iki dönemi bir sonraki yazıya bırakıyoruz.

Erken dönem (1789-1848) üzerine

1830’lara kadar olan kısmı daha önce ilkel birikim dönemi olarak nitelemiştik. Neden ilkel birikim dönemidir? Bizce özellikle iki nedenle böyledir. Birincisi, işçi sınıfının maddi oluşumu ve toplumsal yaşantıdaki rolü ile ilgilidir. İkincisi, mevcut haliyle işçi sınıfını etkileyen/belirleyen öznelerin ideolojik-programatik geriliğidir.

Bu dönemin iki gelişkin örneği olan İngiltere ve Fransa’nın 19. yy. ortasına gelindiğinde benzer bir kaderi paylaştıkları görülebilir. Her iki ülkede de işçi sınıfı burjuvazinin programına yedeklenmiştir. Ancak siyasal açıdan önemli bir farkla: Fransa’da “eski düzen”le “yeni egemenler” arasındaki malum mücadelenin sertliği, burjuvaziyi, işçi sınıfını da kapsamak üzere “demokratik” bir programa itmiştir. Her ne kadar işçi sınıfı mücadelesinin gelişimi burjuvaziyi kendi programından bile korkar hale getirse de, Fransa’da burjuvazi kendi sınıfsal iktidarı uğruna gerektiğinde fabrikaları kapatıp, işçileri barikatlara salmıştır. Kısacası, ‘48 Haziran yenilgisine kadar Fransa’da işçiler, önlerindeki tek modele/programa (burjuva devrimci paradigma) sadık kalmışlardır.

Diğer yandan İngiltere’de “eski düzen” ve egemenleri ile “yeni düzen” ve egemenleri arasındaki tarihsel olarak oluşmuş geçişkenlik, yumuşak-tedrici bir değişimi ortaya koymuştu. Eski ile yeni arasındaki uzlaşmanın böylesine sancısız gerçekleşmesi bir yana, Fransa 1789’unun yarattığı “devrim korkusu” İngiliz burjuvazisini başından itibaren programatik olarak geride tutmuştur.

“1795’ten sonraki onyıllarda Britanya’daki sınıflar arasında muazzam bir yabancılaşma oldu ve çalışan insanlar-toplumsal alanda ve eğitim alanında- etkileri bugüne kadar hissedilen bir ayrımcılığa itildiler. İngiltere diğer Avrupa ülkelerinden şu noktada ayrılıyordu: karşı-devrimci duygunun seli, Sanayi Devrimini seline karıştı; endüstriyel örgütlenmenin yeni teknik ve biçimleri gelişirken; siyasal ve sosyal haklar geriledi. Sabırsız ve dar kafalı endüstri burjuvazisi ile oluşum halindeki proletarya arasındaki ‘doğal ittifak’ kurulur kurulmaz bozuldu.”1

Farklılıklarına rağmen iki ülkenin emekçi sınıflarını aynı noktada buluşturan bir “toplumsal devrim” özlemi, bu döneme damgasını vuruyor. Bu özlemi, sonraki yüzyılın reformist yükselişlerini de belirleyen ağır bir tortu olarak görmek mümkün.

Burada “neden reformizm”? sorusuna verilebilecek kestirme bir cevap bulunmuyor. Örneğin, öncünün yokluğu ya da gelişmemişliği gibi bir açıklama, işçi sınıfı ile öncüsü arasındaki tarihsel mesafenin henüz oluşmadığı bu dönem için biraz totolojik bir açıklama olacaktır. Meseleyi bir düzeyiyle, öncüsünü de içeren kendiliğinden sınıf hareketinin politik kapasitesi bağlamında ele almakta fayda vardır. Dolayısıyla sorunun merkezinde, sınıf oluşumunun erken dönem özellikleri vardır.

Çekirdek metaforu ve gelişme determinizmi

Sınıf oluşumu bahsinde dönemin en önemli özelliği, kırın toplumsal ağırlığının sürmesidir. Bunu yalnızca istatistik bir olgu olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Sanayi devrimi boyunca en büyük toplumsal ağırlığı tarım işçilerinin, sonra da ev hizmetçilerinin oluşturması anlamlıdır. Kentli yeni işçiyi pek çok örnekte görüleceği gibi geriye/toprağa dönüşçü yapan bu toplumsal ağırlık oluyor. İşçi sınıfının oluşumu ile ilgili olarak Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nda bahsettiği “imalat işçileri” ise toplumsal proletaryanın henüz çok küçük bir bölmesi durumundadır. Engels’in, ilk proleterler, sanayi devrimini bu en büyük çocukları olarak bahsettiği imalat sanayisi işçilerini aynı zamanda işçi hareketinin çekirdeği olarak görmesi önemlidir. Ancak, bu çekirdeği sarmalayan toplumsal dokuya bakmazsak, imalat işçileri yararsız bir metaforun konusu haline gelecektir. Toplumsal dokuya baktığımızda ise aslında imalat işçilerini de çevreleyen başka bir çekirdeği görürüz.

“(…) Jakobenlik asıl zanaatkarlar arasında derin kök salmıştı. Luddculuk küçük atölyelerdeki kalifiye adamların işiydi (…) Ve pek çok şehirde, işçi hareketinin fikir, örgüt ve liderlik konusunda yaralandığı çekirdek, ayakkabıcı, dokumacı, eyerci, saraç, kitapçı, inşaat işçisi, küçük esnaf ve de benzerlerinden oluşan bir çekirdekti. Radikal Londra’nın 1815 ve 1850 arasındaki geniş alanı, gücünü belli başlı herhangi ağır bir endüstriden değil (…) fakat bir sürü küçük iş ve uğraştan alıyordu…”2

Bu durum kuşkusuz, imalat-fabrika işçisinin ya da biraz daha genişleterek söylersek doğrudan artı-değer üreten kesimlerin, sistem açısından taşıdığı özel politik öneme gölge düşürmez. Ancak bu durum, yazının başında değindiğimiz, 19. yy. boyunca belirginleşen “toplumsal devrim” çizgisinin neden sonrasında da egemen hale geldiğine ilişkin -birebir koşutluk kurulamasa bile- önemli bir ipucu sağlıyor. Çünkü erken dönem emek hareketinin “asıl damarı”, proleterleşmeye karşı direnç oluşturan zanaatkar gruplar tarafından oluşturuluyor. Hobsbawm bunun tek istisnası olarak İrlandalı Owenci pamuk işçilerini görüyor. Diğer yandan, “Yoksul emekçilerin en aktif, militan ve siyasal bakımdan bilinçli kesimi yeni fabrika proleterleri değil, kalifiye zanaatçı işçiler, kendi işinin sahibi olan zanaatçılar, küçük çaplı ev endüstrisi işçileri ve temelde Endüstri Devriminden önce olduğu gibi yaşayıp çalışmakla birlikte, o tarihlerde olduğundan çok daha büyük baskı altında olan öteki kimselerdi…”3

Erken dönem sınıf hareketinin karakterini belirleyen önemli ölçüde bu eşitsiz gelişimdir. Burada gerçekten ilginç olan, teneke mahallelerin tek oda evlerinde onlarcası yan yana yaşayan, yarınını bilmeyen, akıldışı koşulları kabullenmiş ve tüm gerçeklik duygusunu yitirmiş, en alttaki proleterlerin nasıl toplumsal dinamiğin taşıyıcısı olamadıklarıdır. Çünkü o koşullarda ilginç olan, insanların neden ayaklandıkları, değil nasıl ayaklanmadıklarıdır. Ama, toplumsal dinamik, “değişimi” kişisel hayat deneyimi içinde trajik olarak yaşayan gruplarca taşınıyor. Koşulları klasik proleterlerden daha feci olmayan ama koşulları onlardan daha hızlı değişen bir kesim.

Eski zanaatkarların korporatist düşünme eğilimi,siyasal mücadelenin ilerleyen evrelerinde kendini anayasalcılığa bırakıyor. Hareketin proleter ağırlığının arttığı dönemle anayasalcılık kesişiyor.

Burada durup yönteme ilişkin bir parentez açmak mümkün. Erken dönem sınıf hareketi olarak ayırdığımız 1789-1848 döneminin en gelişkin örneği kuşkusuz İngiltere’dir. Engels’in de bu gelişkinliği temel aldığı doğrudur. Ancak, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nda yer yer vurgulandığı üzere, sınıf hareketinin kendini tekrar eden, çok farklı coğrafyalarda bile olsa birbirine benzeyen deneyimlerinin olmasını, “klasik bir modelin” gelişim aşamaları olarak mı görmeliyiz? Yoksa belli bir soyutlama düzeyindeki süreklilik ya da benzerlikleri ancak bir sonraki aşamada kendi özgüllükleri içinde değerlendirmek üzere mi kullanmalıyız? Örnek olsun:

“(…) Amerika’da işçi sınıfının içinde yer aldığı dış çevre çok farklıdır, ama aynı ekonomik yasalar orada da işliyor ve sonuçları her bakımdan özdeş olmasa bile aynı sıraya göre gelişmek durumundadır.”4

Marx farklı bir bağlamda da olsa klasik olandaki sıranın başka örneklerde pekala bozulabileceğini ya da tersine çevrilebileceğini ifade ediyor.

“Bu mülksüzleştirmenin tarihi, farklı ülkelerde farklı yönler alır ve farklı evrelerini farklı sıralar izleyerek farklı dönemlerde tamamlarlar. Yalnız örnek aldığımız İngiltere’de klasik biçimde görülür. (ve dipnotta-EE) Kapitalist üretimin en erken geliştiği İtalya’da, serfliğin ortadan kaldırılışı da başka yerlerden daha önce oldu.Bu ülkede serfler, toprak üzerinde herhangi bir hak elde etmeden önce özgürlüklerine kavuştular. Kurtuluşu, onu bir anda serbest bir proletere dönüştürdü ve üstelik, çoğunlukla Romalılar zamanından miras olarak kalan kentlerde onu bekleyen efendisini hazır buldu. 15. Yüzyılın sonuna doğru dünya pazarlarında meydana gelen devrim, Kuzey İtalya’nın ticari üstünlüğüne son verdiği zaman, ters yönde bir hareket başladı. Kentlerdeki emekçiler, en masse (kitleler halinde-ç) kırsal bölgelere sürüldüler ve bahçecilik şeklinde sürdürülen petite culture’e (küçük tarıma-ç) o zaman kadar görülmeyen bir dürtü kazandırdılar.”5

Parantezi böylelikle kapatabiliriz.

Kendiliğinden hareketin erken dönem özellikleri

Tüm “gelişkinliğine” rağmen İngiltere’de aslında imalat işçilerini de çevreleyen heterojen bir zanaatkar çekirdekten bahsetmiştik. İngiltere gibi özgün bir örnekte bile başlangıç olarak sınıf hareketini kuşatan dinamiğin sınıf-dışı unsurlardan oluşması anlamlıdır. Sınıf hareketinde, 19. yy. boyunca belirginleşecek olan reform çizgisinin, işçi sınıfının bu ilk eğitmenleriyle ilişkilendirilmesi mümkün. İki özgün örnekten biri olan İngiltere’de bu ilk eğitmenler, ağırlıkla zanaatkar gruplar ve diğer örnek Fransa’da ise ilk eğitmenler “siyasal baskı” altındaki burjuva ve orta sınıf oluyor.

İngiltere’de bu ilk eğitmenlerin programı T. Paine’in İnsan Hakları oluyor. Paine’in kitabı 10 milyonluk ülkede 200 bin adet basılıyor, gizlice elden ele dolaştırılıyor. Paine’in yazıları özel olarak çalışan sınıflara yönelik değildi. Hatta onunkisi “sınırsız üyeler” arasında ajitasyona uygun bir “programdı” ve ne özel mülkiyete ve ne de laissez faire’e karşıydı. Program, burjuva toplumunun insani yüzü olabileceğini kasteder. Reformlar ve bu çerçevede yoksulların durumunun iyileştirilmesi mümkündür. Aslında programatik bir bütünlüğü olmasa bile, bu metin, 19. yy. boyunca adım adım burjuva toplumunun “toplumsal devrim” çemberine sıkışan proletaryanın temel metni oluyor.

İngiltere örneğinde, oldukça bulaşık da olsa erken dönem sınıf hareketine baktığımızda, tematik açıdan üç temel çizginin oluştuğunu görüyoruz: İlkini, ekmek ve yiyecek ayaklanmaları, ikincisini Luddcu tepkiler ve üçüncüsünü parlamento reformu, basın özgürlüğü, oy ve örgütlenme hakkı gibi daha politik temalar etrafındaki hareketlenmeler oluşturur. “Saf” anlamda kendiliğinden halk ayaklanmasının 1840’lara kadarki en önemli biçimi ekmek ve yiyecek ayaklanmaları oluyor. Ancak özünde bu tür hareketlenmeler muhafazakar, öz’e dönüşçü, paternalist ekonomiyi haklılaştıran niteliktedir. Luddculukta da benzer bir tepkiyle kapitalist piyasayı hizaya getirme arzusu vardır. 1842’de 3 milyon gibi ciddi bir niceliksel etkiye sahip olan Çartist hareket de üçüncü çizginin vücut bulduğu en gelişkin kendiliğinden politik hareket oluyor. Taleplerin demokratik ekseni dikkat çekicidir: Herkes için oy hakkı, eşit seçme ve seçilme hakkı, parlamenterlerin sadece mülk sahibi sınıftan seçilmelerini sağlayan kanunun kaldırılması, parlamenter maaşlarının düzenlenmesi,genel seçimlerin her yıl tekrarlanması ve gizli oy hakkı…

Erken dönem sınıf hareketlerinin en önemli özelliği ise dayanağını önemli ölçüde kendiliğinden siyasallaşmanın oluşturmasıdır. Ve, “Geniş kitlelerin kendiliğinden siyasallaşmasının yapısal nedenleri göz ardı edilmemeli, yine aynı yapısal nedenlerle benzer bir olgunun tekrarlanamayacağı,kendiliğinden bir hareketin bir daha asla o ölçüde siyasallaşamayacağı unutulmamalıdır.”6

Tam da bu nedenle erken dönem sınıf hareketleri, özellikle “kendiliğinden” boyutu ile günümüzü anlamak bakımından daha kenara ötelememiz gereken hareketlerdir. Ancak hem günümüzle hem de önceki kimi dönemlerle süreklilik gösteren kimi çıkarsamalar yapmak mümkündür:

Birincisi, “hareket” daha büyük hedefler etrafında şekillenmişse hemen silahlı kuvvetlerce bastırılıyor. Bu tip yenilgiler sonrasında hareket kendini uzunca bir süre toparlayamıyor. İngiltere’deki Çartizm örneğinde bu, ‘48 yenilgisiyle birlikte yarım yüzyıl sürüyor. Daha dar amaçlı eylemlerse önce bastırılıyor ve akabinde bir maliye hesabına bağlı olarak “reform” yapılabiliyor.

İkincisi, çizgisi ya da teması ne olursa olsun her hareket, ivme kaybettiğinde boşluğu gerici ideolojiler dolduruyor. İngiltere’de her geri çekiliş döneminde, ortaçağdan beri görülmemiş ölçüde, ani binyılcılık fantezileri patlaması yaşanıyor. İlgi çekici olansa, bu geriye çekilişe eşlik eden gericileşme, sistematik propaganda aygıtlarının henüz gündemde olamadığı tarihlerde oldukça kendiliğinden bir şekilde gerçekleşiyor. Gizemci, vahiye dayalı tarikatlarda inanılmaz bir artış gözleniyor. Buraya kültür bahsinde tekrar döneceğiz.

Erken dönemin Fransa finali…

İşçi sınıfının “siyasal bağımsızlık” sorunsalına daha önce İngiltere bahsinde değinmiştik. Fransa’daki deneyimlerinse çok daha öğretici olduğu kuşku götürmez. İşçi sınıfının toplumsal özneliği ile siyasal özneliği arasındaki çarpıcı eşitsiz gelişim, erken dönem olarak nitelediğimiz (1789-1848) yarım yüzyılı aşkın süre boyunca Fransız burjuvazisini siyasal olarak olgunlaştırmıştır. İşçi sınıfı ise, belli ideolojik öncüllerin varlığına karşın ciddi bir model sorunuyla karşı karşıya; hareket burjuva devrimi paradigmasını aşamıyor. Ve aslında,

“1848’de yoksul emekçi hareketi, daha 1789-1794’ün devrimci orta sınıf Jakobenizmine ulaşabilmiş değildi…”7

Fransa’da işçi sınıfının bağımsızlık sorunu hep gündemde oldu. Mücadelesinin çeşitli evrelerinde hep bu eşikle karşılaştı. 1830 Temmuzunda bu eşiği görüyoruz, 1848 Haziranında bu eşiği görüyoruz, 1849 uzlaşma şölenlerinde bu eşiği görüyoruz. Eşiği atlayamayan hareket yeniliyor ve daha gerilere düşüyor. Bedel, yalnızca oluk oluk proletarya kanı akması değildir. Bedel, işçi sınıfı hareketinin sonraki dönemlerde de gözdesi olacak olan “toplumsal devrimciliğin” kazığını çakması olmuştur.

“Toplumsal devrimcilik” böylelikle ilk kez Fransa’da sosyal demokrasi şeklinde olgun siyasal ifadesini bulmuştu.

“Sosyal demokrasinin özel niteliği, cumhuriyetçi kurumları,birer araç olarak istemesinde; iki ucu, yani sermaye ile ücretliliği, ortadan kaldırmak değil, ama bu iki uç arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi hafifletmek ve bunlar arasında bir uyuma dönüştürmek istemesinde özetleniyordu. (…)

Bu, toplumun demokratik yolla dönüştürülmesidir…”8

Bu reform arayışının, burjuvazinin “maliyet hesabı” tutumuna en uygun formül olduğunu sonraki deneyimlerde de görmüş bulunuyoruz. Burjuvazi için, özellikle ‘48 devrimlerinden sonra daha net olduğu üzere, devrim tehlikeliydi ama en azından taleplerin bir kısmı karşılanabilirdi. Bu örtüşme, sonraları merkez ülkelerde sistemin bizatihi temel dayanaklarından biri olmuştur.

Marx, sosyal demokrasinin içinde eriyen “proletaryanın devrimci taleplerinden” bahseder. Nedir bu devrimci talepler? Marx’tan dinleyelim gene:

“Çalışma hakkı, proletaryanın devrimci isteklerinin özetlendiği bu ilk acemi formül hâlâ yer alıyordu (…) Çalışma hakkı, burjuva anlamda mantıksızlıktır, boş, acınacak bir istektir, ama çalışma hakkının arkasında, sermaye iktidarı vardır, sermayenin iktidarının ardında üretim araçlarına sahip çıkmak, onları birleşmiş işçi sınıfına bağımlı kılmak, yani ücretliliğin, sermayenin ve bu ikisi arasındaki karşılıklı ilişkilerin kaldırılması vardır.”9

Buradan erken dönem sınıf hareketlerine ilişkin bir çıkarsama yapmak mümkündür. Erken dönem işçi sınıfının ekonomik-siyasi talepleri ile devrimci dönüşümler arasındaki mesafe bir daha göremeyeceğimiz ölçüde kısadır. İşçi sınıfının mücadele tarihini, bu mesafenin uzaması, dolayımların çeşitlenmesi, yeni engellerin, sınırların gündeme gelmesi üzerinden düşünmek mümkündür. Proletaryanın kendi varlık koşullarına ilişkin ortaya attığı her talebin “devrimci” olması dönemin özelliğidir. “Saf” pozisyonlar ve “dolayımsız” talepler, ‘48 devrimlerinin, aslında bir de bu bağlamdaki geçiş niteliğiyle değerlendirilmesi gerektiğine işaret ediyor. Marx’ın işçi sınıfının kendiliğinden-devrimci misyonuna yaptığı özel vurgu bu geçiş döneminin izlerini taşır.

O halde asıl soru şudur: Pozisyonlar saf, talepler dolayımsız, devrimcilik “yakın” ise neden işçi sınıfı yeniliyor? Marx boşluğu “gelişme” ile dolduruyor. Bu nedenle soruyor:

“Fransa’da küçük burjuvazi normal olarak sanayi burjuvazisinin yapması gereken şeyi yapıyor: işçi normal olarak küçük-burjuvanın görevi olması gereken şeyi yapıyor: ama işçinin görevi onu kim yapıyor?”10

Soru, teorik bir beklentiyi ortaya koyuyor: “Normal” olan niye olmuyor?

Marx’ın dayanağı Fransa’da sanayi burjuvazisinin-sanayi proletaryasının örneğin İngiltere’deki gibi yeterince gelişmemiş olması. ‘48 devrimlerinin,”geçiş dönemi” özellikleriyle değerlendirilebileceği diğer bir başlık, sınıf ve onun temsilcileri bahsidir. Marx’ın, işçi sınıfının kendiliğinden devrimci misyonuna yaptığı vurgunun bir uzantısı olarak, sınıf ile siyasal temsilcileri arasında kurduğu, düz karşılıklılık ilişkisi gene dönemin özellikleriyle bağlantılıdır.

‘48 devrimlerinin, yeni dönemler açmak anlamındaki, “geçiş”e denk düşen özelliklerinden en önemlisi Marx tarafından tanımlanmıştı: Sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü. Sürekli devrimle, burjuvaziden bağımsızlaşmış sınıf hareketinin en geri durumdayken bile en ileri hedeflere bağlanmasını ve en ileri hedeflerin varlık koşulunun daha da ileriye gitmekle sağlanabilmesi anlatılmaktadır. Proletarya diktatörlüğü bu hareketin geçici ama en önemli anıdır: Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi… Bu, ‘48 Avrupa’sının en önemli deneyimidir. Kural olarak şekillenecektir.

Fransa örneği 1789’dan başlayarak 1848 deneyimleri ve oradan Paris Komünü ile birlikte proletaryanın “kendiliğinden siyasal eğilimlerinin” en gelişkin olduğu tek örnektir. Marx’ın, Fransa’da işçi sınıfının niceliksel gelişimi konusundaki hassasiyeti bir kenara konursa esas aldığı gelişkinlik de budur. Sınıf mücadelelerinin güncel siyasal biçimlenmeleri söz konusu olduğunda Marx’ın sürekli gözünü diktiği yer Fransa olmuştur. Bu nedenle Fransa hakkında yazılanların ağırlığı fazladır. Örneğin Almanya bu ağırlığın daha kenarında duruyor. İngiltere ise daha uzağındadır. Oysa Kapital’in ilham kaynağı İngiltere olmuştu. Bunu da dönemin siyasal bütünlüğü çerçevesinde anlamlandırmak mümkündür. Bütüne bakıldığında ise “gelişme”ye tanınan iyimserliğin tersi vardır:

“(…) eğer bunalımlar, ilkönce kıta üzerinde devrimler doğuruyorsa da, bu devrimlerin nedeni, her zaman gene İngiltere’dir. Elbette ki, şiddetli patlamalar burjuva gövdesinin yüreğine, merkezine vurmadan önce, uç bölümlerinde oluşmak zorundadır, çünkü merkezde denge olanağı uç bölgedekilerden daha fazladır.”11

1848 Devrimlerinden Paris Komününe temel çizgiler…

Erken dönem olarak nitelediğimiz 1789-1848 döneminin ardından gelen çeyrek yüzyıllık yeni dönem, işçi sınıfının mücadele tarihi açısından önemli bir evreyi temsil etmektedir. Özellikle iki başlıkta değerlendirmek mümkün.

Birincisi, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere Batı Avrupa merkezindeki sınıf hareketleri ‘48 devrimleriyle birlikte kritik bir geçiş süreci yaşamışlardır. Geçiş sürecini, asıl olarak sonraki dönemlerle süreklilik-farklılaşma ekseninde değerlendirmek gerekir. Bu geçiş süreciyle, hareket “karakteristik” denilebilecek nitelikler kazanmıştır. Dünyamızdaki sınıf hareketlerinin deyim yerindeyse “merkez damarı” oluşmuştur.

İkincisi, Almanya aynı sürece ama özellikle ‘48 devrimlerinden sonra, kendi özgünlükleriyle ağırlığını koymaya başlayacaktır. Dönemin en önemli özelliklerinden birisi burjuvazinin siyasal hegemonyasını sağlamlaştırması olmuştur. Marx’ın deyimiyle bunu düzen lehine “denge olanağının” artması olarak görebiliriz. ‘48 devrimlerinin, burjuvazinin hafızasına korku olarak kazınması önemlidir. Bu nedenle ele aldığımız dönemde “en kalıcı” hamleler, burjuvaziye ait olmuştur. Düzenin siyasal, hukuki, ideolojik vs. düzlemleriyle “yerleşme” hamleleridir bunlar. “Yerleşme”nin en önemli belirtisi ulus-devletlerden müteşekkil bir Avrupa’nın oluşmasıdır. Ulus-devletler, bir yandan siyasal, hukuksal, kurumsal dayanaklarını pekiştiriyor ve bir yandan da kaçınılmaz olarak geniş kitleleri siyasete dahil ediyor. Kentsel nüfusun artışı, endüstriyel gelişim, okullaşma oranlarının katlanarak artışı, geniş kitlelerin artan baskısı ile demokratik siyasetin gündeme gelmesi vb. olgulara eşlik eden ise burjuvazinin gericileşmesi olmuştur.

‘48 devrimlerinin yenilgisiyle birlikte çeşitli ülkelerde işçi sınıfı hareketi 1860’ların sonuna kadar uykuya yatmıştır. Ancak tarımsal yapıların dönüşümünün yaygınlaşması, serfliğin ve köleliliğin kaldırılışı, endüstriyel kapitalizmin gelişimi, dünya ticaretinin devasa artışı vb. olgularla işçi sınıfı özellikle niceliksel anlamda güçlenmiştir. Genel olarak bakıldığında, ‘48 yenilgilerinden Paris Komünü’ne kadar olan ara dönemde bir yanda işçi sınıfı yenilgi ve geriye çekilişi yaşarken diğer yanda düzen,olası bir rövanşa karşı önlemlerini geliştirmiştir. Üstelik, kendiliğinden sınıf hareketinin, kendi adına oluşturduğu “maliyet hesabından” çıkan şey devrimin tehlikeli olduğuydu. Talepler masumdu ama burjuvaziye güvenilemezdi. Bu bakımdan kendiliğinden hareket, bizatihi sistemle bütünleşme eğilimi barındırıyordu. Bu izlek içinde, Paris Komünü, kendini burjuva devrimlerinin mirasçısı olarak gören, kendiliğinden-devrimci işçi sınıfı hareketinin,yenilgiler sonrasındaki son devrimci kalkışması oluyor. Yenilgi “bütünleşme eğilimini” ya da “merkezleşme” olarak bahsettiğimiz olguyu güçlendiriyor. ‘48 öncesi ve sonrası olarak baktığımızda en önemli değişim budur. Daha açık ifade etmek gerekirse, ‘48 öncesinde kendiliğinden hareket burjuva devrimi modeline sadık bile olsa düzende daha bağımsız, ucu açık bir yönelim içindedir. Oysaki artık hareket, düzenin ve toplumsal gelişmenin bir parçası haline gelmiştir. Bu çizgiyi Hobsbawm çok iyi betimliyor:

“Gerçekten de, başka birçoğunun olduğu gibi, emekçi ve sosyalist hareket modellerinin anahtarı da 1914’ten önceki elli yıllık tarihte yatmaktadır. Bu hareketlenmeler, çifte devrimin yaşandığı ülkelerde (…) Batı ve Orta Avrupa kuşağında ortaya çıktılar. Emekçi ve sosyalist hareket, kendini bu geleneğin doğrudan devamı olarak gördü. Avusturyalı Sosyal Demokratlar, 1 Mayıs’ı kutlamadan önce 1848 Viyana Devrimi kurbanlarının yıldönümü olan 8 Mart gününü kutladılar. (…) Örgütlü kitlesel mitingler, titizlikle planlanmış toplu gösteriler ve yürüyüşler, seçim kampanyaları, isyan ve başkaldırı için hazırlık olmaktan çok onların yerini aldı. Gelişmiş burjuva toplumunun var olduğu ülkelerde kızıl partilerin ansızın kabarması,bu ülkelerin yöneticileri için gerçekten kaygı verici bir olguydu. Fakat hemen hiç kimse başkentlerinde bir giyotin görmeyi beklemiyordu.”12

Toplumsal devrim çizgisinin, işçi sınıfı hareketi içinde, en belirgin, kalın hatlardan birisi olarak ortaya çıkışı bir de özgünlük referansı açısından düşünülmelidir. Batı Avrupa’daki burjuva devrimleri deneyimlerinin farklı coğrafyalarda tekrarlanmayışı ya da tekrarlanamazlığı farklı coğrafyalardaki işçi sınıfının deneyimlerini de söz konusu “merkez damardan” ayrıştırmıştır. Örneğin 1905 Rus Devrimi, yoksul kitlelerin devrimi bile olsa herhangi bir burjuva devrimi referansına dayanmaz. Miras görülecek bir devrim yoktur. Geç burjuva devrimlerinin özgüllüklerinden birisi de bu bağlamda düşünülmelidir.

Toparlamak gerekirse, ele aldığımız dönemde, İngiltere’de sınıf artık, elde ettiği seçim gücünü anlamlı bir parlamenter temsiliyete ulaştıramamış durumdadır. Fransa’da Komün yenilgisinde 40 bin kişi öldürülmüştür. Velhasıl, 1871 sonrasında devrimci hareketin merkezi Almanya’ya kaymıştır.

1871 sonrası ve Almanya bahsi…

1871’i yeni bir dönemin başlangıcı olarak seçmemizin çeşitli nedenlerine değinebiliriz. Batı Avrupa’da ‘48 devrimlerine neden olan yükselen sınıf hareketi, ‘48 sonrasında önemli ölçüde ehlileştirilmiştir. Burjuvazi için belirleyici olan ‘48 Haziranıydı ve burjuva düzeninin Bismarck, Bonaparte gibi gerici güçler eliyle “yerleşme” hamleleri buna dayanıyordu. Paris Komünü “yerleşme” sürecinin kısa devre yapmasıyla hayat bulmuş ancak Engels’in de belirttiği gibi, önderlerinden beklenmeyecek başarılara rağmen kaçınılmaz olarak yenilmişti. ‘70’lerle birlikte değişen, “kendiliğinden” sınıf hareketinin bir daha o ölçüde başarıya ulaşma şansını yitirmesidir. Çünkü bir yandan kârlılık anlamında krize giren burjuva düzeni, emperyalist projelere yönelirken diğer yandan ehlileşmesi beklenen sınıf hareketlerinin “burjuva düzene” daha sıkı bağlanması tasarlanıyordu. Emperyalist siyaset, içerdeki burjuva saltanatın sürmesinin hem nedeni hem sonucu gibi düşünülüyordu.

Bugünkünün neredeyse aynısı olan emperyalist hiyerarşi, 1870’lerde başlayıp 1. Dünya Savaşı’na uzanan dönemde oluşmuştur. Kapitalizmin artık uzanamadığı bölgenin kalmaması ile farklı bölgelerde farklı dinamikler oluşuyor. Özgüllüklerin oluşması, yalnızca ulusçu ya da antiemperyalist yönelimlerin sınıf hareketine içerilmesi anlamında değildir ki, bu dinamiklerin Rus devrimci hareketinden önce ve özellikle 1914’ten önce ciddi bir örneği olmadığını biliyoruz. Britanya ve Fransa gibi özgün örneklerdeki gelişim çizgisinden farklı olarak, kapitalizmin “dışarıdan” müdahalesinin çeşitli ulus-devletler özelinde yarattığı karmaşık sınıf oluşumu/mücadeleleri süreçleridir söz konusu olan. Avrupa’da, sınıf hareketinin “merkezleri” dahil olmak üzere, Ren’in doğusundan Rusya’ya, Asya’daki dinamiklere ve oradan Latin Amerika’ya uzanan geniş bir coğrafyadaki, “farklı mücadele damarları” da asıl olarak 1870’lerde başlayan dönemdeki değişimlerle anlamlandırılabilir.

Bu dönemin en önemli özelliği daha önce belirttiğimiz gibi emperyalist dünyanın bugünküne çok benzer şekilde oluşması ve en önemlisi bunu gene bugünkü gibi güçlü bir sosyalist sistemin olmadığı koşullarda oluşturmasıdır. Bu nedenle, sınıf hareketi bahsinde günümüzle önemli süreklilikler yakalanabilir.

1870’ler boyunca gözlenen, sınıf hareketinin, belli başlı kapitalist ülkelerde senkronik olarak yükselişe geçmesidir. Özellikle sendikal örgütlülüğe baktığımızda üç tip çizgi görüyoruz: Birincisi, İngiltere, Amerika, Kanada gibi ülkelerde İngiliz tipi Trade-Union’cu örgütlenmedir. İkincisi, Almanya, Avusturya-Macaristan, Belçika, Hollanda,İsviçre ve İskandinav ülkelerinde olduğu gibi işçi sınıfı partilerine bağlı sendikal örgütlenme tipidir. Üçüncüsü, İspanya, Fransa ve kısa bir dönem İtalya’da anarko-sendikalizmdir. Fransa’da 1884’te yasallaşan sendikalar çoğunlukla siyasi partilerden uzak durmayı tercih ettiler. Proudhoncu eğilimin hakim olması, zanaatkar işçilerin ağırlığı, siyasal eylemin ve siyasal örgütlenmenin reddi, sınıf hareketinde reformizmin kalıcılaşmasına zemin hazırlamıştır. İtalya’da ise 1870-90 arası işkolu esasına dayalı sendikalar yaygınlık kazanmıştı. Asıl önemlisi “sendikato” adı verilen yerel işçi örgütleriydi.

“1891’den başlayarak Milano, Torino gibi sanayi merkezlerinde kurulan sendikatolar işçilerin haklarını korumaya çalışan, kooperatifler kurulmasına yardımcı olan, işçilere ve işçi çocuklarına eğitim imkanları sağlamaya çabalayan örgütlerdi. 1890’ların ikinci yarısında İtalyan gericiliği kitlelere karşı harekete geçtiğinde ve baskılar yoğunlaştığında sendikatolar sığınma ve direniş merkezi oldular. Bu baskılar, reformist eğilimlerin işçi federasyonlarına egemen olduğu bir dönemde anarko-sendikalizmin güçlenmesine yol açtı ve sendikatolar anarko-sendikalizmin yörüngesine girdiler.”13

Farklı çizgiler izlense ve farklı modeller etrafında örgütlenmiş olsalar da sendikal hareket 19. yy.’ın son çeyreğinde benzer bir reformist çizgide buluşuyor. Bu reformist çizgi özellikle, siyasal baskı koşullarında tepkisiz kalıp, ekonomik gelişme evrelerinde ücretler üzerinden harekete geçmesiyle kendini gösterir. Sendikal hareketlilik ile ekonomik durum arasında çarpıcı istatistiksel bağlantılar görülmektedir. Diğer yandan söz konusu reformizm, İngiltere örneğinde daha net görüldüğü üzere, sendikalara hakim olan, ayrıcalıklı bir işçi elitinin baş göstermesiyle de tanımlanabilir ki, tüm bunlar asıl olarak 19. yy.’ın son çeyreğinin ürünüdür.

Sınıf yapısındaki değişimlerin beri tarafında, emperyalizmin doğuşu, tüm hareketliliğine ve örgütlülüğüne rağmen kitlelerin düzene daha fazla -önceki dönemle kıyaslandığında- bağlanması anlamına geliyor. Örneğin ‘48 devrimlerinin içine doğduğu konjonktür daha örgütsüz, daha kişiliksiz, daha atıl ama düzen fikrinden daha bağımsız kitleleri ile karakterize oluyor. Oysaki 1870’lere gelindiğinde “devrim korkusu” ile düzenin daha fazla ideolojik mekanizmaları devreye soktuğunu görüyoruz. Üstelik “devletin ideolojik aygıtları” kavramında ifade edildiği gibi, daha sistemli, kurumsal, resmi ve özellikle okullaşma oranlarının artışıyla birlikte daha toplumsal bir süreç… Okullarda ulusal bayrak tapınmasından taç giyme törenlerine, toplumsal bir motivasyon olarak aşağı milletlere medeniyet götürmekten fethin, sömürgeciliğin meşrulaştırılmasına, otoritenin simgesi olarak meydanlara dev heykellerin binaların dikilmesine, sembollerin, törenlerin icat edilmesine vb. uzanan bir süreç.

Emperyalizmin özellikle Avrupa’daki-merkez ülkelerdeki işçi sınıfının ideolojik dünyasına etkilerini göstermesi bakımından ilginç bir örnek, İtalyan işçilerinin grev kırıcılara kuzey Afrikalı bir kabileden esinlenerek “Crumiri” adını takmasıdır. Gene Fransa’da suç örgütü liderlerine Kuzey Afrikalı bir kabile şefinden esinlenerek “Caids” denmiştir.

Temsili demokratik mekanizmaların ve sınıf hareketinin gelişimi gene bu dönem milliyetçilik, muhafazakarlık, sosyalizm gibi modern ideolojilerin toplumsallaşmasına olanak sağlıyor. Azgelişmiş ülkelerde Comte’cu ilerleme ideolojilerinin siyasal elitlerin gözdesi haline gelmesi aynı döneme denk düşüyor. Avrupa’da ise özellikle Almanya, Belçika ve Hollanda gibi ülkelerde Hıristiyan Demokratlar, ilkesel sosyalizm karşıtlığı ile zaten 1870 sonrası tatsız liberalizmden umudunu kesen düzen cephesinde prestij kazanıyor.

Kitleler kapitalizmin yıkıcılığı karşısında bir yandan modern ideolojiler etrafında seferber olurken bir yandan da özellikle kültürel hayatta “eski”nin yerine “yeni”sini oluşturmaya çabalıyor. Ancak burada bizce önemli olan nokta şudur: Bahsi geçen dönem kuşkusuz kapitalizmin henüz kültürel süreçleri bugünkü anlamıyla piyasalaştırdığı, toplumları “kitle kültürüyle” kuşattığı bir dönem değil. Ancak tüm 19. yy. boyunca belirginleşen şey, yalnızca işçi sınıfının değil toplumun geniş kesimlerinin, yıkıcı hayat koşulları karşısında kültürel olarak geriye dönüşçü özlemlerinin diri kaldığıdır. Bu bir yanda apokaliptik, gizemci tarikatların yükselişinde bir yanda kentlerde yığınsal bir nihilizmin türetilmesinde, oradan da çok çeşitli düzlemleriyle toplumu sarmış genel bir ahlaki çöküntüde görülebilir.

Bilinir ki kapitalist modernleşme sürecinin, devletle toplum arasında kurulagelen geleneksel değer ve normları yıkması ile oluşan parçalılık, dağılma ve boşluk, tüm 19. yy. sosyologlarının temel konusu olmuştur. Toplumun yeni düzenle nasıl bütünleştirileceği, özellikle kültürel süreçlerde yaşanan yaygın çözülüşün nasıl bir “ahlak” ile (Durkheim) ile giderileceği gibi tartışmalarda ortaya çıkan şey, 19. yy. toplumunun ciddi bir “kültürsüzleşme” ile karşı karşıya olduğudur. Dolayısıyla bizce en özgün örneklerde bile sınıf oluşumu/mücadelesi sürecine mutlaka belli düzeyde bir kültürel çöküntü eşlik etmiştir. Frankfurt Okulundan günümüze değin “kültür” ile “sınıf mücadelesi” arasında doğrudan-determinist ilişkiler kurulması; kitle kültürünün sınıf mücadelesini engellediği, sınıfın devrimci misyonuna zarar verdiği türünden fikirleri ile günümüzün “kitle kültürü kıyametçilerinin” aslında bu bütünü görmeleri gerekir. Kuşkusuz kitle kültürü olgusunun sınıf kapasitesine yönelik daraltıcı etkileri komünistler için çok önemlidir. Ancak acaba kitle kültürü denilen melun şeyden uzakta, bu anlamda “özgür” toplumlar varken sınıf mücadelesinin beslendiği kanallar çok mu iyiydi? Bugünden bakıldığında ölümcül görünen farkların gerçek siyasi karşılıkları çok önemlidir. Burada özellikle birazdan değineceğimiz Almanya’da Sosyal Demokrat Partinin kitleselleşme süreci güzel bir örnek oluşturuyor. 19. yy.’ın sonunda her üç Alman vatandaşından biri, resmen Marksist olarak tanınan Sosyal Demokrat Partiye oy veriyordu ama parti sınıfın kültürel bir uzantısı haline dönüşmüştü, tıpkı işçi barlarında içilen bira gibi ya da taraftarı olunan futbol takımı gibi… Partinin politik hattından bağımsız olarak bahsetmeye çalıştığımız şey, en gelişkin haliyle bile tek başına kültürel bir tutumun siyasi olarak çok şey ifade etmeyebileceğidir.

Şimdi döneme asıl olarak damgasını vuran Alman sosyal demokrasisine kısaca bakalım. Etkileri bakımından 19. yy.’ı aşan, 20. yy.’a ve günümüze uzanan, sınıf hareketinin en güçlü dip dalgası burada oluşuyor. 19. yy. boyunca sınıf hareketinin örgütlü sosyalizmle buluştuğu tek örnek Almanya olmuştur. Daha doğru ifade etmek gerekirse, sınıf hareketi ve sosyalizm tek kulvardan doğup gelişmişlerdir. Yani başlangıçta ayrı gelişen iki unsurdan, ilkinin zamanla ikincisine tabi olduğu bir süreç değildir. Üstelik yüzyıl sonuna doğru kitlesel politik bir güç haline gelmiştir. En önemlisi “neden Almanya” sorusudur. Çünkü “saf” teorik beklentiler açısından, Fransa ve belki de İngiltere daha uygundur. Bunu Almanya’nın özgüllükleri ile ilişkilendirmek mümkündür.

Almanya , Fransa ve İngiltere’deki özgünlüğüyle burjuvazinin siyasal hegemonyasını sağlamak için sayısız savaşım yürüttüğü bir ülke değildi. Almanya’da eski düzenin ayrıcalıklı kesimleri varlıklarını sürdürüyorlardı. 1840’larla birlikte burjuvazinin siyasal alanda öne çıkışına rağmen, çok parçalı yapının sürekli diri tuttuğu, güçlü bir bürokrasi ve otoriter devlet yapısı ile dönem Avrupa’sının en gerici güçlerinden biriydi. Diğer yandan 1850-1860 arası döneme bakıldığında endüstriyel gelişme göreli olarak yavaştır. 70’lere gelindiğinde ise kapitalistleşme hızı artıyor ve Almanya ekonomisi uluslararası alanda iddialı hale geliyor. Almanya tarihinde 1870’li yıllar “kurucu yıllar” olarak geçmektedir. Geriden gelen Almanya olmasına rağmen, emperyalist aşamaya en saldırgan biçimde dahil olan da Almanya oluyor. Özgüllük, geleneksel totaliter bürokratik yapının klasik liberal ekonomi politikalarının uygulanmasında biricik araç olarak kalması olduğu düşünülebilir. Örneğin Fransa pek çok deneyimden sonra Bona-partizmi icat etmişti ama Almanya’nın zaten bildiği başka bir yol yoktu. Bu özgül gelişimin, kendi özgül entelektüel dünyasını yaratması da “neden Almanya” bahsinde belirleyici başlıklardan biridir.

Lassalle’ın Genel Alman İşçiler Birliği 1863’te kurulduğunda, sosyalist olmaktan çok radikal-demokrat bir çizgideydi. Genel oy talebi ise “işçi tabakasının” elindeki en büyük güç ve araç olarak görülüyordu. Güçlü bir burjuva düşmanlığı, otoriter devlet istemiyle bağlantılıydı. Marksist olmaktan çok uzak olsa da bir işçi önderi olarak Lassalle, 1862’de başbakan olan Bismarck’a “genel oy” talebi üzerinden mektuplar yazar. İlginç olan Alman devleti, kendi dışında hiçbir güç olamayacağını, hiçbir alanın kendi dışında kalamayacağını varsayan “totaliter” yapısıyla da bağlantılı olarak Lassalle’ın işçi politikasını “kendi meselesi” olarak görür. Zamanla Alman işçi hareketinin, gelişen Alman kapitalizminin bir parçası haline gelmesinde bu “totaliter şefkatin” payı vardır.

Lassallecılarla, hareketin proleter niteliğini öne çıkaran Marksistler birleşerek 1875’da Sosyal Demokrat Partiyi kurarlar. Burada ilgi çekici olan Sosyal Demokrat Partinin kitleselleşme sürecine ara basamak olarak hizmet eden çeşitli örgütlenmelerin doğrudan emek örgütleri olmaktan çok aslında “toplumsal örgütlülük” kapsamındaki örgütlenmeler olmasıdır. Kökenleri 1860’lara kadar uzanan binlerce “kendini yetiştirme” birlikleri, karşılıklı yardımlaşma cemiyetleri, kardeşlik toplulukları, korolar, jimnastik kulüpleri, spor kulüpleri vs… Parti, işçi sınıfının bu alt kültür kurumlarını geliştirme yönünde anlamlı çabalar da sergilemiştir; konserler, geziler, okuma kulüpleri, dayanışma şenlikleri gibi. Ancak “kültür kurumları” bahsinde daha belirgin olduğu üzere parti günün yıkıcı görevlerini yarının yapıcı görevlerine feda etmeyi tercih ediyor.

Parti kurumsallaşıyor, parlamentoya yerleşiyor, yüzlerce yayını, bankasıyla devasa bir mekanizmaya dönüşüyor. Aslında yüzyıl sonunda daha netlik kazandığı üzere Alman işçi hareketi gelişen Alman kapitalizminin bir parçası haline geliyor. Kautsky’nin de memnuniyetle belirttiği gibi SDP aslında ilerlemenin, toplumsal gelişmenin partisine dönüşüyor. Dolayısıyla sosyal demokrasinin işçi sınıfına ihaneti tezi 1914 öncesi birikimle anlam kazanmaktadır. Bu birikime bakıldığında ise Marx’ın Alman İşçi Partisi Programına yazdığı kenar notlarındaki titizlenmenin boşa olmadığı görülecektir.

“Zaten, bütün program, bütün demokratik lafazanlığına karşın, bir uçtan bir uca lasalcı mezhebin devlete olan kölece inancına, ya da daha kötüsü, demokrasi mucizesi inancına bulanmıştır; ya da daha doğrusu, ikisi de sosyalizmden eşit derecede uzak bulunan mucizelere olan bu iki tür inanç arasında bir uzlaşmadır”14

Reformizmin çeşitli teorik öncüllerine uzun uzadıya değinmek mümkün ama burada bizim önemli bulduğumuz, mevcut “toplumsal devrim” çizgisinin çeşitli yönleriyle önceki dönemlerle ve 20. yy. ile ilişkisidir. Bu değerlendirmeleri diğer yazıya bırakıp Almanya bahsini bitiriyoruz.

Genel rotaya ilişkin ara sonuçlar…

19. yüzyıldaki sınıf mücadeleleri deneyimine ilişkin sonuçları, kimi indirgemelerle ilişkilendirebiliriz. Bunları sıralamak gerekirse:

1- Tek tek ülkeler ya da bölgeler düşünülmeksizin bütün olarak bakıldığında yaklaşık olarak son 200 yıllık tarihsel kesitte, aktif-topyekun mücadele fiili anlamındaki sınıf mücadelesi hacim olarak sanıldığından daha sınırlıdır.

2- Topyekun dünyayı sarsan kimi momentlerde yakalanan senkronize hareketlenmeler dışında, ülkeler arasında bahsedilen türdeki mücadele büyük oranda eşitsiz gelişmiştir/gelişmektedir.

3- Özellikle 19. yüzyıl söz konusu olduğunda hareketin belli merkezleri ayırt edilebilir: Britanya, Fransa, Almanya.

4- Üstelik bu sınırlı sayıdaki merkez içinde sınıf hareketinin (ya da kitlesel hareketlenmelerin) örgütlü sosyalizmle buluşması yalnızca bir ülkede gerçekleşmiştir: Almanya. Bu buluşmanın bir kitleselleşmeye evrilmesi 19. yüzyılın sonunu bulmuştur.

5- Diğer yandan Britanya ve Fransa gibi örneklerde klasik/özgün birikimi bir kenara koyarsak, kendiliğinden mücadele dinamiklerini de içeren bir sınıf oluşumu süreci ile örgütsel nüvelerin oluşması gene bu sürecin ürünü olarak ama yüzyılın ikinci yarısında belirginleşmiştir.

6- Bu dönemin diğer bir önemli yanı, işçi sınıfı mücadelesinde kendiliğinden hareketin aynı zamanda politik açıdan gelişkin olduğu ilk ve son dönem oluşudur.

7- Özgül olarak herhangi bir ülkesel ölçekte hareketin hedefe yaklaştığı/ulaştığı momentlerde bu özgüllüğü üstbelirleyen bir uluslararası birikim her durumda vardır.

8- Tüm 19. yüzyıl boyunca sınıflar mücadelesinin oluşturduğu deneyim, Avrupa’nın bahsi geçen merkezlerinde belli bir gelenekle karakterize oluyor. Yazıda çeşitli yönleriyle bahsettiğimiz bu gelenek, son 200 yıllık sınıflar mücadelesinin önümüze koyduğu kaotik bütün içindeki en belirgin-kalın hatlardan birisini oluşturuyor: Toplumsal devrim geleneği.

9- Söz konusu kalın hattın ilk önemli sonucu, tüm 19. yüzyıl boyunca mevcut renkliliğine karşın işçi sınıfı hareketinin “kitlesel politik güç” bakımından bir daha tekrarlanamayacak birliğidir. Kuşkusuz hareketin politik birliğinin başlı başına ileri bir noktayı temsil etmediğini de peşin peşin söylemek gerekir.

İkinci önemli sonuç: Yüzyıl dönümünde sınıf hareketinin farklı coğrafyalarda kazandığı farklı deneyimlerin 19.yüzyıl boyunca oluşmuş “ağır tortu” olmaksızın anlamlandırılması mümkün değildir.

Üçüncü önemli sonuç: “Toplumsal devrim” çizgisinin politik bir güç olarak cisimleştiği dönem, -19. yy. sonu- aynı zamanda bugünkü gibi henüz güçlü bir sosyalist iktidarın olmadığı dönemdir. Bu nedenle, son çeyrek yüzyıllık dünya-tarihsel yönelimin merkezindeki sınıf mücadelesi sorunsalını, karşılaştırdığımızda anlamlı bağlantılar yakalayabileceğimiz bir dönem olarak da önemlidir.

10-Yüzyıl dönümüyle sınırladığımız tarihsel kesitte, sınıf hareketlerindeki farklı izleklerin önemli bir yönü de aslında senkronik etkilenmeye olan açıklığıdır. Bunu eşitsiz ve bileşik gelişme kavramıyla ilişkilendirmek mümkündür. Çünkü hem tek tek ülkeler hem de bölgeler arasında ciddi bir eşitsiz gelişme var. Bu eşitsiz gelişimi, kaotik-devrimci konjonktürler düzlemiyor, aksine daha da derinleştiriyor.19. yüzyılın devrettiklerine baktığımızda, bir yandan Britanya’da endüstri devriminin temel momentleri olan feodalizmin tasfiyesi, tarımsal üretimin pazara eklemlenmesi, toprakta özel mülkiyetin oluşması, kapitalist çiftliklerin tarım işçilerini yaratması, devletin kapitalist gelişmede temel aktörlerden biri haline gelmesi gibi olgular diğer yanda Fransa’da siyasi ideolojik yapının zengin bir deney birikimi ile yoğrulması dünya ölçeğinde kapitalizmin hem altyapı dinamikleri hem de üstyapı deneyimleri açısından olgunlaşmasını sağladı. Fransa, Britanya, ABD, Belçika, İsviçre gibi ülkeler bu altüst oluşun merkezinde oldular. Avrupa’da Ren’in doğusu bu büyük merkezin en yakın artçıları oldular. Almanya, İtalya, Polonya, Habsburg, Rusya, Osmanlı gibi. Artçılar, merkezlerin siyasal üstbelirlemesine oldukça açıktı. Doğal ki artçılar daha fazla çelişki biriktirdiler. Bunların önemli bir kısmının sosyalist deney yaşaması rastlantı olmasa gerek. Diğer yandan Latin Amerika, ABD merkezinin en yakın artçısı durumundaydı.

11- Sınıf mücadelesi ekseninde düşünüldüğünde, çeşitli deneyimlerin oluşmasının egemenler açısından sonucu çok kıymetlidir. Çünkü merkezdeki deneyimlerin bilgisi bile çoğu durumda artçıların tarihsel gelişimlerinde çok etkili oluyor. Kimi ülkelerin tarihlerinin önemli ölçüde “elitlerinin tarihi” ile çakışması bu türden bir bileşik gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bu izleğin yani “merkezlerin oluşması ve artçıların tecrübe edinişlerinin” sınıf mücadeleleri açısından önemi büyüktür.

12- Son olarak denilebilir ki, Avrupa’da reform çizgisinin önüne geldiği eşik, 1914-23 dönemi oluyor. Eşiği atlayamayan hareket oldukça geriye düşüyor. Sosyalizmin kuruluşu bu nedenle batıya fazla uzanamıyor. Bu anlamda Batı Avrupa’da yenilgi, sosyalizmin kuruluşunu önceliyor. 1945 sonrası “refah devleti” uygulamaları, “reform çizgisini” kendi sınırlarına hapsedip pekiştiriyor. Ama diğer yandan yüzyıl dönemecinde zaten farklı kulvarlarda özgüllüklerini geliştirenler -ki burada Rus devrimci hareketine ya da Latin Amerika’daki özgün hareketlere hiç değinilmedi- yeni deneyimlere yöneliyorlar.

Dipnotlar

  1. E. P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, Birikim Yayınları, s. 232.
  2. a.g.y., s. 248.
  3. E. J. Hobsbawm, Devrim Çağı: 1789-1848, V Yayınları, Birinci baskı, s.395.
  4. F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yayınları, s. 32.
  5. K. Marx, Kapital, birici cilt, Sol Yayınları s. 680.
  6. E. Arslan, “Temel özellikleri ışığında işçi sınıfının yapısı ve sınırları: İşçilerden sınıf yapmak”, Gelenek 70, s. 80.
  7. E. J. Hobsbawm, a.g.y., s. 400.
  8. K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol yayınları, ikinci baskı, s. 52.
  9. K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yayınları, dördüncü baskı, s. 70.
  10. K. Marx, a.g.y., s. 117.
  11. K. Marx, a.g.y., s. 140.
  12. E. J. Hobsbawm, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Dost Yayınları, birinci baskı, s. 152.
  13. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, s. 403.
  14. K. Marx-F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, Üçüncü baskı s. 44.