Sosyalist Demokrasi Tartışmaları II – Eşiği Atlarken Sovyet Deneyi
Eşiği Atlarken Sovyet Deneyi 1
Gelenek‘in 28. Kitabı’nda, sosyalist demokrasi tartışmalarında olmazsa olmaz bir yer tutması gereken “devrimci durum” kavramı çerçevesinde kimi kısa değinmelerde bulunmuştum. Kavramın önemi, açıkladığı kriz anının sosyalist mücadeleyi içe dönük yüzünden bütünüyle koparan bir kesit olarak ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Bu oldukça hassas bir noktadır ve eğer sosyalist mücadele sürekliliği gerektiren bir tavırsa, bu mücadelenin kendi öngörülerine göre tartışılmaz bir önsellik taşıyan tek özel konjonktüre teorik ve siyasal örgütlenmesinde yine özel bir ayrıcalık tanımak zorundadır.
Yanlış anlaşılmamalı, ben burada bir kriz anının sosyalist hareketin genel tarihi içerisindeki yerini abartmak veya buraya özel bir vurgu yapmak istemiyorum. Tam tersine, bu türden dönemeçlere kadarki birikimin çok daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Ancak, sözü edilen birikimin sınanmasının özel dönemeçlerle aynı frekansı yakalayıp yakalamamakla tanımlanabileceğini de mutlaka hatırlamak gerekmektedir.
Eğer bu anlamda bir “sırat köprüsü” varsa, sosyalist mücadelenin bu köprüyü veri almadan oluşturacağı her tür araç ve perspektif eninde sonunda sosyalist mücadelenin içe dönük bir tahkim sürecini simgeleyecektir. Ben bugün süren “sosyalist demokrasi” tartışmalarında, devrimin kendisine ve devrimin “istenilen anda yapılmasını engelleyen” nesnel etmenlere ve nihayet devrim ile karşı devrime doğru kutuplaşan bir nesnelliğin her iki kutup için de açık ve geçerli müdahale araçlarına ilgisiz bir içerik görüyorum. Bu anlamda, birçok kesim tarafından neredeyse bir rönesans aracı olarak değerlendirilen bu tartışmalarda en çok “etik identifikasyonlar”a ulaşılabildiğine inanıyorum. Etik boyutuyla kaçınılmaz olarak sınıfta kalan bizim pozisyonumuzun ise başka düzlemlerde kişilik bulması gerekiyor; bizim payımıza da hep, bu düşüyor…
Eşiği Atlamak…
“Devrimci öncünün militan çekirdeği bilinçli bir azınlıktır, çünkü ancak o bir devrimci bunalım olsun olmasın, ülke sosyalist iktidara yakın olsun olmasın, kapitalizmin devrimci bir atılım ile alt edilmesini tarih-bugün-gelecek iç içeliği bağlamında kavrayabilir ve bu nedenle bir ‘öncü’dür. Devrimci bunalım, yükselen veya geçici bir biçimde bu antikapitalist kavrayışı öncü işçilerin dışında, geniş işçi kitlelerinden başlayarak toplumun emekçi kesimlerine yayar. Bunun süreklilikten uzak ve tamamen gündelik gelgitlere açık olması kaçınılmazdır. Ortada burjuva ideolojisinin taban yitirme durumu vardır. Bu kitlesel kopuşun mutlak anlamda bir halk bilinçlenmesi olarak algılanması mümkün değildir. Kopuş, devrimci nesnelliğin bileşenlerinin hem bir tanesi, hem de bir sonucudur. Sonuç olması, devrimci durumun siyasal ve iktisadi yapıda yarattığı sarsıcı kayganlıkla ilgilidir. Kaygan zemin, devrimci odak açısından da söz konusudur ve düzenden kopuşun mutlak olmadığı, güçler dengesinin diğer bileşenleri bağlamında fırsatlar yaratılmadığı sürece kopuşun yeni ve gelecek vaadeden bir toplum projesine bağlanamayacağı açıktır.”2
Bir önceki yazımdan aldığım bu bölümden hareket etmek istiyorum. Devrimin kitlesi ile devrimci kitle arasında bir ayrım koyarak yola çıkabiliriz.
Devrimci durum, verili bir ülkenin siyasal-iktisadi-ideolojik yapısında olağan dışı bir yoğunlaşma ile birlikte varsa, olağan dışılığın o ülkenin sınıfları bağlamında da ortaya çıktığı düşünülebilir. Sınıfların ve onların kesişimlerinin de içeri alındığı bir kavram olarak “kitleler”in siyasal konumlanışlarında olağan dışı bir yan vardır; devrimci durum ve dolayısıyla onun türevlerinden birisi olarak devrim anında. Bu olağan dışı konumlanış, verili kitlenin devrimci durumun kutuplarından bir tanesine olağan dışı bağlarla eklemlenmesidir ve devrimin kitlesi budur. Rus devriminde askerlerin önemli bir bölümü, SR’lerin belli kesimleri bu türden bir kitle tabanı oluşturdular. Eklemlendiler, koptular, yeniden bağlandılar… Başta Petrograd proletaryası, Rusya işçi sınıfının öncü kesimleri ise bu türden iç çalkantılara açık olmalarına rağmen, bir dizi dönemeç noktasında nesnelliğe karşı ama tarih, ama sınıf bilinciyle direndikleri oranda devrimci bir kitle olageldiler. Bağlanmalarında belli bir istikrar, tutarlılık ve geleceğe dönük bir angajman söz konusu oldu.
Devrimlerin kaderini keşke istikrar, tutarlılık ve geleceğe dönük bir angajman bulduğumuz “kitle” belirleseydi! İşte o zaman biz de kolayca kendi “etik” pozisyonumuzu alır ve siyaseti kendine özgü evrensel araçları olan, sınıflar mücadelesinde teorinin bir türlü sıvayamadığı çatlakları örtücü bir üst belirleyen biçiminde sahiplenmezdik. O zaman, devrimi bir bunalımın içerisinden “kaçıran”, sosyalist kuruluşu kah milliyetçi, kah despotik yönelimlere çeken bir geleneği sahiplenmezdik. Keşke…
Oysa devrimlerin kaderini temel olarak belirleyen, öncü gücün, kendi kitlesiyle beraber, olağan dışı dönemin koşullarını ve kitlesini manipüle etme yeteneğidir.
20. yüzyıl marksizminde en ciddi yanılsamalardan birisi, devrimci öncünün kritik noktada çektiği kitlelerin sınıf çıkarları-mutlu gelecek harcından oluşacak tutkal ile kalıcı bir kimliğe kavuşacakları yolundaki boş inançtır. Öncünün çekim gücündeki temel öge gerçeğin bilgisi olmadığı için, gerçeğin bilgisi geniş kesimlere yönelik bir çekim gücü oluşturamayacağı için, devrimin kitlesi iktidar öncesinden sonrasına geniş bir zaman diliminde, her yol ağzında yeniden harmanlanan, dağılan ve birleşen bir nitelikte olacaktır. Burada sosyalist öncünün elindeki araçların ne olduğuna değinmek istemiyorum.3
Devrimin kitlesinin inişli çıkışlı olması ve bu kitlenin bilişsel bir pozisyondan çok, siyasal araçların denetiminde, onların cazibesiyle bağlanıp-ayrışmaları devrim sürecinin tabanına ilişkin azınlık-çoğunluk hesaplarını daha baştan geçersiz kılmaktadır.
En başta ortada teknik anlamda bir sorun vardır; çok çocukça birşey ama, devrim anında sayı saymak mümkün değildir. Tabi asıl sorun siyasaldır ve tabloya nereden bakarsanız karşınıza farklı bir süreç çıkacaktır.
“… tam anlamıyla derin ve ciddi bir devrimde, sonucu çoğunlukla azınlık arasındaki ilişkinin belirleyeceğini sanmak aptallığın zirvesi, bayağı bir liberalin en ahmakça önyargısı, insanları yerleşmiş bir tarihsel gerçekten uzaklaştırarak aldatma çabasıdır. Bu tarihsel gerçek, her derin devrimde, sömürülenler üzerinde yıllardır önemli pratik üstünlükler elde eden sömürücülerin uzun, inatçı ve umutsuz direnişinin kural olduğunu gösterir.”
“(…) Kapitalist sömürücülerin treninde küçük burjuvazinin geniş bölükleri arkadan gelirler. Bütün ülkelerde kazanılan tarihsel deneyim gösterir ki, küçük burjuvazi önce ne yapacağını bilemez, kararsız kalır, ama günün birinde proletaryanın arkasından yürür, ertesi gün gene devrimin güçlüklerinden korkmaya başlar. İşçilerin ilk yenilgilerinde ya da yarı-yenilgilerinde paniğe kapılır, iyice sinirlenir, şaşkın halde ortalıkta dolaşır, sümüklerini çeker, bizim Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler gibi bir kamptan ötekine koşuşur.”4
Tabi, küçük burjuvazi bu gelgitler içerisinde bir anlamda çok kişiliksiz, bir anlamda da olağanüstü etkileyicidir. Bu etkilerin işçi sınıfında bile yankı bulabileceği hesaplandığında, tabloya bakıp azınlık-çoğunluk tasvirleri yapmanın güçlüğü iyice ortaya çıkacaktır. Buradaki güçlük başka güçlüklere de gebedir. Sosyalist devrim, eğer “bir avuç sömürücü” edebiyatını devralmakta kimi özel sorunlara sahipse, meşruluğunu nereden alacak?
Kimileri için tartışmalı olabilir, ancak:
Sosyalist devrimin sınıfsız topluma doğru bir sıçrama, üstelik de en önemli sıçrama olmaktan öte bir meşruluk kaynağı yoktur.
Yukarıdaki meşruluk tanımı bir sıkıntıya da işaret eder, hatta kimi zaman sosyalist teori ve pratiği önemli açmazlarla karşı karşıya bırakır.
Bu açmazlar çoğu kez bolşevikleri köşeye sıkıştırmış, bundan da en fazla yararlanan Kautsky olmuştur. Örneğin Lenin‘in Ekim Devrimi’ne “meşruluk” kazandırma anlamındaki her girişimi, dönüp dolaşıp “devrimin çıkarlarının herşeyden üstün olduğu”na gelmektedir. Burada rakamların diliyle tartışılacak çok fazla şey yoktur. 1917 Ekimi’ne yönelik çalışmalarda referans olarak kullanılan istatistikler incelendiğinde, bolşeviklerin (sınır olarak alınan topraklara göre değişken bir biçimde) 1917 Haziranı’nda toplam nüfusun yüzde 5 ila 8’i, devrimin eşiğinde yüzde 15 ila 20’sini, 1918 ortalarında ise yüzde 25 ila 30’unu, üstelik çok hassas bir dengede yanında tuttuğu ortaya çıkmaktadır. Ben açıkçası bu rakamların kendisinden çok, devrimci bir perspektif içerisinde eşiği aşırtan bir güçler dağılımına nasıl ulaşıldığı sorusunu önemsiyorum. Ama, izin verilmiyor! Sosyalist demokrasiyi bugünden yarına inşa etmek adına yürütülen bir tartışma yüzünden yazının ilerki bölümlerinde tartışacağım “demokrat” tezler yüzünden “Rusya’da yüzde 60’lara, 70’lere rağmen” elde edilen bir iktidarın neden menşevikleri, SR’leri dışladığını, neden politik çoğulculuğa oturmadığını, neden düşünce ve örgütlenme özgürlüklerini bir kenara attığını tartışmak zorunda kalıyoruz ve abesle iştigal eyliyoruz.
Hem de önemli bir noktayı unutarak…
Ekim devrimi, belki de olası benzerlerinden çok daha katılımcı ve bu anlamda demokrat bir devrimdir. 1917 yılının en önemli özelliklerinden bir tanesi, burjuva parlamentosunu aşan veya en azından onun kadar etkili olan bir devrimci kurumun sovyet tipi örgütlenmenin geniş Rus topraklarında “seçim demokrasisi”ni bir biçimde yaşatmasıdır. Bunun özgün bir durum olduğu artık bilinmelidir. Özgünlük, devrimci bir yükseliş anında sovyet tipi örgütlenmelerin kendiliğinden bir biçimde ortaya çıkması değil elbette. Özgünlük, bu kurumun neredeyse burjuva parlamentosunun işlevlerini başaşağı çevirerek üstlenmesindedir. Metin Çulhaoğlu’nun bir yerde belirttiği gibi, bolşeviklerin iradi müdahalesi devreye girmeseydi Rus devrimi, Sovyetleri eninde sonunda ayakları üzerinde oturtacak, ama dönüşüm, ama kendini inkar yoluyla batılı anlamda bir parlamenter sisteme evrilecekti. Bu nedenle ısrarla, Ekim devriminin sovyetler sayesinde ve ona rağmen yapıldığını yeniden vurguluyorum.
Kautsky ile polemiklerinde Lenin’in başını en fazla ağrıtan, kurt Alman marksistinin devrimin azınlık-çoğunluk bağlamındaki belirsizliğinin devrimci iktidarın “hukuk”unu da belirsiz hale getirdiğinin bilincinde olarak, bolşevikleri “oldu bittici” davranmakla suçlamasıdır. Çok geniş bir çerçevede ayrıcalıklar-haklar-kısıtlamalar bütünlüğü içerisindeki “kapsama-dışlama” diyalektiğinin devrim öncesinden hukuki bir tanımının yapılması, devrim sonrasında ise anayasal bir çerçeve içerisine oturtulması mümkün değildir. Lenin kimi zaman böyle bir çerçevenin varlığını vurgulamak durumunda kalmış olsa da, bu çerçevenin içini hiçbir zaman doldurmamış ve hep devrim yasalarından söz etmiştir.
Ve burada bu kez gündeme Rosa Luxemburg geliyor. Bugün bizde egemen olmaya başlayan “halk yığınlarının sağduyusu ile işe koyulmanın bu sağduyu doğrultusunda ortaya çıkacak tonlarca hataya rağmen geleceği kurtaracağı” varsayımı 1917 devrimi ile ve ona Rosa Luxemburg’un itirazları ile başlıyor.
Rosa’nın örneğin bürokrasi eleştirilerinde, retrospektif olarak anlamlı şeyler bulmak mümkündür. Mümkün olmayan, onun klasik ASDİP geleneğinden kopamadığı kimi yaklaşımlarının günümüzde leninizmin biricik marksist yorumu olarak sunulmasıdır. Luxemburg’un “burjuva demokrasisinin toplumsal çekirdeğini politik biçiminden sürekli ayırdık (…) kılıfı yeni bir içerikle doldurmak gerekiyor” derkenki sistematiğinin II. Enternasyonal mirasından ne farkı vardır? Bugün ekonomizm, reformizm vs. anlamında ne varsa hepsini Stalin’in omuzlarına yükleyenler, 70’lerdeki “ileri demokratik düzen” stratejilerinin neleri hareket noktası olarak aldığını bilmiyorlar mı?
“Hemen sosyalist demokrasi…”, işçi sınıfı bir kuruluş mücadelesi içerisinde eğitilmeden, toplumsal dönüşümler gerçekleşmeden, hemen sosyalist demokrasi!.. Bu şudur:
Eksiksiz bir burjuva demokrasisi, küçük burjuvazi ve işçi sınıfının politizasyonunu sağlayan gündelik pozisyonların tatmini, köylülüğün yüzlerce yıllık ilkel tutkularının gıdıklanması…
Oysa, şiddet ve zor, salt sınıf düşmanını değil, bir nesnelliği hedef alır. İşçi sınıfı hareketini bir komplocu teşkilatlanmadan ayıran şiddet ve zorun ülke nesnelliğinin tümüne yönelebilmesidir.
Burada farklı iki gelenek vardır. Bu iki geleneği örneğin Ne Yapmalı ayırmaktadır. Ve şu söylenebilir: Alman Spartakistler Ligası leninist bir örgüt değildir. “Alman işçi sınıfı büyük çoğunluğun açık isteği olmadıkça iktidar sorumluluğu almayacaktır” manifestinde bulunan bir örgütlenme söz konusu isteğin nasıl ifade edileceği konusunda bu isteğin nasıl saptanacağı konusunda bu isteğin nasıl yaratılacağı konusunda hangi açılıma, hangi perspektife sahip olmuşlardır? Tarih, bolşeviklerin tüm bu sorulardaki çelişkileri, bilinemezleri ve boşlukları siyaset aracılığıyla bertaraf etmelerinin dışında bir yola tanıklık etti mi?
Partinin eğitici rolünü küçümseyerek kitlelerin kendi eylemliliklerinde eğitileceğini ileri süren Rosa Luxemburg, devrim-karşı devrim sapağındaki kararsızlığın, önderlik eksikliğinin Alman işçi sınıfına neler öğrettiğini göremedi; bu büyük devrimci katledildi. Alman işçi sınıfı ise, diğer uluslardan proleterlerle birlikte, 1919’dan sonraki eylemliliklerinde çok az devrimcilik, biraz fazla reformizm öğrendi!
“Sosyalist demokrasi” tartışmalarına “kitle inisiyatifi” ile başlamak mümkün değil.
Ve aslında bugün bu tartışmalara “sosyalist demokrasi tartışmaları” demek de pek mümkün değil.
İşin Adını Koymak
“Sosyalist demokrasi”yi tanımlamak mümkün mü?
Sosyalizmin, sosyalist devletin dayanaklarının, örgütlenme mantığının tanımlanabilmesi gibi, onun da tanımlanması mümkün ancak, ayrı bir kategori olarak “sosyalist demokrasi” bir kalıbın içerisine sokulabilecek birşey değil. Sosyalist demokrasi, sosyalizm olgunlaştıkça gelişecek ve kendi zirvesinde kendisini inkar edecek bir süreç olduğu sürece, başka tanımlamalara bağımlı olacak, onların iç dinamiklerine duyarlı kalacaktır.
Bu sürecin konusu nedir? Aslında sosyalist demokrasiyi, sosyalizmin siyasal yapısı olarak tanımlamak mümkündür. Ancak bugün “sosyalist demokrasi” bu çerçevenin tamamen dışında, tarihteki çeşitli “demokrasi”lerin yarattığı biçimlerin bir bölümünün gözetiminde ele alınmaya başlanmıştır. Bu anlamda artık alışılmış çerçevenin dışına çıkmak zorunlu olmakta ve “sosyalist demokratikleşme”ye geçmekte yarar vardır.
Sosyalizmde demokratikleşmenin konusu, emekçilerin üretim sürecinden başlayarak siyasal yaşamdaki tüm karar mekanizmalarında giderek artan bir role sahip olmalarıdır.
Emekçi sınıfların karar mekanizmalarına örgütlü ve kolektif bir biçimde içkinleşebilmelerinin iş koşullarındaki iyileşme ile doğrudan ilgili olduğu, pedagojik ve kültürel sıçramalar için ekonomik temellerin oluşturulması gerektiği biliniyor (veya bilindiği varsayılıyor). Bu nedenle her türden ekonomizm tartışmasının ötesinde ve bu tartışmadan muaf olarak, tüm marksizm okullarının işçi sınıfının “katılım” sorununun maddi temelleri ile birlikte düşünülmesi gerektiğini görme inceliğinde bulunmaları gerekmektedir.
Sosyalizm, büyük üretime yaslanabilecek birşey ise, katılımın siyasal ve ekonomik düzlemde bu büyük üretime doğru zorlanması gerekmektedir. Sosyalist devrim aracılığıyla zincirlerinden kurtarılmış sınıfların bugünden yarına karar mekanizmalarının tüm hiyerarşik kanallarını ellerine almaları ile sosyalizmin temellerinin kurulmasına yönelik öznel sıçramalar arasında potansiyel bir uyumsuzluğun olduğunu dürüstçe telaffuz etmek gerekir. Kanımca, öncü partinin en önemli fonksiyonu, bu uyumsuzluk nedeniyle ortaya çıkacak olan iki sapmanın önüne geçebilmek için hareketi, ileriye doğru hareketi esas alabilmesidir.
Sapmalardan ilki, toplumsal ve siyasal örgütlenmelere, burjuva ideolojisinin oluşturduğu sistematiğin oldukça dışında bir gözlükle bakmalarını olanaklı ve biraz da zorunlu kılacak denli nesnel bir sosyalist kurumsallaşmanın (ekonomik ve siyasal düzlemlerde) kök salmasından çok önce, katılım kanallarının emekçi sınıfların kendi iç dinamiklerinin inisiyatifine bırakılmasıdır. Bu bir sapmadır.
Bu sapmanın ilk örneği nesnel olarak Paris Komünü’nde yaşanmıştır. Komün pratiğinde olgun sosyalist toplumların özelliği olabilecek birçok kazanım vardır ve bu anlamda Komün bir ütopyanın kısa süren bir realizasyonu anlamına gelir. Ama Komün, o günkü üretici güçlerin gelişmişliği ve sosyalizm ile sosyalist üretim ilişkileri arasındaki bağların kitlelerin devrimci coşku ve egalitaryan inisiyatifi yararına geri plana itilmesi bağlamında belirleyici bir biçimde sapmadır.5
Ütopyamızın belirleyici yanı, sınıfsız toplumdur; buna ulaşma mücadelesindeki ana uğrakların bilimsel ve tarihsel olarak hangi içeriğe sahip olacağını, nasıl bir zamana yayılacağını bugün belli ölçülerde biliyoruz ve bilmek zorundayız. Burada ütopyamızın belirleyici yanı olarak “doğrudan ve hemen demokrasi”, “devletin hemen sönmeye başlaması” gibi bayağı ve ilkel projelerin altını çizmenin önemli bir sapma olduğunu tekrarlamak istiyorum: Emekçi katılımını, kendi nesnel dayanaklarından soyut, etik ve önsel bir hedef olarak görmek, bir sapmadır.
Geçiş sürecindeki katılım-kuruluş ilişkisine dair öteki sapma, sosyalizmin maddi temellerinin yaratılması mücadelesinde, herşeyin öncünün açtığı kanalların emekçi sınıflar tarafından doldurulması ile çözüleceğini sanan aşırı determinist yaklaşımdır. Hiç tereddüt etmeden bu “sapma”nın diğerinden farklı olarak marksizm-içi bir sapma olduğunu, marksizmin önselliklerine sahip çıktığını vurgulamak istiyorum. Bu kez, sosyalist demokrasi, öncünün “isabetli” adımlarını takip eden kitleleri bu adımların birer pratisyeni olarak sınırlandırmakta ve sosyalizm kendi temellerine oturdukça öncü-kitleler ilişkisinde problemin kendince çözüleceğine inanılmaktadır.
Sovyet deneyiminde bütün bir geçmişin bu “sapma” ile malul olduğu iddialarına katılmıyorum. Ancak, 70 yılı aşkın süredir, SBKP’nin toplumun öncü gücü olarak geliştirdiği politikaların her durumda iki sapmayı da dışlayan tutarlı ve ilerletici bir senteze ulaştığını da söyleyemiyorum.
Tutarlı ve ilerletici sentez, emekçi sınıfların sosyalist devrimin ta başından, yani iktidarın alınmasından itibaren, öncünün kapitalist düzene karşı “öncü darbeleri”ne yabancılaşmasını engelleyecek” ek süreçlerin çalıştırılması ile elde edilebilir. Sosyalizmin temellerinin kurulması mücadelesinde öncünün darbeleri, proletarya dahil olmak üzere emekçi sınıfların beklentilerinin çok ötesinde, hatta onlarla çelişir nitelikte olabilir. Bu çelişki, öncü için gündelik olarak siyaset aracılığıyla giderilir (daha doğru bir deyişle geçiştirilir). Eldeki tüm olanaklar kullanılarak uygun ve geçerli buluşma noktaları sağlanır, öncünün darbeleri bir kural olarak burjuva toplumunda da benzer biçimde manipüle edilen emekçi sınıfların kendi beklentilerine az çok uyumlu bir biçim kazanır. Genellikle bu sürece, proletaryanın öncü kesimlerinin de fiilen bir özne olarak karıştığı bir zor eşlik edecektir. Ama sonuçta tüm bu siyasal araçlar ana çelişkiyi, yalnızca gündelik olarak geçiştirir. Bir dizi çelişki geçiştirilerek sosyalizmin maddi temellerinin oluşturulmasının önü açılır.
Çelişkilerin geçiştirilmesinin yaratacağı ciddi bozukluk, çelişki(lerin) kalıcılaşmasıdır. Öncü, kendisine (kendi öznel perspektifi doğrultusunda) bir yol açarken, kendi iradesinden, vicdanından, ideolojik-siyasal temellerinden başka birşeye fazla bel bağlayamaz, güvenemez. İşçi sınıfının “sınayıcılığı” ise, ister demagoji deyin ister önderlik bir “ilahi adalet” kesinliğinde olmayacaktır. 1917 sonrasında Brest’i, NEP’i, elektrifikasyon projesini, sendikalar tartışmasını, milliyetler sorununu, Polonya seferini vs., hepsini işçi sınıfının ciddi olarak izlediği, katıldığı tartışmalar olarak görmek kesinlikle doğrudur. Bu tartışmalara yönelik işçi sınıfının talep, beklenti ve çıkarlarının çok önemli olduğu da… Ancak sonuçta öncünün iç dinamikleri sonucu ortaya çıkan tercihlerin kendi tabanını ve kendi dayanaklarını yarattığını da teslim etmeliyiz.
İşte tehlike buradadır. Eğer bu gündelik geçiştirme fiiline ek olarak onu denetleyen mekanizmalar yaratılmazsa, emekçi sınıflar için manipule olmayı aşıp, bizzat elinde tutan durumuna getirici kurumsallaşmaların önü işin başındayken açılmazsa, onun burjuva toplumundakine benzer edilgen bir misyona oturmasını engelleyici riskli-demokrat düzenlemeler yapılmazsa, emekçi kesimlerin üretimden başlayarak her düzlemde kendi yönetimlerini oluşturmaları ve giderek bir üretenler demokrasisine, sonrasında da sınıfsız-demokrasisiz bir topluma doğru evrilinmesi mümkün olmayacaktır.
1917 sonrasında, Stalin dönemi de dahil, bu alanda bir bilinçli yozlaşma veya kötü niyetten söz etmek son derece yanlıştır. İlk sosyalist ülke, kendine özgü ve kendine yakışan önlemleri almakta çoğu kez dışsal engellere çarpmıştır. .
Bu konuya bir sonraki bölümde devam etmek üzere ara vermek ve “devletin sönmesi”ne kısaca değinmek istiyorum.
Yukarıda, “katılım” sorununa ilişkin olarak öncünün ilerletici darbelerinin emekçi sınıflarla bağlantısına değinirken, “geçiş devleti”ne hiç değinmedim. Bunun nedeni, işçi sınıfı partisi ile geniş emekçi sınıflar arasındaki ilişkide kurmak istediğim teorik çerçeveyi daha iyi ifade edebilmekti. Sosyalist devlet ise, kesinlikle yukarıda vurguladığım çelişkiye karşı en ciddi ek araçlardan bir tanesidir. Eğer sorun siyasal olanın toplumsal olanla uzlaşması, barışması ve nihayetinde onunla bütünleşip kendisini atomize etmesiyse, geçiş devletinin bu süreçte tam anlamıyla bir regülatör işlevi üstlendiğini söyleyebiliriz. Geçiş devletinin varlık nedenlerinden en önemlisi, siyasal olan ile toplumsal olan arasındaki açıklıktır ve bu açıklığın toplumsal dinamiklerin kendisi tarafından kapatılmasının imkansız olmasıdır.
Sovyet deneyiminde “devlet”, bir regülatör olarak, hem sosyalizmin temellerinin oluşturulması mücadelesinde öncünün açtığı kanalların emekçi sınıflar tarafından doldurulmasında, hem de en jakoben süreçlerde bile işçi sınıfının kendi geleceğine büsbütün yabancılaşmasının önüne geçilmesinde önemli işlevler üstlenmiştir.
Bolşevikler devletin bu rolünün önemini hep hissetmişler, onun güçlenme ve yetkinleşme sürecini siyasal olan ile toplumsal olan arasındaki uyumsuzlukları gidereceğini düşünmüşlerdir. Bunlara itiraz etmek mümkün. Zaten sözkonusu itiraz batı marksizminin en önemli ideolojik cephanelerinden birisini oluşturuyor. Ancak konu “geçiş devleti” olduğunda, batı marksizminin Sovyet deneyiminin temel sorunlarına Sovyet marksistlerinin tam bir pragmatizmle yaklaştıkları suçlamasına şiddetle itiraz etmek gerekiyor. Bunlardan birisi Marcuse, “Sovyet teorisyenlerinin devletin giderek mükemmelleşmesini, kapitalist kuşatmayla açıkladıkları”nı ileri sürüyor 6 . Bu savın, tartışılan teorinin tutarlılığından tamamen bağımsız olarak, Sovyet marksistlerine büyük bir haksızlık olduğunu belirtmekte yarar vardır. Devletin mükemmelleşmesi ile devletin sönmesi arasında doğrusal ilişki kurulması, Sovyet marksizminin Lenin sonrasında geçiş sürecinin siyasal yapısına yönelik en ufuk açıcı teorikleştirme girişimi olarak ele alınmalıdır. Sovyet marksistleri, kapitalist kuşatmaya bu teorikleştirme girişiminde belirleyici bir önem atfetmemiş, soruna sosyalist kuruluşun kendi iç mantığı açısından yaklaşmışlardır.
Devrimin İlk Yılları: Kural Tanımaz Dönem
Sovyet deneyimine geri dönüyoruz. Ve yine Lenin’le başlıyoruz. Bugünden baktığımızda sosyalist kuruluş sürecinin ne kadar geniş bir zamana yayılabileceğini rahatlıkla görüyoruz. Kuşku yok Lenin’in kendisinin gördüğü bu ölçüde çilekeş bir süreç değildi. Ancak Lenin, başlarken, proletarya devriminin iniş ve çıkışlarını öngörebilmiş, devrimlerin iktidarın alınmasındaki kural tanımaz asiliklerinin sosyalist kuruluşun ilk evrelerinde de geçerli olduğunu sezmiştir.
İlk sosyalist ülkenin liderinin, ülkesinde oluşturulmakta olan siyasal yapıya ilişkin en önemli çalışmalarından birisi olan Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky‘de, “diktatörlüğün hiçbir yasa tanımayacağı”nı söylemesi 7 , sosyalist kuruluş sürecinde, geçiş devletinde ön angajmanlara girmekten çekindiği şeklinde açıklanmalıdır. Lenin’in düştüğü kayıtlar, teorik çerçevenin bundan sonraki gelişme çizgisine yönelik fazla kehanette bulunulamayacak olan dünya devrim sürecinin sorunlarının önüne ek problemler çıkarmaması içindir.
“Bir sınıfın öteki sınıfı sömürmesinin bütün olasılıkları yok edilinceye kadar gerçek eşitlik olamaz.” 8
Burada görüldüğü gibi, tamamen açık uçlar üzerine oturtulmuş bu türden önermeler, teorinin siyasal mücadelede bir araç olarak kullanılması dışında bir anlam taşımayan totolojik önermelerdir. Nitekim daha sonra (kimi zorunlu nedenlerle de olsa) Stalin, henüz kazanımların meyvaları elde edilmediği bir sırada konumuzla ilgili açık uçları kapatmaya çalıştığı için marksist teoriyi geri bir mevzide statikleştirmiştir. Sınıfsız toplum, kesin zafer, olgun sosyalizm, komünizme geçiş, ilk evre gibi kategorilerin birbirleri ardına kullanılmaya başlanması ile maddi özendiriciler, ücret makaslarının açılıp-kapanması, piyasa ekonomisinin kimi ögelerinden bu arada meta ilişkilerinden yararlanılması türünden tartışmaların aynı anda yapılması sözünü ettiğim erken statikleştirme girişiminin yol açtığı trajikomik görüntülerdir.
Lenin’deki ihtiyatlılık, kuruluş önderliğinin ellerinin serbest kalmasını sağlamak içindir. Daha önce de belirttiğim gibi ardı ardına gelen dönemeçlerin önceden belirlenmiş “katılım-karar” kalıpları ile aşılması mümkün değildi. Savaş komünizmi, NEP, daha sonra kollektivizasyon, ancak çabuk manevra yapabilecek öncülerin doğru zamanı yakalayabileceği politikalar olmuştur.
Lenin’le devam ediyorum. Lenin’in toplumun demokratikleştirilmesi sürecinde esas başlangıç noktası olarak, işçi sınıfının yönetime katılımını aldığı açıktır. Ancak bu, daha emeklemekte olan bir sosyalizmde, emekçi sınıfların “büyük politika”nın iplerini elinde tutmaları anlamına gelmiyordu. Lenin’in parti denetleme kurullarına, MK’ya çok sayıda işçi üye alma girişimi, daha önce bu yazıda üzerinde durduğum ek önlemler olarak değerlendirilebilir ancak. Parti ve devlet yönetimi üst kademelerinin büyük ölçüde işçi sınıfından beslenmesi bile eninde sonunda bu ek önlem kapsamında değerlendirilebilecek birşeydir. Burada milyonlar söz konusudur.
Milyonlar için işe üretim sürecinden ve işletme düzeyinden başlamak gerekmektedir. Lenin’in devrim sonrası yazılarında ön plana çıkarılan en yaygın ve başlangıç olarak en kolay “katılım” kanalı, işyerlerini temel olarak ortaya koymuştur. Ve bu kanallar büyük ölçüde çalıştırılmış, önemli kazanımlar elde edilmiş; ve tabi önemli sorunlar ortaya çıkmıştır.
Siyasal alanda partinin orta kademe yönetici gereksinimi büyük ölçüde yukarıdaki kanal aracılığıyla karşılanmıştır. İşçi sınıfının siyasete yalnızca (veya temel olarak) buradan eklemlenmesi, bugün de varolan sorunlara kaynaklık etmiştir. Ancak bu sorunlara rağmen “sosyalist demokrasi”nin kuruluşu ve devrimin “yasalar”ı, katılımın başka bir kapıdan geçmesinin mümkün olmadığını gösteren birçok kanıt ortaya sermektedir. Bugün “bürokrasi sorunu” adı altında ele alınan veya kendi başına bir “sapma”, hatta “sınıfsal egemenlik biçimi” olarak değerlendirilen süreç, Stalin döneminde üretimden yönetime çekilen, örneğin Kızıl Profesörler Enstitüleri’nde okuyan işçilerden kaynaklanmaktadır.9
Görüldüğü gibi bir anlamda “katılım”, çok önemli boyutlara ulaştı Sovyetler Birliği’nde. Özellikle birbirini izleyen kollektivizasyon ve endüstrileşme esnasında net bir biçimde belirlenmiş temel hedef doğrultusunda karar alma süreçleri, inisiyatif kullanma emekçi sınıfların gündelik yaşam tarzı haline geldi. Öyle ki, çığrından çıkmış yöntemler, aşırılıklar büyük ölçüde bu emekçi inisiyatifin ürünü oldu. Ama aşırılıkların önemsizleşeceği kadar büyük bir birikim, deneyim kazandı Sovyet emekçileri.
Ne var ki, katılımın “mikro” düzeyde, yani toplumsal örgütlenmenin en önemli ama en alt basamaklarında gerçekleşmesinin asıl maliyeti, sosyalist kuruluşun kendi uzun erimli hedeflerini katılımın asıl itici gücü haline bir türlü getirememesidir.
İtici güç olarak kullanılan temaların bir bölümü, gerekli rezervler konduğu takdirde sosyalizm hedefleriyle uyumlu olabilecek içeriktedirler. Ancak bir bölümü, ne yapılırsa yapılsın, gündelik gereksinmelerin ötesinde bir kullanıma zorlandığında, sosyalizmi deforme edici özellikler taşımışlardır.
Stalin’in en önemli özelliklerinden bir tanesi, Sovyet toplumu çok güç dönemlerden geçerken, kitlelerin partinin önderliğine bağlanabilecekleri temaları iyi seçmesiydi.
“Stalin, çoğunluğun desteğinin, sağlam politik hareket için esas olduğunu bilirdi, ama bu çoğunluğun nasıl yaratıldığını da çok iyi bilirdi. Önce bir grubun düşüncelerini yoklardı ve ardından kendi sözcükleri ile çoğunluğu elden geldiğince ileri götürebilecek karara vardırırdı.”10
İyi seçim, her zaman sosyalist ideolojiyle bağdaşmadı kuşkusuz. Ancak bugün geriye dönük olarak konuşuyoruz ve dönemi kurtarabilecek araçlar içerisinde bu ideolojiye bütünüyle sadık araçları bulmakta da güçlük çekiyoruz. Bu anlamda sorun, emeğin bir fetiş haline getirilmesi, Rus milliyetçiliği, zaman zaman hıristiyan Ortodoksluğunun istismarı vs. gibi olguların, sosyalizmde geri dönüşü olmayan yaralar açıp açmadıklarıdır.
1990 yılında, glasnost ve perestroyka ile birçok açıdan iğdiş edilmiş bir dönemde, sosyalizmin kuruluşunun kendi yarattığı problemleri alt edeceği inancını hala taşıyorum; taşımak gerektiğine inanıyorum.
Sovyetler Birliği’nde “katılım” süreci, aradan geçen onca yıldan sonra üretim sürecinden veya işyeri düzleminden öteye geçmekte önemli güçlüklerle karşılaşmıştır. Sonuçta 1977’de son Sovyet Anayasası tartışılırken, tıpkı 1936’daki üçüncü Anayasa tartışmalarında olduğu gibi, 20. yüzyılın kaydettiği en kapsamlı “katılım” gerçekleşmiş ancak, daha politize ve uzun soluklu bir içeriğe ulaşılamamıştır. Bu nedenle bugün meydanlar sosyalist üretim ilişkilerinin snobları olagelen toplumsal katmanların kapitalizmden veya açıkçası monarşiden yana hezeyanlarına kalmıştır. Eğer “katılım” süreci sosyalist kazanımların bir dekorasyonuna dönüşmeseydi veya bunu aşabilseydi, şimdiye kadar işçi sınıfının son gelişmelere yönelik cevabı gerçekten çok şiddetli olurdu.
Eğitim ve kültürel yaşantıda, üstelik işçi sınıfını merkeze alarak elde edilen olağanüstü başarılara rağmen katılımın içerik olarak sınırlı kalmasının nedenleri, katılımın üretim sürecinden başlatılmasının yanısıra, üretici güçlerin geliştirilmesi problematiğinin bir türlü aşılamamasında aranmalıdır. Bu elbette Rusya’nın batı kapitalizmlerine göre oldukça geri bir toplum olmasıyla ilgili birşeydir. Ancak, geriliğin emekçi kitlelerin yönetime katılım süreçleri söz konusu olduğunda tek başına yıkılmaz bir engel yarattığı (veya yaratacağı) iddiasını kolayca kabullenmemek gerekiyor. En azından Rusya örneğinde, “bu topluma sosyalizm yakışmıyor” dedirtecek denli kestirmeci bir yaklaşımın konumuz olan “emekçi katılımı” açısından tutarlı olacağını düşünmüyorum. Spekülasyona açık varsayımlardan hareket edilmemesi gerekiyor ve örneğin, çok az ülkede Rusya’daki kadar sabırlı ve sebatlı bir işçi sınıfı varolduğu, doğu toplumlarındaki geriliğin ilkel de olsa bir kolektif ruh yarattığı, bugün batılı ülkelerde bireycileştirilmiş işçi sınıfının “sosyalist demokrasi” bağlamında peşinen bir garanti olarak görülemeyeceği türünden karşı tezlerin (veya varsayımların) de pekala kabul edilebilir olduğu unutulmamalıdır.
Bu bölümü kapatmadan önce oluşturmaya çalıştığım çerçeveye “dışarıdan” ekleyebileceğim kısa değinmelere yer vermek istiyorum.
Sovyet deneyimi, örneğin Lenin ve Stalin döneminde, büyük dönüşümler yaşadı. Bunlar, sosyalist toplumun bizzat kurulmaya çalışılması anlamına gelse bile, esas itibariyle yeni toplumun yola koyulabilmesi için verilen sınıf mücadelesinin birer ifadesi oldular. Bu nedenle son tahlilde teori karşısında, söz konusu dönemin hep bir maruzatı olacaktır. Kimi tartışmaların sevimsizliğine karşı bir maruzat!..
Değinmek istediğim bir başka konu, sosyalist dönüşümlerin arkasında her zaman küskün, kızgın veya duyarsız bir kitlenin bırakılmış olacağıdır. Geçiş sürecinde, geçiş devletinin kendisini bu yığına karşı korumaya alması, “katılım” kanallarını bu kesimlere kapatması zorunludur. Sovyetler tarihindeki en ciddi talihsizliklerden bir tanesini, nüfusun çok da önemli bir kesimini temsil etmeyen bu bölmenin sosyalist kuruluş sürecine katılan, ona şu veya bu nedenle omuz veren ve bu anlamda “bilmem ne barajının ne kadar sürede bitirileceği” veya “Nisan ayında kaç adet otomobil silgeci üretileceği” konularına her hücresiyle yoğunlaşan “uyumlu” tabandan daha fazla “büyük politika”yı kollaması ve fırsat bulduğunda bugünkü gibi toplumsal ağırlığının çok daha ötesinde bir gürültü çıkarmasıdır.
Sosyalizmin kendi kanalları içerisinde hissedilmeyen düzen dışı dinamikler olağan kanalların dışında “katılım” yolları ortaya çıkarıldığında kabak çiçeği gibi açılmışlardır.
Sosyalist kuruluş sırasında, kuruluş sürecinin açtığı kanallarda kendi özgürlüğünü yaratmaya çalışan insan malzemesinin örneğin Şolohov’da, Aytmatov’daki kolhoz emekçisinde gördüğümüz gibi yarı-lümpen, yeri geldiğinde nihilist vs. olması, kendilerini üretim artışı beklentilerinde, teknolojik gelişmelerde ve ahlaki kalıpların kırılmasında bulmaları, demokratikleşme sürecinin sosyalizmle uyumlu taban tarafından daha ilerilere zorlanamamasının bir nedeniydi. Üretim artışı, teknolojik gelişmeler, eski kalıpların kırılması partinin önderliği ile zaten alt ettiği hedeflerdi. Sonuçta, sosyalist toplumun emekçileri dünyaya kendi çiftliklerinin, kendi fabrikalarının, kendi santrallerinin geçit verdiği ölçüde bakabildiler.
Toplumsal ilgi konuları, demokratikleşmenin temel gösterge ve düzenleyicilerinden başlıcasıdır. Sovyetler Birliği’nde paradoksal biçimde, sosyalist kuruluşu kaldıran, onun talep ettiği fedakarlığa onay veren “kitle”, onun önselliklerine de gereğinin ötesinde sahip çıkarak bugünkü sorunların artmasına neden olmuştur.
Yukarıdaki tablo tek başına Rusya’ya özgü değildir belki de. İleride arabesk bir kültür ile yoğrulmuş yarı-proleterleri, “en büyük cimbom” diye gırtlak patlatan apaşları devrimci dönüşümlere koştuğumuzda, ödül-ceza salınımına mahkum olduğumuzda, yücelten-ezen bir kitle psikolojisi yarattığımızda, bütün bunları yapmak zorunda kaldığımızda, demokratikleşmenin, kitle katılımının kolay birşey olmadığını göreceğiz. Belki…
Gelecek yazı: TARTIŞMALARIN TÜRKÇESİ…
Dipnotlar
- Burada hemen ilk yazımda yaptığım bir gafı düzeltmeye çalışacağım. Geleneksel sol tanımı içerisinde artık bazı kesimleri bir arada değerlendirmenin mümkün olmadığını anlatmak istiyorum. Bir olumluluk olarak Emek, Toplumsal Kurtuluş ve İktidar Yolu’nu (bu çoğaltılabilir) kimi başkalarıyla aynı başlık altına toplamanın yanlış olduğu açıktı. Ama, açık olan başka yanlışlar daha vardı. Türkiye solunun bazı kesimlerinin artık “arayış” ile açıklanamayacak bir istikrarsızlık içerisine girdiği bir dönemde erken tanımlar koymak da bu yanlışlardan birisiydi. Gafımı İktidar Yolu için düzeltmek istiyorum. Kişisel bir gaftı, kolektif gafların düzeltilmesinin ise zamana, niyet ve yeteneğe bağlı olduğunu düşünüyorum. Özür dilerim…
- Cemal Hekimoğlu; Devrimci Durum ve Kitleler, Gelenek 28 içinde, s.34
- Propaganda-ajitasyon, kitle eğitimi konularında geçmişin deneyimlerini ve bugünün sorunlarını veri alan bir çalışma Türkiye Sosyalist Hareketinin artık gündemine gelmelidir.
- Lenin; Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1976, s. 102
- Tony Cliff; Rusya’da Devlet Kapitalizmi, Metis Yayınları 1990, s.88-90. Cliff bu çalışmasında son derece zorlama bir biçimde Paris Komünü’nün Sovyetler Birliği’nde reel bir sosyalist kuruluş sürecini yargılamak için olgun bir araç biçiminde değerlendiriyor. Ön hazırlıklarını Komün’ün cılız birikiminden çıkarmaya çalışıyor.
- Marcuse; Sovyet Marksizmi, May Yayınları, s.119
- Lenin; a.g.e., s.85
- Lenin; a.g.e., s.101
- Metin Çulhaoğlu; Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri, Gelenek Yayınları, 1989. Çulhaoğlu kitabında geniş bir bölümü “bürokrasi” olgusunun nasıl ele alınması gerektiğine ayırıyor.
- Strong; Stalin Dönemi, Onur Yayınları, 1988, s.32