Sosyalizm Tarihinden Portreler: Aziz Nesin

“Ben bir rastlantıyla okuma olanağı bulmuştum. Açların, çıplakların, okumayanların yerini, şans bize gülmüş, biz doldurmuştuk. Peki bana bunları kim veriyor diye sorduğumda, o günlerdeki yanıtım devlet oluyordu. Daha sonra devlet kimi temsil ediyor sorusuyla asıl karşılığını buldum. Halk veriyordu, Türkiye gibi okumayanların milyonları bulduğu bir ülkede okuyabilenleri aslında halk okutuyordu… bu borç ödenmez, ama ödemeye çalışmak gerekiyor işte böylece de sosyalist oldum” 1 . [NESİN Aziz]

Kendini dünyanın en borçlu insanı sayan, ve bu düşünceyle de çalışmak için sürekli kendisini dürten yazar, 20 Aralık 1915’te Heybeliada’da doğdu. Savaş yıllarında doğmuş olması, o zor koşullarda ailesi için bir tamı yardımı anlamına gelmesi istenmiş ki, kendisine “tanrı yardımı” anlamına gelen Nusret adı konulmuştur.

Çocukluğu oldukça dindar bir baba, babasına göre daha aydın denebilecek bir anne ile yoksullukla geçmiştir. Yazar olmasında, hele hele de gülmece yazarı olmasında, -Chaplin, Çehov, Moliere gibi- sınıfla içli dışlı olmasının, sıkıntılarını böyle derinden hissederek yaşamasının önemli bir etkisi olduğunu söyleyen yazarın, bir aydın olarak, sınıf aidiyetini sahiplenmesinin daha o yıllardan kaynaklandığım anlıyoruz. Bu yüzden Aziz Nesin bizim için, “okumuş insanlar emekçilere karşı sorumludur” sloganımızın yaşamış bir örneğidir.

İlk eğitimine, babasının bir arkadaşı olan Ali Galip’in yanında bir süre Farsça, Arapça dersleri alarak başlıyor. Annesinin ısrarı üzerine, daha soma 1925’te İstanbul Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi’nin 3.sınıfına başlıyor. 1930 yılında ise yoksul çocukların parasız gidebileceği tek yer olmasından dolayı Çengelköy Askeri Lisesi’ne giriyor.

1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca, “Bana ortada böbürleneceğim bir soyadı kalmadığından, kendime Nesin soyadını aldım. Herkes Nesin diye çağırdıkça, ne olduğumu düşünüp, kendime geleyim istedim.” diyerek, Nesin soyadını almıştır.

39’da İstanbul’da Maçka’daki Askeri Fen Tatbikat Okulu’nda okurken, bir yandan da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etti, kendini mimar ve mühendis olarak kabul etmesi burada aldığı eğitime dayanır. Fen okulunu 1941’de üsteğmen olarak bitirdi.

1940-43 yılları arasında Kars’ta bulunurken yazdığı şiirleri, o zamanlar sağcı olarak bilinen Millet dergisine, kendi deyimiyle “o zamanlar askerlerin yazı yazmaları hoş karşılanmadığından” babasının adı olan Aziz adı ile yollamıştır. Düzenin istenmeyen adam ilan ettiği yazar daha soma da uzun yıllar boyunca çeşitli takma isimler kullanarak yazılarım yazmaya devam etmiş, yayıncıların kendisini ihbar etmesi bile onu yıldırmamıştır.

44’de görevi kötüye kullanmaktan üç ay on gün hapis cezası alır ve ordudan atılır. İstanbul’a döndüğünde Yusuf Ziya Ortaç, Sedat Simavi gibi isimlerle görüşerek iş aradığım bildirir. Bir süre sonra da, Sedat Simavi aracılığı ile Yedigün’de yazmaya başlar.

O yıllarda Türkiye tek partili hayattan, çok partili hayata geçmeye hazırlanıyordu. Dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te artık Almanya’nın da teslim olmasıyla birlikte, yaptığı ünlü konuşmasıyla, “artık savaş bittiğine göre demokrasi yolunda da birtakım adımlar atılabileceği”nin müjdesini (!) vermiştir.

Tabii bunun nedenlerine bakıldığında, halkta giderek artan bir hoşnutsuzluk olduğu, 2. Paylaşım Savaşı’nın da etkisiyle günden güne bir yoksullaşma, tepeden inme “çağdaşlaşma” programlarının etkisi büyüktür. Varlıklı sınıfların artık yönetimde daha doğrudan söz sahibi olmak istemeleri sonucu artan baskılar, Almanya’nın teslim olmasıyla birlikte giderek batı modeli ile uyum sağlama çabaları “çok partili demokratik hayat” denemesini zorunlu kılmıştır. Böyle bir deneme içinse sınırları çizmek gerekmektedir. Bir kere sol olmayacaktır, sağınsa Osmanlı düzenine dönmek isteyenleri, laiklik karşısında şeriat diyenleri, Nazi yanlısı faşistleri bu demokratlıkta istenmeyen şeylerdir. Yani istenen, yarı-liberal, tek partiden farklı olmayan sağcı bir muhalefettir.

Yaratılmak istenen atmosfer için baskı yolları kullanılarak ortam dikensizleştirilir. Örneğin düzmece bir sokak gösterisi ile, o dönem solcu olarak bilinen Tan ve Görüşler dergilerinin basım evleri yıktırılır. Aziz Nesin de o zamanlarda Tan gazetesinde çalışmaktadır.

Aynı yıl Aziz Nesin “Parti kurmak, Parti vurmak” adlı ilk bağımsız on altı sayfalık broşürünü çıkarmıştır.

İlk örgütlü mücadele denemesi

46’da çok partili hayatın bu sözde demokrat havasından yararlanan Esat Adil, Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurar ve Nesin de bu partiye üye olur. İki ay üye kaldıktan sonra istifa ederek ayrılır. Siyasal bir parti veya örgütle ilişkisi de burada başlayıp bitmiş olur. Hayatını sürekli olarak mücadeleye adamış olan bir aydının, bu mücadelesini merkezileştirememiş olmasının başlıca nedenlerinden biri de bu siyasal parti denemesinin kısalığına bağlanmalıdır. Örgütsüzlük, bir süre sonra verdiği mücadelenin parçalı hale gelmesine neden olmuştur.

Böyle bir merkezileşmenin, sanatta güdümlülüğü getireceğini düşünmüştür nedense.

“Güdümlülükten, sanatın dışında birtakım politikacıların, yönetmenlerin sanata ve sanatçıya karışmaları anlaşılıyorsa ben buna karşıyım. Yazarın sorumluluğu doğrultusunda bir yol tutturması gerekir. Sınıfsal bilinci olan her yazar ister istemez güdümlü olduğunu bilir ve bunu hatırlatmak kimseye düşmez.” 2

Bağımsız bir aydın olarak verdiği mücadele, sınıfın tarafında, bu bağlamda siyasal olmakla birlikte,

“Yazarın görevi, çağını tanımlaması, yorumlaması, değişime aşılaması. Yazar zamanı durdurmaya, olan durumu olduğu gibi korumaya çalışan iktidarlarla sürekli çatışma halindedir.” 3

diye düşünür, Aziz Nesin.

Böyle bir düşünce, verdiği mücadelenin, sistemin temsilcisi olan devlet ve iktidar eleştirisi ile sınırlı kalmasına neden olmuştur. Hatta bu mücadele zaman zaman “tepkisel” bile olmuştur denebilir. Kimi zaman içinde kadınlarla birlikte, açık artırmayla satılan bir genelev sorunu üzerinde dururken, kimi zaman da ülkede yasak olan bir kitabın basılmasını istemiş, her ikisini de yaparken bu ülkenin demokratlığının, ya da laikliğinin anayasada da yazıldığım buna uygun davranılması gerektiğini ifade etmiştir. Elbette, kendine mücadeleyi seçmiş olan insanların, inanmış aydınların bu ülke sorunlarına sahip çıkmak gibi bir yükümlülükleri vardır. Ancak bu sorunları yaratan, iktidarın yanlış tutumları değil, kapitalizmin dayattıklarının uygulanmasıdır. Durum böyle olunca da insanların parayla satılması, kitapların yasaklanması anayasal bir sorun olmaktan çıkar. Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, bunu bir eksiklik olarak görüyor, fakat bu eksikliği Nesinin kendisine bağlama kolaycılığına düşmüyoruz. Türkiye solunun en durağan olduğu durumlarda bile, o durmamış, yapılması gerektiğini düşündüğü şeyleri yapmayı kendine bir borç bilmiştir.

“Ben başkalarının yapmadığı, yapılması gerektiği halde yapmadığı şeyleri yapmakla kendimi yükümlü sayıyorum… hep böyle olmuştur, konuyla daha yakından ilişkisi olan bir yerlerden, birilerinden umutlu bir ses, bir tepki gelsin diye bekliyorum, ve sonunda o görevi yapmakla kendimi yükümlü görüyorum.” 4 [NESİN Aziz]

demesi bir aydın olarak olabileceği en ileri noktada olduğunu görmemizi sağlar. Bugün aydınların, hala nedenini kendilerince bulamadıkları bunalımın edebiyatım yapan yazarların, kendine sanatçı deyip kendi köşesine çekilip hiçliği üreten şarlatanların elbette Nesini anlaması, sahiplenmesi güçtür. Fakat sosyalistler olarak bizlerin, Nesini anlamak, mücadeleciliğinden ders almak boynumuzun borcudur.

Çok partili hayatta yeni bir sayfa

Sistem, siyasal alanda yaratmak istediği çok partili demokrasi görüntüsü için uygun bir aday yaratmakta gecikmedi. CHP içinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü gibi isimlere Demokrat Parti’yi kurdurdu. Kurucuları dört ay önce CHP’den ayrılmış DP yöneticileri, düzenin istediği rahatlamayı sağlamış, özellikle de tek parti döneminin anti-demokrat uygulamalarının kaldırılması yönündeki vaatleriyle geniş halk kitlelerini etrafına bağlamıştı. Sistemin yarattığı hoşnutsuzluğun kontrolü noktasında DP konusunda bile tereddüt eden burjuvazi ve onların siyasal temsilcileri bu gidişi kontrol altına almak için, bu çok parti denemesinden bile vazgeçecek noktaya gelmiş, ancak o dönemde Sovyet tehlikesini koz olarak kullanıp, sırtını dayadığı ABD’nin uyguladığı politikalar gereği başladığı işe devam etmek zorunda kalmıştır. Çok geçmeden de beklenen “ödül” gelmiştir. Bu ödülün adı Marshall Planı’dır. Öyle ki bu yardım anlaşmasıyla CHP’nin bir süredir onay vermediği, DP’nin istediği anayasal değişim aynı gün imzalanmıştır.

Marshall Planı çok geçmeden protestolara neden oldu. Aziz Nesin de bu konuyla ilgili olarak yazdığı broşürde, Türkiye’nin, Amerika’nın vereceği bu borç parayı almamasını, bu borcun kısa bir süre sonra sömürme-sömürülme ilişkisine döneceğim yazmıştır. Bu broşürden dolayı 10 ay ceza alır. Ayrıca sürgün cezası da verilmiştir. Hapis cezası bittikten soma da Bursa’ya sürgüne gider. Bu arada, bu broşür basılmış olmasına karşın dağıtılmamıştır. Düzenin kolluk güçleri tarafından daha dağıtılmadan, matbaadan toplanmıştır. Yayınlanmamış bir broşürden dolayı ceza alan Nesinin mahkûmiyetini gerektiren Ceza Yasası’nın 161. maddesi de daha sonra anti-demokratik olduğu gerekçesiyle kaldırılmıştır. Sistem Aziz Nesini yine susturmak istemiş, bunun için kendi kanunlarını hiçe saymıştır.

1946’da Sabahattin Ali ile birlikte çıkardıkları Marko Paşa adlı dergi daha ilk günden büyük yankı uyandırır. Günlük gazetelerin ulaşamadığı bir tiraja ulaşır, bu rakam 60 bin civarıdır. Dergide iktidar sert bir dille eleştirilmektedir. Bu dergide çıkan bir yazısından dolayı tutuklanır. Dergi de kapatılır, ancak usta vazgeçmez ve dergi Malum Paşa adıyla çıkmaya başlar; izlenmeler, tutuklanmalar bir yandan sürerken bir yandan da dergi isim değiştirerek yayınlanmaya devam eder. Malum Paşa, kapatılır Merhum Paşa olur, o kapatılır Ali Baba çıkar sonra da sırasıyla Bizim Paşa, Hür Marko Paşa, en soma da Medet olarak iktidarla dalga geçercesine yoluna devam eder. Düzenin Aziz Nesini yıldırması mümkün olmaz.

1948’de Azizname’yi yazdığında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 4 ay tutuklu yargılanır, serbest kalır. 49’da artık kendisine yalnız Türkiye burjuvazisi ve onun temsilcileri değil diğer ülkelerden de davalar açılıyordur. İngiliz prensesi Elizabeth, İran şahı Pehlevi, Mısır kralı Faruk her üçü birden Türk Dışişleri Bakanlığı’na birer dilekçe vererek, Aziz Nesin hakkında kendilerini yazılarında küçük düşürdüğü gerekçesiyle dava açarlar.

1950’de ise, Politzer’in “Marksist Felsefe Dersleri” adlı kitabını çevirdiği ve yayınladığı gerekçesiyle 16 aya mahkum olmuştur. Bu kitapla da marksist literatürün Türkiye’deki ilk çevirmenlerinden olmuştur.

Demokrat Parti dönemi, yeni tutuklanmalar

Yıl 1950. Demokrat Parti iktidardadır. Çok partili hayat da artık resmen başlamıştır. DP’nin ilk icraatı, ordu yönetimini değiştirmek olmuştur. Daha soma da yapılan seçimler ile belediyelerde ve il genel meclisinde kazandığı “başarılar” ile koltuğunu sağlama almak oldu. Bu arada kendini iktidara taşıyan antidemokratik uygulamaların kaldırılacağı sözüne uygun olarak, genel af ilanı ve liberal basın yasası kabul edildi ancak çok geçmeden bu uygulamalar rafa kaldırıldı. Geriye dönüşte öncelik, Ceza Kanunu’ndaki hükümlerin ağırlaştırılmasına verildi. Daha sonra da basma baskılar uygulanmaya başlandı. İnönü’nün uygulamak istediği, kontrollü çok partili hayat biraz daha kontrollü olmaya başlamıştı. Örneğin muhalefet partisi -ki bu “kendi” muhalefetleriydi- CHP’nin mal varlığı 1953’te hazineye devredildi, 1954’te Millet Partisi kapatıldı.

Bu arada sol muhalefet de o güne dek görmediği bir baskıyla karşılaştı. 51 yılında, ünlü komünist tutuklamaları gerçekleştirilirken, gerici ideolojinin önü de önceki dönemlere göre epeyce açıldı. Ezan tekrar Arapça okunmaya başlarken Türkçeleştirilmiş anayasa değiştirilip, eski metin kullanılmaya başlandı. DP, Batıyla uyum konusunda da, üstüne düşeni yapmakta gecikmedi. 15 Temmuz 1950’de Kore savaşında Güney Kore’yi desteklemek üzere 4500 asker çıkarıldı. 52’de NATO’ya üye olundu. DP, iktidar olanaklarını bir yandan ticaret burjuvazisi bir yandan başkanı Adnan Menderes’in de dahil olduğu toprak burjuvazisi için bir yandan da batı emperyalizmi ile bütünleşme yolunda sonuna kadar kullanmıştır.

Sola göz açtırmama düsturu ile hareket eden DP döneminde, 1951’de hapisten çıkan Nesin, Babıali’de iş bulamaz. Bir kitapçı dükkanı açar. O iş de olmayınca 52’de Beyoğlu’nda bir fotoğraf stüdyosu açar. 54’e kadar bu şekilde geçerken, bir yandan da Akbaba dergisine takma adlarla öyküler gönderir, fakat Yusuf Ziya Ortaç daha dergide yazmaya başladığı ilk günden İstanbul Valiliği’ne durumu bildirmiş, öte yandan da zamanın başbakanı Adnan Menderes’e telefon etmiş ve Nesinin takma adlarla dergiye yazılar gönderdiğini duyurmuştur.

Demokrat Parti kendinden beklenen ustalıklı oyunları oynamakta zorluk çekmemektedir. Kriz süreçlerini atlatmada kendinden öncekilerin deneyimlerine başvurmuştur. İngiltere’nin isteği üzerine, Kıbrıs sorununa taraf olan Türkiye içerde, kamuoyunu da bu soruna taraf etmek için düzmece bahanelerle bu sorunu ulusal bir sorun olarak yansıtmaya çalışmış, 55 yılındaki o ünlü 6-7 Eylül olayları patlak vermiştir. Olaylar sonucunda azınlıkların malları yağmalanmış, dükkanları kırılmış, bu arada milliyetçilik ideolojisi de tekrar gözden geçirilmiştir.

Vurmaya çalışılan ikinci kuş da içeride vurulur. Bütün olayların faturası, aydınlara kesilmiştir. Olaylarla yakından uzaktan ilgisi bulunmayan, o sırada bütün gün Akbaba’da çalışan Aziz Nesinin adı, Yusuf Ziya’nın bilmesine rağmen polis kayıtlarına olayların sorumluları arasında geçmiştir. Her dönemde, iktidarın gözünü üstünden ayırmadığı yazar, DP döneminde de aylarca hapiste yatmıştır.

1956’da Yeni Gazete’de köşe yazarlığı yapar. Yine aynı yıl, Fil Hamdi öyküsüyle İtalya Uluslararası Mizahçılar Birliği tarafından Altın Palmiye ile ödüllendirilir. Aynı yıllarda, Adnan Menderes de muhalefet ve basının saldırılarından yararlanan “komünist birliklerin” harekete geçmeye hazırlandıklarım söyleyerek baskıların giderek artacağına işaret etmektedir. Örneğin 57’de, İşçi Sendikaları Konfederasyonu kapatılır. Bu arada siyasal kriz sürerken, ekonomik krize bir çare olarak IMF reçetesi uygulanır, çok yüksek oranlı bir devalüasyon gerçekleştirilirken, zamlar artar, kuyruklar günden güne uzarken hoşnutsuzluklar da artık had safhaya ulaşır.

Hoşnutsuzluk burjuvazinin de dikkatini çekmişti ve onlar da yakınmaya başlamıştı. Demokrat Parti eleştirilerin odağındaydı ve orduda bir kaynaşma başlamıştı. Artık, 60 darbesi yaklaşmıştı.

Ordunun müdahalesi, yapılan anayasal değişiklik önceleri bir sol hava yaratmıştır ve bu sol havaya kapılan aydınlardan biri de Aziz Nesin’dir. Ordu, darbe ile birlikte DP’nin sözüm ona diktatörlüğüne son verecek, ülke demokrasi ortamına kavuşacak ve yemden başladığı demokratlaşma işine devam edecektir. Aziz Nesin de o dönemin tüm solu gibi bu darbeden umutludur ve hatta sevinçle 1956 yılında aldığı Altın Palmiye ödülünü devlet hazinesine bağışlar.

Daha sonra da bu konuyla ilgili olarak

“ayıbımı yüzüme vurmazsanız, ilk Altın Palmiye’yi, 27 Mayıs’ın coşkulu, duygulu sevinci içinde, götürüp Devlet Hazinesine verdiğimi söyleyeceğim; hani hacılarımıza döviz yetiştirmeye çalışan Devlet Hazinesi’ne…5

61 yılında Aziz Nesin Tanin gazetesinde çalışmaya başlar. Bu gazete CHP kökenli Kasım Gülek’in gazetesidir. Genel Yayın Yönetmeni de yine CHP’li İhsan Ada’dır. Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Melih Cevdet de yazarları arasındadır. Nesin, gazetede fıkra yazarlığı yapmaktadır. Gazete kısa sürede çok yüksek bir tiraja ulaşmıştır. Gazete, o dönemde “sosyal devlet” anlayışının anayasaya girip girmemesi tartışmasında, girmesi yönünde taraftır. 27 Mayısçılar, aşırı solcu, komünist olarak değerlendirdikleri Tanin’cilerin bu tutumunu benimsememektedirler.

Bu günlerde Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel bir basın toplantısı düzenler. Toplantıya Aziz Nesin özel olarak çağrılır. Nesin kendisinin toplantıya çağrılmasını oldukça iyi niyetle karşılar. Nihayetinde kendisi de asker kökenlidir ve askerler de yazılarını ve düşüncelerini beğendikleri için kendisini çağırmış olabilirler. Ancak, toplantı sonrası askerin niyeti belli olur. Toplantıyı bitirirken Cemal Gürsel, Nesin’e “Seninle sonra görüşeceğiz” diyerek gider. Ve bir süre soma da bu görüşeceğiz ile neyi kastettiği belli olur. 18 Mayıs 1961’de Tanin gazetesine gelen iki sivil polis Aziz Nesin’le İhsan Ada’yı yazılarından dolayı tutuklar. Böylece demokrasi bekçisi ordunun, ilk tutukladığı gazeteci unvanım İhsan Ada ile birlikte alır. Solun umut bağladığı darbe, sınıfsal kimliğini kısa bir süre sonra Nesin gibi dönemin etkin sol aydınlarım hedef alarak gösterir. 19 Mayıs 1961’de ise gazetede çıkan bir yazı ile Kasım Gülek, Aziz Nesinin gazete ile ilişkisinin daha önce kesildiği ve kendisinin de gazeteye zaten bir yararı olmadığını duyurur.

Türkiye Yazarlar Sendikası Kuruluyor

Türk Edebiyatçılar Birliği 1970’te, Türkiye Sanatçılar Birliği olur. Daha soma da çıkan kanun değişikliği ile birlikte Türkiye Sanatçılar Birliği Demeği olur. Ancak bu örgütler sanatçıların haklarını korumada oldukça yetersizdir. Bunun üzerine Türkiye Yazarlar Sendikası 4 Şubat 1974 günü kurulur. Ancak kuruluşunda ortaya bazı sorunlar çıkar. Leyla Erbil’in başını çektiği bir grup yazar bu sendikada hem yazar, hem de yayıncıların bulunmasını istemezler, ki bu da işçi ve patronun aynı sendikada çalışmasını kabul etmemek anlamına gelir. Oysa Nesin’e göre bu sendika doğal olarak diğer sendikalardan farklıydı. Ve yazarların sanayi sektöründeki diğer işçiler gibi “editörlerin işçisi” sayılamayacağını söylüyordu. Kaldı ki o dönemde, yayıncılar şimdi olduğu gibi bu işi salt para kazanmak amacıyla yapmıyorlar, birçok zorluğu göze alarak çalışıyorlardı… Nesin bunu açıklamaya çalışıyordu, ancak bu düşüncesini üçüncü kongreye kadar kabul ettiremedi, tavır olarak da kendisine teklif edilen başkanlığı kabul etmedi.

Sendikanın amacı, yazarların ekonomik hakları ve sosyal güvenlikleri ile ilgili girişimlerde bulunmak; hukuki, sosyal, kültürel, temel hak ve özgürlükler alanında tam bir söz ve yazı özgürlüğünün gerçekleşmesi yolunda, yasal mücadele vermek olarak belirtilmiştir. İlk yönetim kurulunda Aziz Nesin yukarıda belirttiğimiz durumdan dolayı başkanlığı kabul etmez yalnız, yönetime üye olur. 1975’te ise başkanlığa getirilir. Bu dönemin başlıca etkinliği, Sabahattin Ali ve Nazım Hikmeti anma toplantıları olur. aynı dönemde TYS, Sovyet Yazarlar Birliği, Bulgar Yazarlar Birliği, Romanya Yazarlar Birliği ile kültür anlaşmaları imzalar. Bu anlaşmalar iki ülke halkları arasında edebiyat yoluyla dostluk ve kardeşlik ilişkilerinin güçlendirilmesini ve halkların birbirlerini daha yakından tanımalarını öngörüyordu. Türkiye Yazarlar Sendikası 1980 darbesiyle kapatıldı. 82’de Nazım Hikmet gecesindeki konuşmalarından dolayı yöneticilerine dava açıldı. 83’te ise merkezi “yandı.”

1972’de Aziz Nesin Vakfı kurulur. Vakıfta bakıma muhtaç çocuklara yardım edilir. Halen de yaşamakta olan bu vakıf 80 döneminde oldukça dikkat çekmiştir. “Komünist eğitim veriliyor” gerekçesiyle üzerinde çok durulan bir kurum olmuştur vakıf. Bir yandan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı, bir yandan MİT, ziyaretçi kılığında ardı ardına müfettiş gönderirler vakıfa. Hatta orada çalışan işçilerin iki ayda bir değişiyor olması, çok düşük ücretle çalışıyor olması başlangıçta sadece Nesinin cimriliğine yorulurken, daha sonraları bu işçilerin MİT’ten kontrol amaçlı geldiği, eh Nesinin de bunları yalnız yok pahasına çalıştırma amacında olmadığı, aynı zamanda da orada şüphelendikleri gibi bir komünist eğitim verilmediğini ispatlamak olduğu anlaşılmıştır. Nesin böyle bir eğitimin verilmesini istemiyordu, sebebini ise çocukların hayata bakarken etki altında kalmamalarını, yollarım nasıl olsa ileride çizebileceklerini, hayata bakış açılarım ise özgür bir şekilde oluşturmalarını gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu.

“Aziz Nesin sen nesin?”

3 Aralık 1977’de Vatan Gazetesine yazdığı bir eleştiri-öykü, o dönemde olay olur. Öyküde Maden-İş sendikasının altı aydır sürmekte olan grevi eleştirilmektedir. Öyküde, o dönem için bu grevin yersiz olduğu, hatta bu grevi patronların tezgahladığı, sendika başkanlarının da patronların oyunlarına geldikleri, grev sonucu yapılan zammı ise patronun kendi işine geldiği için yaptığı anlatılır. Bu öykü sadece politika gazetesinde on dört yazıda eleştirilir. Hatta gittiği, Nazım Hikmeti anma gecesinde Maden-İş sendikası tarafından “Aziz Nesin sen nesin” sloganıyla protesto edilir. Bu protestolar uzun süre devam eder.

Türkiye solunun bir başarısı olarak DGM’ler ile ilgili protestolar etkili olmuş ve Demirel döneminde DGM’ler geri çekilmiştir. Bu başarının da etkisiyle MESS’in (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) de ezilmesi amacıyla başlatılan bu grev aynı dönemlerde çıkan stokların üretim bölgelerinden ayrı bir yere taşınması ile ilgili kanun, bir süre sonra grevin aslında iki sınıfın karşı karşıya gelmek şöyle dursun, danışıklı dövüş şeklinde olması gibi bir görüntü vermiştir. Grevin sonucunda bütün stoklar satılmış, ücretlere zam yapılmıştır. İşçilerin alım gücünü yükseltmek ise iç pazara dönük üretimin yapıldığı bir ekonomik sistemde patronların çekindikleri bir şey değildir.

Nesinin yaptığı eleştiri sınıfsaldır, patron sınıfına karşı olması gereken grev bir sınıf tavrı olarak, sınıf bilinci ile yapılmak yerine, ücret artışı için yapılmış, grev adeta danışıklı dövüş halini almıştır.

Bunu TKP’nin örgütlü olduğu Maden-İş sendikası değerlendirememiş, aksine dışlayarak bu tavrın anlamına gölge düşürmüştür. Aziz Nesinin bu sorgulayıcılığını, bir aydın olarak titizliğini paylaşamayan sol, bu büyük aydını kazanmak yerine dışına itme kolaylığım seçmiştir.

80’ler…

12 Eylül darbesinin demokrasiyi askıya aldığını düşündüğünden, bu dönemde roman, öykü, hikaye yazmak yerine faşizmin karanlığında, demokrasi mücadelesi vermeyi seçmişti. Bir yandan YÖK’ün dağıttığı üniversiteyi, “Halk Üniversiteleri” adı altında toplamaya çalışırken bir yandan da bir dilekçe hazırlıyordu. Bu arada onbinlerce insanın ortak olacağı bir gazete çıkarmayı planlıyor, aydınlarımızla bir demokrasi kurultayı toplamayı hedefliyordu. Solda yaprak kımıldamayan böyle bir dönemde, köşesine çekilmeyi tercih etmemiş, ülkesi için aydınlık bir damar açmaya çabalamıştır. Bu amaçla aydınlara önderlik etmiştir. Amacına ne kadar ulaştığı tartışılır olmakla birlikte Bilar’ın kuruluşu da bu dönemin ürünüdür.

Nitekim 80’li yıllarda yazı yazmayı bırakmasının nedenini şöyle anlatıyor:

“Bir transatlantik düşünün ki… Avrupa’dan Amerika’ya giderken birden büyük patlamalar oluyor gemide. Gövdenin dört bir yanından delikler açılıyor. Yani, gemi neredeyse battı, batacak… Kurtulabilmek için, deliklerin bir an önce tıkanması gerek mutlaka. Zaten bunun bilincinde olan yolcular arasında bir de dünyanın en büyük keman virtüözü var. Şimdi, delik tıkamakla uğraşan o virtüöze, yahu delik tıkamayı bırak da, bize bir keman resitali ver diyebilir miyiz hiç? Gemi batmak üzereyken resitalin sırası mı? İşte biz Türk yazarlarının durumu da bu… Yani, sırası mı şimdi öykünün, romanın, oyunun filan? Önce delikleri tıkamaya çalışıyoruz. 6

Bu düşünce ile bu dönem ve sonrasında sürekli olarak gerici uygulamalara mücadele etti.

1984’te aydınlar dilekçesi girişiminde bulundu. O dönem için çalışmalara büyük bir gizlilikle yürütüldüğü girişim, Nesinin sayesinde bir kaç yazarın girişimi olmaktan kurtularak bir aydın hareketi haline geldi. 80 darbesinin öncelikle olarak gözünü diktiği TYS hakkındaki davalar sürerken yapılan çalışmalar, “aydınların onurunu kurtaracak bir şeyler yapmak gerek” diyen Nesinin inatçı, kavgacı, kimliğinin ürünü olarak tarihte yerini buldu.

89′ Demokrasi Kurultayı hazırlıklarında görev alırken, demokrasiyi izleme kurultayının da iki eş başkanından biriydi.

Sivas’ta Aziz Nesin

93 yılında Aydınlık dergisinde başyazarlığa başladı. Şeytan Ayetleri adlı kitabın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları da bu döneme denk düşer. Şeytan Ayetleri için Diyanet İşleri Başkanlığı, kitabın Türkçeye çevrilmemesi yönünde tavsiye vermiş, bir yandan da İran şeyhi Humeyni, kitabı çeviren yazarın öldürülmesi yolunda fetva vermiştir. Nesin, bu iki olayın aynı anlama geldiğini, laik bir ülkede Diyanet İşleri’nin böyle bir açıklama yapmasının üstü kapalı bir uyan olduğunu ve kitabın Türkçeye çevirilmesinin gerektiğini söylemiştir. Ancak bu kitabın çok önemsendiğinden değil de daha çok bir yasağın kaldırılması, burjuva laiklik anlayışının zorlanması anlamına gelmiştir. Bu konuda yaptığı açıklamada;

“Bu romanı yayınlatmaktaki ilk amacım, anayasasında laik olduğu safsatası bulunan T.C.’de islam ülkelerinin dolaylı baskısı ve hükümet içindeki, diyanet işlerinin tavsiyesiyle ve Türkçe yayınlanmasının bir hükümet kararnamesiyle yasaklanmış olmasıdır. Ben, anti-laik, anti-demokratik bir uygulamaya karşıyım. Şeytan Ayetleri’ni çok değerli bulduğum için de yayımlatmak istiyor değilim.” 7 [NESİN Aziz]

demiştir.

Başka bir yerde yine konuya ilişkin olarak,

“Şeytan Ayetleri’nin Türkçeye çevirisi benim için herhangi bir romanın çevirisinden öte bir anlam taşıyor. O da Türkiye’nin gittikçe daha hızlı ve daha çok dinsel bağnazlık ve köktendincilik (fanatizm ve fundamentalizm) batağına saplanmakta oluşudur. Ben kendimi halkıma ödenmeyecek denli borçlu sayan bir yazarım. Bu nedenle özelde Şeytan Ayetleri romanını kökten dinciliğe karşı savaşım vermek, hem benim bir yazar olarak insanlık görevim, hem yazarlık sorumluluğum, hem de halkıma karşı olan sonsuz borcumu ödeme çabasıdır.” 8 [NESİN Aziz]

diyerek, gericiliğe karşı tavrım ortaya koymuştur. Ve ölüm tehdidi altında bile gerçek aydınların akılcılıktan ayrılamayacaklarım kanıtlamıştır.

3 Temmuz 1993’te Sivas’ta 37 aydınla birlikte yakılmak istenmesi bu tartışmaların hemen sonrasında gerçekleşmiştir. Bilinçli bir kışkırtma ile, Pir Sultan Abdal Şenlikleri için gittiği Sivas’ta yaptığı konuşmada halkı tahrik ettiği öne sürülmüş, olaylar seyredilirken hiç bir şekilde müdahale edilmemiştir.

Nesin, otelin dışında olaylar devam ederken yazı yazıyordu. Bir arkadaşının yardımıyla son anda otelden çıkarılır, tanınmaması için üzerine giydirilen önlük bugün hala gerici vahşetin bir simgesi olarak vakıfta durmaktadır. Olay sonrası yapılan açıklamalarla birlikte, Aziz Nesin 37 aydının yakılmasından sorumlu tutulmuş ve idamı istenmiştir. Sermayenin bekçileri önce üstüne salınmış, daha sonra da bizzat sistemin temsilcileri olayların sorumlusu olarak Nesin’i gösterip bir kez daha saldırmaya kalkmıştır. Bunu da idamını istemeye dek götürmüştür. Düzenin komünist tehlikeye karşı her zaman yedekte tuttuğu gerici güruh ise tahriklere kapılan, duygularıyla oynanan zavallılar olarak anılmıştır. Dönemin belediye başkanı olan Karamollaoğlu, olaylar olurken bu gerici güruha önderlik etmiştir. Bu şahıs daha soma meclis koltuğuna taşınarak düzen tarafından korumaya alınmıştır. Bütün bu olaylar olurken Nesin, istediği şeyin yalnızca laikliğin tam uygulanması olduğunu, dine karşı olmadığını, herkesin inançlarında özgür olduğunu söylemiştir. Hatta laikliğin tam uygulanması şeklindeki söylemini, 15 Temmuz’daki köşe yazısında Laik Haklar Derneği kurulması önerisine dek götürmüştür. Bu derneğin yalnız dindarların, Alevilerin, Sünnilerin, Musevilerin değil, dinsizlerin de haklarını savunması gerektiğini söylemiştir. Bu talepleri, sosyalizm programına bağlanmamasına rağmen, burjuva laiklik anlayışını mantıksal sonuçları itibarı ile oldukça zorlayan niteliktedir.

Kendini sürekli olarak bir şeyler yapmaya dürten, bunları da yapamadığında, suçluluk duyan büyük usta, 5 Temmuz 1995’te bir imza günü soması aramızdan ayrılmıştır. Kendi vasiyeti üzerine Vakıfta kimsenin bilmediği bir yere gömülmüştür.

SON İSTEK

Bitki olacaksam,

Çayır çimen olayım

Aman baldıran değil

Yol altında kalacaksam

Gelin arabaları geçsin üstümden

Çelik paletler değil

 

Üstümde çocuk arabaları koşsun

Ne kaçan ne kovalayan

Askerler değil

 

Kerpiç yapacaksanız

Okullarda kullanın

Cezaevlerinde değil

 

Soluğum tükenmez de kalırsa

Islık öttürsünler

Aman ha düdük değil

 

Kalem yapın beni kalem

Şiirler yazan sevi üstüne

Ölüm kararı değil

 

Ölünce defne yapraklarında yaşamalıyım ben

Sakın ola ki

Silahlarla değil

Yazıyı tamamlamadan önce, mücadeleciliği kadar sıkça üzerinde durulan bir özelliği üzerinde durmak istiyorum: Cimriliği. Bunu söyleyenlerin kanıtlan ise; Türkiye Yazarlar Sendikası tarihince davet ettikleri konukların masraflarını sendikaya hiç ödetmemesi, hiç bir şekilde fazla masraf yapmayan Nesin’in, kağıtların her iki yüzünü de sonuna kadar kullanması, sonra bunların bir kısmını peçete olarak kullanması, daha soma da ya soba tutuşturarak, değerlendirmesi veya kesip konfeti yaparak kullandığı, bir diğer örnekse, kendine gelen mektupların zarflarını ters çevirip, yapıştırıp tekrar zarf haline getirip kullanmasıdır. Bu eleştirilere, Demirtaş Ceyhun’a, çağımızın “Nasrettin Hocası: Aziz Nesin” adlı romanına yolladığı düzeltme mektubunda şöyle cevap vermiştir.

“Benim aşırı tutumluluğumun ana kaynağı, emeğe olan saygımdır. Emeğe saygı duyulmadan, emekçi sınıfından yana olmak olanaksızdır. Ben herhangi bir şeyde, o şeyi üreten insanların emeğini (yani harcadıkları zamanı, yani o insanların yaşamını) görürüm. Örneğin çoğumuz, pilavını yedikten sonra tabağında beş pirinç tanesi bıraksa ve günde düşünelim böyle birkaç yüz çocuk aynı şeyi yaparsa ne olur? Burada ziyan olan pirinç taneleri değildir. O pirinç tanelerinin ekiminden, hasatından, ayıklanmasından, taşınmasından taaa pişirilip soframıza getirilene dek kaç insanın emeğinin geçtiğini düşünelim. O emek o insanların yaşamıdır. Ve o pirinçleri atmak, emeğe, emekçiye ve insan yaşamına ve dolayısıyla insanın kendisine saygısızlığı demektir. Bilmem anlatabildim mi?”9 [NESİN Aziz]

Yazarların milyarlarca liraya kendini sattığı, her şeyin alabildiğine metalaştığı bir dönemde, emekten yana tavır alan Nesin, bunu yaşamının her alanına sindirmiş, böyle bir dönemde kendini emekçi yazar tarif ederek kendi safım belirlemiştir.

Aziz Nesin mücadeleci kimliği ile, bizi sürekli çalışmaya dürten yanıyla, üretkenliğiyle geleneğimizin bir parçasıdır. Çağının aydınları arasında kendini sürekli olarak halka karşı borçlu hissetmesi, bu borcu ödemek için sürekli olarak çalışması ile farklı bir yerdedir. Düzenin kurumlarına karşı sürekli mücadeleyle bu borcu fazlasıyla ödemiş, bununla birlikte kendim hiçbir zaman yorgun hissetmemiştir. Aksine ölüme yaklaştığım hissettiği her anda, yapması gereken çok şey kaldığını düşünmüş, bu düşünceyle yaşama dört elle sarılmıştır.

“Kendimi dünyanın gelmiş geçmiş en borçlu insanı sayıyorum. Ve bu sanının altında, hele hele de ölüme doğru yaklaştıkça, her gün daha çok eziliyorum. Hiç bir namuslu kişi borçlu ölmek istemez. Ben de borçlu ölmemek için çırpınarak çalışıyorum. Ama çalıştıkça da borçlarım artıyor.” 10 .

Aziz Nesin kendini doğuştan sosyalist saymış, bunu yaşamının her alanına yaymıştır. Bu çalışmayı ustanın sermayeyi korkutan, dostları saflara çağıran, giderek yaklaşan bir sözüyle tamamlamak istiyorum:

“SAVULUN SOSYALİZM GELİYOR”

Dipnotlar

  1. NESİN Aziz; Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, 1.Basım 1962.
  2. KABACALI Alpay; Gözyaşından Gülmeceye, s.78.
  3. A.g.e. s. 78
  4. NESİN Aziz; Bir Tutam Aydınlık, Adam Yayınları, 1994, s.185.
  5. CEYHUN Demirtaş; Yaşasın Aziz Nesin, Sis Çanı Yayınları, Eylül 1995 İst.
  6. A.g.e.
  7. NESİN Aziz; Bir Tutam Aydınlık, Adam Yayınları, 1994 s.198
  8. A.g.e. s.186.
  9. KÜÇÜK Yalçın; Bilim ve Edebiyat, Tekin Yayınevi, İst. 1995, s.305.
  10. KÜÇÜK Yalçın; Bilim ve Edebiyat, Tekin Yayınevi, İst. 1995, s.305.