Sınıfın Gündemi, Ülkenin Gündemi

Gelenek’in iki sayı öncesindeki yazıda şurada kalmışım:

“TEKEL işçilerinin, sınıf kimliğini birleştirici kuvvet olarak eylemli biçimde kendilerini ortaya koymaları bu açıdan son derece anlamlıdır. Bu yaklaşım bir siyasal önderlik tarafından zorlama biçimde TEKEL direnişine eklenmiş değildir. İşçi direnişleri bölünme/çözülme sorularının baskın olduğu bir toplumsal atmosfere doğdukları, hatta bir ölçüde bu tür köklü soruların kendilerini dayattığı bir atmosferin ürünü olarak doğdukları için, kendiliklerinden toplumsal soru ve sorunlara yanıt arama, sözlerini söyleme eğilimi içine girdiler. Sorular başkaları tarafından yanıtlanmayacağına göre işçi sınıfının üzerine ilginç bir güncel görev düşmektedir. Üzerine politik bir yanıt üretme görevinin düşmesi, işçi sınıfının sola, politik bir önderliğe açıklığının güncel temelini oluşturur.” 1

Bu yazı ise, Tek Gıda-İş’in, çadır direnişinin başarıyla tamamlanmasını sağlayan Danıştay kararının ardından girdiği mola günlerinde kaleme alınıyor (gerçi Muşlu TEKEL işçileri AKP Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu’nun kentlerine gelişini “moladayız” diyerek pas geçmediler ve AKP yöneticilerini insan içine çıkamaz hale getirmeyi öngören yeni eylem biçiminin ilk örneğini 6 Mart’ta yarattılar; ama yine de eylemin “devre arası” sürüyor). Burada işçi sınıfının kendi gündemini biçimlendirme süreci, bu arada ülke gündemini etkileme ve ondan etkilenme mekanizmaları, içinde bulunduğumuz somut durum bağlamında ele alınacak.

Elbette TEKEL eylemleri, bu yazının sık sık dönülen ana temasını oluşturuyor. Nasıl olmasın ki, yirmi yıla yakın zamandır bu kadar etkili bir işçi hareketi gördük mü? Okur, yanıtı belli olan bu soruyu başka yayınlarımızda çok sık ortaya attığımızı düşünerek “yine mi” diyebilir; öyleyse soruyu değiştireyim: 1970’lerin sonlarından bu yana herhangi bir işçi direnişi süresince onlarca işçinin sınıf partisine katıldıklarına tanık olduk mu?

Yeni işçi hareketi ve sendikalar

Sosyalist İktidar Partisi – Türkiye Komünist Partisi geleneğinin işçi hareketine yönelik formülü, adıyla neredeyse çelişecek kadar uzun süredir, işte bu ara başlıkta geçiyor: Yeni bir işçi hareketi. Geçmişten devralınan, sermayenin uluslararası operasyonuyla model olarak dayatılan, eski sol perspektif ve birikimlerin baş etmek yerine boyun eğmeyi seçtikleri, sendikaların uyum gösterdikleri her şey bir sepete doldurulmalı ve yerlerine bir yenisi konmaya çalışılmalıdır.

Söylediğimiz, önce bu keskinlikte, bu toptancılıkta algılanmalıdır. Daha başlarken, geçmişten gelip de korunacaklar listesi yapmak, yanlışlardan arınmayı zorlaştırır. Daha titiz bir eleme sonradan, zaten mücadelenin içinde ısrarını sürdüren öğeler üstünden daha sağlıklı ve daha doğal biçimde yapılabilir.

Örneğin mevcut sendikalara “yeni işçi hareketinde” özel, merkezi bir yer ayrılmamalıdır. Bir yüzü her zaman kapitalist emek örgütlenmesinin bir kurumsallığı olmaya yönelik olagelmiş sendikaların,  sınıf mücadelesinde kazandıkları ilerletici işlevin en kritik noktasının, öncü partiyle geniş kitleler arasında kurdukları bağlantı olduğunu -en azından Lenin’den bu yana- biliyoruz. Kalıcı olan, her daim karşılanmak zorunda olunan işlev budur. Kitle ile öncü arasındaki bir ara bölgeden söz ediyoruz. Durağan olmayan, gündelik çıkarları için hareketlenen bir sınıf kesitini barındıran bu ara bölgeye, mevcut sendikal örgütleri kastetmeksizin “sendikal alan” adını koymakta da herhangi bir sakınca yoktur. Ancak bu alanın var olan sendikalar tarafından ne ölçüde doldurulacağı sorusunun yanıtı, mücadele sürecinin kendi içinde gizli. Akıl ve pratik, bu anlamda özgürleştirilmelidir. Sendikal bir alanın varlığı saptanmalı, ancak bu alanın mevcut sendikalara verilmiş olan tapusu sol açısından geçersiz sayılmalıdır.

Bu keyfi bir yaklaşım olmaz. Bir bütün olarak bugün sendikal yapı, emekçi sınıfların gündemini oluşturma, sınıfın gündemiyle ülkenin gündemi arasındaki karşılıklı ilişkide belirli bir görevi sırtlanma açılarından işini yerine getiriyor, objektif olarak yerine getirebiliyor olsaydı, solun tapu iptal yetkisi de söz konusu olmazdı. Böyle davranan sol, sendikal hareketle kısır bir didişmeye girişmiş sayılırdı yalnızca. Oysa bugün sendikalar bir dizi nedenle toplumsal ve sınıfsal gündem arasındaki ilişkide boşa çıkabilmektedirler. En sert örneğini 1 Mayıs’tan, bir diğerini sendikacıların burjuva siyasetiyle kurdukları ilişkilerden verebiliriz.

Birkaç yıldır, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması DİSK ve KESK’in ortak ve öncelikli politikaları durumunda. Bu tercihin her yılın belirli bir dönemine damga vurduğu da açıktır. Ancak DİSK ve KESK, 1 Mayıs-Taksim politikaları aracılığıyla belirli bir süre toplumsal gündemi belirleme şansını yakalamakla birlikte, sınıfın gündemi ile nasıl bir irtibat kurabilmişlerdir? Bu soruya dürüst bir yanıt verilmesi artık gerekiyor: Böyle bir irtibat yoktur. Söz konusu ilerici konfederasyonların kendi üye tabanlarının bile bu merkezi politikayla aralarında bir aidiyet bağı kurulmamıştır ve dolayısıyla bu üyelerin önemli bir çoğunluğu 1 Mayıs-Taksim kutlamalarıyla ilgili gündemi, “sıradan vatandaş” kimliğiyle izler. Haberlerde izin verilmeyen, saldırıya uğrayan, yolu kesilenlerin -en azından bir kısmının- işçi olduğunu duyarlar. Bu duyduklarının bütünüyle doğru olması, geniş emekçi kitlelerin kendilerini işin parçası hissetmelerine yetmemekte, durumu daha da tuhaflaştırmaktadır yalnızca. Üstelik adı geçen iki konfederasyonun bu durumu kanıksadıkları da söylenebilir. DİSK ve KESK bazen açıkça bazen örtük biçimde, sınırlı sayıda görevli dışında, kendi tabanlarını Taksim politikasının parçası olarak örgütlememeyi tercih etmektedirler. Hal böyleyken sınıfın gündemi mevcut sendikal aracıların dışında biçimlenmektedir.

Bazı sendikacıların siyasal angajmanları için de benzer bir taban irtibatsızlığı göze çarpar. Bahar Eylemleri dalgasının üstünde konfederasyon başkanlığına tırmanan Bayram Meral’in CHP milletvekili olmasıyla işçi sınıfının kitleleri arasında herhangi bir bağ var mıdır? Daha yakın geçmişte veya bugün bile, çeşitli partileşme çalışmaları içinde adları geçen başka sendikacıların, sınıfın veya örgütsel tabanlarının kayda değer bir bölümünü bu çalışmalarına angaje ettiklerinden söz edilebilir mi?

Eskiden böyle olmadığını kesinlikle iddia edebilirim. Kopukluk sendika bürokrasisinin sınıf gövdesine yabancılaşmasıyla ilgili olmakla birlikte, buna indirgenemez. Yabancılaşmış bir bürokrasinin sınıfın gündemini belirleme yeteneği olabilir. Hatta neoliberal karşı-devrim çağının öncesindeki 20. yüzyıl modelinde, soluyla sağıyla sendikal model bunu varsaymıştır. Bizden örnek verelim: 1960’ların başındaki işçi sınıfı eylem dalgası ile TİP’in kuruluşu arasında bir anlam bütünlüğü vardı. 1967’de DİSK’in kuruluşuyla 1965 seçimlerinde TİP’in oylarında temsil edilen sol açılım arasında yine bütünlük vardı. Bu bütünleyici çizgi 1970’lerde de devam etmiştir.

12 Eylül’ün, cuntaya çalışma bakanı transfer eden Türk-İş dışındakilere yasak koyduğu dönemini biz de bir kenara bırakabiliriz. Sonrasında oluşturulan yeni model, sendikaların sınıfsal-toplumsal gündem ilişkisindeki rollerini büyük ölçüde boşa çıkartmıştır. Çünkü yeni modelde sendikanın gücünün kaynağı sınıf örgütlenmesi değildir. Kitlelerin etkisizleştirildiği bir zeminde sendika sıradan bir sivil toplum kurumu olacak, kurumsallığı ön plana çıkacaktı.

Lakin kapitalizmin dönemsel dinamikleri, sendikacılara böyle bir statü vermekte ve oyuna dahil etmekte pek istekli çıkmadı. Modelin işlediği ülkeler, sosyal refah devleti fonlarının bir parçasıyla sendikaları yeniden yapılandırmaktan yüksünmeyen ve sendikal geleneğin köklülüğü nedeniyle de bunun zorunlu olduğu Batı Avrupalı zenginler kuşağıdır. Avrupa, sendikaların muhalefette olduğu bir tarihin yükünü üstünden silkelemeyi başarmış ve ana akım sendikacılık AB emperyalizmi içinde kurumsallaşmıştır. Britanya emperyalizminin şanlı günlerinde kendi ulusal ölçeğinde gerçekleştirdiği yapı, 1990’larda Sovyet sonrası ortamda emperyalist karakterini tazelemek isteyen AB’ye ilham kaynağı olmuş olabilir.

Türkiye burjuvazisi ise, karşısına böyle bir seçenek çıktığında “iyi de 12 Eylül’ü niye yaptık o zaman” diye tepki verecek bir sınıftır. Sermayenin yağmacı güdüleri, başka bir kuvvet tarafından kontrol altına alınmadığında sınır tanımaz ve dolayısıyla kimseyi pastaya ortak etmemeyi kutsal bir amaç olarak beller.

Bu bölümün başına dönersek; sendikaların yeni işçi hareketi modellemesinde sabit bir yere sahip olmamaları, bu anlamda, “sendikal alan”ın nasıl doldurulacağı konusunda solun özgür düşünmesi ve davranması yaklaşımı keyfi bir tercih değil. Bu öğe sendikaların konumu ile doğrudan ilgili. Öyle ki, mevcut yapının içindeki sendikacıların politik kimlikleri, sosyal yetenekleri ve insani özellikleri sonucu pek az etkiliyor. DİSK, KESK ve Türk-İş içinde her zaman devrimci, çalışkan ve dürüst unsurlar olmuştur. Konumuz bu unsurları içermekte, ama sıralanan özelliklerden pek az etkilenmektedir.

Gündem oluşturmak

Kural olarak belirli bir toplumsal sınıfın salt kendine özgü gündemi bir tür lobicilik olarak örgütlenir ve etki yaratır. Fazla genişletmeyelim ve akıl yürütmemizi işçi ve emekçilerle sınırlı tutalım. Burada kendine özgü gündemin adını “ekmek kavgası” olarak koymakta bir sakınca yok. İşçi sınıfının gündeminin şekillenmesinde sınıfın çalışma ve yaşam koşulları diyebileceğimiz ve aşağı yukarı sınıfın kendi içinde, kapalı devre bir gözlem ve analizle anlaşılabilecek bir alt başlık, bir bölme vardır. Bu bölmenin herhangi bir ek işlemden geçirilmeksizin olduğu haliyle, saf sınıfsal karakteriyle toplumun bütününe taşınması, kanımca tipik değildir. Lobiciliğin geleneksel, sıkı örülmüş, mekanizmalarının gelişkin bir örgütlülüğe sahip olduğu böyle bir durum, uzun süre İngiltere’de ve belki İskandinav ülkelerinde geçerlilik taşımış olabilir. Ancak bu örneklerde bile sınıfın gündeminin, burada kastettiğimiz dar alanın ötesine, siyasetle, yani sosyal-demokrat partiler sayesinde taşınabildiğini, kesinlikle sendikalarla yetinilmediğini biliyoruz. Bu taşınma işlemi sırasında orijinal saf işçi gündeminin toplumsal bir transformasyona uğrayacağını da tahmin edebiliriz. Saflığın, sınıfsallıktan toplumsallığa geçiş sürecinin yalnızca belirli bir uğrağında geçerlilik taşıyabildiği bu istisnai parantezi kapatalım.

Nüfusun en büyük kesimini oluştursalar da, emekçilerin kapalı devre gündem maddelerini olduğu gibi topluma dayatmaya kalkışmaları, çok yüksek ihtimalle aşılmaz bir duvara çarpacak ve etkisizleşecektir. İşçi sınıfının mücadelesinde, emekçilerin kendilerine özgü gündemleriyle toplumsal gündem arasında kurulacak bağlantı son derece kritik bir önem taşır. En haklı emekçi talebinin, çıplak haliyle toplumun genelinde uyandıracağı pozitif tepki, belki de acıma ve dayanışmayla sınırlı kalacaktır. Buradan değil işçi sınıfına atfedilen önderlik rolünü çağrıştıran bir veri, sınıflar mücadelesinde biraz avantajlı bir pozisyon bile çıkmaz. Dar sınıf gündemi toplumsallaşmaya, bu maksatla ideolojiyle donatılmaya ve bu anlamda önderliğe ihtiyaç duyar. Özgün bir hak talebi, toplumun bütününe evrensel adalet duygusu aracılığıyla taşınır. Örneğin 4-C’nin ne olup ne olmadığını bilenlerin oranı, araştırılsa muhtemelen son derece düşük çıkacaktır. Sorun da bu konuda toplumun aydınlatılmasıyla çözülmez. Haksızlığa karşı mücadelenin meşru sayılması ve “mücadele etsen/etsem de bu memleket adam olmaz” yargısının kırılması esasen bir bilgilenme konusu değildir.

Yeri gelmişken sendika ve kitle örgütlerini öncü partinin çevresindeki halkalar olarak gören Leninist yaklaşımın tek yönlü olmadığını not edelim. Burada işçileri örgütlemek için kimi ara yüzeylere ihtiyaç duyan “çıkarcı” bir politik merkez resmedilmemektedir. Partinin ideolojik ve politik mücadelenin strateji merkezi olarak işlevi, “halkaların” çıkarınadır.

Sürecin bir diğer boyutu da, toplumsal gündemin sınıfı etkilemesidir. Toplumsal gündem belirli bir kesimin üyelerini, birinci olarak, doğrudan, yani sadece toplumun üyeleri olmaları sıfatıyla, vatandaşlar olarak etkiler. İkinci olarak ise, bu bireyler birlikte bir sınıf oluşturdukları, yani ortak kolektif çıkarlarla bağlı olduklarını hissettiklerine göre, toplumsal gündem bu kolektif kimliğin prizmasından geçerek bir etkide daha bulunacaktır. Bu, toplumsal gündemin sınıfın içinde yeniden biçimlenmesi, yeniden üretilmesi anlamına gelir. Sınıf ne denli atomize olmuş, örgütsüzleşmişse birinci kanal ikinciyi o ölçüde kovacaktır. Ama olağan durumda birinin diğerini bütünüyle ikame etmesi söz konusu olamaz. Burada egemen düzen ve egemen güçlerin emekçilerle ilişkisi ekseninde söylenenler işçi sınıfının siyasal hareketi, partisi için de geçerlidir.

O halde sınıfsaldan toplumsala veya toplumsaldan sınıfsala geçerken bir takım aracılar devreye girmek durumundadır. Peki hangi kurum, hangi mekanizmalarla saf sınıf eylemini ideolojileştirme işlemine tabi tutacak, bu işlemi politik müdahalelerle yönetecektir? Veya diğer yönden bakıldığında toplumsal gündemin sınıfa tercümesinde kim nasıl devreye girecektir? Burada yarış serbesttir. Burjuva partileri, burjuva medyası vb etkin olmaya çalışır, sözlerini söylerler. Uzun dönemli deney bu noktada sendikaların özgün bir görev yüklendiklerini göstermektedir: Tarihsel olarak sendika sadece dar anlamıyla ekonomik çıkarların örgütü olmamış, bu tercüme veya dönüşüm işlemine denk düşmüştür.

Bu noktada bir titizlik gösterebilir ve olağan koşullardan söz ettiğimizi hatırlatabiliriz. Olağan dışı koşullarda, bunlara en sık örnek gösterilen devrimci durumda, siyaset düzlemi ve siyasal partiler bütünüyle baskın hale gelebilir ve işçi sınıfı partisi de bu ara alana doğrudan el koyabilir. Mümkündür…

Olağan koşullarda, işçi sınıfının gündelik meselelerini topluma taşımaya ve toplumsal gündemi sınıfa belirli bir yorumla taşımaya uygun yapı sendikalar olagelmiştir. Yukarıda değindiğim yeni sendika modeli dayatması, bu misyonu iptal etmeyi öngörmüyordu. Neo-liberal çağın modelinde sendikalar bu anlamda yok edilmemekte, ama bu aracılık işlevi solun hegemonyasından kesinkes kopartılmaktadır. Bunu bütünleyen bir diğer boyut ise, sendikanın seslenmeye ve temsil etmeye devam ettiği emekçi sınıfla arasında tek yönlü bir izolasyon duvarı oluşturulmasıdır. Kuşkusuz izolasyon duvarını, en iyi, sınıfın hareketsizliği garanti altına alır. Sendikanın mesajı sınıfa gidecek, ama sınıftan çıt çıkmayacak…

Burada önem taşıyan bir diğer nokta ise şu: Sendikanın ekonomik mücadele örgütü olduğu doğru, ama yetersiz bir cümledir. Sendikal alan ekonomik, kendiliğinden, siyasetsiz, ideolojisiz, bu anlamda bakir bir alan değildir. Tersine, sendikal alanın, işlevlerini yerine getirebilmesi için siyaset ve ideolojiyle teçhiz edilmesi gerekir.

Aslında sendikanın nötr olma durumu hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Sınıflar mücadelesi böyle bir boşluğa izin vermeyecek ölçüde yüklü bir arenadır. Sendika nötr olmaz; olsa olsa sol tarafından, komünistler tarafından yönlendirilmiyor durumda olur. Bu eksikliğin karşıt sınıf tarafından doldurulmadığı bir nötralite durumu ise mücadele eden sınıfların en azından bu alan söz konusu olduğunda fazlasıyla deneyimsiz oldukları özgünlüklerde geçerlilik kazanabilir. O da, elbette geçici olarak.

Ekonomik mücadele bilinci, işçi sınıfının devrimci karakterle donanacağı bir momenti önceleyen ara aşama değildir. Ekonomik mücadele bilinci, Lenin’in hayli uğraştığı tradeunioncu sapmadır. Bu anlamıyla ekonomizm-sendikalizm, bir geçişi temsil etmek yerine, ayrı bir siyasal ideolojik karakter barındırır. Komünizm ile ekonomizm-sendikalizm, sınıfsal-toplumsal gündemin şekillendirilmesinde sendikal alandan nasıl girdiler yapılacağı konusunda iki farklı sistematiktir. Ekonomik bilinç ve sendikal kimliğin sınırlılığını kutsayan burjuva akımları, alanın doğal sahibi olarak görülemez, bunlar proleter dünyanın meşru temsilcisi sayılamazlar. 

Sendikaları ne yapmalı?

Sendikalar tam da Erhan Nalçacı’nın Gelenek’in 109. sayısında hatırlattığı gibi bir mücadele alanıdır. (“Bir Sınıf Mücadelesi Alanı Olarak Sendikalar”, Gelenek sayı: 109, Şubat 2010, s. 25-32) Daha doğrusu, ortada ister kurumsallığın zirvesine çıkmış yapılar olsun, ister tek bir sendika olmasın, emekçilerin gündemiyle toplumsal gündem arasında vazgeçilmez önemi ve fonksiyonu barındıran bir “alan” bulunur. Buranın, tarihsel olarak sendikalar tarafından doldurulduğu için sendikal bir alan olarak tanımlanmasında bir sakınca da yoktur. Lakin şu veya bu nedenle, işlevi sendikalar üstlenemiyorlarsa meydan boş bırakılmamak durumundadır. Daha da açığı, yeni işçi hareketinde, politik örgütün yani partinin, sendikal alanda görülmesi gereken fonksiyonlara her zamankinden daha fazla yakınlaşması gerekmektedir. Partinin, sendikal alanla ilişkisini sendika dolayımına teslim edebildiği, 20. yüzyılda yürürlükte kalan eski model, neo-liberalizmin acımasız bombardımanıyla çökmüştür. Parti sendikal alana yakınlaşırken, sendikaya benzemek durumunda ise kesinlikle değildir. Tersine sınıfı düştüğü geri mevziden tekrar ayağa kaldırabilmek için yüksek dozda siyasete ihtiyaç vardır.

Bu satırlar tam da neo-liberalizmin inandırıcılığını hayli yitirdiği bir büyük kriz sırasında yazılmaktadır. Neo-liberalizm kriz tarafından vurulunca, daha önce yarattığı tahribat geri döndürülmüş olmayacak, sendikalar dayatılan modelin kıskacından kurtulup sınıflarına ve kitlelerine koşmayacaklar. Böyle bir iyimserlik ahmakça olur. Ama kriz öncesi müreffeh konjonktürlerde, diyelim 1990’lardan 2008’e kadar bile sağlam bir zemine oturtulamayan modelin, şimdi şiddetle sorgulanmaması da mümkün değildir. TEKEL direnişinde gözlemlenen tam da bu. Konu Tek Gıda-İş yönetiminin genelde sendika bürokrasisi, özelde Türk-İş bürokrasisinden farklı olması değildir. Çok daha basit bir süreç yaşanmakta ve mücadele dinamiği, özneleri, kurumları başkalaştırmaktadır.

Bahar Eylemleri’nin Zonguldak’tan kabaran son dalgasına bakıp dönemin Genel Maden-İş Sendikasının mücadele dinamiğiyle ilintili özgünlüklerini atlayan solcu sayısı az olmamıştı. Bunlardan bazıları Genel Başkan Denizer’in gençliğinde nasıl da solcu olduğunu keşfetmekte ileri gitmişler, kendisini hiç tutamayan birileri de Denizer’e “parti kur, başına geç” çağrısında bulunmuşlardı. Oysa Büyük Madenci Yürüyüşü sırasında veya 2010’da Ankara’nın Sakarya semtinde önemli olan, ne liderlerin siyasal geçmişiyle, ne de ilgili sendikanın şu veya bu özelliğiyle belirlenmiştir. Bu öznel boyutu aşan bir mücadele nesnelliğinden pekala söz edebiliriz.

Mücadele nesnelliği TEKEL örneğinde karşımıza şu tür veriler çıkarttı: TEKEL direnişinde sendikanın “işçiler karar verir, sendika yapar” çizgisini naif bir taban retoriği, popülizm veya bürokratik yapının çözülüşü sayanlar çıkarsa, hepsi yanılmış olur. Mesele, geçmiş orta vadede dönüştürülen ve bu dönüşümün kritik bir öğesi olarak tabana yabancılaşan sendikaların, bugün mücadele eden bir işçi sınıfını temsil etmek ve yönlendirmek ehliyetlerini yitirmeleridir. Öyle ki, “ben buraları yönetirim” iddiasının ne işçi tabanında bağlanma yaratması, ne egemen güçleri ikircikliliğe düşürmesi mümkün olmaktadır. Bir sendikaya üye olmak işçiler için artık öz güven kaynağı değildir. Bir sendika yöneticiliği kimseye saygınlık, dokunulmazlık kazandırmamaktadır… Bu koşullarda Tek Gıda-İş, yapamayacağı ve yapmak için kendini yeterince güçlü hissetmediği işin altına sendikayı veya yöneticileri doğrudan sürmek yerine, kendi payına başarılı ve işlevsel bir söylem geliştirmiş ve işçilerin önünü açmıştır. Buradan hem işçi enerjisi çıkmış, hem de kimi siyasal enerji kaynakları sürecin organik parçası haline gelebilmişlerdir. Başka bir çok örnekte yaşandığı gibi, sendika, dışarıdan gelip etkin olmaya çalışan siyasal partilerle didişmeye, bu güçleri dışsallaştırmaya özel olarak uğraşmamıştır. Bu pozitif bir durumdur, ancak eninde sonunda sendikanın kimi önemli kısıtların etrafından dolaşabilmek için yaptığı bir denemedir. Bu tarifi, yapılan işi önemsizleştirmek, değersizleştirmek için yapmadım. Tersine, TEKEL direnişi örneğinde, Türk-İş merkezinin açık sabotajına, Türk-İş muhalefeti, DİSK ve KESK’in etkisizliğine, hatta etki azaltıcı girdilerine karşın, ilk dönemi başarılı geçiren bir Tek Gıda-İş önderliği söz konusudur.

Sendikaları ne yapmalı sorusu bu ve benzeri bir dizi unsuru kapsayarak verilen ve sürekli güncellenen bir yanıta sahip olabilir ancak. Tekrar olsa da, bilinmelidir: Ekonomik mücadeleyle, işçilerin gündelik gereksinimleri ve sorunlarıyla ilgili başlıklar, bu gündemin sınıfın bütünüyle buluşturulması, oradan giderek toplumsal gündemle ilişkilendirilmesi gibi görevler, sendikal alanda hazırlanmak durumunda olmalarına rağmen, sendikalara havale edilemez. Bu durumda partinin faaliyet spektrumu genişlemekte ve karmaşıklaşmaktadır.

Sendika kurumunun yapamayacaklarını biraz daha somutlamak gerekirse, ekonomik süreçlerin  doğasından başlanmalıdır işe. Siyasetin işlevi, ekonomik süreçlerin, çelişkilerin üstündeki örtüleri kaldırmak ve asıl gerçekle insanları yüzleştirmek değildir. Sömürüyü deşifre etmek insanları kapitalizmden kopartıyor ve sosyalizmin gerekliliğine taşıyor olsaydı, büyük kısmı marksistler tarafından verilen sendikal eğitimlerden farklı sonuçlar alınması gerekirdi! 

Siyaset ekonomik gerçeğin deşifrasyonu değil, bunu da kapsayan başka bir mücadele düzlemidir. Siyaset aynı zamanda farklı toplumsal düzeyleri ve/veya etkinlikleri, kültürü, ideolojiyi, sporu, sanatı, iktisadi yaşamı birleştiren özgün ve biricik düzeydir. Ekonomik sorunların toplumsal gündeme taşınmasında örtünün kaldırılması biçiminde bir yol izlenmez. Ekonomik sorunlar siyaset aracılığıyla yeniden biçimlendirildiğinde toplumsal gündeme taşınabilir. Sendika, bu anlamda bazı uygun başlıkların topluma sunulmasının en iyi aracı, sendikalizm de en iyi yöntemi olmamaktadır. Tersine, siyasetsiz sendika sınıfın kendine ait gündemi -diyelim ekmek kavgası- ile ülke meseleleri arasında işçi sınıfının mücadelesini güçlendiren bir aracılık yapmayacaktır.

Bahar’dan TEKEL’e

Önce bir not: Bahar Eylemlerinin kapsam açısından aşılmamış olduğunu genç kuşaklar atlamamalıdır. Bahar Eylemleri kamu işçilerinin çok yaygın, aşağı yukarı bütün kamu sektörlerine ulaşan, benzersiz bir hareketliliğidir. TEKEL direnişi, o döneme göre yalıtık bir örnektir.

Burada yaygınlık karşılaştırmasının yanında dikkat çeken sektörel çakışmadır. Kapitalizmin 1970’lerdeki krizinden sonra geliştirdiği strateji kuşkusuz kâr oranlarının düşüşünü engellemeyi amaçlıyordu. Burada en yoğun katkı daha önce kârın güdüsü altında olmayan, piyasalaşmamış sektörlerden gelmiş, özelleştirme dönemin anahtar politikası, tılsımlı kavramı olmuştur. Kapitalist ekonomilerin içinde, kendileri kapitalistleşmemiş kesitler ortaya çıkmıştı, refah ve sosyal devlet oluşumlarının bir parçası olarak. Kamusal sektörler, bilindiği gibi bir yandan özel sektöre çok çeşitli lojistik desteklerin hazırlanması anlamına geliyordu; diğer yandan da dünya çapında işçi sınıfıyla burjuvazi arasında dengeli bir statükoyu ifade ediyordu. Yani hem bir kapitalist strateji, hem de sosyalist sistemin ve kapitalist ülkelerdeki işçi sınıflarının bir kazanımını söz konusuydu. Hem strateji değişmiş, hem denge durumu ortadan kalkmıştır.

Kamunun tasfiyesi, krizi ötelemekte en önemli kanalı oluşturduğu gibi, içinde bulunduğumuz dönemde işçi sınıfının hareketlenmeye en yatkın parçasının adresini de bize söylemektedir. Aynı parçanın sosyal haklar ve iş güvencesi açısından sahip olageldiği göreli avantajların tehdit edilmesi bir dizi mücadeleyi körüklemiştir. Kesinlikle Türkiye’ye özgü olmayan bir durumdur bu. Sonuç olarak emekçilerin mücadelesinde devlet mülkiyeti, toplumsal sorumlulukların kristalize olduğu bir kamuculuk/devletçilik gibi kavramların önemi güncellenmektedir.

Kamunun tasfiyesinin sonucunda bir işçi-patron kutuplaşmasının ön plana çıkmasını bekleyenler yanıldılar. Bir kere, tasfiye uzun süreye yayılsa, özelleştirmelerde kritik dönemeçler alınsa da, piyasanın istilası dur durak bilmemekte, sermaye dokularına işleyeceği yeni kamusal alanlar keşfetmeye devam etmektedir. İkincisi, kapitalistler sınıfı, devlet mülkiyetinin gerilediği mevzilerde kitlesel istihdam yaratan yatırımlara yönelmemiştir. Tasfiyeden açığa çıkan büyük rantlara el konması çok daha hızlı, doğrudan ve kolay bir kaynak olarak tercih edilmektedir. Günümüzün kapitalist sınıfı kendi tarihiyle karşılaştırılırsa üretici karakterini büyük ölçüde yitirmiş bir sınıftır. Dolayısıyla işçi sınıfı kitlelerinin karşılarında giderek daha çok sivil patron değil, hâlâ “toplumsal sorumluluğunu yerine getirmeyen” devleti gördükleri söylenebilir.

Bu ideolojik çıktıların yeni işçi hareketinde ve sınıfsal-toplumsal gündem bağlantısında kuşkusuz izdüşümleri olmaktadır, olacaktır. Yeni işçi hareketinin, devletin burjuva sınıf diktatörlüğü yönünün sivrilik kazanmasına karşı kamucu/devletçi bir ideolojik karakter geliştirmesi kaçınılmazdır. Buradaki devletçilik kavramından sınıf uzlaşmacılığına giden bir hat çıkmayacaktır, çünkü hareket hükümet ve devletle pratik bir karşıtlık içine girecektir. Tabloda emekçi öfkesinin doğrudan muhatabı bir burjuvazi bulunmadığı doğrudur. Ancak bu durumun sınıf uzlaşmacılığının kapısını açması için burjuvazinin de birşeyler yapması gerekir. Oysa yağma sırasını bekleyen burjuvazinin etkin manevralarla kendini temize çıkartma seçeneği gündemde değildir.

Ekmek kavgasının toplumsal gündeme taşınması sırasında, kendi “dar” çıkarının takipçisi olan bir sınıf profili, hareketi de daraltır. Oysa nesnellik, farklı bir devlet tanımı üstünden geniş bir toplumsal çıkar tanımına kapı aralamaktadır. Burada kendiliğinden bir ideolojik oluşum mümkün değildir ve devreye siyasal partinin girmesi tartışmasız bir zorunluluktur. TEKEL’i izleyecek olan işçi eylemleri için de bellenmesi gereken bir nokta var: İşçi sınıfı, hakları gaspedilen, kapı önüne konan, acılar çektirilen bir mazlumlar topluluğu olarak hem sınırlı hem de zaaf dolu bir etki salgılayacaktır. Üstelik mağduriyetin birkaç bin veya on bin gibi sınırlı popülasyonları doğrudan ilgilendirmesi söz konusuyken, toplumun genelinin göstereceği ilgi en fazla “… yalnız değildir” sloganında ifade edilen dışsal dayanışmacılığa denk düşer. Toplumsal tutum ancak çok daha geniş ölçeklerde farklılaşabilir. O halde işçi hareketi ne yapıp edip pozitif bir modelden esinlendiğini belli etmelidir. İşçilerin bizzat kendileri böyle bir modele sahip olmayacaklarına göre, yine öncülüğü hatırlamak durumundayız.

Bahar Eylemleri’nin sonrasına bakıldığında olanca açıklığıyla görülebilen bir nokta da, emekçi hareketinin siyasetle bağının, sınıfın kaderi üstünde ne kadar belirleyici olduğudur. Dönemin işçi hareketi, siyasette Erdal İnönü’nin SHP’sine denk düşmüştü. Bu parti Türkiye’nin titrek, dengeci, başından beri sağcı sosyal-demokrasisinden daha da geri bir nitelik taşıyordu ve Demirel’in DYP’siyle arasındaki fark silikti. Emekçi hareketinin açılıp serpilen dinamiklerine, SHP koalisyonuyla bir düğüm atılmış ve Bahar Eylemleri bir gerileme sürecinin antraktı, bu sürece konan geçici bir fren olarak kalmıştır. 1990 öncesi ile sonrası arasındaki mesafe kısadır: Evren-Özal yıllarında özelleştirmeler “ilke” idi. Sonra ise “ilkeci” Demirel çizgisine özelleştirmelere mazeret arayan İnönü eklendi. Gerçekten mazeret arıyor ve özerkleştirme gibi tuhaf kavramlar icat ediyorlardı. Bir diğer ara sonuç şudur: Sağlıklı bir siyasal çıktı vermeyen ekonomik mücadelenin kazanımları da geçici olmaya mahkumdur.

Emekçilerin mücadelesinin toplumsal gündemde derin etkide bulunması için bir siyasal forma gereksinimi olur. Yeni işçi hareketinde bu siyasal formun sosyal-demokrasi döküntülüğünü aşması gerekir. İşçi sınıfının sesinin ya hiç çıkmadığı ya da temsil ehliyeti su götürür kurumlara kaldığı bir zaman diliminden sonra, TEKEL işçilerine bütün düğümleri açma işini yüklemek elbette insafsızlık olacaktır. Herşeyden önce TEKEL direnişi, şu anki molanın sonrasında ilk raunttan daha örgütlü, daha gelişkin biçimde yola devam etmelidir. İkincisi bu direniş, bir büyük patlamanın değilse bile, işçilerin toplumsal yaşama ve siyasete sınıf kimlikleriyle yanaştıkları yeni ve verimli bir sürecin kıvılcımı olabilmeli, başka sektörlere yayılmalıdır. Bu yaygınlaşmanın belirtileri mevcuttur. Siyasal form konusu, ancak bu iki cephede yol alındıktan sonra gerçek anlamda gündeme girebilir. Süreklilik kazanamamış ve yayılamamış bir eylemin bu açıdan abartılması anlamsız olacaktır. Ancak bu noktada da elimizde belirtiler var. TEKEL işçileri içinde işaret biriktiren komünist örgütlenme, yeni işçi hareketi tasavvurunun, sınıfsal/toplumsal gündem bağlantısı konusundaki tartışmaların can alıcı verisini bize sunacaktır.

Son olarak; örgütlenmenin can alıcı veri olması, olup bitene nasıl müdahale edeceğini birinci sıraya yazan komünistler için genel bir doğrudur. Ama yazıyı bununla bitirmeyelim… Zira burada bitirirsek işçi sınıfı içinde örgütlülüğe sahip olmakla birlikte müdahale kanalının daralışına tanık olunan örnekleri sadece beceriksizlikle açıklamak zorunda kalırız. Verilerin üstüne yeni bir yapının bina edilebilmesi için toplumsal-siyasal ortam konjonktürel olanakları sunar veya ön kapatır. Bugün Türkiye derin bir dönüşüm yaşıyor, bütün taşlar yerlerinden oynuyorsa sayısız soru da toplumun önüne serpiştiriliyor demektir. Tam da bu dönemde eyleme geçen işçi sınıfı, ilk planda eylemiyle ilgili görülmeyen soruları da yanıtlama arayışına girecektir. Ve aslında, bunu yapmadığı durumda eylemin gündelik soruları bile yanıtsız kalır. TEKEL eyleminin Kürt sorununa verdiği yanıt, 4-C’ye karşı sergilenen kararlılıktan daha az önemli veya konu dışı sayılamaz. O halde gün sınıfımızın içinde anlamlı bir politizasyon için elverişli demektir.

Dipnotlar

  1.  Güler, Aydemir, “Yeni Yıla Devrolanlar, Yeni Yıldan Beklenenler”, Gelenek, sayı: 108, Ocak 2010, s.12.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×