Sömürüyü Artırmanın Yeni Adı: Esneklik

1970’lerin krizi olarak anılan ve dönemsel olarak kâr hadlerindeki düşüşle açıklanan sermaye birikimindeki tıkanıklığın aşılmasında, emek sömürüsüne dayalı bir üretim biçimi olan kapitalizmin kullanabileceği temel enstrüman, elbette ki, emek sömürüsünü artırmak olacaktı. Son otuz yıla bakıldığında, neoliberalizm üst başlığı altında, gerek mutlak artı-değer gerekse de nispi artı-değer sömürüsünün artırılması için bildik yöntemlerin yeni isimler altında öne çıkarıldığına tanık olduk. Özelleştirme, kuralsızlaştırma, piyasalaştırma ve esneklik bu yeniliklerin en önemlileri, en çok vurgu yapılanları oldu.

Artı-değer sömürüsünü artırmak için, çalışma süreleri mutlak olarak artırılmalıydı; artı-değer sömürüsünü artırmak için çalışma yoğunlaştırılmalıydı. Esneklik adı altında tanımlanan ve bugün İş Yasası ile de yasal hale getirilen yeni çalışma düzeni tam da sömürünün artırılabilmesinin, çağdaşlık kılıfı altında çok daha kolay hayata geçirilmesinin aracı oldu.

Esnek çalışma ya da emek piyasalarında esneklik -kabaca- mutlak artı-değer sömürüsünün artırılmasına ilişkin düzenlemeleri anlatır oldu: Örneğin çalışma süreleri düzensizleştirilerek sekiz saatlik işgünü ortadan kaldırıldı. Fazla mesai ücreti, tarihe karıştı. Esnek üretim ya da üretim sürecinde esneklik ise göreli artı-değerin daha fazla işçiden çekilebilmesi için türetilen düzenlemelere -kabaca- verilen isim oldu: Örneğin, bant başında vida sıkan işçinin, bir yandan bandı yağlarken, diğer yandan bandın daha hızlı akması için ne gerekiyorsa onu akıl etmesi, akıl ettiğini de rapor etmesi zorunludur. Artık vidanın sıkılmasının yanı sıra, düşünsel emeğin de sömürülmesini garanti eden bu yeni üretim sürecine, yeri geldi yalın üretim, yeri geldi esnek üretim dendi.

Öte yandan, sömürü bu ölçüde yaygınlaştıkça ve derinleştikçe, işçi sınıfının, sendikal örgütlerinin ve tekil olarak her bir işçinin göstereceği direnci kırmaya yönelik olarak da, bir dizi ideolojik saldırı yeni “yönetimbilim” teknikleri adı altında bu sürece eşlik etti. Toplam Kalite Yönetimi (TKY), Kalite Çemberleri (KÇ), İnsan Kaynakları Yönetimi (İKY)…

Özellikle sendikal önderliği kapsayarak uzlaşmacı kılan ve örneğin “aynı gemideyiz” türü söylemlerle sendikal mücadeleyi kilitleyen bu ideolojik saldırılar, sonuç olarak sendikaları ve sendikal mücadeleyi daha da etkisiz, teslimiyetçi hale getirdi. Sendikalar üzerinde egemenlik kurmuş olan “sol” eğilimli siyasal öznelerin, bu dönüşüme çoğu zaman destek olması ve elbette ki başka ulusal ve uluslararası siyasal gelişmelerin de etkisiyle, kendi siyasal çizgilerini reforme, liberalize ederek aynı gemide yolculuğa çıkmaya heveslenmeleri, sendikaların bu saldırı karşısında silahsızlanmasına en büyük katkıyı sundu. İşçi sınıfının önemli bir bölümü ve tekil olarak işçiler ise sendikalara olan ihtiyaçlarının ortadan kalktığına ikna olurken, bireysel sözleşme toplu sözleşmenin önüne geçti. Bir bütün olarak iddia edilebilir ki, bu süreç sendikal örgütlülüğü çözülme sürecine kadar taşıdı.

Sermaye birikimi tıkandı, esnemek gerek

Kapitalizmin, 1970’li yıllarla beraber tıkanan sermaye birikimini aşmaya yönelik açılımlarında esneklik, popüler bir kavram haline geldi. Altın çağ diye nitelenen genişleme döneminin iki temel aracı, Fordist üretim modeli ve Keynesyen politikalar katılık ile özdeşleşirken, esneklik yenilik ile eş anlamlı kullanılır oldu. Sermaye hareketleri ve birikim süreçleri önündeki engelleyici norm ve kuralların bir bir kaldırıldığı, kurumsal düzenlemelerin katılıklardan arındırıldığı bir süreci yaşadık. Yaşanan ekonomik açmazın nedeni ‘katı kurallar’ olarak değerlendirilirken, “serbestleşme ve rekabet edilebilirlik” bir düstur haline getirildi; özellikle çalışma yaşamına dair norm ve kurallar yumuşatılmalı ki, sermaye ihtiyaçlarına uygun hız ve formda esnesin, böylece küresel rekabete uyum sağlasın.

Sermaye için birikimin ve rekabet edilebilirliğin temel koşulu, en düşük maliyetle en kısa zamanda en yüksek değeri yaratabilmek, yani sömürüyü artırmaktan geçer. Kapitalizm tarafından her derde deva bir merhem olarak sunulan esneklik, işçi sınıfına hiç de yabancı bir olgu değil. 1840’ların İngiltere’sinde, Engels tarafından tüm çıplaklığıyla betimlenen işçi sınıfının insanlık dışı çalışma koşulları, bugün yeniliğin anahtarı olarak pazarlanmakta.1 Emek piyasalarında yüz elli yıl öncesinin koşullarına geri dönüş, işçi sınıfının tüm tarihsel kazanımlarının budanmak istenmesi ve sömürü oranının artırılmasına dönük her türlü müdahale esnekleşme ve rekabet edebilme gereği ile açıklanmakta.

Bu dönemde, kâr hadlerinde düşme eğiliminin bir sonucu olarak ortaya çıkan verimlilik artışlarındaki yavaşlama, yükselen enflasyon ve hızla artan işsizlik, yüksek reel ücretler ve geniş sosyal haklar olarak özetlenebilecek işçi sınıfının kazanımlarıyla ilişkilendirilmeye başlanmış ve emek-gücü pazarının esnekleştirilmesi krizden çıkışın önemli bir yolu olarak gösterilmiştir. Krize uyarlanma sürecinde, emek ile sermaye arasında değişen koşullara yanıt verebilecek esnek bir ilişki yaratmak temel hedef haline gelmiştir.

“Refah Devleti” rafa kalkıyor

SSCB’nin ve Avrupa’nın ortalarına kadar ilerleyen sosyalist cumhuriyetlerin gölgesinde şekillenen İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, ileri kapitalist ülkelerde, sermaye ile işçi sınıfı arasında devletçe tepeden şekillendirilen bir uzlaştırma sistemi hakimdir. Toplumsal ilişkileri yeniden düzenleyerek eşitsizliğin yarattığı sonuçları hafifletmek ve göreceli olarak istikrarlı yeni bir ekonomik denge yakalamak işlevini yüklenen refah devleti, “toplumsal uzlaşma” düşüncesi etrafında, sermaye ve işçi sınıfının çıkarlarının arabuluculuğunu yapar. Keynesçi refah devletinin bir karakteristiği olarak, devletin müdahaleci kimliği uzlaşmaya dayalı korporatist politikalarla güçlenir. Bu sistemde işçi sınıfına, yeniden dağıtımdan sorumlu sosyal bir devletin ve etkin bir toplumsal müzakere sisteminin varlığına karşılık özel mülkiyete dokunmama rolü biçilir; bu potansiyel sınıf çatışmalarını kontrol altına almanın önemli bir aracı ve güvencesidir.2 Böylece işçi ve işveren örgütlerinin karşıt sınıfların temsilcileri olmaktan çıkarılması, bunun yerine, hükümet politikalarının oluşturulmasına ve uygulanmasına ortak edilmesi söz konusu olmaktadır.3

Daha doğrusu, kapitalist ülkelerin tümüne vaaz edilen budur. Emperyalist ve ileri kapitalist ülkelerde yukarıda tanımlanan biçimde korporatist ilişkiler temelinde, reel sosyalizmin baskısı altında şekillenmiş, bir refah devletinin olduğundan bahsedilebilir. Öte yandan, Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş ülkeler söz konusu olduğunda ise, refah devletinin ancak yansımalarından söz etmek doğru olabilir. Benzer şekilde, bu sürecin taşıyıcı öznesi kabul edilebilecek sosyal demokrasinin de Türkiye gibi ülkelerde ancak farklı yansımalarla hayat bulabildiğini hatırlatmak gerekmektedir.4

Krizle birlikte üçlü yapıda uzlaşma temeline dayalı sistemin etkinliğini koruması giderek zorlaşmıştır. 1980’li yıllara gelindiğinde, pek çok kapitalist ülkede sosyal demokrat partiler iktidardaki yerlerini liberal ya da muhafazakar eğilimli partilere ya da Türkiye gibi ülkelerde ise 12 Eylülcülere ve Özal liberalizmine terk etmiştir. Bu partilerin iktidarı ve güçlenen neoliberal rüzgarlar, ekonomik ve siyasal dönüşüm projelerinde bir kamu politikası oluşturma süreci olan korporatizme duyulan ihtiyacı giderek zayıflatmıştır. Başka bir yönden bakacak olursak, onu, bir zorunluluk olmaktan çıkaran koşullar olgunlaşmıştır. Kriz çözücüsü olarak tüm kapitalist ülkelerde aşağı yukarı eşzamanlı olarak yürürlüğe konulan neoliberal politikaların temel hedefi, sınıf mücadeleleri ile elde edilmiş kazanımların yok edilmesi, Keynesyen politikalar ile eşgüdümlü hayata geçen yüksek reel ücretler ve sosyal devlet anlayışının ortadan kaldırılması oldu. Başta ulusal düzeyde merkezileşmiş temsil sistemine dayanan korporatist yaklaşımların güçlendirdiği, sınıf mücadelesinin ve sol, sosyalist siyasetin etkilediği sendikaların, mücadeleci ve pazarlıkçı konumu ve reel ücretleri yukarı çekici etkisi kırılmalı ve dünya çapında sermayenin hareketliliği önündeki her türlü engel kaldırılmalıdır.

Bu dönemde, üretim süreçleri söz konusu olduğunda, emek ile sermaye arasındaki temel ilişkiyi, yani emek-sermaye çelişkisini perdeleme işlevi gören ‘endüstri ilişkileri sistemi’ kavramı yeniden yapılanma tartışmalarının merkezine oturmuştur. Yeni bir endüstri ilişkileri modeline ihtiyaç vardır. Emek piyasalarının rekabetçi bir yapıya sahip kılınması için çalışma yaşamına ilişkin normatif düzenlemeler esnekleştirilmeli, sosyal harcamalar kısılmalı ve ücret artışları sınırlandırılmalıdır, denmiştir. Bu süreçte, göreli ve mutlak artı-değer sömürüsünü artırmak için, bir anlamda on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin emek politikalarına geri dönüşü simgeleyen, esneklik olarak tanımlanabilecek bir dizi uygulama hayata geçirilmeye çalışılmış ve ardından da bu uygulamalar yasalarla güvence altına alınmaya çalışılmıştır.

Kapitalizm öldü, yaşasın endüstri ötesi toplum: işçi sınıfını yerinden atmak

Yeni dönemin ideologları, kapitalist Avrupa’nın refah devletlerinde, ‘60’ların sonuyla birlikte, hizmetlerin göreli olarak sanayiye oranla daha hızlı büyümesi ve bununla bağlantılı olarak da mavi yakalı işçilere oranla beyaz yakalı işçilerin sayısında göreli bir artış yaşanmasından hareketle, endüstri ötesi bir toplumun kurulduğunu ya da kurulmakta olduğunu ilan etmekte gecikmedi.5 Endüstri ötesi toplum kol gücünden çok, bilgi edinmeye ve kullanmaya dayanan bir üretim sistemini simgeliyordu. Dolayısıyla yeni işçi tipi geleneksel mavi yakalı sanayi işgücünden farklı özelliklere sahiptir ve “bilgi” işçisidir. En önemli mülkiyet nesnesi ve üretim faktörü de “bilgi”dir.6

Bu dönemde, özellikle Avrupa’da sol ve sosyalist hareket içine düştüğü umutsuzluğun bir karşılığı olarak yeni arayışlara yöneldi ve yeni toplum tartışmalarına kan taşıdı. İşçi sınıfının potansiyel olarak dönüştürücü güce sahip tek toplumsal grup olduğu gerçeği solda dahi sorgulanmaya başlandı. İki kutuplu bir temsil ve kolektif uzlaşma üzerine temellenen Keynesçi model iflas etmiş, geleneksel sınıf çatışmasına indirgenemeyecek yeni toplumsal çatışma alanları ortaya çıkmıştır: Örneğin, post-marksistlere, radikal demokrasi okuluna vb. göre kadın/erkek yöneten/yönetilen devlet/bölge ilişkileri gibi klasik siyasal biçimlerle (partiler sendikalar) herhangi bir ilişkisi olmayan ve örgütsel bir forma da sahip olmayan bu yeni toplumsal hareketlerin ‘mücadele’ zemini ise sivil toplum olmalıydı. Artık, bu kırılmış, çok sayıda ağa ve sayısız katmana bölünmüş, gerçek bir katmer böreğine dönüşmüş toplumsal alanın düzenlenmesi, sınıfsal temsiliyet ilişkisi ve klasik sosyal politika araçları ile yapılamaz. Bu parçalanmış yapı ancak esnek olarak düzenlenebilir. 7

Böylece “sınıf mücadelesi” yerine, öznesi, özgürlükçülük ve katılımcılık zemininde öğrencilerden kadınlara, çevreci örgütlerden halk ittifaklarına kadar uzanan, Yeni Toplumsal Hareketler diye nitelenen, bir “radikal demokrasi mücadelesi” kondu.8 Artık sınıf karşıtlığının tarihsel olarak modası geçmiştir ve bu karşıtlık modern toplumdaki pek çok karşıtlık biçiminden sadece birisi haline gelmiştir. Bu çerçevenin çıkış noktası ya da vardığı yer ise işçi sınıfının değil siyasal bir özne, giderek artık sosyal bir sınıf bile olmadığına ilişkin alevlenen tartışmalardır.9

Bu yaklaşıma göre, böyle bir toplumda, emeğin güçlü sendikal yapılar içinde kendi çıkarlarını koruması zaten mümkün olamaz. Hatta mülkiyetin borsa vb. araçlarla tabana yayıldığı bu kapitalizm ötesi çağda, emeğin çıkarlarını koruması gerekliliği dahi ortadan kalkmıştır. Bilgi işçisi, işveren karşısında kendi haklarını kendi savunan ve işverenle bireysel olarak pazarlık yapabilen, böylece geleneksel sendikacılığın ve toplu pazarlığın niteliğini değiştiren bir özelliğe de sahiptir.10 Bu silsilenin doğal sonucu da sınıf mücadelesinin ortadan kalkıp yerini uzlaşmaya dayalı diyaloğa bırakmasıdır. Kapitalizm aşılmış ve özetle, tarihin sonu gelmiştir.

Bu bombardımanın bir sonucu sayıları hızla artan beyaz yakalı işçilerin, mülksüz olmaları ve ücretli çalışmalarına karşın, siyasal ve ideolojik düzlemde kendilerini daha çok orta sınıf ve değerlerine yakın görmeleridir. Hizmet sektöründe sendikal örgütlenmenin zayıf olmasının bir nedeni sendikal stratejilerdeki zafiyet ise, önemli bir diğeri nedeni de beyaz yakalıların kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemeleri, bu durumun yarattığı parçalanma ve bireyselciliğin öne çıkmasıdır. Reel sosyalizmin çözülmesinin de boşalttığı alana hücum eden bu söylem, işçi sınıfı mücadelesini ve sendikaları güçten düşürmüş, en azından ideolojik olarak silahsızlandırmıştır.

Bu yeni toplumun ideal emek piyasası modeli olarak sunduğu yapıda bir diğer parçalanma ise “merkez-çevre” ya da “çekirdek-çeper işgücü” ayrımıdır. Esnek çalışma olgusuyla beraber fordizm dönemindeki homojen özelliklere sahip “ücretli” konumu (tam zamanlı istihdam edilen, güvenceli ve sendikalı), giderek daha parçalı bir yapı sergilemektedir. İşin düzenlenmesi değişime uğramış, iş sözleşmeleri çeşitlenmiş ve bir sendikasızlaştırma stratejisi olarak taşeronlaşma yaygınlaşmıştır. Ana şirketler, katma değeri yüksek çekirdek faaliyetlerde yoğunlaşırken, yardımcı faaliyetleri şirket dışına uzaklaştırarak taşerona vermektedir. Taşeron üretim biçiminde patronlar, kriz anında kolaylıkla işçi çıkarabilmekte ya da örgütsüz ve daha ucuz emeğe ulaşabilmektedir. Taşeron işletmelerin karakteristiği, düşük ücret, güvencesiz çalışma ve yüksek işçi sirkülasyonudur.

Özellikle teknolojinin getirdiği kimi olanaklara da yaslanan esnek üretim sistemleri ile birlikte emek süreci de yeniden şekillenmekte, bazı işler için nitelikli işgücü türleri talebi söz konusu olurken, birçok işgücü türü niteliksizleşmekte ve önemsizleşmektedir. Böylece emek gücü içerisinde görece yüksek ücret alan, nitelik ve beceri düzeyi yükselen, sürekli istihdam olanağı bulabilen belli bir kesim gelişirken, öte yandan iş süreçlerinden ve var olan işgücü niteliklerinden hızla uzaklaşan ve zaman zaman iş bulabilen “Macdonalds işçiliği” de denilen bir yedek işgücü rezervi oluşmaktadır.11 Esnek firma modelinde merkez işgücü için fonksiyonel esneklik (bir işçinin birden fazla işi yapabilir vasfa sahip olması), çevre işgücü için sayısal esneklik (gerek olduğunda çalıştırılma gerek olmadığında kolayca işten çıkarılma) öngörülür.12 Belirli süreli sözleşmelerle, düşük ücretle ve sigortasız çalıştırılan bu yedek işgücü, kriz dönemlerinde sermayeye sayısal ve ücret esnekliği konusunda büyük olanak sağlamaktadır.

Aynı geminin yolcularıyız

Çevre işgücü için işsizlik tehdidi en önemli terbiye aracı durumunda. Diğer gruptaki işçiler için ise yoğun bir ideolojik saldırı gündeme geliyor. Esnek üretim, yalın üretim gibi üretim organizasyonları ve bunların üretim-yönetim teknikleri olan Tam Zamanında Üretim (TZÜ), Toplam Kalite Yönetimi (TKY) ve Kalite Çemberleri (KÇ), işçinin kol gücünün yanı sıra düşünsel gücünün de daha fazla sömürülmesi amacıyla temelde göreli artı-değer çekimini artırmak üzere devreye alınmıştır. Bir temel çarpıtma da, yeni üretim ve yönetim teknikleriyle beraber insanın yaratıcı yeteneğinin açığa çıkacağıdır; devir artık “görev işçisi” değil, “bilgi işçisi” devridir. Üretim sürecinde katılımcı yöntemler ve yeni yönetsel tekniklerle beraber emek söz ve inisiyatif sahibi haline gelecektir. Buna göre, fordist üretim modelindeki katı hiyerarşik yapı ve işgücünü baskı altına alan direkt kontrol mekanizmaları esnek üretim ve yönetim anlayışıyla birlikte ortadan kalkmakta ve emek özgürleşmektedir. Bu yaklaşım, kapitalist üretim tarzının özünü üretim ilişkilerinde, yani sömürünün özgül biçiminde değil de teknik bir süreç olan çalışma sürecinde arama eğilimini yansıtır.13 Bu eğilim, esnek örgütlenen bir üretim modelinde işçi sınıfı üzerindeki baskı, kontrol ve neredeyse sömürünün ortadan kalkacağını söylemektedir. Böylece inisiyatif sahibi emek, çıkarlarını korumak için kolektif örgütlenmelere gerek duymayacak ve “çıkar birliği” ekseninde bireysel pazarlığını yapabilecektir.

Üretim sürecinde yeni teknolojilerin kullanılması ile beraber işçilerin vasıf düzeylerinin artacağı ve kompleks teknolojilerin daha eğitimli, daha bağımsız işçiler gerektirdiği iddialarına karşılık, bunun, kapitalizmin muhafazakar yapısı ve kapitalist üretim ilişkilerinin katı sonuçlarını derinleştireceği de ifade edilmektedir.14 Yeni teknolojilerin, işleri en basit biçimlere parçalayıp rutinleştirerek işçileri uzmanlık bilgilerinden arındırdığı ve vasıflı emeğin giderek artan bir biçimde üretim süreçlerinden dışlandığı da ifade edilmektedir. Bu yaklaşıma göre, esnek üretim-yönetim teknikleri ile beraber, vasıfsızlaşma (hünersizleşme) olgusu sürece damgasını vurmaktadır.15 Gerçekten de, iş o denli basitleşmiştir k,i ne iş olsa yapan (becerikli) işçiden işin basitliği nedeniyle her işi becerebilen işçiye geçiş sürece damga vurmuştur.

Son yıllarda TKY, KÇ gibi yönetsel teknikler sadece mal üretiminde değil, eğitimden sağlığa birçok alanda hayata geçirildi. Her türlü üretim faaliyetinde, bu tür tekniklerin uygulanması ve katılım mekanizmaları yoluyla işçilerin kol emeklerinin yanı sıra düşünsel emeklerinin de daha fazla üretime dahil edilmesi mümkün kılındı. Katılımcı mekanizmalar ideolojik kontrolün çağdaş adı oldu. Serbest piyasa anlayışının yükselişe geçtiği, bireyciliğin öne çıkarıldığı bir dönemin popüler yaklaşımı haline gelen TKY, iddia edildiğinin aksine emek üzerinde daha sıkı bir denetim ve iş yoğunlaşması anlamına gelmiştir. Gelişmiş bilgi sistemleri sayesinde işçiler her an gözetlenip izlenmekte, en küçük bir hata anında ortaya çıkarılmaktadır. TKY’de, yönetenlerle yönetilenler arasında çıkar farklılığı ve potansiyel çatışmalar değil, işletmenin piyasada başarılı olmasını amaçlayan çıkar birliği öne çıkarılır.16 Yaratılan sadakat ve bağlılık duygusu ise bir diğer denetim aracıdır. Kontrol ve denetim ortadan kalkmamış, görünmez kılınmıştır.

Bu yaklaşıma göre, fordizmdeki hiyerarşik örgütlenmenin yerini ademi merkezi bir işletme anlayışı almıştır ve işçi artık makinanın bir dişlisi değil, tüm sürecin akıllı bir parçasıdır. TKY’de her işçi bir takım veya kalite çemberinin üyesidir. Bu takımların birbirleriyle rekabet eden bağımsız şirketler gibi çalışmaları istenir. Her takımda (şirkette) çalışanlar için belli semboller-törenler ve ritüellerle beslenen şirkete aidiyet duygusu yaratılır. Ücret ve her türlü sosyal güvence, işçinin sürece ayak uydurma ölçütüne göre aldığı puan, bireysel pazarlık ve takdire dayalı ayrıcalıklarla belirlenir. “Takım ruhu”, “şirket ailesi” gibi söylemlerle beslenen yeni bir kültür rekabetçi bir ortam yaratarak bir tür otokontrol mekanizması işlevi görür. İşçiler kendi kendilerini yönettiklerine inandırılır. Takım çalışması kolektif bir çalışma gibi görünmesine karşın, herhangi bir nedenle işini yapamayan ya da aksatan işçiye diğerlerinin kötü gözle bakması ve dışlaması söz konusu olabilmektedir. Ayrıca bireysel mükafatlandırma ve performansa dayalı ücretlendirme sistemleri ile beraber düşünüldüğünde, kolektif dayanışma yerine bireysel rekabetin öne çıkması amaçlanmaktadır.

Sermaye, çalışma ilişkilerini toplu pazarlık yoluyla düzenlemek konusunda isteksizdir ve TKY-İKY gibi yeni yönetim teknikleri toplu pazarlığa alternatif yöntemler olarak hayata geçmektedir.17 Toplu pazarlık merkeziyetçilikten uzaklaşırken, işyeri ölçeğinde (mikro ölçekte) işçiler açısından katılımcı yöntemler geliştirilmekte, birçok ülkede, işkolu düzeyinde gerçekleşen toplu pazarlık uygulamalarının yerini büyük ölçüde işletme içi pazarlık biçimleri ya da ortak danışma organları almaktadır. Mikro-korporatizm olarak da adlandırılan bu eğilim, sendikacılığın ve toplu sözleşme düzeninin zayıflamasının gerisindeki güncel nedenlerden birisidir. 18 İşyeri temelinde zayıf ve parçalı bir sendikal örgütlenmeyi getiren bu durum sendikaları taviz verici politikalar üreten, uzlaşma temeline dayalı yapılar haline getirmektedir. Sendikasızlaştırmaya yönelik çabalar, sendikalar dışlanarak işçilerle doğrudan iletişim kurulması, liyakat ve performansa dayalı teşvik edici ücretlendirme sistemleri, kâr paylaşımı ve hisse senedi mülkiyeti gibi sistemler yoluyla da desteklenmektedir. Tüm bu yöntemlerin merkezinde sınıf bilincinin zayıflatılarak bireysel çıkarın özendirilmesi anlayışı bulunmaktadır.

Ülkemizde de 1990’lı yıllarla beraber kalite fırtınası esmeye başladı ve özellikle yabancı sermayeli büyük özel sektör kuruluşlarının eliyle TKY uygulamaya kondu. Bu sürecin ‘89 bahar eylemleriyle çakışması bir tesadüf olmaktan uzak görünüyor. Sınıf mücadelesinin hareketlendiği dönemlerde ve kriz dönemlerinde emek sürecinin daha sıkı ve ayrıntılı kontrole tabi tutulduğu bilinmektedir. Kapitalizmin krizlerinin yükünü işçi sınıfına yüklemenin bir aracı olarak TKY, teknik bir yönetsel organizasyon olmaktan öte anlamlara sahiptir: Bir yanda iş rasyonalizasyonu, daha fazla üretkenlik artışı, nihayet daha fazla kâr diğer yandan yaratılan sadakat, bağlılık duyguları üzerinden ideolojik kontrol.

Türkiye ve esneklik açılımları

Türkiye’de de, 1980’le birlikte, neoliberal politikaların damgasını vurduğu bir dışa açılma programı uygulanmaya başlandı. Programın temel amacı, serbest piyasa ve salt özel girişime dayalı ekonomik gelişmeyi sağlamak oldu. Bu süreçte ücret politikaları önemli rol oynadı. Bir maliyet unsuru olarak reel ücretlerin baskılanması, emek gelirleri aleyhine değişen bölüşüm ve gelirler politikası dışa açılma programının gereği olarak hayata geçirildi. İthal ikameci dönemde ücret politikası, iç pazardaki tüketime bağlı olarak da şekillenirken, yeni dönemde ücretler aşağı doğru esnekleştirilerek rekabet gücü sağlanmaya çalışıldı. Dünya kapitalizmine eklemlenme sürecinin faturası, ücret esnekliği sayesinde işçi sınıfına ödetildi.

1990’lı yılların başında, ‘89 bahar eylemleri ve sonrasında yaşanan reel ücret artışlarının yarattığı rahatsızlık nedeniyle, sermaye, esnekliği dayattı. Sermayenin temel argümanı, Gümrük Birliği’ne girilmek üzere olunan bu dönemde, ücret artışlarının uluslararası alanda rekabet gücünü olumsuz yönde etkileyeceği oldu. Diğer yandan, IMF ve OECD’nin hazırladığı çeşitli raporlarda, istihdamın arttırılabilmesi için emek piyasalarında esneklik ve özellikle toplam istihdam içinde kamu sektörünün payını azaltmak gerekliliği vurgulandı. Yine sermaye, işçileri koruduğunu iddia ettiği mevcut iş yasalarının Türkiye’de yeni iş yaratılmasının önündeki en büyük engel olduğunu, işten çıkarmayı zorlaştırıcı düzenlemelerin azaltılması, geçici iş, yarı-zamanlı iş, belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışma vb. standart dışı istihdam türlerini düzenleyen yasal değişikliklerin bir an önce yapılması gereğini dile getirdi. Kıdem tazminatı uygulamasının işsizlik sigortası sisteminin olmamasından kaynaklanan boşluğu doldurduğu, artık işsizlik sigortası sistemi var olduğuna göre de kıdem tazminatına gerek olmadığı söylendi. Esnek çalışma türlerinin yanında iş saatleri konusunda da esnekliğe ihtiyaç vardı: Yoğunlaştırılmış iş haftası, çalışma süresinin yıllık olarak ayarlanması, fazla mesai ücretini ortadan kaldıracak şekilde çalışma günlerini, sayı ve uzunluk olarak sermayenin ihtiyaçlarına göre belirlemek vb.

12 Eylül darbesi ve hemen öncesinde 24 Ocak kararlarıyla başlayan ve 1990’lı yıllara da damgasını vuran dünya kapitalizmine eklemlenme sürecinde esnek bir piyasa yaratma hedefi, içinden geçtiğimiz dönemde, yasal düzenlemeler bünyesinde somutlaşıyor. Yeni İş Yasası’ndan Özel İstihdam Kurumları Yasası’na, sosyal güvenlik sistemini piyasalaştırmaya dönük olarak özel sigorta şirketlerini devreye sokan düzenlemelerden kamuda esnek çalışmayı düzenleyen Kamu Personel Rejimi Yasası’na kadar birçok adım sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kamu etkinliğini daraltarak esnek bir piyasa oluşturmaya yönelik açılımlardır. Özellikle sermayenin esneklik yönündeki politika önerileri ve talepleri19 yeni İş Yasası bünyesinde somutlandı. Bu talepleri şu şekilde özetlemek mümkün;

·Standart dışı istihdam türlerinin geliştirilmesi (part-time çalışma, belirli süreli sözleşmelerle çalışma vb.)

·Çalışma sürelerinin mutlak olarak uzatılması ve yoğunlaştırılması

·Çalışma sürelerinin düzensizleştirilmesi, yani iş olduğu sürece çalışılması ve çalışıldığı sürece ücret alınması

·Fazla mesai ücretinin ortadan kaldırılması için çalışma sürelerinin günlük, haftalık ya da aylık olarak düzenlenebilmesi

·İşten çıkarmalara ilişkin koruyucu mevzuatın esnekleştirilmesi, iş güvencesinin ortadan kaldırılması

·Ücret artışlarının verimlilik artışlarının altında tutulması, işyeri içinde taşeron kullanılarak ücret farklılığına gidilebilmesi

·Ücret dışı işgücü maliyetlerinin azaltılması (vergi, SSK primi, kıdem ve ihbar tazminatı vb.)

·Sektörel düzeyde toplu pazarlıklar yerine “çerçeve anlaşmalar” yapılması ve toplu iş sözleşmelerinin kriz dönemlerinde uyarlanabilir olması için esnek hükümler içermesi (özellikle ücretler ve çalışma süresi açısından)

·Özel istihdam kurumlarının yaygınlaştırılması, işe aracılıkta kamu tekelinin kaldırılması, işçinin diğer sermayedarlara kiraya verilebilmesi.

Bilindiği gibi 4857 sayılı yeni İş Yasası ile işçiler için birçok esnek çalışma türü yasal hale getirildi. Bir iş yerinde farklı statülerde (kısmi süreli çalışan işçi, çağrı üzerine çalışan işçi, iş paylaşımı ile çalışan işçi gibi) çalışan, farklı ücret alan, işe başlama ve bitirme süreleri birbirinden farklı işçiler bir arada çalışabilecek. Bu durumda çalışma koşulları, sözleşme türleri, ücret düzeyleri birbirinden farklı işçileri ortak çıkarlar temelinde bir araya getirmek eskisinden daha zor olacaktır. Düne göre daha zor olan, yinelemek gerekirse, işçi sınıfını ekonomik talepler etrafında kurmaktır. Düne göre daha zor olmayan ise işçi sınıfını siyasal olarak yaratmaktır.20 Bu yapı dağınık bir ruh halini üretecek ve birlikte hareket etme, dayanışma, üretimden gelen gücü kullanma noktasında sıkıntılara yol açacaktır. Murad edilen tam da budur; çalışma yaşamındaki kolektif ilişkileri bireyselleştirmek, kolektif aklın üreteceği enerjiyi yok etmek, sınıf bilincini parçalamak, işçileri gündelik-kısa vadeli sorunlarına gündelik çözümler arayan, bunu yaparken sendikalara ihtiyaç duymayan (işyerinde çeşitli yönetime katılma mekanizmaları, şikayet çözücü prosedürler yoluyla tepkileri içerme) bireyler haline getirmek.

Saldırı çok yönlü devam etmektedir. Yakın tarihte emek piyasalarının yönetiminde devlet tekelini kaldıran, işçi sınıfı açısından oldukça kritik bir düzenleme daha hayata geçirildi. Türkiye İş Kurumu’nun faaliyetlerini özelleştiren ve özel istihdam bürolarına devreden bu düzenleme ile işverenlerin gereken yerde, sayıda ve gerektiği süre kadar işçi istihdamı artık yasal olarak da mümkün. Emek ticaretine soyunacak olan bu bürolar efendilere köle kiralayabilecek. Özel istihdam bürolarının elemanı olan işçiler, her türlü işte, düşük ücretlerle ve güvencesiz olarak çalıştırılabilecek. Böylelikle patronlara üretim kapasitesindeki dalgalanmalara göre istihdamda esneklik olanağı sağlanmış oluyor.

Emek piyasalarının yönetiminde devlet tekelinin kaldırılmasına ilişkin düzenlemeler birçok ülkede 1980’li yıllarla beraber devreye girdi. Kriz öncesinde kapitalizmin önemli bir sosyal politika aracı olan iş bulma ve işe yerleştirme artık serbest piyasada bir ticari faaliyet konusu haline gelmiştir. Denmektedir ki, işe aracılık kurumları rekabetin önünde bir engeldir ve eksik rekabet ortamı yaratarak aslında işsizlik olgusunu körüklemektedir. Oysaki emek arz ve talebi (iş arayanlar ve işçi arayanlar), piyasa koşullarında hiçbir müdahaleye gerek olmadan kendiliğinden dengeye erişmelidir. İş bulma ve işe yerleştirmenin eşitlik ilkesi içinde ücretsiz olarak kamu tarafından yerine getirilmesi piyasanın mantığına aykırıdır ve bu alan özel sermayeye açılmalıdır.

Normatif düzenlemelerden kurumsal yapılanmalara, emek piyasası düzenlemelerini işsizlik olgusunun temel nedeni olarak gören bu anlayışın önerdiği çözüm elbette ki piyasadır. Piyasaya müdahale edilmezse işsizlik sorunu da kendiliğinden çözüme kavuşacaktır. Oysaki işsizlik olgusu kapitalist ekonomilerin doğal bir parçasıdır. İşsizlik, sermayenin egemenliğini sarsacak sosyal bir tehdit haline gelmediği sürece kapitalizm için işlevseldir. Özellikle kriz dönemlerinde artan işsizlik, yedek işgücü ordusunun varlığını garanti altına alarak ücretlerin bastırılmasına olanak sağlayan bir fırsat ve işçi sınıfı üzerinde bir tehdit unsurudur aynı zamanda. Ücretleri azaltmanın ve iş yoğunluğunu arttırmanın bir aracı olarak işsizlik kapitalizmin kaçınılmaz bir ürünüdür. Dolayısıyla emeğin bir meta olduğu kapitalizmde, doğası gereği çalışma ve insanca yaşama hakkı bir temel hak olamaz.

Son söz

Türkiye yapısal olarak son derece parçalı ve esnek bir emek piyasasına sahiptir. ‘80’den bu yana, 1989-1993 dönemi dışında, ücretler ve istihdam aşağıya doğru esnektir. Enformel sektör genişlemekte ve kayıt dışı çalışma artmaktadır. Tarım sektörü ve enformel sektör toplam istihdamda halen önemli bir paya sahiptir. Tarım sektörü ve enformel sektörde çalışanların çok büyük bir kesiminde kendi hesabına çalışma ve ücretsiz aile işçisi statüsü yaygındır. Ücretli çalışanlar toplam istihdamın üçte birinden az bir kısmını oluşturmaktadır. Ücretli çalışanların çok önemli bir kısmı da, ondan az işçinin çalıştığı, sendikanın olmadığı, düşük ücretlerin ödendiği, iş güvencesiz ve sosyal güvencesiz çalışmanın yaygın olduğu küçük ölçekli işletmelerde istihdam olmaktadır. Asgari sosyal standartlardan dahi oldukça uzak bu parçalı yapı daha da parçalanmak ve işçi sınıfı sadece ekonomik olarak değil siyasi olarak da kuşatılmak isteniyor. Çok açıktır ki, sermayenin, sanayileşme hedefi ve emek piyasasının yapısal sorunlarına çözüm üretme kaygısından tamamen bağımsız olarak esnekleşme talebi, sömürüyü arttırmanın, işçi sınıfını ideolojik olarak silahsızlandırmanın ve nihayet siyasetsizleştirmenin yeni adıdır. Bugün, istihdam artışı olmadan yakalanan ekonomik büyümenin tek bir anlamı var: Sömürü artmıştır. İçinden geçtiğimiz kesitte, gerek sendikal hareketin gerekse de işçi sınıfının, özellikle sürecin sonuçlarının ortaya çıkması ile durumun farkına varmaya başladığına tanık oluyoruz. Sendikal mücadelede umut verici gelişmelerin yavaş da olsa kendine yer açtığı günümüzde, bu kuşatmayı kırmak için, işçi sınıfı ve sendikal hareketin devrimci siyasete komünistlere ihtiyacı kendini dayatmaktadır.

Dipnotlar

  1. Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, 1. Baskı, Çev. Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları, 1997.
  2. Pierre Rosanvallon, Refah Devletinin Krizi, 1. Baskı, Çev. Burcu Şahinli, Ankara: Dost Yayınları, 2004, s. 47.
  3. Yüksel Akkaya, “Devlet Sendikalar ve Korporatist İlişkiler-I”, İktisat Dergisi, Temmuz 2000, Sayı. 403, s. 45-46.
  4. Tahir Kalemci, “Sosyal Demokrasi ve İşçi Sınıfı”, Gelenek, Sayı. 56, Şubat 1998, s. 98.
  5. Daniel Bell, “Labor in the Post-Industrial Society”, The Workers in “Post-Industrial” Capitalism, ed. Bertram Silverman ve Murray Yanowitch, New York: The Free Press, 1974, s. 91-95.
  6. Boris Frankel, Sanayi Sonrası Ütopyalar, Çev. Kamil Durand, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, Mart 1991, s.228.
  7. Pierre Rosanvallon, a.g.e., s.112.
  8. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, 1. Baskı, Çev. Ahmet Kardam ve Doğan Şahiner, İstanbul: Birikim Yayınlar, 1992, s.7-11.
  9. Pery Anderson ve Ellen Wood, Modernizm, Post Modernizm ya da Kapitalizm, Çev. Ali Erdağı ve Çağla Ünal, İstanbul: Bilim Yayınları.
  10. Hakkı Kızıloğlu, “Endüstri İlişkilerinde Esneklik İhtiyacı”, Çalışma Hayatında Esneklik ve İş Hukukuna Etkileri, İstanbul: İstanbul Barosu Yayınları, 2002, s.345.
  11. Tülin Öngen, “İleri Teknoloji ve Çalışma İlişkilerinin Değişen Paradigması”, Prof. Dr. Latif Çakıcı’ya Armağan, Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Basımevi, 1996, s.281.
  12. Roger Penn, “Flexibility in Britain During the 1980s: Recent Emprical Evidence”, Fordism and Flexibility: Division and Change, ed. par Nigel Gilbert ve diğerleri, London: The Macmillan Press, 1992, s.66-67.
  13. Ellen Wood, Sınıftan Kaçış: Yeni Bir Hakiki Sosyalizm, Çev. Şükrü Alpagut, İstanbul: Akış Yayıncılık, 1992., s.24.
  14. Peter Meiksins, “İş Hayatı Yeni Teknoloji ve Kapitalizm”, Kapitalizm ve Enformasyon Çağı, Çev: N.Çınga vd., Ankara: Epos Yayınları, 2003, s.179.
  15. Harry Braverman, “Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century”, Newyork: Monthly Review, 1974, s.424-447.
  16. Engin Yıldırım, “Türkiye’deki Toplam Kalite Yönetimi Uygulamalarının İşçiler ve Endüstri İlişkileri Üzerindeki Etkileri”, Toplum ve Bilim, Güz 2000, No. 86, s. 265.
  17. Toker Dereli, “Globalleşen Dünyada Sosyal Politika ve Toplu Sözleşme Düzeninde Yeni Arayışlar”, 2000’li Yıllarda Endüstri İlişkilerine Bakış Semineri, İstanbul: MESS Yayını, 1994, s.75.
  18. Mete Çetik ve Yüksel Akkaya, Türkiye’de Endüstri İlişkileri, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayını, 1999, s.34.
  19. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Çalışma Hayatında Esneklik, s.29-31.
  20. Egemen Aslan, “İşçilerden Sınıf Yapmak”, Gelenek, Sayı. 70, Ocak 2002, s. 66.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×