Sol Antikomünizm: En Beteri

Marxism-Leninism Today sitesinde yayımlanan bu makale Türkçe’ye Özgür Balkılıç ve Eren Karaca Akbaş tarafından çevrildi. Makale, Michael Parenti’nin Kara Gömlekliler ve Kızıllar: Akılcı Faşizm ve Komünizmin Devrilmesi isimli kitabına dayanmaktadır. Parenti, ABD’de pek çok üniversitede öğretim üyeliği yapmış, özellikle siyaset bilimi ve tarihyazımı alanlarında eserler vermiş saygın bir bilim insanıdır. Parenti’nin bu makalesi iki açıdan önem arzediyor. Bunlardan birincisi, Batı’da özellikle akademide konumlanmış “solcu” figürlerin 20. yüzyıldaki reel sosyalizm deneyimlerini küçümseyen hatta karşıya alan tavırlarına ilişkin kapsamlı bir eleştiri getirmesidir. Parenti, solun antikomünist tavrına karşı sağlıklı bir yaklaşım içindedir. Öte yandan, Parenti’nin reel sosyalizm deneyimlerine dönük savunusu ve sola dönük eleştirisi belli bazı hastalıklarla malüldür. Makalede bizzat yazar tarafından eleştirilen düşünce sistematiğine benzer bir paradigma, “özürcü” bir yaklaşımla yeniden üretilmekte ve özellikle ABD ve Batı Avrupa’da İkinci Savaş sonrası geçer akçe haline gelen“Stalinizm” eleştirisi verili kabul edilmekte, bu birtakım mazeretlerle gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır. Batıdaki “antikomünist” ideolojik tahkimatın boyutlarını ve bunun soldaki tezahürlerini gözler önüne net bir biçimde seriyor olması, öte yandan yine Batı marksizminin 20. yüzyıla damgasını vuran hastalıklarından bütünüyle azade bir çerçeve üretememesi nedeniyle bu çalışmayı yayımlanmaya değer bulduk. Her iki başlığın da verimli tartışmalar ortaya çıkaracağını, makalenin içsel çelişkisinin Batı marksizmine dair net ipuçları verdiğini düşünüyor ve makaleyi Marxism-Leninism Today’in giriş notu ile Gelenek okurlarına sunuyoruz

 

 

Hayatını sistemi “utanç” içine sokmaya adamasına rağmen, Amerika’nın başta gelen “ilerici” entellektüellerinden olan Noam Chomsky antikomünist bir solcu olmaktan hiç vazgeçmedi.

Bazen fırsatçılık, bazen kariyerizm, bazen kasıtlı olarak gerçek kapitalist veya emperyal dinamikleri reddetme (ya da göz ardı etme) ve bazen de “hoşgörülebilir” eleştirelliğin saygı gösterilen cemaati içerisinde olmanın rahatlığı ile antikomünist sol, Amerikan solu içerisindeki büyük payını koruyor. Michael Parenti, bu kapsamlı ve keskin dilli makalesinde, neden antikomünist sol duruşun gerçek yüzünün görülmesi gerektiğini anlatıyor: Bu duruş korporatist statüskoyu koruyan güçlerle yapılan fiili bir işbirliğidir.

Birleşik Devletler’de egemen gruplar, yüzyıldan fazla bir süredir bıkıp usanmadan halka antikomünizm propagandası yaptı, ta ki bunu siyasi bir analizden çok dini bir tutuculuğa dönüştürene kadar. Soğuk Savaş sırasında antikomünist ideoloji, mevcut komünist toplumlar hakkındaki herhangi bir veriyi, kendi düşmanlığının meşruiyeti için kullanabiliyordu. Sovyetler bir konuda pazarlık etmeyi reddettiğinde, uzlaşmaz ve kavgacı, bir konuda ödün vermeye razı gibi göründüklerinde ise bizi korunaksız bırakmak için ustaca düşünülmüş bir hamle yapıyor olurlardı. Silahların sınırlandırmasına karşı çıktıklarında kavgacı yanlarını göstermiş olurlar, ama silahsızlanma anlaşmalarının birçoğunu bilfiil desteklediklerinde ise ne yalancılıkları, ne de çıkarcılıkları kalırdı.

SSCB’de kiliselerin boş olması dinin baskılandığını gösterir, ama dolu olması insanların rejimin ateist ideolojisine karşı geldikleri anlamına gelirdi. İşçiler greve gitse (nadiren de olsa) kolektivist sistemden ayrılmaya başladıklarının kanıtı olur, grev olmasa işçilerin korkutulduğu ve özgürlükten yoksun oldukları sonucu çıkarılırdı. Tüketim mallarındaki kıtlık ekonomik sistemin başarısızlığını kanıtlar, bu mallardaki herhangi bir iyileştirme, yöneticilerin huzursuz bir nüfusu susturması ve böylece üzerlerinde daha sıkı bir kontrol sağlaması demek olurdu.

Birleşik Devletler’deki komünistler, işçilerin, yoksulların, Afrikalı-Amerikanların, kadınların ve diğerlerinin hak mücadelelerinde önemli bir rol oynadığında, haklarından mahrum olan grupların desteğini almak ve kendi güçlerine güç katmak için uyguladıkları hilekar yöntemlerinden kaynaklanırdı. Gücü olmayan kitlelerin hakları için savaşmanın nasıl bir güç ortaya çıkardığı hiçbir zaman açıklanmadı. Üzerinde durduğumuz şey, yanlışlanamaz bir tutuculuk. Bu, egemen güçler tarafından o kadar gayretli bir şekilde pazarlanıyor ki, tüm siyasi spektrum içindeki insanların üzerinde etkisini gösteriyor.

Tutuculuğa biat

ABD solunun büyük bir çoğunluğu, nefret ve kabalıkta sağı aratmayacak bir şekilde Sovyet düşmanlığı ve kızıl aleyhtarlığı yaptı. “Sol entellektüeller” hakkında nutuk atan Noam Chomsky’e kulak verirsek: Bu entellektüeller “kitlesel halk hareketlerinin sırtından iktidara yükselmeye” ve “sonra da insanlara boyun eğmeyi salık vermeye” çalışırlar…

İşe, sonunda kızıl bürokrasinin bir parçası olacak olan bir Leninist olarak başlarsınız. Daha sonra iktidarın bu yönden gelmeyeceğini görür, çabucak sağcı bir ideoloğa dönüşürsünüz… Bunu şu anda [eski] Sovyetler Birliği’nde görüyoruz. İki yıl öncesine kadar komünist haydut olanlar, şu anda banka yönetiyor, coşkuyla serbest piyasacılık yapıyor ve Amerikalılara övgüler yağdırıyorlar” (Z Magazine, 10/95).

Chomsky bu imgelemini, bizzat aynı Amerika’nın başka yerlerde sürekli eleştirdiği kurumsal siyasi kültürüne borçlu.

Chomsky’e göre devrim, iktidarın açlığı bitirmesini isteyen değil, iktidara aç bir grup “komünist haydut” tarafından ihanete uğradı. Fakat aslına bakılırsa, komünistler “çabucak” sağa dönmek yerine, ciddi saldırılara rağmen Sovyet sosyalizmini yetmiş seneden fazla ayakta tutabilmek için mücadele ettiler. Sovyetler Birliği’nin zayıfladığı dönemlerde Boris Yeltsin gibilerinin kapitalist tarafa doğru kaydığı şüphesiz. Fakat diğerleri kendi zararlarına serbest piyasa istilalarına direnmeye devam ettiler ve birçoğu bunu 1993’te Yeltsin’in Rusya parlamentosu üzerindeki şiddetli baskısı sırasında canıyla ödedi.

Solculardan bazıları ve diğerleri, toplumsal hedefler gözetmeden, sırf iktidar olmak için iktidar olmaya çalışan güç peşinde koşan kızıllar klişesine sığındı. Bu doğru olsa, insan bu kızılların yeri sağlam olanlara hizmet etmenin semeresini toplamak yerine, neden ülkeden ülkeye yoksulların ve güçsüzlerin yanında kendilerini tehlikeye attıklarını merak eder.

Yıllardır Birleşik Devletler’in birçok sol tandanslı yazarı ve konuşmacısı, antikomünistliğe ve Sovyet karşıtlığına selam çakma üzerinden kendi itibarlarını tesis etmeye kendilerini zorunlu hissettiler. Görünen o ki, bir kızıl karşıtlığı dokundurması olmadan, herhangi bir siyasi özne üzerine bir konuşma yapamadılar, makale ya da kitap değerlendirmesi yazamadılar. Bunun nedeni ise kendilerini Marksist-Leninist soldan ayrı tutma çabasıydı ve bu çaba hala geçerli.

Liberal bir yazar ve yayıncı olan Adam Hochschild, mevcut komünist toplumları kınama konusunda ilgisiz davranan solcuları “kendi saygınlıklarını yitirdiklerine” dair uyarmıştı (Guardian, 5/23/84). Başka bir deyişle, soğuk savaş karşıtı olarak inandırıcılığımızı sağlamak için her şeyden önce Soğuk Savaş’ta komünist toplumlar suçlamasına katılmamız gerekiyordu. Ronald Ragosh ise barış hareketinin komünistlikle suçlanmamak için öncelikle kendini komünistlerden arındırması gerektiğini salık vermişti (Guardian, 3/16/83). Radosh’tan benim anladığım şu: Antikomünist cadı avından kendimizi koruyabilmek için biz cadı avcısı olmalıyız. Komünistlerin solculuğunun içini boşaltmak, birçok ilerici harekette yara açan, uzun soluklu bir uygulamaya dönüştü. Örneğin 1949’da on iki kadar sendika, yönetimlerinde kızıllar var diye İşçi Sendikaları Konferederasyonu’ndan (CIO) atıldı. Bu süreçte Konfederasyon 1,7 milyon kadar üye kaybetti ve örgütlenme çalışmaları ile siyasi etkisini ciddi bir biçimde zayıflattı. 1940’ların sonunda sözde ilerici bir grup olan Americans for Democratic Action (Demokratik Eylem için Amerikalılar, ADA), Kızıllar olarak “lekelenmemek” için en çok sesi çıkan antikomünist örgütlerden birine dönüştü.

Fakat bu strateji pek işe yaramadı. ADA ve diğer sol gruplar, sağcılar tarafından komünistlikle veya komünizme karşı yumuşak durmakla suçlandı. O gün bugündür birçok solcu, toplumun daha az ayrıcalıklı kesimleri adına toplumsal dönüşüm için savaşan komünist olsun olmasın herkesin, muhafazakar elitlere göre kızıl sever olacağını göremediler. Egemen sınıfın çıkarlarına göre, servetlerine ve güçlerine karşı duranın “komünist yıkıcılar” ya da “sadık Amerikan liberaller” olması arasında pek fark yoktur. Hepsi de aşağı yukarı aynı derecede nefret uyandırır.

Sol eleştirmenler, sağcılara yüklenirken bile antikomünist kartlarını çıkarma fırsatını kaçırmazlar. Örneğin Mark Green, Başkan Ronald Reagan’ı eleştirirken şöyle yazmıştı: “muhafazakar ilmihaline ters düşen bir durumla karşı karşıya geldiğinde [Reagan], uzlaşmaz bir Marksist-Leninist misali, fikrini değil, gerçekliği değiştirir.” “Hem sağın hem de solun” dogmatizmiyle savaşmaya kendilerini adadıklarını iddia edenler ve bu tür zorunlu reveranslar yapanlar, antikomünist doktrinini pekiştirirler. Kızıl aleyhtarı solcular, ABD’nin yöneticilerine komünist ülkelere karşı soğuk ve sıcak savaş açma kolaylığı sağlayan ve bugün bile destek vermesi güç, aşamalı ve hatta liberal bir gündem hazırlayan düşmanlık ortamının yaratılmasında üstlerine düşen görevi yaptılar.

Sol tarafta duruyor gibi görünen başka bir tipik kızıl aleyhtarı da George Orwell’dir. İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında Sovyetler Birliği Stalingrad’ta Nazi işgalcilerine karşı ölüm kalım savaşı verirken Orwell şunları söylemişti: “Rusya ve Stalin’i eleştirebilmek entellektüel dürüstlük testidir. Edebiyatçı bir entellektüele göre gerçekten tehlikeli olan tek şey budur.” (Monthly Review, 5/83) Nefret derecesinde antikomünist olan bir topluma güvenli bir şekilde yerleşmiş olan Orwell, (Orwellci çifte inançla) komünizm ayıplamasını yalnız ama cesur bir başkaldırma eylemi olarak karakterize ediyor. Bugün Orwell’in ideolojik torunları halen kendilerini, hayali Marksist-Leninist-Stalinist topluluklara karşı yürekli bir savaş sürdüren, solun korkusuz solcu eleştirmenleri olarak sunuyorlar.

ABD solunda fena halde eksik olan şey Sovyetler Birliği’nin akılcı bir değerlendirmesidir. Bu ulus, sürüncemeli bir iç savaş ve çok uluslu bir dış istila atlatmış, ayrıca yirmi yıl sonra kendine çok pahalıya mal olan Nazi canavarını püskürtmüş ve yok etmiş olan bir ulustur. Bolşevik Devrimi’nden otuz yıl sonra Sovyetler, kapitalizmin bir asırda ulaştığı gelişime eşit sanayi gelişimine ulaştı. Ayrıca bunu kapitalist sanayicilerin dünyanın birçok yerinde yaptığı ve hala yapıyor olduğu gibi çocukları günde on dört saat çalıştırarak değil, çocukların karınlarını doyurarak ve onları okutarak yaptı. Sovyetler Birliği aynı zamanda Bulgaristan, Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Küba ile birlikte, Nelson Mandela’nın Güney Afrika’daki Afrika Ulusal Kongresi dahil dünyanın çeşitli ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadelelerine çok önemli yardımlar yaptı.

Buna rağmen antikomünist solcular, yoksul kitlelerin komünizm ile elde ettikleri büyük kazanımlara karşı ciddi bir titizlikle umursamaz davrandılar. Hatta bazıları bu kazanımlarla alay etti. Meşhur antikomünist anarşist Murray Bookchin’in, 1971’de Burlington Vermont’ta, benim bu kaygılarımla “komünizmden beslenen zavallı küçük çocuklar” (kendi sözleri) diyerek alay ettiğini hatırlarım.

Karalama kampanyası

Stalin’i ve onun despotik sistemini beğenmesek ve Sovyet toplumunda bir şeylerin yanlış gittiğine inansak da, Sovyetleri karalama kampanyasına katılmayan bizler, antikomünist solcular tarafından “Sovyet savunucuları” ve “Stalinistler” olarak etiketleniyorduk. Esas suçumuz, birçok solcunun yaptığı gibi ABD’nin komünist toplumlar hakkında yürüttüğü medya propagandasını sorgusuz sualsiz yutmayı reddetmemizdi. Bunun yerine biz, yeterince reklamı yapılan eksiklikler ve adaletsizliklerin yanında mevcut komünist sistemlerde sürdürülmekte olan ve milyonlarca kişinin hayatını anlamlı ve insancıl bir biçimde iyileştiren olumlu özelliklerin de bulunduğunu savunduk. Bu iddiamız, herhangi bir komünist topluma dair (belki Küba hariç) tek bir olumlu kelime kullanamayan ve de kullananları hoşgörülü ve hatta seviyeli bir şekilde dinleyemeyen antikomünist solcular üzerinde oldukça rahatsız edici bir etki yarattı.

Antikomünist tutuculukla doldurulan ABD solu, mevcut komünizm hakkında olumlu şeyler söyleyenleri konferansların, danışma kurullarının, politik açıklamaların ve sol yayınların dışında bırakarak bir çeşit sol McCarthycilik yapıyorlardı.

Antikomünist solcular, tıpkı muhafazakarlar gibi, Sovyetler Birliği’nin Stalinist bir canavarlık ve de Leninist bir ahlaki sapma olduğuna dair genel bir karalamadan başka bir iddiayı kabul etmiyorlardı.

ABD solunun birçoğunun Lenin’in yazdıklarına ve siyasi çalışmalarına dair sınırlı bilgilere sahip olması, onları başkalarına “Leninist” etiketini yapıştırmaktan geri koymuyordu.

Antikomünist karikatürler için bitmeyen bir kaynak olan Noam Chomsky, Leninizme dair şunları söylüyor: “Leninizm sonuç olarak radikal aydınların devlet iktidarını ele alma ve ülkelerini baskıyla yönetme hakları olduğunu söyleyen bir doktrin olduğundan ve tam da bu düşünce onlara hitap ettiğinden, Batı ve de Üçüncü Dünya entellektüelleri Bolşevik karşıdevrimine [metinde aynen] ilgi gösterdiler.” Chomsky bu şekilde, güç peşinde koşan Leninistler, yani adaletsizlikle savaşmak için devrimci araçlar arayan değil, sırf güç için güç isteyen kötü adamlar imajına uygun olarak güç peşinde koşan entellektüeller imajını öne atıyor. Konu kızıl aleyhtarlığına geldiğinde, en iyi ve en zeki solcular bazen en kötü sağcılarla yarışıyorlar.

1996’da Oklahoma’daki bombalı terör eyleminin ardında bir radyo yorumcusundan şunları duymuştum: “Lenin terörün amacının terörize etmek olduğunu söylemişti.”

ABD medyasının yorumcularının Lenin’den yaptıkları alıntılar hep bu şekilde yanıltıcı olur. Lenin’in bu sözü aslında terörizmi onaylamamak üzerineydi. Halk arasında terör ve psikolojik baskı yaratmaktan ve devrimci hareketi halktan ayırmaktan başka hiçbir işe yaramayan tekil terör eylemlerinin karşısında duruyordu.

Totaliter ve bağnaz bir komplocu olmaktan oldukça uzak olan Lenin, siyasi gelişmişlikte farklı seviyelerde olan insanların hepsini kapsayan geniş koalisyonların ve kitle örgütlerinin kurulmasını teşvik etti. Lenin, sınıf mücadelesini ilerletmek için, parlementer seçimlere ve mevcut sendikalara katılmak dahil, gereken tüm farklı araçları kullanmanın gerekliliğini savundu. Şüphesiz ki, herhangi bir kitle gibi işçi sınıfı da, öncü bir partinin üstlendiği başarılı bir devrimci mücadele için örgütlülük ve liderliğe ihtiyaç duyuyordu; fakat bu proleter devrimin darbeciler ve teröristler tarafından savaşılacağı ve kazanılacağı anlamına gelmiyordu.

Lenin iki uç noktadan, liberal burjuvazi faydacılığından ve ultra-sol maceraperestliğinden uzak durmaya çalışmanın sorunları ile sürekli uğraştı. Buna rağmen Lenin’in kendisi, anaakım gazeteciler ve bazı solcular tarafından tekrar tekrar aşırı-sol darbeci olarak betimleniyor (Özellikle Chris Hedges, Lenin’i ne demek olduğu belli olmasa da “devrim haydutluğu” ile suçladı). Lenin’in devrim yaklaşımının bugün için makbul veya hatta uygun olup olmadığı sorusu ciddi bir inceleme konusu. Fakat yararlı bir incelemenin, Lenin’in teorisini ve uygulamasını yanlış anlatanlardan gelemeyeceği açık.

Antikomünist sol, komünist örgütlerle kurulan herhangi bir ortaklığı, “komünizmin suçlarından” ötürü ahlaken kabul edilemez bulur. Buna rağmen birçoğu kendilerini bu ülkenin Demokrat Partisi’yle seçmen ya da üye olarak ilişkilendiriyor ve görünüşe bakılırsa parti yöneticilerinin ahlaken kabul edilemez siyasi suçlarını pek önemsemiyorlar.

Şu ya da bu Demokrat Parti yönetiminde, yüz yirmi bin Japon-Amerikan evlerinden ve geçim kaynaklarından koparılarak toplama kamplarına atıldı, Hiroşima ve Nagasaki’de masum on binlerce insanın ölümüne yol açan atom bombaları atıldı, FBI’ya siyasi grupların içine gizlice girme yetkisi verildi, Smith Yasası ile Troçkist Sosyalist İşçi Partisi liderleri ve daha sonra da Komünist Parti liderleri siyasi görüşlerinden dolayı tutuklandı, olası bir “ulusal acil durum” halinde siyasi muhalifleri toplamak için kamplar kuruldu, 1940’ların sonunda ve 1950’lerde sekiz bin federal hükümet çalışanı siyasi bağlantıları ve görüşleri nedeniyle devletten temizlenerek, daha binlercesine tüm kariyerleri ve hayatları boyunca sindirme kampanyası yürütüldü, Tarafsızlık Yasası ile Franco’nun faşist birlikleri yararına çalışan İspanya Cumhuriyeti’ne ambargo uygulandı, birçok üçüncü dünya ülkesinde öldürücü kontragerilla programları başlatıldı ve Vietnam Savaşı başlatılarak kızıştırıldı.

Ayrıca yüzyılın iyi zamanlarında bile Demokrat Parti’nin meclis yönetimi, ırk ayrımcılığını savunarak, linç karşıtlığı ve adil istihdam yasa tasarılarının önüne taş koydu. Ne var ki birçok kişinin ölümüne ve yıkımına neden olan tüm bu suçlar, liberal, sosyal demokrat ve “demokrat sosyalist” antikomünistleri, Demokrat Parti’ye ya da onu üreten politik sisteme suç yüklememiz gerektiği iddiasını, var olan komünist sistemlere karşı yürütülen karalama kampanyası kadar benimsemediler. Emperyalist makinenin ayrılmaz bir parçası olan Demokratlar, birçok araştırmacı tarafından detaylı anlatılan ve ayrıca Rogue States (Blim Blum) gibi kitaplarda derlenen Amerikan imparatorluğunun en az bir asır boyunca sürdürdüğü yayılmacı politikasından ve tüm suçlarından tamamen sorumludur.

Saf halde sosyalizm vs. kuşatma altındaki sosyalizm

Birtakım ABD’li solculara göre, Doğu Avrupa’daki ayaklanmalar sosyalizmin yenilgisi anlamına gelmemektedir, zira bu ülkelerde sosyalizm hiçbir zaman kurulmamıştır. Bu gibi insanlar komünist devletlerin bürokratik, tek partili “devlet kapitalizmi” veya buna benzer bir şey olmaktan öteye gidemediğini iddia ederler. Bizim eski komünist ülkeleri “sosyalist” olarak adlandırmamız tanımlarla ilgili bir sorunsaldır. Ancak şu kadarını belirtmek gerekir ki, bu ülkeler kapitalistlerin kendilerinin de hemencecik farkettikleri gibi kar odaklı kapitalist dünyadan daha farklı bir dünya oluşturuyorlardı.

İlkin, komünist ülkelerde ekonomik eşitsizlik kapitalizmde olduğundan daha azdı. Kişisel gelirleri ve hayat tarzları kadar, parti ve hükümet elitlerinin faydalandığı avantalar Batı’da şirket CEO’larının standartları ile karşılaştırıldığında mutedil bir seviyedeydi [yönetici ve finans elitlerinin günümüzdeki acayip miktardaki ücret paketleri ile karşılaştırıldığında bu rakamlar daha da mutedildi].

Yuri Andropov ve Leonid Brejnev gibi Sovyet liderleri, Beyaz Saray benzeri müsrifçe tayin edilmiş malikanelerden ziyade, hükümet liderleri için yapılmış, Kremlin’e yakın sosyal konutlarda bulunan görece büyük apartman dairelerinde hayatlarını sürdürüyorlardı. Limuzinler emirlerine amadeydi (devletin diğer birçok ileri gelenine benzer şekilde) ve kendilerini ziyaret eden devlet erkanını ağırladıkları büyük daçalardan (Rusya’daki büyük kır villaları, ç.n.) faydalanıyorlardı. Ancak hiçbirisi ABD’li birçok liderin sahip olduğu uçsuz bucaksız kişisel servetlere sahip değildi. Dahası, bu kimseler Batılı ileri gelenlerin ve zenginleşmiş siyasi liderlerin örneğinde olduğu üzere, böylesi bir “zenginliği” miras ya da hediye yoluyla yakınlarına ya da akrabalarına transfer edemezlerdi.

ABD basınının geniş bir şekilde ifşa ettiği, Doğu Alman parti liderlerinin keyfini çattığı “müsrif yaşam” tedavüldeki para cinsinden yıllık $725 ödenek ve bütün sakinleri tarafından ortak kullanılan bir sauna, bir kapalı yüzme havuzu ve bir spor merkezi gibi olanakları içeren Berlin’in banliyölerinde yer alan, münhasır bir yerleşim bölgesindeki konutlardan ibaretti. Parti liderleri ayrıca muz, kot gibi Batı menşeili malları ve Japon menşeili elektronik eşyaları içeren dükkanlardan alışveriş yapabilirlerdi. ABD basını asla sıradan Doğu Almanların halka açık havuzlar ve jimnastik salonlarından faydalanabildiğine ve kot ve elektronik eşyalar (her ne kadar genelde ithal ürünlerden olmasa da) alabildiğine işaret etmediler. Dahası, Doğu Alman liderlerinin “müsrif” tüketim tarzı Batılı plütokrasinin keyfini çattığı hakikaten de gösterişli yaşam tarzıyla asla karşılaştırılmadı.

İkincisi, komünist ülkelerde üretici güçler sermaye kazancı ve kişisel zenginleşme için örgütlenmemişti; üretim araçlarının kamusal mülkiyeti kişisel mülkiyetin yerini almıştı. Bireyler diğer insanları kiralayamazlar ve onların emeğinden büyük kişisel zenginlikler elde edemezlerdi. Bir kez daha Batılı standartlar ile karşılaştırıldığında, halkın kazançları ve tasarrufları arasındaki farklar genelde ılımlı bir düzeydeydi. Sovyetler Birliği’ndeki en yüksek ve en düşük kazanç sahibi arasındaki gelir dağılımı yaklaşık bire beşti. Birleşik Devletler’de en üstteki multi milyonerler ve çalışan yoksulların yıllık gelirleri arasındaki dağılım daha ziyade 1’e 10.000’dir.

Üçüncüsü, öncelik insanlara sunulan hizmetlere verilmişti. Her ne kadar komünizm altında yaşam, halkın arzuladığı daha birçok şeyi karşılayamasa da ve hizmetlerin kendisi nadiren üst seviyede olsa da, komünist ülkeler vatandaşlarına içerisinde eğitim, istihdam, konut sahipliği ve tıbbi yardımın sunulduğu ekonomik olarak varlığını sürdürme ve güvence altında yaşamanın en asgari düzeydeki birtakım standartlarını sağlamışlardı.

Dördüncüsü, komünist ülkelerin diğer ülkeler üzerinde sermaye hükmü kurmak gibi bir derdi yoktu. Kendi harekete geçirici gücü olarak bir kar motivasyonundan yoksun olan ve dolayısıyla sürekli bir biçimde yeni yatırım fırsatlarının peşinde koşmaya ihtiyaç duymayan bu ülkeler, daha zayıf ulusların topraklarına, emeğine, piyasalarına ve doğal kaynaklarına el koymadılar, bir başka deyişle iktisadi bir emperyalizm ile iştigal etmediler. Sovyetler Birliği genelde Doğu Avrupa halkları, Moğolistan, Küba ve Hindistan için avantajlı olan şartlar altında ticaret ve yardım ilişkilerini idame ettirdi.

Yukarıdakilerin hepsi şu ya da bu ölçekte her bir komünist sistem için geçerli olan örgütlenme ilkeleriydi. Bunların hiçbirisi Honduras, Guatemala, Tayland, Güney Kore, Endonezya, Zaire, Almanya ve Birleşik Devletler serbest piyasa altındaki ülkeler için geçerli değildir.

Ancak gerçek bir sosyalizmin Leninist, Stalinist, Kastrocu ya da diğer kötü niyetli, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan, bürokratik ve devrimlere ihanet eden şeytani kişilerin oluşturduğu fitnecilerdense, doğrudan katılım ile işçilerin kendileri tarafından yönetilmesi gerektiği iddia ediliyor. Ne yazık ki, bu “saf halde sosyalizm” fikriyatı, tarih dışı ve yanlışlanamazdır; bu model tarihin gerçeklerine karşı sınanamaz. Bu fikriyat bir ideali kusursuz olmayan bir gerçeklikle karşılaştırır ve gerçek çok daha değersiz olarak addedilir. Söz konusu tahayyül güçlü bir devlet yapısı veya güvenlik güçlerine ihtiyaç duyulmayan, işçileri tarafından üretilen hiçbir değere toplumu yeniden inşa etmek ve bunu işgale ve ülke içindeki sabotajlara karşı korumak için el koyulmasının gerekmediği, bundan çok daha iyi bir dünyada sosyalizmin neye benzeyeceğini tahayyül eder.

Saf halde sosyalizm savunucularının ideolojik beklentileri mevcut pratiğin kirlerinden muaftır. Bu gibi kimseler, devrimci bir toplumun pek çok ve çeşitli işlevlerini nasıl örgütleneceğini, dışarıdan saldırı ve içeriden sabotajların nasıl sona erdirileceğini, bürokrasiden nasıl kaçınılacağını, kısıtlı kaynakların nasıl dağıtılacağını, politika farklılıklarının nasıl uzlaştırılacağını, önceliklerin nasıl belirleneceğini ve üretim ve dağıtımın nasıl yerine getirileceğini açıklamazlar. Bunu yerine, işçilerin kendilerinin üretim araçlarına nasıl doğrudan sahip olacakları ve bunları denetleyecekleri ve yaratıcı bir mücadele aracılığıyla nasıl da kendi çözümlerini yaratacakları konusunda anlaşılması güç tespitlerde bulunurlar. Dolayısıyla saf halde sosyalizm savunucularının başarıya ulaşanlar haricinde bütün devrimleri desteklemeleri şaşırtıcı değildir.

Saf halde sosyalizm savunucuları yeni insanı yaratacak ve onun tarafından yaratılacak olan yeni bir toplum görüsüne sahiptiler, bu en temel ilkeleri itibariyle öylesine dönüşmüş bir toplum olacaktır ki haksız fiiller, yozlaşma ve devlet iktidarının yasa dışı yollardan kötüye kullanımına, pek de bir alan kalmayacaktır. Burada hiçbir bürokratik yapı ve çıkarcı zümre, merhametsiz çatışmalar veya acı verici kararlar ortaya çıkmayacaktır. Gerçeğin ise daha farklı ve zorlayıcı olduğu açığa çıktığı zaman, soldaki bazı insanlar ise gerçek şeyleri yargılamaya ve bu veya şu devrim tarafından “ihanete uğratılmış hissettiklerini” açıklamaya başladılar.

Saf haldeki sosyalizm savucunuları sosyalizmi komünist rüşvetçilik, düzenbazlık ve güce yönelik bir ihtiras tarafından lekelenen bir ideal olarak görürler. Saf halde sosyalizm savunucuları Sovyet modeline karşı çıkarlar, ancak diğer yolların da denenebilir olduğunu ve diğer sosyalizm modellerinin de –bir kişinin tahayyülünden değil ancak gerçek tarihsel deneyimden yaratılan- denenebilir ve daha iyi çalışabilir olduğunu ispatlamak için çok az kanıt sunarlar. Böylesi bir tarihsel dönemeçte, açık, çoğulcu ve demokratik bir sosyalizm gerçekten de mümkün müdür? Tarihsel deney bize mümkün olmadığını söyler. Siyaset felsefecisi Carl Shames’in tartıştığı üzere:

[Soldan gelen eleştiriler] asıl sorunun diyelim ki, bütün bağımsız ekonomileri yok eden ve her yerde ulusal bağımsızlığa son veren sermayenin küresel ölçekteki yoğunlaşmasından ziyade yönetici [devrimci] partilerin “doğasından” kaynaklandığını nerden biliyorlar? Ve mevcut ölçüsüyle bu “doğa” nereden kaynaklanıyor? Bu “doğa” toplumun dokusundan, kendi üzerinde etkide bulunan toplumsal ilişkilerden ayrıştırılmış, koparılmış mıdır? … İçerisinde iktidarın merkezileşmesinin sosyalist ilişkileri sağlamlaştırmak ve korumak için gerekli bir tercih haline geldiği binlerce örnek gösterilebilir. [mevcut komünist toplumlar] hakkında benim gözlemlerime göre, “sosyalizmin” avantajları ve “bürokrasi, otoritaryanizm ve tiranlığın” olumsuz yönleri hayatın her yönüne fiilen nüfuz etmiştir (Carl Shames, tarafıma gönderilen mektup, 1/15/92).

Saf halde sosyalizm savunucuları, yaşadığı her bir yenilgiden dolayı düzenli olarak solun kendisini suçlarlar. Eleştirellikleri sınır tanımaz. Bu anlamda devrimci mücadelelerin, liderlerin yavaş davrandığından ya da fazlasıyla aceleci hareket ettiğinden, çok ürkek olduklarından veya aşırı fevri olduklarından, inatçılıklarından veyahut çok kolay bir biçimde akıllarının çelindiklerinden dolayı başarısızlığa uğradıklarını işitiriz. Bunlardan devrimci liderlerin tavizkar ya da maceraperest, bürokratik ya da fırsatçı, katı bir biçimde örgütlenmiş veya yetersiz derecede örgütlenmiş, demokrat olmaktan uzak veya güçlü bir liderlik sergilemek hususunda basiretsiz olduklarını duyarız. Ancak liderler her daim başarısızlığa uğrarlar, zira yalnızca sol eleştirmenlerin kendi ayrılıkçı grubu cinsinden bir liderlik mevcut olduğu takdirde liderler bütün düşmanlıkların karşısında duracak ve bunları yenilgiye uğratacak olan işçilerin “doğrudan eylemlerine” güvenmezler. Ne yazık ki, eleştirmenler kendi ülkelerinde başarılı bir devrimci hareket yaratmak hususunda kendi liderlik dehalarını uygulamaktan uzak görünürler.

Tony Febbo saf halde sosyalizm savunucularının bu suçlamasını – liderlik sendromlarını şöyle soruguluyordu:

“Bana öyle geliyor ki insanlar Lenin, Mao, Fidel Castro, Daniel Ortega, Ho Chi Minh ve Robert Mugabe –ve bunları takip eden veya yan yana savaşan milyonlarca kahraman- kadar zeki, farklı, adanmış ve cesur oldukları zaman bile, her şey aşağı yukarı aynı sonuçlanırdı, akabinde hangi toplantıda kimin hangi kararı aldığından daha büyük bir güç devreye girerdi. Veya söz konusu güç, toplantıdan sonra gittikleri evin büyüklüğü ile bile alakalı olabilirdi…

Bu liderler boşlukta hareket etmiyordu. Bir kasırganın içerisindeydiler. Ve onları fırıl fırıl döndüren vakum, kuvvet ve güç içinde yaşadığımız küreyi 900 yıldan fazla bir süre için döndürdü ve parçaladı. Ve şu ya da bu teoriyi veya şu ya da bu lideri suçlamak Marksistlerin [yapması gereken] analizlerin yerine cahilliği ikame etmektir.”

Elbette, saf halde sosyalizm savunucuları devrimi inşa etmek için belirli gündemlerden tamamıyla yoksun değildir. Sandinistalar Nikaragua’da Somoza diktatörlüğünü alaşağı ettikten sonra, bu ülkede aşırı-sol bir grup fabrikaların doğrudan işçilerin mülkiyetine geçmesi çağırısında bulundu. Silahlı işçiler yöneticilerin, devlette çalışan plancıların, bürokratların veya formel bir askeriyenin faydalanmasına fırsat vermeden üretimin denetimini ellerine geçireceklerdi. Her ne kadar bu, inkar edilemez ölçüde çekici olsa da, mevzu bahis işçi sendikalizmi devlet iktidarının gerekliliklerini reddeder. Böylesi bir düzenleme altında, Nikaragua Devrimi ülkeyi vahşete boğan ABD’nin finanse ettiği karşı devrime karşı iki ay dayanamazdı. Bir orduyu sahaya sürmek, gerekli güvenlik önlemlerini almak veya ulusal ölçekte iktisadi programları ve insani hizmetleri sağlamak ve bunları koordine etmek için yeterli kaynakları seferber edemezdi.

Ademi merkeziyetçilik vs. hayatta kalma

Bir halk devriminin ayakta kalabilmesi için devlet iktidarını fethetmesi ve bunu iki amaç doğrultusunda kullanması şarttır: (a) toplumun kurumları ve kaynakları üzerinde hakimiyet süren sınıfın mutlak gücünü kırmak, ve (b) ortaya çıkması kesin olan gerici karşı saldırılar karşısında dayanmak. Bir devrimin yüz yüze geldiği iç ve dış tehditler, ne 1917’de Sovyet Rusya’da, ne de 1980’de Sandinist Nikaragua’da özellikle herkesin hoşuna gitmeyecek olan merkezileşmiş bir devlet iktidarına gereksinim duyar.

Engels, anarşistlerin bütün bir ülke sathına yaygın olarak yerel bölgelerde iktidarı aldığı, İspanya’da, 1872-73’de vuku bulan bir ayaklanmanın münasip bir anlatısını kaleme almıştır. Buna göre, ilk başta, durum umut vaat ediyordu. Kral tahttan feragat etmişti ve burjuva hükümeti epi topu birkaç bin kişiden müteşekkil, kötü eğitimli birlikleri bir araya getirebilmişti. Lakin ayak takımından oluşan bu güç galebe çaldı, zira tamamıyla mahalli bir isyanla karşı karşıya gelmişti. Engels “ her bir şehir kendisini bağımsız bir kanton olarak ilan etmişti ve devrimci bir komite (askeri birlik) kurmuştu” diye yazmaktadır. “Her bir kent önemli olan şeyin diğer kentlerle işbirliğine gitmekten ziyade, onlardan ayrışmak olduğunu savunarak ve böylece [burjuvazinin güçlerine karşı] bir araya gelmiş bir saldırı yönündeki herhangi bir olasılığın önüne geçerek kendi başına buyruk davrandı.”

Ademi merkezi mahalli özerklik isyanın mezarlığıdır –ki bu neden hiçbir, başarılı anarko-sendikalist devrimin ortaya çkmadığının bir nedeni olabilir. İdeal olarak, asgari düzeyde bürokrasi, polis ve askeriyeye sahip yalnızca yerel, kendi kendisini yöneten ve işçi katılımının olduğu bir yönetime sahip olmak hoş bir şey olacaktı. Bu, belki de sosyalizmi geliştirecekti, eğer sosyalizmin hiçbir zaman karşı devrimci yıkıcılık ve saldırıdan engellenmeden gelişmesine müsaade edilseydi. Herhangi bir kimse 1918-20 yılları arasında içlerinde Birleşik Devletler’in de olduğu on dört kapitalist ulusun devrimci Bolşevik hükümeti yıkmak için kanlı, ancak başarısız bir girişimle Sovyet Rusya’yı nasıl da işgal ettiğini hatırlayabilir.

Yabancı işgali ve iç savaş yılları Bolşeviklerin birbirine kopmaz bir şekilde geçmiş parti bütünlüğü ve baskıcı bir devlet aygıtı yönündeki sadakatine yönelik kuşatma altında yaşama psikolojisine büyük bir katkıda bulundu. Dolayısıyla 1921 Mayısı’nda parti içi demokrasi pratiğini teşvik eden ve sendikalara daha fazla özerklik tanınması doğrultusunda Trotskiy ile kavga etmiş olan aynı Lenin, artık parti içerisinde İşçi Muhalafeti’ne ve diğer hiziplere son verilmesi çağrısında bulunuyordu. Kendisi Onuncu Parti Kongresi’nde bu fikre razı olarak “muhalefete bir son vermek, onun çenesini kapatmak zamanın geldiğini” şevk içerisinde söylüyordu: “Muhalefetten bıktık.” Komünistlerin ulaştığı sonuç, parti içi ve dışındaki açık çekişmelerin ve birbirleriyle kavga içerisindeki eğilimlerin zorlu düşmanlar tarafından düzenlenen saldırılara davetiye çıkartan bir bölünme ve zayıflık görüntüsü sunduğuydu.

Sadece bir ay önce, 1921 Nisan’ında Lenin partinin Merkez Komitesi’nde daha fazla işçi temsiliyeti çağrısında bulunmuştu. Kısacası, kendisi bir işçi karşıtı değil, ama muhalefet karşıtı hale gelmişti. Burada söz konusu olan engellenmeden kendi siyasi ve maddi yaşamını geliştirmesine izin verilmeyen toplumsal bir devrimdi –tıpkı diğer her biri gibi.

1920’lerin sonlarına doğru Sovyetler iki seçenekle karşı karşıya kaldı: 1) buyrukçu, otokratik parti liderliği altında, devlet güdümlü ekonomi ile zorunlu tarım kolektivizasyonu ve tam gaz sanayileşme yönünde daha da merkeziyetçi bir şekilde, yani Stalin’in yolunda ilerlemek ya da 2) daha fazla siyasi çeşitliliğe, daha bağımsız sendikalara ve diğer örgütlere, daha açık tartışma ve eleştirilere, Sovyet Cumhuriyetleri için daha fazla özerkliğe, özel mülkiyete ait küçük işletmelerin oluşturduğu bir sektöre, köylülerin bağımsız tarımsal gelişimine, tüketim malları üzerinde daha çok durulmasına ve güçlü bir askeri-sanayi üssü için gerekli olan sermaye birikimi adına daha az çaba harcanmasına izin vererek daha liberal bir çizgiden gitmek.

Bana kalırsa ikinci yol, daha huzurlu, insancıl ve uzun ömürlü bir toplum ortaya çıkarırdı. Kuşatma altındaki sosyalizm, işçi-tüketici sosyalizmine doğru yol açardı. Tek problem, ülkenin Nazi saldırılarına karşı duramama riski olurdu. Fakat Sovyetler Birliği, bunun yerine çok sıkı ve baskıcı bir sanayileşmeye girişti. Bu politika genellikle, Stalin’in halkına yaptığı yanlışlar arasında sayılır. Bu süreç, bir on yıl içerisinde, çorak bozkırların ortasında Urallar’ın doğusunda tamamiyle yeni ve devasa bir sanayi üssünün, Avrupa’nın en büyük çelik tesisinin, Batıdan gelecek bir saldırı beklentisiyle inşa edilmesinden oluşuyor. “Para su gibi harcanıyordu, insanlar donuyor, aç ve mağdurdular, ama inşaat, bireyler umursanmadan ve tarihte örneği az bulunur türden kitlesel bir kahramanlıkla devam ettirildi.”

Stalin’in, Britanyalıların bir asırda yaptığını yapmak için Sovyetler Birliği’nin sadece on yılı olduğu kehaneti doğru çıktı. Bu sanayi üssü 1941 Nazi saldırıları sırasında, cepheden binlerce mil uzakta güvencede kalarak savaş silahları üretmiş, neticede gidişatı ters yöne çevirmiştir. Ayakta kalabilmenin karşılığı, savaşta can veren yirmi iki milyon Soyvet ve ölçülemeyecek kadar büyük bir hasar ve acı oldu. Etkileri Sovyet toplumunu savaş sonrasında onlarca yıl tahrip etmeye devam etti.

Bütün bunlar, Stalin’in yaptıklarının tarihsel gereklilik olduğunu söylemek demek olmuyor. Devrimin hayatta kalması için gerekenler, yüzlerce eski Bolşevik liderin merhametsizce öldürülmesini, devrimci her kazanıma kendi başarısı olarak sahip çıkan bir liderin kişi kültünün oluşmasını, partinin siyasi hayatının terörle bastırılmasını, sanayileşme ve kolektivizasyon hızına dair tartışmaların susturulmasını, tüm entellektüel ve kültürel hayatın ideolojik olarak düzenlenmesini ve “şüpheli” milliyetlerin kitlesel olarak sürülmesini “kaçınılmaz” kılmaz.

Karşı devrimci saldırının dönüştürücü etkileri diğer ülkelerde kendisini göstermeye başlamıştı. 1986 yılında Viyana’da tanıştığım bir Sandinista subayı, Nikaragualıların “savaşçıl insanlar” olmadıklarını, fakat ABD destekli paralı ve yıkıcı bir savaşa maruz kaldıklarından savaşı öğrenmek zorunda kaldıklarını söylemişti. Savaş ve ambargo yüzünden ülkesinin sosyo-ekonomik programını ertelemek zorunda kalmasından şikayetçiydi. Nikaragua gibi Mozambik, Angola ve başka birçok ülkede, ABD’nin finanse ettiği paralı güçler, tarım alanlarını, köyleri, sağlık merkezlerini ve güç istasyonlarını tahrip ederek yüz binlerce insanın ölümüne ve aç kalmasına sebep oldu. Rüşeym halindeki devrim beşiğinde boğularak öldürüldü veya acımasızca tanınmaz hale getirildi. Bu gerçek, şu ya da bu devrimci toplum içinde bastırılan muhalifler kadar tanınırlık kazanmak zorundadır.

Aslında muktedir bir kuramcı ve aktivist olan Richard Lichtman, Doğu bloğu ülkelerinin ve SSCB’nin kendisinin yıkılmasına sevinen Marksist solculardan biriydi.

Doğu Avrupa ve Sovyet komünist hükümetlerinin yenilmesi birçok sol entellektüel tarafından sevinçle karşılandı. Artık demokrasi geri gelebilirdi. İnsanlar komünizmin ve ABD’nin boyunduruğundan kurtulabilirdi. Sol, mevcut komünizmin kendisine ayak bağı olmasından kurtulacaktı ya da solcu kuramcı Richard Lichtman’ın dediği gibi sol “Sovyet Birliği kabusundan ve komünist Çin şeytanlığından kurtulacaktı”. Aslına bakarsak, Doğu Avrupa’daki kapitalist restorasyon, üçüncü dünyada Sovyetler’den destek alan kurtuluş mücadelelerini zayıflatarak, tümüyle yeni ve şu anda ABD’nin küresel karşı devrimcileriyle el ele çalışan sağcı hükümetlerin köklerinin oluşmasına yol açtı.

Komünizmin yıkılması ayrıca, Batılı şirketlerin dizginlenemez sömürücü dürtülerine yeşil ışık yakmış oldu. Artık işçileri Rusya’daki meslektaşlarından daha iyi yaşadıklarına dair ikna etme çabaları, rakip bir sistem tarafından engellenme tehlikesi yoktu. Yönetici sınıf, çalışan halkın yıllar içinde edindikleri kazanımları geri almaya başladı. Artık serbest piyasa en kötücül biçimiyle Doğu’da galip geliyordu ki Batı kapitalizmi de sekteye uğramasın. “İnsancıl görünen kapitalizm” artık “al sana kapitalizm” ile yer değiştiriyor. Richard Levins’in de söylediği gibi “dünya kapitalizminin şu yeni taşkın saldırganlığında, komünistlerin ve onların müttefiklerinin uzak durdukları şeyi görüyoruz” (Monthly Review, 9/96).

Var olan komünist güçlerin Batı kapitalizminin en tehlikeli dürtülerinin ıslah edilmesinde oynadıkları rolü hiçbir zaman anlamayan ve komünizmi tam anlamıyla bir şeytandan başka bir şey olarak görmeyen antikomünist sol, gelecek olan kayıpları göremedi. Bazıları bugün bile göremiyor.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×