Sosyalizm Tarihinden Portreler: Rosa Luxemburg*
Burada yatıyor gömülü
Rosa Lüksemburg
Polonyalı bir yahudi
Öncü savaşçısı alman işçisinin
Buyruğuyla alman ezenlerin
Öldürüldü.
Ezilenler
Gömün bölünmüşlüğünüzü!
B. Brecht
“İşçilerin dünya çapındaki kardeşliği, bence yeryüzünün en yüce ve en kutsal şeyi; benim yol gösterici yıldızım, idealim ve vatanım; bu ideale ihanet etmektense, hayatımı vermeyi seve seve kabul ederim!”
Rosa Luxemburg1
Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919 günü, birlikte kaldıkları otelden çıkarlarken tutuklama bahanesiyle üzerlerine saldırılıp, dipçik darbeleriyle başları ezilerek öldürüldü. Luxemburg’un cesedi bir kanala atıldı. Öldürülüşünden aylar sonra bulunan cesedi, ağır yaralıyken kurşuna dizilen Liebknecht’in yanına gömüldü.
Bu ölüm, Brecht’in yalın anlatımıyla, işçi sınıfının tarihsel misyonuyla, kitlesel olarak bütünleşmesi hayalinin ölümüdür.
Bu ölüm, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” çağrısında anlatımını bulan, devrimci enternasyonalizmi, “sosyal demokrat”ların, dünyanın en onurlu görevinden dönenlerin, “bütün ülkelerin işçileri barışta birleşin savaşta birbirinizi boğazlayın!” çığlığıyla değiştirme gayretlerinin sonucudur. Bu ölüm, bir dönüm noktasıdır.
Nereye kadar Rosa Luxemburg
“Her şeyden önce insan olmaktır asıl sorun!”
İnsan olmanın, sosyalist olmakla bunca özdeşleştiği bir yüzyılda, daha 15 yaşındayken Polonya’da gizli örgütlerle ilişkiye giren, 18’inde bu yüzden yurt dışına kaçmak zorunda kalan, sosyal demokrat partilerin reformizmine karşı 1899’da ilk tepkisini veren ve yaşamının sonuna kadar bu tepkisini anlamlı bir mücadeleye dönüştürebilen, devrimci kişiliğiyle işçi sınıfına ve devrime olan inancıyla mirasımızda hak ettiği yeri alıyor Rosa Luxemburg.
Ancak bu mirasın hakkını vermek için Luxemburg’un teorik ve pratik konumlanışını kalın çizgiler halinde de olsa değerlendirmek gerekiyor.
Batı marksizmince Lenin ve bolşeviklere karşı yürüttüğü polemiklerle tanınan Luxemburg’un, mirasından alternatif bir örgüt ve devrim teorisi çıkarma çabası, giderek luxemburgculuk denen bir sistem kurma çabasına dönüştü. Oysa Luxemburg’un düşüncesi sistematik bir teorik bütünlük oluşturmaktan çok, polemikler içinde sürekli bükülen (hatta bazen kırılan) bir ortodoks marksizm içerir.
Çizgileri çekebilmek için her şeyden önce Luxemburg’u “kendi somutluğu” içinde ele almalı. Ancak, bu somutluk ele alınırken dikkatli olmak gerekiyor. Birincisi Almanya’nın -bolşevikler dâhil- tüm sosyal demokratların yüzünü döndükleri bir merkez oluşu, ikincisi de Luxemburg’un kişiliği nedeniyle…
Örneğin aşağıdaki açıklama Luxemburg’daki eksikli kavrayış ve zaaflara ilişkin olarak yeterli değildir:
“Luxemburg ilk olarak bu (örgüt) sorunu değişik bir tarihi açıdan ele aldı -gerçekte ALMAK ZORUNDA KALDI- çünkü, 1904’te Rus ve Polonya’dan çok Alman gerçeğinin tesiri altındaydı. İkincisi, Almanya’da da devrim yakın bir olasılık olunca, tamamen Leninist anlamda sonuçlara vardı.”2
Birincisi, Luxemburg’un nesnelciliğini tek başına Almanya nesnelliğiyle açıklamak mümkün değil. İkincisi, devrim olasılığı güçlendiğinde ulaştığı sonuçların “tamamen leninist” olduğu da fazlasıyla tartışmalı.
Yarım kalan kopuşlar
Luxemburg, sosyalist mücadele tarihi açısından oldukça zengin bir tarihsel kesiti yaşıyor. Avrupa sosyal demokrat partilerinin kitleselleşmesi, Bernstein ve revizyonizm tartışmaları 1905 Rus devrimi, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, sosyal demokrat partilerin çözülüşü, Bolşevik devrimi, nihayet spartaküs ayaklanmasının bastırılışı hep Luxemburg’un gözleri önünde cereyan ediyor. Tarihsel fonda ise kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişi var.
Dönem gerek burjuvazi cephesinde gerekse işçi sınıfı ve sosyalist hareket cephesinde bir geçiş dönemidir. Leninizm çağına geçiş…
“Lenin’in üstünlüğü (…) emperyalizmin ekonomik teorisini çağımızın bütün siyasal sorunlarıyla birbirine somut olarak bağlamayı başarmasında(dır).”3
Luxemburg, leninizmin güncellik kazandığı bir dönemde, sadece Komünist Manifesto’ya bağlı kalarak yola devam etmeye çalışmıştır. 1914 Ağustosu’nda çeşitli sosyalist akımların aldığı tavırlar, onların daha önceki teorik ve siyasal tutumlarının doğrusal, sınıf mücadelesinde durduktan yerin nesnel sonuçlarıydı. Oysa ünlü Junius Broşürü’nde Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (ASDP) 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki şovenist politikasını eleştiren Luxemburg, bu nesnelliği yeterince anlayamadı. Neredeyse tüm Avrupa sosyal demokrat partileri, yasadışılığa itilme ve kitle desteğini yitirme korkusuyla savaşı destekledi. Avrupa partilerinin çoğu, şişkin ve hantal yapılarıyla artık bu tür koşullar altında yaşama yeteneğinden yoksundu.
“Tereddüt eden liderler fırtına halinde harekete geçen kitleler tarafından kesinlikle bir yana itilecekler.”4
Luxemburg, kitlelerin dinamizmleriyle bu hantallığı sarsacaklarını beklerken, hantallığın şişkinliğin bir sonucu olduğu gerçeğini göremedi.
Tarihi kesit
1871 Paris Komünü sonrasında işçi hareketinin en önemli özelliğini eylem ve örgütlenmelerdeki kitlesellik oluşturuyordu. Genel oy hakkının tanınmasıyla emekçi sınıfları daha fazla dikkate almak zorunda kalan burjuvazi, aynı hızla onları sisteme dâhil etmenin mekanizmalarını oluşturmak zorunda kaldı.
Engels de dâhil batılı marksistler, bu kitlesel eylemlilik ve “siyasallaşmayı” heyecanla karşıladı. Oysa Lenin için bu, “Paris Komününden beri aşağı yukarı aralıksız olarak bir karşı devrim devresinin süregeldiğinin”5 göstergesiydi.
Reformlar ve ekonomik ayrıcalıklar gelişkin kapitalist ülke işçilerinin kendi burjuva devletlerine bağlanmalarını getiriyordu.
Avrupa’nın sosyalist partilerinin kuruluş süreçlerine denk düşen gelişmeler, bu partilerin toplumsal tabanını da belirlemiştir:
“Bağımsız küçük işverenlerin, zanaatçıların ve daha az ölçüde köylülerin sayısındaki azalışa karşın, sanayi ülkelerinde çalışan nüfus içindeki işçilerin sayısı çoğaldı ve toplumsal üretimde kamu sektörünün payı arttı. İşçiler arasında, yalnızca beyaz yakalı işçilerin değil, ayrıca teknisyenlerin sayısı da sıradan işçilerden daha hızlı arttı. Toplumsal ve silahlanma programlarının bir sonucu olarak devlet denetiminin genişlemesi hem memurların, hem de kamu organları ve idaresinde çalışanların çoğalmasına yol açtı.”6
İkinci Enternasyonal partilerinin prototipi, İkinci Enternasyonalin kuruluşunu izleyen dönemde etkili bir biçimde büyümesini sürdüren Alman işçi sınıfı hareketine dayanan ASDP’ydi.
İşçi hareketinin yoğunlaştığı ve güçlendiği dönem, yeni Alman devletinde açıkça görülen ekonomik kalkınmayla aynı döneme denk düşer. Bu hem bir işçi aristokrasisinin yaratılması sürecidir, hem de işçi hareketinin hızlı bir kurumsallaşmaya çekildiği dönemdir.7
Sosyal demokrat günlük gazetesi, tüketim kooperatifi, işçi spor klüpleri ve kültür dernekleri olmayan tek bir Alman kenti yoktu.
Alman sosyal demokrasisinin tartışılmaz bir örgütsel gücü vardı. Peki bunun aynı ölçüde etkin bir politik güce tekabül ettiği söylenebilir mi? Parlamenterleriyle, bürokratlarıyla, sendikacılarıyla, sekretaryasıyla, memur ve görevlileriyle bu insanların artık işçi hareketiyle fiziksel olmanın ötesinde ideolojik ve siyasal pek az bağlantısı kalmıştı. Onlar için hareketin örgütlenmesi bir devrim sorunu olmaktan çıkmış ve kendi başına bir amaca dönüşmüştü. Sendika yöneticilerinin söyledikleri, parti yöneticilerininde sessiz onay verdikleri, anlayış “örgütlenmek için” sakin bir ortama ihtiyaç duyulduğuydu.
Liderlere göre parti, kapitalizmin çöküşünün katalizörü değil, yalnızca mirasçısı olmalıydı.
1898’de ASDP’nin Stutgart Kongresindeki konuşmasında Luxemburg şunları söylüyor:
“Görevimizi kavrayışımız kapitalist toplumu kavrayışımızla sıkı bir bağlantı içindedir [abç]; bakış açımızın dayandığı sağlam zemin budur; buna göre kapitalist toplum en sonunda zorunlu olarak bir patlamaya bir çöküşe yolaçacak olan çözümsüz çelişmelerin içine sürüklenmektedir. İşte bu çöküş anında biz iflas eden bir şirketi dağıtan banka-avukatı rolünü oynayacağız.”8
Reformizme karşı mücadelesinde siyasal konumlanışın kapitalizm tahlilleriyle ilişkisinin altını doğru bir şekilde çizen Luxemburg, kendi hatalarının da buradan kaynaklandığını görememiştir. Emperyalizmi kapitalizmin zorunlu bir sonucu olarak gösterip, tesadüfî bir şey olmaktan çıkarmasıyla teoriye yaptığı katkıyı sistemleştirememiş, en önemlisi de sosyalist ve işçi hareketinin siyasal yönelimleriyle “emperyalizm analizlerini” bir türlü bağdaştıramamıştır.
Emperyalist sömürü mekanizmaları sermayeye kendi ülkesinin proletaryasının bir bölümünü yüksek ücretler vb. yöntemlerle yatıştırma, evcilleştirme olanağını sağlar. Sosyal şovenizmin ve oportünizmin işçi sınıfı hareketi içinde boy vermesi, sınıfın bu ayrıcalıklı kesiminin, işçi aristokrasisinin çıkarlarının siyasal ve ideolojik ifadesidir.
Luxemburg, bunalım analizleriyle kapitalizmin bunalımdan, özellikle de nihai bunalımdan kurtulamayacağını kanıtlamaya çalışırken, kapitalizmin ortadan kaldırılması için zorunlu öznel müdahalenin alanını daraltmıştır. Gereken öznel müdahaleyi de bunalım anında işçilerin sanılanın üzerinde bir devrimci enerji gösterecekleri beklentisiyle sınıfa havale ederken, siyasette de teoride olduğu kadar nesnelci olduğunu kanıtlamıştır. Ve nesnelcilikle hayalciliğin siyasette eş anlamlı olduğunu…
Lenin ile Luxemburg’un çözümleme yöntemleri arasındaki en önemli fark eşitsiz gelişime ilişkindir. Lenin emperyalist zincire ve bu zincirin işleyiş yasalarıyla siyaset arasındaki ilişkiye, bu ilişkinin sosyalist siyaset açısından açtığı alanlara işaret ederken ayaklarını bastığı zemin eşitsiz gelişme yasasıdır.
Bu kısmı açmak gerekiyor. Ancak önce bir parantez: Lenin ile Luxemburg’u dönemin marksistlerinden ayıran, Luxemburg’u mirasımızın bir parçası kılan en önemli ortaklık, sosyalizme olan inançları ve bu anlamda her koşulda diri tuttukları iyimserlikleridir.
Ama Lenin’le Luxemburg arasındaki ortaklık kadar fark da buradadır. Lenin’in iyimserliği ile diğerini ayıran ve siyaseti özgürleştiren, içerdiği gerçekçiliktir. Özgürlük zorunluluğun kavranmasıysa, bu gerçekçilik sınıfın artık tarihsel misyonuyla kitlesel bir örtüşme yaşamadığı gerçekliğinin öncülüğü zorunlu kıldığını görmektir. Leninizm, bu anlamda hem emperyalizm nesnelliğinin en doğru kavranışını hem de devrimci mücadelede nesnelliğe esaretten kurtuluşu olanaklı kılmıştır.
“Herhalde Lenin’in en kayda değer başarısı, 1914 yılındaki sosyalist çöküşü göğüsleyebilmesiydi. Lenin 1914’ü üzücü bir son diye değil, yapıcı bir başlangıç olarak gördü.”9
Luxemburg içinse 1914 bir yıkım oldu.
Luxemburg ve kitleler
Luxemburg’un sınıfa dönük yaklaşımında da yukarıdaki eksiklik fazlasıyla göze çarpıyor. Eşitsiz gelişmenin kavranamayışı, işçi sınıfının tümünü örgütleme konusundaki ısrarı sınıf bilincini kademeli bir birikim ve kendiliğinden hareketin sonucu olarak algılamayı ve kitlelerin eylemindeki kesintililiği, geriye dönüşlülüğü ve eşitsizliği görememeyi getiriyor.
Bürokratlaşmış memurların partisi ASDP’nin sol kanadını oluşturmaya kararlı olan Luxemburg, hayatı boyunca Alman sosyal demokratlarıyla bir yanılgıyı paylaştı.
Kautsky, Luxemburg ve tüm sosyal demokratlarda ortak olan anlayış “sosyal demokrasi proletaryanın kendisidir” algılayışı oldu. Bir kitle örgütü olarak tasarlanan parti, sınıfı temsil ediyor ve proletaryanın tüm farklı tabakalarının bilinçlilik düzeyini kendisinde yansıtarak işçi sınıfıyla özdeşleşiyordu. Bu algılayış, Kautsky’de partinin sınıf hareketini ikame etmesine, Luxemburg’daysa sınıfın muazzam gücünün bu kez partiyi ikame etmesine neden olmuştur. Kautsky partiyi devrimci eylemin önkoşulu, Luxemburg ise devrimci kitle hareketinin ürünü olarak görmeleriyle parti-sınıf sorununa diyalektik bir şekilde bakamamış, süreci tek yanlı değerlendirmişlerdir.
Kautsky’nin “dışarıdan bilinç” vurgusunun sınıf hareketinin dışına düşmekle aynı anlama geldiğini oldukça erken kavrayarak haklı itirazlar getiren Luxemburg kitlelerin sadece eylemle öğrenebildiklerini söylerken haklıdır. Ancak Luxemburg’un atladığı her eylemin devrimci sınıf bilincinin kitle tarafından kazanılmasına zorunlu olarak yol açmadığıdır.
“Sosyalizmin bir tabancanın ateş alması gibi bir anda başlatılamayacağını biliyoruz; ekonomik ve siyasi gücümüzü arttırmak iktidarı almak ve nihayet bugünkü toplumun boynunu kırmak amacıyla bugünkü düzenden -onu ekonomik ve siyasal bir zemin üzerinde keskin bir sınıf mücadelesine sürükleyerek-küçük reformlar koparabilirsek sosyalizmi başlatabiliriz.”10
Kesinlikle reformist olduğu iddia edilemeyecek olan Luxemburg, günlük mücadelelerin nihai hedeflerle uzlaştırılmasını hedeflerken, kapitalist toplumsal düzen çerçevesinde elde edilebilen, hemen gerçekleşebilecek ekonomik ve politik talepler etrafındaki eylemlerin devrimci sınıf bilinci üretmeye yetmediğini atlamaktadır. Luxemburg, Rus Sosyal Demokrasisinin Örgütsel Sorunları başlıklı ünlü polemik broşüründe “Rusya bir burjuva devrimini henüz gerçekleştirmediği ve mutlak bir monarşinin hâkimiyeti altında yaşamaya devam ettiği için proletaryanın bir burjuva demokrasisi döneminin kaçınılmaz olarak sağlayacağı politik eğitim ve örgütlenmeden yararlanmadığını öne sürer. Bu nedenle Rusya’da, diye yazar, ‘Sosyal demokrasi bütün bir tarihsel dönemi kendi çabasıyla oluşturmalıdır. Bu ise Rus proleterlerini otokratik rejimin ömrünü uzatan şimdiki ‘atomize’ durumlarında kendi tarihsel hedeflerinin farkına varmalarına yardımcı olacak ve onları bu hedefleri kazanma mücadelesine hazırlayacak bir sınıf örgütlenmesine götürmelidir… Deyim yerindeyse tıpkı bir Tanrı gibi bu örgütü yoktan var etmelidir.’”11
Kapitalizm çerçevesinde proletaryanın mücadelesiyle elde ettiği kısmi başarılar elbette genel olarak proleter kitlelerin mücadeleciliklerini ve özgüvenlerini arttırır. Ancak bunlar işçi kitlelerini devrimci mücadele için hazırlayacak pek devrimci partinin oluşması içinse hiç yeterli değildir. Hatta tam tersine bu kazanımlar kimi zaman ASDP örneğinde görüldüğü gibi yatıştırıcı bile olabilir. Aşama aşama karşı devrimci cepheye iltica eden ASDP pratiğinin tarihsel olarak öğrettiği, öncü partinin devrimci müdahalesinden yoksun proletaryanın sendika bürokratlarını ve parlamenter gevezelikleri kendi eliyle beslediğidir.
Ve daha da kötüsünü:
“Temmuz sonunda Avrupa partileri, hükümetlerinin politikalarına karşı gösteri çağrısında bulundular ve kitleler her yerde bu çağrıya yanıt verdiler. Ancak yine aynı kitleler, bir kaç gün, hatta bazen bir kaç saat sonra seferberlik başladığı zaman aynı hükümetlerin çağrısına koştular. Böylece yığınların bunalım zamanlarında savaşkan eğilimlerin peşinden sürüklenebileceklerini gösterdiler.”12
İşin ilginç tarafı kitle içinde organik ilişkiler tesis edenler bolşevikler olmuş, Luxemburg ise devrim sürecinde kendisini kitlelerin uzağında bulmuştur.
Spartaküs haftası
“Bilinçsizlik bilinçlilikten önce gelir. Tarihsel sürecin mantığı bu tarihsel sürece katılan insanların subjektif mantığından önce gelir.”13
“İnisiyatif ve bilinçli yönelimin belirli sınırlan vardır. Devrim sırasında proletarya hareketinin bir yönetim organının, hangi fırsat ve faktörlerin patlamalara yol açabileceğini, hangilerinin açmayacağını önceden görmesi ve hesaplaması son derece zordur. Burada da inisiyatif ve yön verme, birinin eğilimlerine göre emirler yayımlamaktan değil, verili duruma en ustalıklı biçimde uyum sağlama yeteneğinden ve kitlelerin ruh hali ile mümkün olan en yakın ilişkiyi sağlamaktan ibarettir.”14
Ve ölümünden 1 gün önce 14 Ocak 1919’da Spartaküs Haftası denen ayaklanmanın bastırılışını değerlendirirken, sorunun, “Berlin kitlelerinin güçlü kararlı saldırgan görünümüyle, Berlin’deki önderliğin kararsızlığı korkaklığı ve yetersizliği arasındaki çelişki”15 olduğunu vurgular.
Bolşevizme eleştirisini; “Çevik akrobat günümüzde direktör rolüne layık olan yegâne ‘özne’nin işçi sınıfının kollektif ‘özne’si olduğunu kavramayı başaramıyor. İşçi sınıfı HATA YAPMA VE TARİHİN DİYALEKTİĞİ İÇİNDE ÖĞRENME HAKKINI TALEP EDER. Gelin açık konuşalım. Tarihsel olarak gerçek bir devrimci hareketin işleyeceği hatalar en zeki Merkez Komitesi’nin yanılmazlığından sınırsız ölçüde daha verimlidir”16 biçiminde dile getiren Luxemburg belki proletaryaya ve tarihin mantıklı akışının sosyalizme varacağına olan inancıyla “romantik” bulunabilir. Ama insanlığı giderek bir ortaçağ karanlığına sokan, gaddar ama kesinlikle yenilmez olmayan kapitalizme karşı savaşımında ortak bir kaderi paylaşacağını henüz bilmeden, kendisini gaddar ve yenilmez silahlarla donatılmış Akhilleus’a karşı savaşırken ölen Amazon kraliçesi Penthesilea’yla karşılaştıran hapishaneden yazdığı mektupları tarihte ezilenlerin ilk başkaldırısına önderlik eden Spartaküs’ün adıyla imzalayan Luxemburg, düşüncesi ve ruhuyla kendini devrime adamanın yetersiz kaldığını, bunları bilinçle harmanlamadıkça Alman proletaryasını “dünyanın görmüş olduğu en şiddetli iç savaşa götürecek” bir liderin karakter özellikleri olamayacağını yaşamı ve ölümüyle anlatır bize. Yolumuza onun iyimserliğine gerçekçiliğimizi, onun ateşine bilincimizi, onun öfkesine öfkemizi katarak devam edeceğiz.
“’Berlin’de düzen hüküm sürüyor!’ Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin “düzeniniz.” Devrim daha yarın olmadan; “zincir şakırtıları içinde yine doğrulacaktır!” ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir:
‘VARDIM, VARIM, VAROLACAĞIM!’”17
*Bu yazı ilk olarak 1995 yılında Gelenek dergisinin 50. sayısında yayımlanmıştır.
Dipnotlar
- Rosa Luxemburg, Spartakistler Ne İstiyor – Siyasi Yazılar (İstanbul: Belge Yayınları, 1979), 105.
- Ernest Mandel, Leninist Örgüt Teorisi (İstanbul: Yazın Yayıncılık, 1991), 31.
- György Lukacs; Lenin’in Düsüncesi – Devrimin Güncelliği (İstanbul: Belge Yayınları, 1979), 44.
- Luxemburg’dan aktaran John Molyneux, Marksizm ve Parti (İstanbul: Belge Yayınları, 1991), 147.
- Lefebvre’den aktaran Cemal Hekimoğlu, Ne Yapmalı”cılar Kitabı – Öncülüğün Siyasal Anatomisi (İstanbul: Gelenek Yayınevi, 1994), 237.
- Wolfgang Abendroth, Avrupa İşçi Hareketleri Tarihi (İstanbul: Belge Yayınları 1992), 64.
- “1890-1914 yılları arasında özgür sendikaların sermayesi 425.845 marktan 88 milyon marka üç yüz binden az olan üye sayısı ise 2.5 milyona yükseldi. Öte yandan sendika yöneticilerinin sayısı daha da hızlı yükseliyordu: 1900 yılında merkez örgütlerde çalışan 269 sendikacı varken savaş başladığı sırada bu sayı 2.867’yi buluyordu. Yani 1900 yılında 10.000 üyeye 4 sendika yöneticisi düserken 1914’de aynı sayıdaki üyeye en azından 11 memur düşüyordu. Parti yönetim kurulunun geliri 1891-2 yıllarında 232.000 Markken 1910-11 yıllarında 1.358.000 Markı bulmuş 1890’da 172.000 Mark olan sermayesi ise 1913’te 2.334.000 Marka ulaşmıştı. Parti 1912 yılında tam 90 günlük gazete çıkartıyor bu gazetelerde 267 redaktör 89 müdür 413 alım-satım ve diğer idari işler memuru 2.646 teknik eleman ve 7.589 kadın gazete satıcısı çalıştırıyordu. (…) Partinin 1913-4 yıllarında köylerde 9.115 kentlerde 2.753 temsilcisi vardı. (…) İşçi sigortalarının idari ve temsili organlarında iş ve ticaret mahkemelerinde belediye idarehanelerinde çalışan sosyal demokratların sayısı 1910 yılında hemen hemen 100.000’e ulaşmaktaydı. SPD’nin üye sayısı on yıldan az bir sürede üç kat artmıştı. (1906: 384.000 üye, 1914: 1.086.000 üye). 1871’de (…) %3’ü, 1912’de oyların %34,8’ini (alır). 187l’den 1912’ye aldığı oyların sayısı kırk kat artmış (1871: 124.655, 1912: 4.250.399) çıkardığı milletvekili sayısı da 2’den 110’a ulaşmıştı (bu milletvekillerinin 36’sı sendika yöneticisiydi.) Rosa Luxemburg’un Sosyal Reform mu Devrim mi kitabının önsöz yazarı Ossip K. Flechtheim’dan aktarıldı Rosa Luxemburg, Sosyal Reform mu Devrim mi (İstanbul: Belge Yayınları, 1993), 8.
- Luxemburg, a.g.e., 40.
- Peter Nettl; Rosa Luxemburg – Yeni Arenada İlk Kavgalar c. 1 (İstanbul: Ataol Yayıncılık, 1993), 51.
- Luxemburg, a.g.e., 53.
- Luxemburg’dan aktaran Molyneux, a.g.e., 125.
- Abendroth, a.g.e., 78.
- Luxemburg’dan aktaran Molyneux, a.g.e., 127.
- Luxemburg’dan aktaran Molyneux, a.g.e., 131-132.
- Luxemburg, a.g.e., 171-72.
- Luxemburg’dan aktaran Molyneux, a.g.e., 129.
- Luxemburg, a.g.e., 172.