Sınıflar ve Siyasetçiler

Kapitalist toplumdaki sınıfların, özellikle burjuvazinin siyasal olarak ifade edilişini resmetmek mümkün mü? Bunu yaparken materyalizmi kabalaştırmaktan kaçınılabilir mi?

Her soyutlama bir sadeleştirmedir de. Bu nedenle her iki soruya kesin cevaplar vermek oldukça güç.

Ama her soyutlama aynı zamanda zenginleştiricidir…

Burjuvazinin siyasal ifadesini, burada ideoloji ve siyasal temsilcilerini durağan bir fotoğraf karesi üzerinde değil ama bir film şeridi içerisinde resmetmek gerçekten mümkün.

Marksizmin en ayrıcalıklı kaynağını küçümsemek için ileri sürülen “kaba materyalizm” suçlamalarından pek korkmadan işe başlanabilir.

Sınıf-temsilci ilişkisinin mantığını sergileyebilmek için önce “belirlenme” sorununda konaklamak gerekiyor. Daha önce Gelenek Kitap Dizisi’nde yayınlanan çalışmalarda, bu sıfata yüklenilen olumsuz anlam ne olursa olsun ve bu anlamdan bağımsız olarak ekonomik belirlenimciliğin ideoloji ve siyasetin zenginliğini inkar edici bir kısırlığa mahkum olmadığı, sanırım oldukça açık bir biçimde gösterildi.

Ekonomik altyapı üstyapıyı belirler…

“Son tahlilde”, “son kertede” biçiminde bir rezerv koymaya gerek duymuyorum. Yanlış anlaşılmaktan, bu konuda, hiçbir korkum yok.

Şu veya bu biçimde ekonomik belirlenimciliğe itiraz edildiğinde, çokça Althusser’in yaklaşımı yardımıyla, sınıf (ve kimileri için insan) ilişkilerinin altyapı olarak adlandırılan ekonomik yapının sınırlarına hapsedilemeyeceği, bir bütün olarak sistemin içerisinde bu anlamda ayrıcalıklı bir bölmenin olmadığı ileri sürülmektedir. Verili bir “an”ın bize sunduğu gerçekten de budur.

Verili bir an sözkonusu olduğunda sınıflararası mücadelenin veya insanlararası ilişkilerin ağırlık merkezini yapılar tablosunda bir yere sabitlemek mümkün değildir.

Ancak esas olan, “an”ın değil, süreçlerin barındırdıkları dinamikleri ayrımsamaktır.

İşte burada marksizm iki önemli ipucu veriyor. Bir tanesi ontolojik olarak değerlendirilebilir; insanın bir canlı organizma olarak belirleyici bir kopuş sürecine girmesi: Üretim araçlarını üretmesi!

Alman İdeolojisi’nde var…1 O ana kadar biyolojinin ön plana çıktığı evrim sürecinde toplumsallığın egemen olması… İnsanlık, tarihini, altyapıdan başlatmıştır.

İkinci olarak sınıf kavramı gündeme geliyor. Sınıflar ideolojileriyle, partileriyle beraber ama mutlaka, üretim araçlarına göre aldıkları konum ile ayırdediliyorlar. “Sınıf”, marksizmin oluşturduğu sistemde değişmez odak noktası olduğu sürece altyapının ayrıcalığını da kabul etmek gerekiyor.

Marksizmin yukarıda kısaca özetlediğim iki hareket noktası, verili bir “an”ın altyapı-üstyapı haritasını çıkartmaya yönelik birer araç olarak değerlendirilmemelidir. İpuçları, toplumsal ilişkiler yoğunluğunun çok yönlü zenginliğinden yola çıkıp “belirlenme”nin topyekun inkarına varılmasına karşı; ampirisizme karşı, bir güvencedir.

Sözkonusu ampirisizm, tarih bilincinin değil, güncelin bilgisinin egemen olduğu bir zihniyet ile beraber yol alır. Gerekçeleri de hazırdır. Üstelik bu gerekçeler, kurulan neden-sonuç bağlantıları çerçevesinde haklı temellere sahiptir. Örneğin, sınıf mücadelelerinin sistemin tüm hücrelerine sindiği, ekonomik düzeyden, siyaset, ideoloji ve sanata kadar her alana yayıldığı, kullanılan bir gerekçedir ve bu; doğrudur. Sınıf mücadelesi sözkonusu olduğunda ekonomik yapının bir ağırlık fazlası yoktur.

Tabii burada noktayı koyup bitirmek olmuyor. Süreç nasıl işliyor? Mücadelelerin önkoşulu çelişkiler nereden geliyor?

İşte bu sorunun cevabı, altyapının önceliğini, belirleyiciliğini açıklıyor.Sınıflı toplumlarda toplumsal çelişkilerin kaynağı ekonomik alt-yapıdadır. Bu gerçeği, “sınıfların varlığı ile sınıf mücadelesi bir ve aynı şeydir” biçiminde formüle edilen bir başka “gerçek” bile değiştiremez. Mücadele her düzlemde çelişkilerin dölyatağı ekonomik altyapıdadır!

“Ekonomik ilişkiler yeniden üretim süreci, içinde varolan çelişkilere yenilerini katarak ve onları keskinleştirerek niteliksel değişimin beslendiği kanalları sürekli açık tutar. Oysa toplumsal üstyapının, gerçekte tam tersi bir işlevi vardır. Gerek ideoloji, gerek ahlak, gerekse tüm diğer üstyapısal kurumlar, varolan çelişkileri törpülemeye, bunları olması gerekenlermiş gibi göstermeye çalışırlar. Dolayısıyla toplumsal üstyapının yeniden üretimi bu statik doğası nedeniyle altyapıdan niteliksel olarak ayrılır. Bu ayrılık ya da fark, belirlenme konusunda altyapının önselliğinin nedenini oluşturur.”2

Üstyapı kurumları burada bir anlamda “pislik örtmektedirler”. Bu etkinliklerinde uzmanlaştıkça, pislikleri gerçekten örtmeye başlıyorlar. Belki de bu yüzden marksistler arasında bile ekonomik altyapının ayrıcalığı konusunda kuşku tohumlan ekilebiliyor; altyapının üzerine örtülen şal gereğinden fazla ciddiye alınabiliyor.

İman tazeledik sıra “yukarıdaki” zenginlikte:

Altyapının belirleyiciliğini bir kez daha vurguladık. Ancak iş bununla bitmiyor. Siyasete geliyoruz ve burada “ekonomik belirlenme” deyip sıyrılıvermek mümkün olmuyor. Bu nedenle önce “nereye kadar” sorusunu sormak gerekiyor.

Ekonomik altyapının belirleyiciliği nereye kadar?

Cevap Engels’ten:

“Siyasal, hukuki, felsefi, dinsel, edebi, sanatsal, vb. (her türlü) gelişme, iktisadi gelişmeye dayanır. Ama bütün bunlar birbirleri üzerinde ve iktisadi temel üzerinde etkide bulunurlar. Başka her şey edilgin (pasif) bir etkiye sahipken iktisadi durum neden ve tek başına etkin (aktif) değildir. Bunun yerine, her zaman en sonunda kendini gösteren iktisadi zorunluluk temeli üzerinde, karşılıklı etki söz konusudur. Sözgelimi devlet, gümrük duvarları, serbest ticaret, iyi ya da kötü mali sistem aracılığıyla bir etki yapar; Almanya’nın 1640 ile 1830 yıllan arasındaki sefil iktisadi durumundan doğan ve ilkin sofuluk, daha sonra da duygusallık ve prenslerle soylulara yaltakçı bir kölelik biçiminde kendini gösteren Alman küçük burjuvazisinin öldürücü bitkinliği ve iktidarsızlığı bile iktisadi bir etkiden yoksun değildir. Bu durum, buluşlar için en büyük engellerden biriydi ve devrim (1830) ve Napoleon savaşları süregelen sefaleti en yüksek düzeye ulaştırıncaya kadar sarsılmadı. Bu yüzden, insanların orada burada hayal etmeye alıştıkları gibi, iktisadi durum kendiliğinden (otomatik) bir etki yaratmaz. İnsanlar kendi tarihlerini, ancak tarihi koşullandıran belirli bir çevrede ve zaten var olan gerçek ilişkiler temeli üzerinde yaparlar; bunlar arasında iktisadi ilişkiler ise, öteki siyasal ve ideolojik ilişkilerden ne kadar etkilenseler de, onların anlaşılmasına götüren tek yol göstericiyi oluşturan en son kesin ilişkilerdir.”3

Klasik marksist metinlerde bu türden, üstyapının hakkını veren yığınla pasaja rastlıyoruz. Elbette kimi zaman ekonomizme açık çözümlemeler de yer alıyor Marx ve Engels’in yazdıklarında. Ancak bu hiçbir zaman bir kural haline gelmiyor.

Kısacası 60’lı 70’li yıllarda üzerinde çok yaygara koparılan “kaba materyalizmin” adresini “Marx-Engels” olarak saptamak ciddi bir haksızlık olacaktır. Geriye suçlamanın muhatabı olarak geleneksel sol kalıyor. Şurası çok açık: Geleneksel solda, ekonomist bir sapma her zaman varolmuştur. Hatta bu sapmanın, etkisini bütün bir geleneksel sola yaydığı bile olmuştur. Ancak ekonomizm, tek başına, hatta temel olarak, örneğin “üstyapı kurumlarının görece özerkliğinin teslim edilmemesi” nedeniyle ortaya çıkan veya yapılar arasındaki ilişkiyi tek yanlı bir dinamik olarak görmekten kaynaklanan bir şey değil. Nitekim, geleneksel sol içerisinde hiç değilse teorik olarak bu türden bir basitleştirmenin yapıldığı pek görülmüş bir şey değil. En sıradan ders kitaplarında bile ilişkinin “karşılıklı” olduğu vurgulanmıştır:

“Son tahlilde” öznel faktörleri belirleyen tarihsel süreçteki nesnel faktörlerin kendileri de bu öznel faktörlerin güçlü etkileri altında değişirler.”4

Bir anlamıyla yel değirmenlerine saldırdılar. Ekonomizme öldürücü darbeyi vurmak için olmayan bir hedef seçtiler. Sonuçta “belirleyen yok, karşılıklı etkileşim”e ulaştılar; ekonomizm baki kaldı. Çünkü tartışılan, teorik düzlemde, daha açığı, felsefi düzlemde kaldı. Siyasi mücadelenin dönüştürücü gücü, aptalca bir demokratizm içerisinde unutuldu gitti.

Yeni solun önemli bir bölümü yukarıdaki talihsizliği yaşadı. Gündeme alınan konu, tartışma belki çok önemliydi, ama aynı zamanda hassastı da; sonuçta özne-nesne, madde-bilinç, yapı-üstyapı gibi kategorik ilişkilerde “bilim” i altüst ettiler. Kısaca nesnelliğe teslim olmak biçiminde tanılayabileceğimiz ekonomizmden kurtulunamadığı gibi eldeki miras da kaçıverdi.

Görüldüğü gibi iman tazelemekten bir türlü kurtulamıyoruz!

Bu durumda yeni bir adım atmaya gereksinim var…

Bu kez üstyapıdaki zenginliklerin kaynağını biraz deşmek gerekiyor. Devlet, kültür, sanat, ahlak, din, tüm bunlar belli bir süreç içerisinde, üzerinde yükseldikleri üretim tarzı için vardırlar. Bu kesinlikle unutulabilecek bir şey değil. Ancak yeterli de değil. Tek tek bu yapılar, aynı zamanda kendileri için de ve kendileri içinde vardırlar. Bu yazı üstyapı kurumlarının birbirleri ile ilişkileri ve kendi içlerindeki yapısal özellikleri konu almıyor. Ancak şu var:

Üstyapı içerisindeki bu unsurların (örgütlenmeler de dahil) ömürleri, ufukları ve etkileri bağlı oldukları üretim tarzı ile sınırlı değil.İdeolojiler, din, ahlak, sanat, hatta devlet, taşıdıkları kültürel birikim nedeni ile üretim tarzlarının limitlerine çok bağlı kalmıyorlar. Dikkati hiç elden bırakmadan, üstyapı kurumlarının bağımsız birer dinamiğe de sahip olduklarını, özgünlük ve özgürlüklerinin kavgasını verdiklerini belirtmek gerek.

Peki neden dikkati elden bırakmadan? Sanırım Laclau’dan aktarılacak kısa bir pasaj bu sorunun cevabını veriyor:

“Sınıflar, ideolojik ve politik düzeyde bir indirgeme süreci değil, bir eklemleme süreci içinde varolurlar.”5

Laclau haklı. Peki, sınıflar acaba altyapıda, yani üretim sürecinde de belli bir eklemlenme süreci içerisinde varolmuyorlar mı?

Elbette ideolojiler dünyasında sözü edilen eklemlenmenin boyutları çok farklı. Ama gene de, dikkati elden bırakmayalım. Üstyapıda sınıfların sınıf mücadelelerinin ifadesi son derece zengindir ama, ekonomik altyapıda da büsbütün kısır ve net görüntülerle karşılaşıldığını iddia etmek olur mu? Üstyapıdaki zenginlikler ve çeşitlilik, sınıfların birer sınıf olarak taşıdıkları nüansları yeniden ürettikler,i işledikleri oranda vardırlar; yoktan varolmazlar!

Bu küçük “uyarı”dan sonra artık ideolojiler üzerinde yoğunlaşmak gerekiyor.

Yukarıda, üstyapı kurumlarının ufuklarının üretim tarzları ile sınırlı olmadığını hatırlatmıştım ideolojiler için bunun özel bir anlamı var. Her ideolojide tarihin tanık olduğu tüm tarzların sınırlarını aşan bir taşıyıcılık işlevi sözkonusudur. Sosyalist ideoloji bu özelliğe en az sahip olanıdır; ama onda da belli bir aşkın yan görülebilir. Farkı (sunduğu sınıf konumu dışında) kendisini ayırabilmesi ve geriye dönük bakabilmesi, yargılayabilmesidir.

İdeolojilerin kültürel bir birikim ile donanmaları, kendilerini söylem olarak yenileyebilmeleri, tek tek spesifik köleci, feodal burjuva ideolojileri dışında süreklileşmiş egemen sınıf ideolojisinden (ideolojilerinden) sözetmemize neden olmaktadır. İdeolojilere bu sürekliliği, kendi iç dinamiklerinin yanısıra teknolojik gelişmeler, doğa-insan ilişkileri gibi süreklilik taşıyan etkinlikler sağlamaktadır.

Sürekliliğin diğer bir nedeni ise, ideolojilerin spontane niteliğinde aranmalıdır. Bilimsel bir devrimi ve kimliği sahiplenen sosyalist ideoloji bir yana, tüm ideolojiler kendiliğinden doğmuştur. Bu kültürel temel, kolay kolay yokedilebilen, silinen bir şey değildir. Örnek vermeye gerek yok; din(ler), ahlak ve konumuz ideolojiler üzerine bastıkları üretim tarzına birebir karşılık vermeden, kendi havalarını çalmaya devam ederler. Uyum belli bir perspektif içerisindedir ve kendisinden fedakarlıkta bulunan yalnızca ideolojiler, din(ler), ahlak veya devlet değil, altyapıdır da…

Devam etmek gerekiyor…

İnsanoğlunun karşısında en canalıcı nesnellik, maddi üretim sürecidir; bunun mekanı altyapıdır. Kendiliğindenliğini vurguladığım ideolojilerin oluşma süreci, insanoğlunun bu nesnelliği tanımada çektiği güçlüklerden yararlanır. Sanatın ve dinin de kökeninde bu “sıkıntı”nın olduğu biliniyor. Ancak burada ideolojilerin besleyici bir ek dinamiği daha vardır:

Algılamadan bilgiye, bilgiden bilime giden yol…

Bu son derece zahmetli, iniş-çıkışlı ve dış etkilere açık bir yoldur ideolojiler bu mesafenin hassas noktalarındaki gediklerden beslenirler. Sürekliliklerini biraz da bu gediklere yapışarak sağlarlar.6

İstisnasız bütün yaşayan dinler, bilimlerin, özellikle fizikteki yasallıkların sancılı oluşumundan yararlanmışlardır. Burjuva ideolojisi ise, en genç bilim sayılabilecek sosyal bilimlerdeki fizik yasa boşluklarını, yasalaşamama sıkıntılarını kendi yöntemleriyle doldurmuş ya da “gidermiştir”.

Bu süreç insanlık tarihinin başından beri işlemektedir: İdeolojiler,nesnelliğin eksik bilgisinden yararlanırlar… Sömürücü sınıf ideolojisinde böylesine ortak bir yan var. Ancak benzerlik ve ortaklığı bozucu bir sıçramayı burjuvazi yapıyor; toplumsallık kazanıyor…

Burjuvazi öncesi egemen sınıflarda üretimden kültüre, toplumsallık oldukça sınırlı. Temel ideolojiler de, her ne kadar çoğu kez “tüm toplumun ideolojisi” görüntüsünü verseler de, gerek etkinlik, gerekse kullanılan araçlar anlamında görece daha az toplumsallaşmış durumdalar. Kapitalizmin gelişmesi bir sınıf olarak burjuvazinin üretim sürecinde toplumsallaşmasına neden olurken, aynı zamanda egemen sınıf ideolojisini de toplumsallaştırıyor; sosyalleştiriyordu. Sıçramanın zirvesi öncesi ve sonrası ile 1789 oldu. Burjuva ideolojisi kendisini tüm hatlarıyla evrensel olarak ifade etti.

Burjuva ideolojisi, sömürücü sınıf ideolojilerinin selektif bir toplamıdır.

Burjuva ideolojisinin tükenmeyen cephanesi:

Tek tek bütün ideolojilerin kendilerine özgü tarihsel çerçeveleri vardır. Köleci ideoloji, bütün azgelişmişliğine karşın, insanlar arası eşitsizliğe makul ve “inandırıcı” mazeretlerle donatılmıştı. Feodalizm ise ideolojiler cephesinde hıristiyanlığı bir itici kuvvet olarak kullanmayı iyi becerdi, hatta çoğu kez toprak aristokrasisinin ideolojik zenginliği Katolik kilisesinin yanında çok cılız kaldı; onun arkasına sığındı. Bir-iki örneğini verdiğim bu tarihsel farklılıklara rağmen, sömürücü sınıfların ideolojilerinde, sınıf çelişkilerini perdelemek gibi genel bir işlev belirleyici durumdadır. Ancak, diğerlerine göre bu işlevi, genel çıkarlar gibi son derece etkili bir silah ile güçlendiren yalnızca burjuva ideolojisi olmuştur. Bu ideoloji, burjuva devrimlerinin bir kitlesel devinime denk düşmesine yardımcı olmuş; halk hareketlerini şaşırtıcı bir biçimde burjuvazinin hesabına yazılmasına aracılık etmiş; sınıf çıkarlarını toplumsal olarak ifade edebilme başarısını göstermiştir.

Bu nasıl sağlanmıştır?

Elbette cevap, yalnızca ideolojiler bağlamında verilemez. Kapitalist üretim ilişkileri, üretimin toplumsallaşması, işçi sınıfı vs… Bunların doğrudan etkileri çok açık. Ancak, yine de burjuva ideolojisinden hareket edilerek de bir şeylere varmak mümkün.

İdeolojiler, billurlaşmış sınıf çıkarlarının sistemleştirilmesi ile oluşmazlar. Bu, burjuva ideolojisi için de geçerlidir. En genel anlamıyla burjuva ideolojisi, kabaca, a) geleneksel sömürücü sınıf ideolojilerinin, b) burjuvazinin sınıf perspektif ve yükselme güdülerinin, c) kapitalizmin gelişmesinin tüm toplumda yarattığı sosyal-kültürel-psikolojik etkilerin sentezi sonucu oluşmuştur.

Kabaca formüle ettim, çünkü yukarıda en son vurguladığım ve bir kollektif psikoloji olarak da adlandırılabilecek unsurun özellikle ayrımsanmasını istiyorum.

Burjuva ideolojisi tüm kapitalist sınıfın düşünsel ortalaması olarak karşımıza çıkmıyor. Kendi başlarına birer ideoloji olamayan popüler söylemleri de bünyesinde topluyor. Ve bunu bilinçli olarak yapmıyor. Burjuva ideolojisinin burjuvazi için bilinçli kullanımı, bir süreç işi ve belli aygıtlar, örgütlenmeler aracılığıyla gerçekleşiyor:

“Burjuva ideolojisi, kesinlikle, özel olarak sermaye sahiplerinin yanlış fikirlerinin sistematizasyonundan ibaret değildir. Böyle olsaydı burjuva ideolojisinin tüm topluma yönelik hiçbir çekiciliği olmazdı. Burjuva ideolojisinde sanayicinin, tüccarın, köylünün, esnafın, memurun, işçinin, vb. ortak duyguları, yanılsamaları içkin durumdadır.7

Söz konusu özellik bir egemen sınıf olarak burjuvazi için büyük bir olanaktır. Bu olanağın kullanımı, burjuva ideolojisinin sınırlarının belirsiz olması ile beraber düşünülmelidir. Sınıfın değişik alt bölmelere ve alt bölmelere ait değişik (alt) çıkarlara sahip olması, söz konusu belirsizliği açıklamaya yetmeyecektir. Çeşitlenen çıkar ve perspektiflerin yanı sıra, doğrudan burjuvazinin, onun düşünür ve siyasetçilerinin de belli bir ideolojik şartlandırma ile karşı karşıya olduğu unutulmamalıdır. Burjuvazi “kendi” ideolojisinin hem kaynağı, hem de tüm toplum gibi hedefidir. Bu ideolojinin burjuvazinin çeşitli kesim ve mensuplarına farklı yabancılaştırma efektleri sunacağı aşikardır.Burjuva ideolojisinin sınırlarını, bir de bu belirsizleştirir. Her birey, grup, katman, burjuva ideolojisini yeniden üretir ve ona yeni özellikler katar. Bunları burjuva ideolojisinin genel hattından birer sapma olarak görmek yerine, onun organik savaşçıları biçiminde değerlendirmek, burjuva ideolojisinin tükenmeyen cephanesinin bu yeniden üretim olduğunu kabul etmek gerekiyor. Burjuva ideolojisi, ilkelerini ve “felsefesini” ayrıntılandırmayarak çok yönlü bir saldırıyı sürdürme becerisini gösteriyor. Bir de, kapitalizmin mükemmel bir problem üreticisi olmasını çok iyi değerlendiriyor.

Çağdaş kapitalizm, gerçekten de bir problem makinesi. Yirminci yüzyıla baktığımızda, çoğu kez sanayileşmenin maliyeti olarak görülen ama aslında tam anlamıyla kapitalizmin yarattığı yepyeni sorunlarla karşılaşıyoruz. Nükleer savaş tehlikesi, sanayi artıkları, trafik sorunu, hava kirliliği, uyuşturucu bağımlılığı, aşırı alkol tüketimi, konut sorunu türünden belki de sonsuza dek sıralanabilecek problemler, ne yazık ki, kendisini yaratan kapitalizmden soyutlanmış, ve insanlığın global sorunları biçiminde ele alınarak gelişmenin kaçınılmaz bir bedeli şeklinde lanse edilmiştir. Burada tartışmaya gerek yok ve kesinlikle kestirip atmak gerekiyor, bu türden problemlerin biricik kaynağı kapitalizmdir. Bugünkü sosyalist toplumlarda kimi benzer problemlerle karşılaşılsa bile, bu yargı değişmez.

Ancak, bugün kapitalizm, eğer birçok ülkede ideolojik mücadelesini dikensiz gül bahçesinde sürdürebiliyorsa, bunu biraz da sorumluluğunu üzerinden attığı, ama tamamen kendi çocuğu olan problemler sayesinde gerçekleştirmektedir. Tamam, enflasyon, işsizlik gibi sorunlar tanrıya şükür halen burjuvazinin hanesine yazılıyor. Ne var ki, bugün kapitalist toplumların gündemini daha önce saydığım türden problemler daha fazla işgal etmeye başlamıştır. Bu küçümsenmeyecek bir olanaktır burjuvazi için. Emekçilerin zihinlerinde doğrudan kapitalist sistemin yargılanmadığı problemlerin yer edinmesi ne büyük nimettir!

Şimdi burada, “nimetse nimet bunun ne gibi özel bir önemi var” gibisinden bir soru sorulabilir.

Bu soruya cevap verilmesi için, gelişmiş batılı ülkelerde son yılların ilerici etkinliklerine bir göz atmak gerekiyor. İlerici etkinlik diye yazmak insanın biraz içini burkuyor ama, Afrika’daki açlara yardım kampanyası, Nikaragua’ya özgürlük gösterileri, Pershing ve Cruise füzelerine karşı kampanya, nükleer kirlenmeye karşı protesto, vs… Bunların dışında birçok işçi ve öğrenci eylemi meydana geldi. İngiltere’de 1982 yazında doruk noktasına çıkan grevler, Fransa’daki öğrenci eylemleri, Yunanistan’da sendikaların ve sol güçlerin zaman zaman parlayan direnişleri sayılabilir. Nedense, bu ikinci tür “mücadeleler” fazla ses getirmiyor. Dünyamız küçüldü. Dünyamızı küçülten kitle iletişim araçları; başka bir şey değil. Bu durumda, mekanizma hemen çalıştırılmaya başlıyor. Kapitalist ülkelerdeki demokrat kamuoyuna, aydın insanlara “şu ve bu sorunlarla ilgilenin” çağrısı yapılıyor. Afrika’daki aç insanlarla ilgilenin; gözleriniz ve düşünceleriniz uzaklara kaysın; halinize şükredin; bu arada sosyalizme yakın duran Etiyopya dünya kamuoyunda olumsuz bir imaj edinsin. Nikaragua’ya yardım komiteleri kurulsun; bunu tek başına komünistlerin tekeline bırakmayalım; Nikaragua hükümetindeki burjuva demokrat ögeleri güçlendirelim; halkımız yine binlerce kilometre ötesi için kafa yorsun, hayıflansın…

Bunları uzatmak mümkün. Ancak şu çok açık: Burjuvazi, özellikle gelişmiş ülkelerden başlayarak, burjuva ideolojisinin azgelişmiş ülkelere duyulan sempatiyi, kapitalist toplumun yarattığı marjinal sorunlara yönelik duyarlılığı ve bireyi baz alan protestleri bünyesinde eritebilmesi, hiç değilse kendi çekim alanına sokabilmesi için büyük bir çaba göstermeye başlamıştır.

Sosyalist iktidar perspektifinin damga vurmadığı hiçbir strateji, sosyalizm adına, bu sorunları kar hanesine yazabilme şansına sahip değildir. Siyasi mücadelede sınıfsallık boğuntuya getirildikçe bizzat sınıf çelişkileri de unutulmaya başlanmakta, sosyalist ideolojinin en büyük kaynağı, güncel sorunlarla uğraşmak adına kurutulmaktadır.

İngiltere’de sosyalistler, onlardan fazla yoksa, ilerici aydınlar, ülkedeki işçilerin yüzde 30’unu aşkın bir bölümünün grevde olduğu bir sırada “Güney Afrika’nın Angola’ya saldırısını” düşünme hakkına sahip olmamalıdır. Tıpkı, sistemi tam can evinden yakalayan çelişkilerin yanına kaplumbağalarımızı, kumsallarımızı veya başkentimizin ağaçlarını eklemeye hakkımızın olmadığı gibi. Tabii, sosyalizm adına…

Burjuva ideolojisinin sınıf çelişkilerini geriye atan “küçük” çelişkilerden ne denli ilham aldığı acaba ne zaman öğrenilecek? Batılı bir marksist, Lefebvre “kapitalizm, Marx’ın tahmin edemediği bir canlılık ve elastikiyet gösterdi8 derken biraz da bunu anlatmak istemiyor mu?

Burjuvaziyi temsil etmek:

Bir sınıf olarak burjuvazi ile burjuva ideolojisi arasındaki ilişki kadar, burjuvazi ile onun siyasi temsilcileri arasındaki bağlar da büyük bir önem taşıyor. Bu bağlar üzerinde durmadan önce “ideolojiler” ile “siyaset” arasındaki bir ayrımdan sözetmek gerekiyor. İdeolojilerin, örneğin burjuva ideolojisinin toplumsal sistemin hangi düzleminde yer aldığı konusunda önemli bir belirsizlik göze çarpmıyor. İdeolojiler, örneğin burjuva ideolojisi, soyutlama düzeyinde, üstyapıda yeralıyor.

Ancak “siyaset” dendiğinde benzer bir açıklık ile hareket etmek oldukça güç. Kelimenin bütün anlamlarında “siyaset” bir üstyapı olgusu olarak görülemez. Kurumsallaşmış siyaset; örgütler, siyasi partiler, parlemento, vs. için bir belirsizlik söz konusu değil. Ancak, bir fiil ve ilişki türü olarak “siyaset”in yalnızca üstyapı sınırlarına hapsedilmesi ortaya ciddi sorunlar çıkaracaktır. Sorunlardan ilki, siyaset-sınıf ilişkilerinin basitleştirilmesi riskidir. Altta bir sınıf, üstte siyaset yapanlar…

İkinci sorun, siyasetin bir ilişki olarak sistemin tüm hücrelerindeki iletişim işlevini altyapıdan üstyapıya kadar üstlenmiş olduğunun unutulma tehlikesidir. Soyutlama düzeyinde olsa bile, yapılar arasındaki sınırları kesinleştirmek, onlar arasındaki canlı bağları yok saymak ciddi yanılsamalara yol açacaktır. Bu canlı bağlar siyasetin ta kendisidir.

Yeniden sınıf-siyasi temsilci ilişkisine döndüğümüzde, bir kez daha Alman İdeolojisine başvurmak zorunluluğu ortaya çıkıyor. Burada, egemen sınıflar içerisindeki bir işbölümünden sözedilir:

“Yukarıda, günümüze kadarki tarihin belli başlı kuvvetlerinden birisi olarak gördüğümüz ve açıkladığımız işbölümü, hakim sınıf içerisinde fikri ve maddi emek olarak da kendini göstermektedir. Öyle ki, bu hakim sınıf içinde, iki grup insan ile karşılaşmaktayız. Birinci grup, hakim sınıfın düşünürleridir (yani, bu sınıfın kendi hakkında beslediği hayali daha mükemmel hale sokarak hayatlarını kazanan aktif ideologları ve düşünürleridir); ötekiler ise, onların ileri sürdükleri düşünceler ve hayaller karşısında daha pasif davranan ve bu kuruntuları kabul etmekle yetinen kişilerdir. Çünkü bu ikinciler, aslında sözü geçen sınıfın gerçekten aktif olan üyeleridir ve kendi haklarında hayaller beslemek ve düşüncelere kapılmak için birincilerden daha az zamanlan vardır”.9

Bu işbölümü bir gelişmişliğin ifadesidir ve Marx-Engels’in düşün adamları-ideologlar için söylediklerini siyasetçilere dek taşımak mümkündür. Aktardığım bölümde asıl üzerinde durulması gereken nokta, sınıfın aktif üyesi ile düşünürü (veya siyasetçiyi) organik bir bütün olarak değerlendirme eğilimidir. Bir çıkış, ya da başlangıç noktası olarak bu tamamen doğrudur. Sınıfların ilk ortaya çıkması ile birlikte, sözü edilen işbölümü, egemen sınıf içerisinde bir işbölümü olarak belirmiştir. Ancak, üretim tarzları ve buna bağlı toplumsal sistemler geliştikçe, sözü edilen işbölümü karmaşıklaşmış ve egemen sınıflar giderek, başka sınıflardan aracılar üretmeye başlamışlardır. Yine Alman İdeolojisi’ nde vurgulandığı gibi, işbölümünün derecesi nasıl üretici güçlerin gelişmişlik düzeyini gösteriyorsa,10 aynı biçimde, maddi üretim ile düşünsel ve siyasi etkinlik arasındaki işbölümü de,o sınıfın olgunluk-gelişmişlik düzeyini göstermektedir.

Bu anlamda, bugünün çağdaş burjuvazisi ile 19. yüzyılın yükselen ama deneyimsiz burjuvazisi arasında önemli ayrımlar vardır. Geçtiğimiz yüzyılda kıta Avrupası’nın iki önemli ülkesinde Fransa ve Almanya’da, iki benzer siyasal olgu yaşandı: Bonapartizm ve Bismarkizm. Sosyalist literatürdeki evrenselleştirme uğraşlarına karşın, her ikisi de belli bir döneme özgü olma niteliğinden kurtulamadılar. Gerek Bonapartizm, gerekse Bismarkizm, “sınıf mücadelelerinde ortaya çıkan kördüğümleri, burjuvazi ve onun geleneksel güçleri yerine, ama yine burjuvazi yararına çözen” özgün dönemler olarak özetlenebilir. Burada, burjuvaziye görece olarak dışsal kalınması büyük önem taşıyor.

Yirminci yüzyılda ise durum biraz daha farklı. Burjuvazi ile onun siyasal temsilcileri arasındaki dolayımlar zaten o kadar zengin ki, Bonapartizm ya da Bismarkizm veya benzer adlandırmaları gerektirebilecek özgünlükler artık yaşanmıyor. Bu da burjuvazinin bir egemen sınıf olarak daha gelişkin bir konuma gelmesinin, kendi içerisindeki işbölümünü daha da yüksek düzeylere taşımasının sonucu.

Bugünün ortalama burjuva siyaset adamı doğrudan kapitalist sınıfın bir üyesi değildir. Bu ortalamayı en fazla tutturan siyasal sistem en gelişkinidir. Bu anlamda, Fransa’daki sistem (çok çeşitli nedenlerden) ABD’dekinden, 1980 öncesi Türkiye’deki sistem, Türkiye’nin bugünkü siyasal yapısından daha gelişkindir. Gelişkinlik, elbette burjuva normlarına göredir. Ama kimi kapitalistlerin doğrudan siyasete soyunması, yalnızca burjuvazinin değil, bu ülkedeki emekçi sınıfların ve sosyalist güçlerin de siyasal geriliğinin bir sonucudur. Burjuva sınıfının fiili üyeleri pek az ülkede buna cüret edebilirler.

Hangisi daha işlevsel? Bir kere sınıf ile temsilci arasında gözle görünür bir işbölümü ya da ayrışma yaşanmamışsa, sınıf egemenliği çok açık bir biçimde kendisini sergileyecektir. Bunun burjuvazi hesabına arzu edilir bir şey olması düşünülemez. Ancak işbölümünün “yararları” bu kadar basit değil.

Burjuva siyaseti, burjuva ideolojisini bir araç olarak kullanır. Burjuva ideolojisi (ve buna bağlı olarak burjuva siyaseti) çarpıtılmış gerçeklik üzerine kuruludur. Sınıf çıkarları ve bunun “çarpıtılması” söz konusu olduğunda, bu işi yapacakların doğrudan sınıfın üyelerinin değil, sınıfın temsilcilerinin olmasında büyük yarar vardır. Sınıfın doğrudan üyesi için gerçekliğin çarpıtılması daha bilinçli veya daha iradi bir fiil olabilir. Oysa temsilci için, çoğu zaman bir “inanmışlık” söz konusudur. Kullanılan araçlar, yöntemler “çirkin” olabilir, ama ulvi amaçlar uğruna… Sınıfın doğrudan üyesi için, bir kapitalist için, böylesi bir duygu yükü çoğu kez gereksizdir. Siyasetin kendisi de metalaşmıştır. Onun adına değer üretenler vardır…

İşte bu inanmışlık (ya da kimi durumlarda gönüllü çarpıtıcılık), kişisel ihtiras, yönetme arzusu ve ideolojik kin (neye olduğu belli) ile birleştiğinde çok daha etkili ve yaratıcı siyasi ürünler vermektedir. Bu etkinlik ve yaratıcılığı sınıfın asli üyesinin göstermesi oldukça güçtür.

Temsilciyi siyaset yapmakta sınıfın kendisinden avantajlı kılan bir diğer faktör, burjuvazinin gündelik bakış açısının, gidip-gelmelerinin etkisinden uzakta durabilmesidir. Temsilci, siyaset ile yoğrulmuştur; sınıfın kendisi ise gündelik ve tarihsel çıkarlar arasında gidip gelmektedir. Oysa siyasi mücadelede kalıcı olmanın belki de ilk koşulu, mevcut nesnellik ve sınıf dinamiklerinden kendini ayırabilmek, varlığını tek başına onlara tabi kılmamaktır.

Tam burada sınıf içi farklılıkların veya daha somutu burjuvazi içerisindeki değişik kesimlerin, sektörlerin veya alt grupların siyasete yansımalarının nasıl olacağını düşünmek gerekiyor. Burjuvazi ekonomik düzeyde de homojen bir sınıf olmadığına göre, siyasetin zenginleştirici etkisi olmasa bile, bizzat sınıf içerisinde değişik ideolojik-siyasal dinamiklerin olacağı açıktır. Sorun bu dinamiklerin siyasete nasıl yansıdığıdır.

Burada da bir eğilim var; güçlü, kalıcı ve köklü olan, tek tek politikalara değil, belli bir politikalar bütünlüğüne yatırım yapıyor. Hiçbir zaman kendisini belli bir siyasal çizgiye bütünüyle angaje etmiyor. Hemen Türkiye’den bir örnek verilebilir. Spekülatif kaynaklardan yararlanarak çok hızlı bir büyüme sürecine giren Tara-Yurtçu gibi sermayedarlar, daha uzun soluklu bir ilk birikim sürecini geçiren Eczacıbaşı-Koç-Sabancı gibilerine göre çok daha angaje tercihler yapmaktadırlar siyasi mücadelede. Köksüzlük, varolmak için tam anlamıyla güncel dengeleri gerektirdiğinden, bir bakıma başka çare de yoktur!

Kısacası, ekonomik düzeydeki çeşitliliğin siyasete nasıl yansıdığı sorunu kadar, kimlerin tek ata oynamak durumunda kaldıkları da önem kazanıyor.

Ekonomik düzeydeki zenginlik dendiğinde ise, ilk akla gelen, tarım, ticaret, sanayi ve mali sermaye gruplarının yarattığı zenginlik olmaktadır. Daha önce de vurguladığım gibi, sınıf-temsilci ilişkilerindeki dolayımın zayıf olduğu 19. yüzyılda, değişik sermaye gruplarının siyasal tercihleri daha rafine, daha kesin bir nitelik taşıyordu. Bu nedenle Marx Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda büyük bir gönül rahatlığıyla, meydana gelen her iktidar değişikliğini, hatta her siyasal gelişmeyi bir burjuva ya da aristokrat kesimin adına yazabiliyordu. Oturmamış bir siyasal yapıya sahip Rusya’da da Lenin, zaman zaman her burjuva grubuna belli bir siyasal parti ya da eğilimi yakıştırabiliyordu.

Şimdi işler o kadar basit değil. 12 Eylül öncesinde bir ara çok modaydı, MSP şunun partisi, CHP küçük bilmem nelerin partisi, AP şöyle, MHP kanlıların diye sayılırdı. Tabi pek bir anlam ifade etmedi bütün bu yakıştırmalar. Her siyasal partinin mutlaka belli bir sermaye grubuna daha yatkın olduğu düşünülebilir; bu yanlış da olmaz. Ancak, burjuvazinin tüm kalıcı partileri, egemen sınıflar arasındaki güçler dengesini er ya da geç hesaba katarlar; katmak zorundadırlar. Bu nedenle CHP hükümet olunca filanca kesim, AP başa gelince filanca zümre iktidara gelmiş olmaz. Ne de birileri “on yıl doldu, paydos” deyince ülkenin sınıfsal dengeleri altüst olur…

Her siyasal lider, ya da parti, egemen sınıf ittifakı içerisinde bir halkaya doğrudan bağlanamadığı gibi, her siyasal açılımda doğrudan sınıfa ait bir karar, ya da determinizm aranmamalıdır. Siyasal temsilci, elindeki siyasal araçlar sayesinde ülkedeki siyasal (ve tabi ki sınıfsal) mücadelenin gündemiyle oynayabilir. Bu oynamalar, sınıfsal bir adlandırma alamayacak olan bir grubun, hatta bireyin marifeti de olabilir. Sistemin, kendi sınıfsal dengelerine uygun oynamalarla arızi veya norm dışı oynamaları ayırması belli bir zaman içerisinde olur. Sonuçta burjuvazi siyasal yaşantının hiçbir alanında boşluk bırakmaz. Ancak müdahaleleri anlık ve doğrudan değil, nesnel, dolaylı ve zamana bağlı olarak gerçekleşir. Bu nedenle, her siyasal adımda burjuvazinin gece yarısı kararlarını aramak saflıktır. Burjuvazi ancak olağanüstü dönemlerde böylesine aciz durumlara düşer. Egemenliğin çok daha akılcı ve nesnel araçları vardır. Nedir bunlar?

En başta, ideolojik yönlendirme. Bir kere yazımın başında değindiğim, bir geleneksel egemen sınıf ideolojisi var. Bunun etkileri ve gücü çok büyük. İkincisi özel mülkiyeti daha yükseliş döneminde ideolojik çerçevesinin merkezine yerleştiren bir sınıfın, iktidarı boyunca aynı ideolojiyi sürekli olarak zenginleştirmesi söz konusu. Siyasal temsilcileri bu ideoloji ile yoğrularak gelişiyorlar. Bir sınıfa ilk önce bir ideoloji aracılığıyla bağlanıyorlar.

Daha sonra, siyasal sistemin burjuva devrimlerinin daha ilk dönemlerinde “zor” ile burjuvazi lehine ıslah edilmiş olması geliyor. Zamanla bu sistem de zenginleşiyor, ama öz hiç değişmiyor: Parti yapıları, program anlayışları, siyasal kültür, her ülke için farklı biçimlerde ama belli standartlar içerisinde oluşuyor. Böylelikle temsilcinin oyununu oynayacağı bahçenin sınırları belirlenmiş oluyor.

Sıra, sistemin ekonomik-sosyal rasyonalitesine geliyor. Topyekün köklü dönüşümler olmaksızın, belli bir konjonktürdeki akla uygun politika alternatifleri, sistemin varlığını korumasına yönelik olacaktır. Kısacası, nesnellik de siyasetçinin alanını sınırlar ve onu kendisine bağlar.

Son olarak, sınıfın temsilciyle kurduğu doğrudan ilişkiler var. Görülen lüzum üzerine bilgi verme, ikna, göz korkutma ve ödüllendirme gibi yöntemlerle yürür. Bu da siyasetçinin gerçekten görebildiği bağ türüdür!…

 

Dipnotlar

  1. Marx-Engels; Alman İdeolojisi çev: Selahattin Hilav Sosyal yayınları 1968 s.38
  2. Koçak Harun; Gelenek Kitap Dizisi, no:3, Ocak 1987.
  3. Engels; “Starkenburg’a Mektup” (1894) Marksist Felsefe Yazıları içinde çev: Mesut Odman, Bilim yayınları, 1976, s.226.
  4. Spirkin-Yahot; Diyalektik ve Tarihi Materyalizm çev: Engin Karaoğlu Bilim yayınlan 1978 s.139
  5. Laclau; İdeoloji ve Politika çev: Hüseyin Sarıca, Belge yayınları, 1985, s.175.
  6. Sözkonusu yolun sonu hiç gelmediği için “bilim” sürecinin kendisi de bir ideoloji edinmiştir!
  7. Çulhaoğlu Metin; Gelenek Kitap Dizisi, no:20, Ağustos 1988, s.25.
  8. Lefebvre; Marx’ın Sosyolojisi çev: Selahattin Hilav, Öncü Kitabevi yayınları, 1968, s.109.
  9. Marx-Engels; a.g.e., s.34
  10. a.g.e., s.39
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×