Sovyet Deneyiminden Planlama Dersleri

Süreçlere karşıtlarıyla bakmak ve öznelliğin incelenen süreçlerin bir parçası, kritik bir parametresi olduğunu sürekli hesaba katmak Marksizm-Leninizm’in en büyük metodolojik üstünlüklerinden bir tanesidir. Sovyetler Birliği’ne, işçi sınıfının bu en görkemli zaferine bakarken bu metodolojik ilkeyi ne kadar vurgulasak azdır.

İnsanlığa ne öneriyoruz? Bu soruyu Sovyetler Birliği çerçevesinde düşünürke,n bu sosyalist iktidar deneyimine karşı emperyalizmin saldırılarını, soldan ve sağdan yöneltilen eleştirileri göz önünde bulundurmak durumundayız. Süreçleri karşıtlarıyla birlikte düşünmenin gereği budur.

Bir mücadeleyi yitirdik. Ancak emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelemiz devam ediyor. Bu mücadeleyi nasıl ilerleteceğiz? Sovyetler Birliği’ne yöneltilen eleştirileri, saldırıları göz önünde bulundurmanın yanı sıra hesaba katmamız gereken diğer nokta budur: Sosyalizm deneyimimizi, bu kez emperyalizmle mücadelede daha dirençli, daha güçlü kılmak üzere ne yapacağız? Süreçlerin öznelliği de bir parametre olarak içerdiğini hesaba katmak bunu gerekli kılmaktadır.

Elimizde çok zengin bir sosyalist iktidar deneyimi var. Bu birikime bir doğru-yanlış cetveliyle bakmak deneyime yapılacak en büyük haksızlık olacaktır. Bu yanlışa düşmemek sosyalist planlama başlığında bir kat daha önem taşımaktadır, çünkü bu tür bir yaklaşım sosyalist planlamanın özünü gözden kaçırmak anlamına gelir. Sosyalist planlama “şu yanlışlar yapılmasaydı” şeklindeki değerlendirmelerle ele alınabilecek teknik bir süreç değildir. Planlama, Kemal Okuyan’ın ifadesiyle, “geçiş toplumunda uzun erimli toplumsal hedeflerle üretici güçlerin verili düzeyi arasındaki boşluğu dolduran mekanizmanın adıdır”1 . Sosyalist planlama, bir iktidar aracıdır. Bu aracın her koşulda ekonomideki verimliliği, rasyonaliteyi, uyumu vs. artırmak hedefiyle kullanılacağını ileri sürmek planlamayı neyin ne kadar üretileceğine karar vermenin teknik bir aracına indirgemek anlamına gelir.

Planlamanın, sosyalist kuruluş süreci boyunca üretici güçlerin verili gelişkinlik düzeyiyle sınıfsız topluma geçiş hedefi arasındaki boşluğu doldurduğunu söyledik. Elbette planlamanın bu temel işlevi, iktisadi kaynakların verimli kullanımını, üretkenliğin artırılmasını, sektörlerin birbirleriyle olan bağlantılarının geliştirilmesini vs. gerekli kılar. Karşıtlıklardan bir tanesi burada belirginlik kazanıyor: Piyasa asla bu iktisadi değişkenlerin pozitif yönde değişimini garanti etmez, ancak bu değişimi sistemin bütünlüğü içerisinde, muazzam eşitsizlikler yaratarak ve çevrimsel geri gidişlerle sağlar. Piyasa ekonomisinde verimlilik, üretkenlik, sektörler arası bağlantılar; bunların hepsi kâr motifine bağlı olarak gelişirler. Bu değişim sermaye sınıfının kolektif kararlarına bağlı olmadan, rekabetle, paylaşım mücadelesiyle sistemik, krizlerle sağlanır. Dinamiklerin bütünü açısından ortada bir “nesnellik” görüntüsü söz konusudur. Şu ya da bu öznel müdahale nedeniyle değil, “kapitalist sistem”in işleyişinin sonucunda bu değişimler gerçekleşir.

Planlı ekonomide ise bu dönüşüm bilinçli ve iradi politikalarla sağlanır. Bu politikaların esas önceliği ise, toplumsal ilişkileri üretici güçlerin verili durumu çerçevesinde dönüştürme ilkesidir. Örneğin sosyalist kuruluş açısından kırda üretkenlik artışı tek başına bir anlam taşımaz; kırda üretkenlik artışının tarımsal mülkiyetin çeşitli biçimlerinin ortadan kaldırılmasına ve kamu mülkiyetinin egemen kılınmasına bağlanması gerekir. Oysa kapitalizmin böyle bir derdi yoktur, olamaz.

Piyasayı tahtından indirmek

Sosyalist planlamaya, özelde Sovyet deneyimine yöneltilen eleştirilerin ve saldırıların ortak bir noktası şudur: Sosyalist planlama ekonominin uyumlu gelişimini sağlayamamış, ekonomideki kaynak dağılımını verimli bir biçimde gerçekleştirmenin yolunu bulamamıştır. Azgın piyasacılar Mises ve Hayek’ten beri planlı ekonominin bunu başarmak için gerekli araçlardan yoksun olduğunu ileri sürmektedirler. Onlara göre başlıca araçsa piyasa ve özel mülkiyettir. Piyasa, yani paranın saltanatı olmadan ne sermayenin değeri hesaplanabilir ne de “kıt” kaynaklar en fazla ihtiyaç duyulan alanlara tahsis edilebilir. Söyledikleri kabaca budur. Utangaç piyasacılar ise aynı noktaya, meseleyi Sovyetler Birliği’nin “yapısal” sorunlarıyla birleştirerek varmaktadırlar. Demokratik bir planlama sistemi kurulamadı, Sovyet düzeni bürokratikleşti, sanayileşen ekonominin yarattığı tüketim ihtiyaçlarına yanıt verilemedi, vs.

Sosyalist planlamayla piyasanın birbirlerini dışlayan, mücadele içindeki kurumlar olduklarının altını kalınca çizmek durumundayız. Bu nedenle ister arsızca ister utangaçca ifade edilsin, sosyalizme piyasa aşısı yapmaya çalışan her görüşü reddetmek durumundayız.

Sosyalist planlamanın piyasayı salt düzenleyici bir mekanizma olarak içermesi gerektiği fikri yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya atılmıştır. Bu düşünce, sosyalist planlamanın bir başka özelliğini, merkeziyetçiliğini tartışmanın odağına yerleştirmiştir. Devam etmeden bir ara sonucu şimdiden belirtmekte yarar görüyorum: Bir, merkeziyetçi olmayan planlama olmaz. İki, sosyalist planlamanın merkeziyetçiliği, değer yasasının bozucu etkilerine karşı sosyalist kuruluşu ilerletmenin en önemli aracıdır.

Bu bağlantıları daha açık görmek açısından “piyasa sosyalizmi” ideolojisinin temellerini atan Oscar Lange’nin “sosyalist” bir ekonomide fiyatların belirlenmesine dair önerdiği çerçeve ele alınabilir. Lange’nin “planlama”ya ilişkin önerisi iki adımla özetlenebilir: Birinci olarak, bütün fiyatlar deneme yanılma yöntemiyle bulunacak, arz ve talebin eşitlenmesiyle tanımlanan “denge fiyatı”nda sabitlenmelidir. Başka bir ifadeyle, bir malın arzı talebi aşıyorsa fiyatı düşürülmeli, talebi arzı aşıyorsa fiyatı yükseltilmelidir. İkinci olarak, yatırım ve üretim kararları bütün işletmeler tarafından fiyatın, ürünün marjinal maliyetine eşitlenmesi ilkesine göre alınmalıdır. Yani, her bir işletmenin üretimini ilave ürünün kısa dönemli maliyetinin, ürünün değerine (fiyatına) eşit olduğu noktaya kadar artırması gerekir. İşletmelerin yeni yatırım kararları, yeni yatırım sonucunda elde edilen çıktının cari fiyatlara göre saptanan değerinin, yeni yatırımın yapılması için gerekli sermayenin faiz getirisini de içeren uzun dönemli maliyetine eşit olması veya bunu aşmasına bağlı olarak alınacaktır.2

Bu iki kararla özetlenebilecek fiyat oluşum mekanizması içerisinde planlama otoritesine düşen rol, yatırımın yönünü ve biçimini saptamak, sistemin bütünü için gereken toplam yatırım miktarını belirlemek ve faiz oranını kullanarak toplam sermaye talebiyle arzı arasında dengeyi sağlamaktan ibarettir. Bunun dışındaki bütün yatırım ve üretim kararları işletme yöneticileri tarafından alınır. Bu anlamda Lange ve onun önerisini takip eden “piyasa sosyalizmi” taraftarları, merkezi olmayan bir planlama dizgesini savunmaktadırlar.

Tekrar olacak, ama aşağıda ifade edilen nokta neden piyasanın sosyalist planlama (ya da başka bir dizge) içerisinde ehlileştirilemeyeceğine dair temel vurguyu güçlü bir biçimde ortaya koymaktadır:

“Sosyalist ekonomiye ilişkin getirilecek her türden tanım, üretim araçlarında özel mülkiyete son verilmesine merkezi ve belirleyici bir yer vermek durumundadır. Ekonominin planlanabilir olması ve o çok sözü edilen uyumlu gelişimi tamamen buradan kaynaklanır. Ve nihayetinde sosyalist kuruluş sürecinde uyum, meta ekonomisinin tamamen tasfiyesi, ekonominin sosyalist karakterinin güçlendirilmesi gibi bir temel hatta sahiptir. Bu hat pahasına elde edilecek bir optimum denge modeline öykünmenin hiçbir anlamı yoktur.”3

Sosyalist planlamayı salt düzenleyici bir iktisadi politika olmaktan çıkartan ve sosyalizme kendine has bir üretim tarzı olma vasfını kazandıran ana unsur, planlamanın işçi sınıfı iktidarının elindeki bir tahakküm aracı olmasıdır. Tahakkümün nihai amacı sınıfsız topluma varmaktır. Sınıfsızlığa doğru gidişin temel hattı ise üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, meta ekonomisinin tasfiyesi doğrultusunda atılan en büyük ve en önemli adımdır.

Ancak bu zorunlu ama yeterli olmayan bir şarttır. İki nedenle: Bir, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması zorunlu olarak özel mülkiyetin yerine kamu mülkiyetinin geçeceği anlamına gelmez. Sovyet deneyiminde kooperatif mülkiyetinin ortadan kalkmaması bir örnek olarak gösterilebilir.

İki, üretim araçlarının kamulaştırılması da tek başına yeterli değildir; mülkiyetin toplumsallaştırılması gereklidir. Mülkiyetin toplumsallaşmasından kastım, üretimin toplumsal ihtiyaçlara göre düzenlenmesini sağlayacak bir toplumsal merkezin oluşumudur.

Sosyalist planlamayla piyasa karşıtlığının kendisini merkeziyetçilik-yerelcilik karşıtlığında ortaya koyduğunu bir kez daha görüyoruz. Sosyalizmde merkeziyetçiliğin anlamı, iktisadi birimler arasındaki koordinasyonun en rasyonel biçimde bu şekilde gerçekleştirilebilmesinden kaynaklanmıyor. Merkeziyetçiliğin asıl anlamı meta ekonomisinin etkisini kırmak, yani özerk birimler arasında piyasa kategorileri üzerinden kurulan ilişkileri geriletmek ve nihai olarak ortadan kaldırmaktır. Bu sürecin merkezin denetimini giderek artırdığı otarşik bir ekonomi yönetimine karşılık geldiği düşüncesi yanlıştır. Çünkü merkezin denetim gücünün artışı, merkezi karar alma süreçlerinin artan kolektivizasyonu ile beraber yürür. Başka bir deyişle, özerk kararlara duyulan ihtiyaç azalır ve toplumsal ihtiyaçların giderek artan bir bölümü merkezi kararlarla çözülür. Bu gelişmenin sınıfsızlığa doğru yürüyüşün parçası olduğu açıktır. Merkeziyetçilik, kamu mülkiyeti dışındaki mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesinin ve mülkiyetin toplumsallaşmasının aracıdır.

Geçiş süreci ve merkezin toplumsallaşması

Üretimin toplumsal bir merkez tarafından planlanması sosyalist demokrasi tartışmasını yakından ilgilendirmektedir. Burada karşımıza bazı gerilimler çıkmaktadır. Sosyalist kuruluş sürecinde devletin planlamaya ilişkin kararlarının alınmasına geniş emekçi yığınların katılımını sağlaması, denetimin hangi kurumlar tarafından sağlanacağı konusunda bir gerilime yol açar. Kuramsal olarak kim denetleyecek sorusunun yanıtı açıktır: Devlet. Devlet, işçi sınıfının devletidir; dolayısıyla “devlet mi, işçiler mi denetleyecek” sorusu anlamsız görünmektedir. Ayrıca Marksist devlet kuramından bildiğimiz üzere, işçi sınıfının giderek daha geniş kesimlerinin yönetime katıldığı, yani giderek devlet olmaktan çıkan bir devletten söz ediyoruz.4

Ancak Sovyet deneyimi sorunun daha karmaşık olduğunu göstermiştir. Tarihçi Carr, “kim denetleyecek” sorusunun devrimin ilk yıllarından itibaren bir gerilim kaynağı olduğunu kaydetmektedir:

“…sanayi politikasında ortaya çıkan ve tarım politikasında devlet çiftlikleriyle bireysel köylü mülkiyeti zıtlığına tekabül eden, ‘devlet denetimi’ ile ‘işçi denetimi’ arasındaki potansiyel zıtlık yeterince gerçekti. Eğer ‘işçi denetimi’ Sovyetler’in merkezi kongresi ve onun yürütme komitesi tarafından yönetim anlamına geliyorsa bu ‘işçi ve köylü hükümeti’ altında gerçekleştirilen bir kamulaştırma ve devlet denetimi demekti. Öte yandan eğer ‘işçi denetimi’, işyeri komiteleri ya da fabrika Sovyetleri tarafından denetim anlamına geliyorsa, sadece devlet denetimi ile değil üretimdeki kapitalist anarşiyi sona erdirmek için uygulanan ‘planlama’ politikasıyla da açıkça çelişen tamamen farklı bir şeydi.”5

Sosyalist planlama işçi denetiminin ülke çapında gerçekleşmesini sağlar. Proletarya diktatörlüğü altında ülke çapında işçi denetimi devlet denetimi demektir. Sosyalizme geçiş döneminde işçi denetimi kapitalist mülkiyet ilişkilerinin yıkılmasının bir aracıdır. Bu süreç tamamlandığında planlama ilkesi, işçi denetimini plana tabi kılarak devlet denetimine dönüştürme yolunda ağırlığını koyar. İşçi denetiminin geçiş sürecinde varolduğu biçimiyle -Sovyetler’de bu biçim fabrika komiteleriydi- devam etmesini savunmak, ademi merkeziyetçiliğe ve piyasaya geri dönüş anlamına gelir.

Sosyalist planlamanın gelişmesi ve ekonominin bütün alanlarının planlanabilmesi emekçi katılımının giderek artmasını gerektirir. Bu, üretici güçlerin toplumsallaştırılması için gerek şarttır. Ancak katılımın gerekliliğine vurgu yapmak bizi sorunun çözümüne yaklaştırmamaktadır. Asıl zorlu soru önümüzde durmaya devam etmektedir: Emekçi katılımı nasıl sağlanabilir? Bir yandan kapitalizmin bozucu etkilerine maruz kalmış işçi sınıfı, öte yandan emperyalizmin baskılarına karşı hızlı kalkınma zorunluluğuyla yüz yüze bir ekonomi, bu yakıcı sorunla ilgili atılacak adımlara ciddi kısıtlar koymaktadır.

Kolaycı bir formül, işletmeler bazında emekçi denetiminin sağlanmasını savunmaktır. Bu tür bir “tedbir”, sınırlı bir emekçi topluluğunun mülkiyetini kamusal mülkiyetin yerine geçirecek ve planlama için gerekli toplumsal şartların yozlaşması sonucunu doğuracaktır. Bu konuda özellikle Yugoslavya deneyimi öğretici bir örnek teşkil etmektedir.

1950’lerde “fabrikalar işçilere” sloganıyla yola çıkarak işçilerin “öz yönetimi”ni benimseyen Yugoslav sosyalizmi, iktisadi öznelerin giderek daha küçük parçalar biçiminde tanımlanması sonucunu doğurmuştur. Her fabrikada idari, mali ve ticari olarak özerk bölümlerin (BOAL) kurulması, partinin iktisadi kararlara müdahalesini beklenenin aksine daha bürokratik kılmıştır. Çünkü özerk birimlerin kararlarını tek bir fabrika içerisinde uyumlulaştırmak için bile partinin müdahaleleri zorunlu olmuştur. Bu da, sloganın iddiasının aksine, emekçilerin planlama sürecine katılımını artırmaktan ziyade azaltmıştır. Bir yandan uzmanlaşma ve toplumsal işbölümü düzeyini artırmaya vurgu yaparken, öte yandan işçi sınıfını birleştiren politikaların yerine küçük birimlere özerklik tanınmasına dayalı bir idare getirilmesinin yıkıcı sonuçları olacaktır.6 Charles Bettelheim’ın haklı olarak vurguladığı gibi, “…sosyalizmin kuruluşunun ve planlamanın temelleri yıkılmak istenmedikçe, karar yetkisi asla atomlaştırılmış olamaz”.7

Planlamanın toplumsal bir merkezin denetimine girmesi, işçi sınıfını bir bütün olarak harekete geçirecek devrimci sıçramalarla başarılabilir. Bu sıçramalara öncülük etmek partinin işidir. Sovyetler Birliği’ne ilişkin tartışmaların en çok bu tür sıçramalar üzerinde yoğunlaştığını biliyoruz. Örneğin, kolektifleştirme hamlesi devrimci bir sıçramadır ve buna parti içindeki yarılmaların eşlik etmesinde şaşılacak bir durum bulunmamaktadır.

İhtilalci bir sıçramanın anatomisi

Sovyet deneyimi sosyalist kuruluşun uzun ve sancılı bir süreç olduğunu bize öğretmiştir. Bu durum bizi şu soruyu sormaktan alıkoymamalı: Kuruluş süreci ne zaman tamamlanmış sayılabilir? Örneğin meta değişiminin tamamen ortadan kalkması, ekonominin bütününün sosyalist planlamanın ilkeleri temelinde yönetilmesi gibi maddi temele ilişkin gelişmeler kuruluş sürecinin sonlandığını tayin etmek için yeterli ölçütler midir?

Sovyet deneyimi bu konuda bize önemli yanıtlar sunmaktadır. Örneğin yukarıdaki ölçüt ışığında “savaş komünizmi” dönemine baktığımızda, NEP dönemine göre sosyalizme daha yakın olunduğunu söylemek durumda kalırız. Savaş komünizmi meta değişiminin önemli ölçüde ortadan kaldırıldığı, planlamaya dönük temel adımların atıldığı bir dönemdir. Oysa NEP’le beraber meta değişiminin yeniden büyük bir ağırlık kazandığını görmekteyiz. Ancak savaş komünizmi döneminde Bolşeviklerin iktidarlarını önemli ölçüde zora dayandırdığını, NEP döneminde ise güç kazanan burjuva unsurlara rağmen işçi sınıfının iktidarını sağlamlaştırmak için gerekli altyapının hazırlandığını görmekteyiz.

Savaş komünizmi döneminde ancak geçimlik üretim yapmaya yetecek kadar toprağa sahip olan küçük köylülükle ittifak kurulması ekonomide önemli bir ikileme neden olmuştur. Bir yandan iktidarın korunabilmesi için böyle bir ittifakın zorunluluğu ortadayken, öte yandan tarımda küçük üreticiliğin güçlenmesinin olumsuz sonuçları NEP’i gerekli kılmıştır. E. H. Carr, küçük üreticiliğin yaygınlaşmasının olumsuz sonuçlarını şu iki maddede özetlemektedir:

(1) “Her şeyden önce, daha değerli ve uzmanlık isteyen ürün türlerinin gündelik geçime yönelik ürün türleri lehine terk edilmesi…,

(2) “… küçük köylü işletmesi sadece daha az üretmekle kalmıyor, ürettiğinden daha fazlasını tüketiyordu da; böylece şehirlere kalan miktar iki kat azalmış oluyordu. Ürün fazlasının olduğu yerlerde ise bunların toplanması çok daha güçleşmişti ve düzensizlik gösteriyordu, çünkü birkaç zengin çiftçiye ya da devlete veya kent proletaryasına bağlı kolektif birimlere karşı kullanılması mümkün olabilecek zorlayıcı önlemleri geniş bir küçük ya da ‘orta köylü’ kitlesine karşı uygulamak, hem maddi hem de manevi bakımdan imkânsızdı.”8

Değer yasasının işleyiş alanının daraltılması, her zaman sınıf mücadelesinde dengelerin işçi sınıfı lehine kalıcı biçimde bozulduğu anlamını taşımamaktadır. Savaş komünizmi, döneminde piyasayı ortadan kaldırmak, kapitalist üretim tarzından geriye kalan ne varsa yıkmak konusunda, pek çoğu zorunluluktan kaynaklanan birçok adım atılmıştır. Sovyet iktidarı bu adımlar sayesinde iç savaştan galip çıkabilmiştir. Ancak bu dönemi bir geri çekilmenin takip etmesi de tarihsel olarak kaçınılmazdı. NEP, savaş komünizmi döneminde etkisini devam ettiren piyasa karşısında bir geri çekilme dönemiydi. “NEP’in özü köylülükle proletarya arasında, iç savaşın kazanılmasını sağlayan ‘bağı’ devam ettirmekti“.9

Köylülükle kurulan bağın devam ettirilmesi, kıtlığın ve sefaletin hüküm sürdüğü bir ülkede küçük köylüye taviz verilmesi anlamına gelmekteydi. Taviz, sanayi işçisi adına verilebilirdi ve kırla kent arasında piyasa ilişkilerine bir geri dönüş anlamına gelmekteydi. Bu geri adım uzun vadede kırdan kente kaynak aktarımını sağlamayı hedefliyordu. Ancak kısa vadeli sonuçlardan biri kent aleyhine eşitşiz mübadele, diğeri de küçük sanayinin ve tüketim malları üretiminin ağırlık kazanması olmuştur. Her iki sonuç da tarımsal malların kentlere akmasını sağlama ve kentlerdeki açlık sorununu çözmek için iç ticaretin canlandırılması yoluna gidilmesinin ürünüdür. Tarımsal mallar karşılığında kentlerin en hızlı biçimde mal tedarik etmesi gerekmekteydi. Bunun en kestirme çözümüyse sanayide küçük işletmelerin ve tüketim malları sektörünün geliştirilmesidir.

NEP deneyimi, değer yasasının etkisi arttıkça sınai kalkınmanın aldığı biçimin de bundan kaçınılmaz olarak etkilendiğini ortaya koymaktadır.10

Tablo 1


Sosyalist planlamanın belirleyici olabilmesi açısından büyük sanayinin ve sektörler arası entegrasyonun artmasının gerektiğini biliyoruz. Planlamanın temellerinin sağlamlaştırılması için kuruluş döneminde sağlanması gereken en önemli ölçüt, proletarya diktatörlüğünün siyasi belirleyiciliğini yitirmemesi, sürecin kontrolünü elinden kaçırmamasıdır. Kırda ve sanayide küçük üreticiliğin desteklenmesi geçici bir politikadır. Proletarya diktatörlüğünün kontrolü yitirmemesi, küçük üretimin her iki türünün de ne ölçüde ve nereye kadar destekleneceğine karar verebilme becerisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

NEP döneminin politikaları “değer yasasını sınırlandırma”nın veya “kontrol altına almanın” mümkün olmadığını göstermektedir. Değer yasası işlediği sürece ekonominin bütün dinamiklerini ve alanlarını kendine tabi kılmak doğrultusunda genişleme eğilimi gösterir. Bu eğilimin kontrol edilebileceğini veya sınırlandırılabileceğini iddia etmek zorlamadır. Piyasa ilişkilerinin üretim ilişkilerinde kapitalizme tam anlamıyla geri dönüşü beraberinde getirmemesi için sert darbelerle sonlandırılması gerekir. NEP dönemi, işçi sınıfı iktidarının, bu sert darbeleri vurabilecek maddi gücü geliştirmek için “geri çekildiği” bir dönemdir.

Kolhoz ve sovhozların gelişimi, köylülük içindeki sınıf karşıtlığının derinleştirilmesi ve yoksul köylülükle işçi sınıfı arasındaki ittifakın sağlamlaştırılması politikasına bağlıydı. İttifak, devrimin gereksindiği sıçrama için bir zorunluluktu; ancak bunun sonucu kırda sosyalist üretim ilişkilerinin gelişmesini uzun bir süre boyunca ertelemek oldu.

Tarım kooperatiflerinin gelişmesi geleneksel aileye dayalı tarım toplumunun dağılmasında rol oynadı. Ancak kooperatif mülkiyetinin çelişkili karakteri, kooperatifleri kontrol eden toplumsal grupların farklılığında ortaya çıkmaktaydı. Örneğin süt ürünleri kooperatiflerinin büyük ölçüde varlıklı köylülerin, patates gibi katma değeri nispeten düşük ürünleri üreten kooperatiflerin ise yoksul köylülerin kontrolü altında olduğu kaydedilmektedir. 1927-1928 yıllarında yoksul köylülerin yüzde 25-30’u, orta halli köylülerin yüzde 40’ı, kulakların ise yüzde 50-60’ı kooperatiflere bağlı bulunuyordu.11

Öte yandan özellikle kolektifleştirme hamlesinin hemen öncesinde kolhozların sınıfsal bileşiminin değiştiği göze çarpmaktadır. Carr ve Davies, 1927-1928’de kurulan kolhozların büyüklüğünün daha öncekilerden önemli oranda küçük olduğunu kaydetmektedir. Bu durum, yeni kurulan kolhozların büyük oranda yoksul köylü hanelerinden oluştuğunun bir işareti olarak kabul edilebilir. Yeni kurulan kolhozların eskilere göre daha teçhizatsız oldukları, dolayısıyla da devletin sağlayacağı krediye ve teçhizata daha fazla bağımlı olduğu da bu veriye eklenmelidir. Örneğin, 1929’dan önce kurulan kolhozların yüzde 45’inde traktör varken, 1929’dan sonra kurulanların sadece yüzde 10’unda traktör bulunmaktadır.12

Kolektif çiftliklerin güçlenmesi hem yoksul köylülüğün kulaklara karşı örgütlenmesini, hem de kooperatif mülkiyeti üzerindeki devlet denetiminin kolaylaşmasını sağlamıştır. “Uzun zamandır var olmaya devam eden tarımsal kooperatiflerle kolhozlar arasındaki ilişki sorunu, kolhozların kolektivizasyon kampanyasının mızrak başı olarak ortaya çıkmasıyla çözüldü”.13 Tarımda sosyalist örgütlenme biçimlerinin gelişmesi, bunların mekanize tarım tekniklerini kullanarak var olan tarımsal örgütlenme biçimleri üzerinde üstünlük sağlamasıyla mümkün olabilir. Sovhoz ve kolhozlar mekanize tarımın gelişmesi için uygun yataklar olmuştur. Mekanize tarıma geçiş, kırda kolektifleştirmenin bir sonucu olmaktan çok, onu mümkün kılan teknik temeli oluşturur. Zira küçük köylü mülkiyetiyle mekanize tarım arasında açık bir kan uyuşmazlığı vardır. Küçük köylüyü tarım kolektiflerine kazanmanın en etkili yolu, ona daha az emekle daha çok ürün alabilmenin olanaklarını göstermektir. Başka bir ifadeyle küçük köylü, sosyalizme traktör sayesinde kazanılabilir.

1927’de en önemli tarımsal üretim aracı olan traktörün kooperatifler tarafından dağıtımına yönelik önemli bir müdahale gerçekleştirilmesi, tarımın planlama kapsamına alınabilmesi ve kırdaki karmaşık mülkiyet yapısının sadeleştirilmesi yolunda önemli bir adımdır. Bu müdahale, traktörlerin kolektif çiftliklere devlet kurumları olan makine traktör istasyonları aracılığıyla dağıtılmasını öngörüyordu. Böylece kırda iş disiplini sadece bireysel köylünün geçimini idame ettirmesi esasına dayanmaktan çıkartılabilecek ve köylünün daha büyük bir üretim biriminin planları kapsamında emek harcaması esasına geçilebilecekti. “Yeni oluşturulan MTS’nin [Makine Traktör İstasyonları] özelliklerinden biri, köylülerin katılımıyla istasyonun ziraat mühendisi tarafından hazırlanan ve genel köylü meclisine sunulan yıllık bir üretim planıydı. Her bir MTS üretim sorunlarını tartışmak üzere düzenli olarak bir genel meclise başvurmak ve istasyonun yöneticisinden rapor almak üzere bir köylü temsilcileri konseyi kurmak durumundaydı.”14 Bu adım, kolektifleştirmeyle tarımın mekanize edilmesi arasında doğrudan bir bağlantının bulunduğunu ortaya koymaktadır. Kırda planlamanın olanaklı olabilmesi, tarımsal üretimin mekanize edilmesine bağlıdır.

Kolhoz ve sovhozların kolektif tarıma geçiş konusundaki öncülükleri, tarımın mekanikleştirilmesi konusunda da doğal olarak gözlenmektedir. 1926’da Sovyet tarımının yüzde 1.6’sı, 1929’da ise 2.8’i mekanik araçlarla gerçekleştirilmekteydi. Bu yüzdeler (1929’da) sovhoz ve kolhozlar için sırasıyla yüzde 60 ve 62.3’tü.15

Bu veriler, yirmili yılların sonunda tarımda kolektifleştirme hamlesini başlatmak için uygun koşulların geliştiğini göstermektedir. Bir yandan kooperatif mülkiyetinin geliştirilmesi ve genel iktisat politikası araçları (vergiler, kotalar vs.) vasıtasıyla kulakların direncinin kırılması yolunda adımlar atılmış, öte yandan kolhoz ve sovhozların kooperatif örgütlenmesi içinde işçi sınıfı iktidarının yoksul köylülükle ittifakını sağlayan araçlar olması yolunda bir gelişme sağlanmıştır.

Trotskiy ve yandaşlarının önerdiği gibi, kolektifleştirme hamlesi daha önce başlatılabilir miydi? Hayır, çünkü yoksul köylülükle kulaklar arasındaki geleneksel bağlar böyle bir hamleye izin vermeyecek kadar güçlüydü. Özellikle 1927 sonrasında kurulan yeni kolhozlar, kulakların gücüne ağır bir darbe indirmiş olsa bile, bunlara katılan yoksul köylülerin pek çok örnekte kulakları da kolhoza katmaya taraftar olduğu görülmekteydi. Böylece kulakların verimli toprakları ve teçhizatları da kolhozun kullanımına giriyor, ama kırda sosyalizmin kuruluşunun koçbaşı olması beklenen bu örgütlenme tarım burjuvazisinin sömürüsüne açık hale geliyordu. Yoksul köylülüğün tarım burjuvazisiyle iktisadi bağlantısı yeterli ölçüde zayıflatılmadan, kulaklara karşı kapsamlı bir harekât başlatmak olanaklı görünmemekteydi. Aşağıdaki istatistikler böyle bir harekâtın neden olanaklı olmadığını ortaya koymaktadır:

Tablo 2

Kaynak: E. H.Carr, R. W. Davies; Foundations of a Planned Economy. 1926-1929, cilt 1, Macmillan Press, New York, 1969 s. 180.

Mücadelenin bu uğrağında fiyat mekanizmasının nasıl kullanılacağı önemli bir soruna dönüşmüştür. Tartışmanın bir boyutu tarımsal malların nasıl bir fiyat sistemi aracılığıyla tedarik edileceği, diğer boyutuysa tarımla sanayi arasındaki ticarette fiyat makasının nasıl kullanılacağı üzerinde odaklanmaktadır. Birinci boyuta ilişkin NEP’in son döneminde geliştirilen yanıt, kontraktatsiya olarak bilinen sözleşme üzerinden satın alma sistemidir. Bu sistem, devletin hasat öncesinde belirlenen bir sözleşme vasıtasıyla ürünü satın alması esasına dayanmaktadır. Dolayısıyla ürün fiyatı, ürün henüz “piyasaya” çıkmadan belirlenmekte ve devlete fiyat belirleme imtiyazını sunmaktadır. 1929’un ilk yarısında benimsenen üretici sözleşmeleri sistemiyle bu müdahale basit anlamda bir miktar ve fiyat belirleme aracı olmanın ötesine geçmiş ve tarımsal ürün desenine müdahale etmenin de aracı haline getirilmiştir. Böylece sözleşme sistemi, köylünün belirli miktarlarda üretim yapmasını temin etmenin ötesinde, belirli sınai hammaddeleri üretmesini, belirli teknikleri kullanmasını ve kolektif tarım örgütlenmesinin bir parçası haline gelmesini sağlayan bir araca dönüşmüştür.

Fiyat tartışmasının diğer boyutu olan fiyat makasının ne yöne doğru açılacağı sorunu, Stalin’i muhaliflerinden ayıran başlıca konulardandı. Fiyat makası tartışması özünde endüstrileşmenin hızı tartışmasıdır. Sosyalist kuruluşun ülke dışından kaynak bulmasının olanaklı olmadığı ve tarımın ekonomide ağırlıklı bir yer tuttuğu şartlarda endüstrileşmede hız sorunu, tarımdan sanayiye kaynak aktarımını istikrarlı bir temele kavuşturmayı önemli kılmaktadır. Tarımdan sanayiye kaynak aktarımının, iktidarı korumak için gerekli ittifakları korumak gibi önemli bir kısıtla karşı karşıya olduğu vurgulanmalıdır. Öte yandan sanayileşmenin belirli bir hıza ulaşamaması halinde işçi sınıfının iktidarını koruyamayacağı da eklenmelidir. Stalin’i Trotskiy ve Buharin’den ayıran nokta, bu iki ciddi kısıt altında devrimci bir sıçramayı gerçekleştirebilme stratejisini gerçekçi bir biçimde geliştirebilmiş olmasıdır.

Sosyalist kuruluşun bu döneminde fiyat makasının nasıl kullanılacağı önemli bir tartışmaya dönüşmüştür, ancak pratikte fiyat makasının nasıl kullanılacağı sorununu önceleyen mesele makasın kullanılıp kullanılamayacağıdır. 1927-1929 döneminde sınai mallar lehine fiyat makası açılmış olsa da, sınai mal kıtlığının ve tarımsal malların stoklanmasının belirleyici olduğu bir ortamda gerçek fiyatların piyasa fiyatları olmasının önüne geçilmesi mümkün olmamıştır. Tüccarlar hasadın ortalama yüzde 15’lik bir kısmının ticaretini kontrol ediyor olsalar bile tahılın piyasa fiyatının resmi fiyatların üç katına varan ölçüde artmasını sağlayabilecek bir güce sahip bulunuyorlardı. Piyasanın böyle bir gücünün olmasının sebepleri arasında, kırda kulakların resmi politikaya karşı direnişlerine orta ve yoksul köylülüğün bazı kesimlerini kazanabilmeleri ve sanayinin büyüme hızı gelmekteydi. 1928 sonunda, izlenen resmi fiyat politikasına ve gönüllü tahıl tedarik sistemine karşın, kolhozların bile ürünlerini özel piyasaya sunduklarını gösteren veriler bulunmaktadır.

Deneyim, planlamanın araçlarının geliştirilmesinin ve emekçilerin plana katılımının sağlanmasının sınıf mücadelesinin güncel durumu tarafından belirlendiğini ortaya koymaktadır. Planlamanın araçları, üretici güçlerin gelişkinlik düzeyinin koyduğu kısıtlar altında sınıf mücadelesine müdahale etme amacını taşır. Araçların ne biçimde kullanılacağı tartışmasını önceleyen sorun, hangi araçların kullanıma sokulacağıdır. Planlama ilkesiyle (bütün iktisadi süreçlerin plana göre yönetilmesi) planlama politikası (plan araçlarının geliştirilmesi ve devreye sokulması için gerekli siyasi koşullarının sağlanması) arasında bir açı vardır. Planlama politikası sınıf mücadelesinin dinamiklerine bağlıdır; bu nedenle planlama ilkesiyle politikası arasındaki açının zaman zaman genişlemesi veya daralması kaçınılmazdır. Önemli olan politikaların planlama ilkesinden büsbütün kopmasını önleyebilecek bir güce sahip olabilmektir. Böyle bir siyasi irade kendisini her koşulda dayatabiliyorsa sosyalist planlamadan söz etmek mümkündür. Buradaki ölçüt kanımca “nereye gidiyoruz” sorusuna verilen yanıttır.

Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında toprak ağalarının toprakları millileştirilerek topraksız ve küçük köylülere dağıtıldı. 14 Şubat 1919 Kararnamesi’yle bireysel tarımdan kolektif tarıma geçiş ve bütün toprakların tek bir kamu fonu altında toplanması zorunluluğuna uygun bir siyasi doğrultu belirlendi. Aralık 1922 Kararnamesi’nde ilk kez toprak “işçi ve köylü devletinin malı” olarak tanımlandı. Toprak meta olmaktan çıkartıldı ve devlete ait toprak üzerinde üretim yapanlardan herhangi bir kira alınmayacağı açıklandı. NEP döneminde, kırdan kente tarımsal ürün aktarımını sağlamak amacıyla tarımsal üretkenliği artırma yönünde adımlar atıldı. NEP’ten kolektifleştirmeye geçiş öncesinde, kolektif tarıma geçiş için en uygun biçim olarak kolhoz ve sovhozlar örgütlendi ve güçlendirilmeye başlandı. Bütün bu gelişmelere bakıldığında, Sovyetler Birliği’nde “nereye gidiyoruz” sorusunun cevabı açıktır.

Birinci beş yıllık plan bu gelişmeler temelinde gerçekleştirilen bir sıçramaydı. Buharin’in planın zamanlamasına itiraz ederken, “piyasanın daha uzun yıllar belirleyici iktisadi bağlantı” olacağını söylemesi çarpıcıdır. Piyasanın aşılmasının uzun bir mücadele dönemini kapsadığı doğrudur. Ancak planlama doğrultusunda elde edilen her kazanımın piyasaya indirilen bir darbe olduğu da açıktır. Darbe, devrimci özne tarafından nesnelliğe rağmen indirilmektedir. Tabir yerindeyse planlama, piyasaya gardını her düşürüşünde sıkı bir yumruk atmaya çalışan bir boksöre benzetilebilir. Buharin ise yumruk atmak yerine ayak oyunlarıyla rakibi yormayı önermektedir. Ancak rakip deneyimlidir ve ayak oyunlarında daha başarılı olması pek muhtemeldir. Stalin rakibin gardını düşürmeyi ve yumruk atmayı tercih etmiş, Sovyet iktidarının başka türlü korunamayacağını görmüştür. Rakibin gardını düşürmek, planlama sürecine emekçilerin katılımını artıracak yaratıcı siyasi müdahaleleri gerektirmektedir.

Birinci beş yıllık, plan kolektifleştirme yolunda büyük bir sıçrama öngörmekteydi. Sıçrama, 1927-1928’de 2.3 milyon hektar olan kolhoz ve sovhoz arazisini beş yılda 27 milyon hektara ulaştırmayı hedefliyordu. Böylece kolhoz ve sovhozlara 5-6 milyon hanenin, yani 17-20 milyon köylünün daha katılması planlanıyordu. Ancak bu büyük sıçramayla bile kolektif çiftliklerin üretiminin toplam mahsulün yüzde 16’sına, piyasaya arz edilen mahsulünse yüzde 43’üne ulaşması öngörülmekteydi.16 Devrimci bir sıçrama olmadan “ilerleme”yi bu veriler üzerinden tahayyül etmek sanırım daha kolay…

Bir gerilemenin anatomisi

İşçi sınıfını harekete geçirecek devrimci sıçramalara öncülük etmekten vazgeçildiği takdirde, üretici güçlerin verili gelişkinlik düzeyine teslim olmak kaçınılmaz olmaktadır. Üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine teslimiyet ise bir iktidar aracı olan planlamanın etkinliğini mutlak anlamda düşürecektir. Bunun giderek planlamanın sorgulanmasına uzanacak bir çözülüşe varabileceğini Sovyet deneyimi bize öğretmiştir. Sovyetler Birliği’ndeki planlama deneyiminin başarısız olduğundan bahsetmiyorum. Planlamayı ideolojik mücadelenin etkin bir aracı olarak kullanma becerisinin kaybedilmesinden söz ediyorum.

Planlama, toplumu harekete geçirecek devrimci sıçramaların bir aracı olmaktan çıktığında, aracın iktisadi etkinliğine ilişkin sorgulamaların ve teknik tartışmaların ön plana çıktığını görüyoruz. Ellilerin sonlarında başlayan matematiksel planlama tartışmalarını ve planlamada “optimalite” arayışının giderek bir sabit fikre dönüşmesini böyle yorumlayabiliriz. Planlamanın matematiksel araçları kullanması elbette kaçınılmazdır. Ancak planlama tartışmasının bu çerçevede yoğunlaşması diğer başlıklardaki yorgunluk ve isteksizliğin bir işaretidir. Ellilerin sonunda yoğunlaşan bu tartışmaların ardından Liberman reformlarının gelmesi ve kabul görmesi tesadüf sayılmamalıdır.

Liberman reformlarının en sık anılan sorunu, ekonomide kârlılık ölçütüne dayanan bir özendirici sistemini savunmasıdır. Ancak Libermanizmin kârlılık kriterinden daha büyük sorunu, iktisadi özne olarak işletmelere giderek artan bir ağırlık kazandırmasıdır. Liberman, kârlılık ölçütüne göre işletmelere prim verilmesi sayesinde işletmelerin üretim hedeflerini tutturmak veya aşmak adına başvurdukları stok biriktirme ve sermaye mallarını verimsiz kullanma alışkanlığından kurtarılabileceğini savunuyordu. Ancak Liberman’ın reform önerisinin geçerli olabilmesi için hem işletmelere yatırım ve üretim kararlarında daha fazla özerklik tanınması, hem de daha fazla fiyat esnekliğinin sağlanması gerekmekteydi. İşletmelerin karar alma özerkliklerinin artırılabilmesi için mali araçlarla donatılmaları ve hukuki bir kimlik edinmeleri gerekir. Örneğin işletmelerin faaliyetleri sonucunda elde ettikleri mali kaynakların bir bölümünü kendi üretimlerinin finansmanına aktarmaları konusunda serbest kalmaları, ayrıca bazı yatırım kararlarını destekleyecek kredi olanaklarıyla donatılmaları gerekir. 1962 reformuyla bunların hepsi gerçekleşmiştir.

İşletmelerin iktisadi özneler olarak daha fazla ağırlık kazanmasının en önemli sonucu, ekonominin daha büyük ölçüde parasallaşmasıdır. Kredi olanaklarının artırılması, fiyat istikrarı ve esnekliğinin sağlanması, öz-finansman olanaklarının geliştirilmesi; bunların hepsi ekonomideki parasal ilişkilerin belirleyiciliğini artıran süreçlerdir.17

1962 reformuyla perestroyka arasında tam bir iktisadi süreklilik aramak yanlış olur. Ancak iki sürecin de “işletme reformu” düsturuyla harekete başlamış olması çarpıcı bir noktadır. 1987’de yürürlüğe konulan Devlet İşletmeleri Yasası, işletme yönetimi reformu tartışmasının çözülme sürecini ne ölçüde ivmelendirdiğini ortaya koymaktadır. Bu yasanın mimarlarından, seksenlerin sonunda Gorbaçov’un baş iktisadi danışmanı ve SSCB Bilimler Akademisi İktisat Bölümü’nün başkanı olan Abel Aganbegyan perestroykanın işletme yönetimi reformu başlığı üzerinden sistemi adım adım çözülüşe nasıl sürüklediğini ortaya koyuyor:

“Eski idari yönetim sisteminden geçmişte geliştirdiğimiz ve bugün de süregiden, temelde bizim için yeni bir iktisadi yönetim etosu olan bir nizamla uzaklaştık: İktisadi yöntemlerin uygulanması. Bunun ana araçları işletmelerin ve kartellerin, üretimin temel bileşenlerinin, tam bir öz-muhasebeye tam bir öz-finansman ve öz-yönetim sistemine geçirilmesidir. … Yeni yasa kapsamında üretimin geliştirilmesi için fonlar mevcut kılınmıştır. Bu fonlar kârlardan kaynaklanmaktadır… Bu fonlar sayesinde işletmeler bağımsız olarak çalışabilir. … İşletmeler ve emek güçleri çalışma ve ücretler gibi alanlarda birçok hakla donatılmıştır. Artık planlama sistemini, maliyeyi, kredi ve bankacılık sistemini yeniden yapılandırarak işletmelerimizin yeni iktisadi konumlarını güçlendirmek zorundayız. … Sovyetler Birliği’nde halihazırda bankacılık ve maliye sistemi reformları uygulamaya konulmuştur. … Bankalar öz-finansmanını sağlama noktasına gelecekler; ayrıca kredinin rolünü de büyük ölçüde artırıyoruz. … Fiyat değerlendirmeleri dünya fiyatlarını göz önünde bulunduracak. Bütün bunlar merkezileştirilmiş maddi ve teknik ikmal sistemimizi toptan ticaret sistemiyle değiştirmemizi sağlayacak; başka bir deyişle, ilk kez üretim araçları için bir piyasa oluşturmamızı sağlayacak. Bu nedenle fiyat sistemi değişiyor. Merkezi olarak denetlenen fiyat tespitini sınırlandırmak ve piyasada serbest fiyatlarla belirlenen sözleşmeler aracılığıyla fiyatlandırmanın kapsamını genişletmek istiyoruz.”18

Karşımıza şöyle bir ilişki zinciri çıkmaktadır: İşletmelere daha fazla otonomi verilmesi -fiyatlar üzerindeki merkezi denetimin azaltılması veya kaldırılması anlamına gelen bir fiyat reformu- işletmelerin bağımsız yatırım kararları alabilmeleri için finansal kaynakların yaratılması -ücret reformu- bankacılık ve mali sistem reformu -tüketim malları piyasasının yanı sıra üretim araçları piyasasının da geliştirilmesi. Bu ilişkiler zincirini daha sade bir biçimde yeniden yazmak mümkün: Özerkleştirme-yerelleştirme-piyasa egemenliği. Ne hazindir ki, neoliberalizmin bütün dünyaya dayattığı formül de bunun aynısıdır.

Libermanizmle perestroyka arasında iktisadi bir süreklilik aramak boşuna bir çaba olacaktır; süreklilik ideolojik düzeyde aranmalıdır:

“…Sovyetler Birliği’nde planlama mekanizmalarındaki aksaklıkların arkasında birbiriyle ilintili iki temel neden aranmalıdır. Birincisi, Sovyetler Birliği’nde planlamayı dağıtıcı ekonomik unsurların tasfiye edilememesidir. İkincisi ise, ideolojik kurumadır. Merkezi planlama, toplumu daha ileri hedeflere yönlendirmeye kararlı bu konuda yaratıcı bir üretkenlik gösteren öncü partiye gereksinir. Sosyalist kuruluş sürecinin bütün düzlemlerinde merkezde duran ‘öncü parti’nin kurumasının ölümcül sonuçlar doğuracağı açıktır. Hantallık, bürokratlaşma ve israf gibi şikayet edilen konular, SBKP’nin öncülük vasfını yitirmesinin nedeni değil, sonucu olarak görülmelidir.”19

Libermanizm partinin öncülük vasfını yitirmesine razı olmasını veri alan bir reform girişimi olarak görülebilir.

Parti öncülük vasfını nasıl oldu da yitirdi? Bu konuda dört başı mamur bir açıklama getirmek güç. Ancak Gorbaçov’u yaratan siyasi gelişmelere dair bazı saptamalar yapılabilir.

Gorbaçov siyasi olarak Hruşov döneminde yetişmiştir. Hruşov dönemi siyasetçileriyse İkinci Dünya Savaşı’nda ülkeyi yönetenlerdir. Bu kuşaktan çaplı politikacılar çıkmamıştır. Yalçın Küçük bu durumun nedenlerine ilişkin şöyle bir açıklama öneriyor: “Stalin döneminin Sovyet insanının ve bu arada yöneticisinin üzerindeki en büyük, etkinin kendisini saklama olduğunu düşünüyorum. Bunu Sovyet insanı veya yöneticisinin iki ya da çok dinli hale geldiklerini söyleyerek de ifade edebiliyorum…20 Gorbaçov, bu dönemin kadrolarının yetiştirmesidir.

Gorbaçov’la Brejnev arasında da bir bağlantı görüyoruz:

“(Gorbaçov) Hruşov’un yarım kalan programını taşıyarak ve Brejniev’in21 yönetme usulünü geliştirerek Sovyetler Birliği’ni yönetmeyi ve düze çıkartmayı planlıyor. Daha sonra kanalize ettiği acımasız eleştirilere bakılarak Garbaçov’un Brejniev’e tümüyle uzak olduğu düşünülmemelidir. … Brejniev dönemi, komünizme geçiş vaadinin geri alındığı, olgun veya gelişmiş sosyalizm sözcüklerinin icat edildiği bir dönemdir; sosyalist restorasyonun has dönemidir. Ayrıca Leonid Brejniev, Stalin sonrasında, parti birinci yöneticiliğiyle devlet başkanlığını elinde birleştiren tek insandır; yürütmeyi de kendinde toplama çıkışlarını başarıya ulaştıramıyor. Garbaçov, önce bu ikisini birleştiriyor ve daha sonra Brejniev üslubunu aşarak, yürütmeyi eline almak yerine kendine tabi kılıyor.”22

Brejnev dönemi, ayrıca, sistem içindeki gençlik ve aydın muhalefetinin genişlediği ve bunların Batı’yla bağlarının yavaş yavaş kurulduğu bir dönemdir. Bunlar daha sonra Gorbaçov’un destek aradığı kesimler olmuştur. Gorbaçov, aydınlar ve bürokrasi arasında bir karşı devrimci koalisyon oluşmasının zeminini hazırlamıştır. Bu koalisyon üç önemli başlık üzerinden sistemi çözülüşe sürüklemiştir:

1- Sovyetler Birliği kendi gücünü çok aşan bir alana yayılmıştır ve buralardan çekilmelidir;

2- Stalin’den uzaklaşmak şarttır;

3- Hruşov’un çabalarının yarım kalmasının nedeni SBKP’dir.

1962’yle 1991 arasındaki bağlantıyı böyle kurabiliyoruz. Toplumu devrimci sıçramalarla harekete geçirmekten vazgeçen bir partinin planlamayı giderek teknik bir mesele olarak algılaması kaçınılmazdır. Libermanizm bu kaçınılmazlığın ürünüydü. Böylece verimlilik, işletmelerin hantallaşması, tüketim malları kıtlığı ve kalitenin düşüklüğü gibi sonuçlar, giderek planlamanın asıl sorunları olarak görülmeye başlanmıştır.

Tüketimcilik ve yaşam kalitesi

Tartışmayı kapatmadan evvel, gerileme sürecinde büyük ağırlık verilen bir noktaya değinelim. Kişi başına tüketimin artırılması, sosyalist ülkenin yurttaşlarının yaşam kalitesinin yükseltilmesi anlamını taşır mı? Altmışlardan itibaren tüketim malları kalitesinin ve kişi başı tüketimin artırılmasının böyle bir etkisi olacağı ileri sürülmüştür. Argümanın özü şudur: Tüketim malları üretiminin belirli bir hızla sürdürülmesi emek üretkenliğinin artırılması için zorunlu bir koşuldur, çünkü emek üretkenliği yaşam standartlarının bir fonksiyonudur. Dolayısıyla amaç, hızlı sanayileşmenin (bunun için kaçınılmaz olan üretim araçları üretimine öncelik verilmesinin) sağlanması değil, emek üretkenliğinin artırılması olmalıdır. Bunun için de tüketim malları üretimine öncelik vermek gerekir.

Tüketimle kalkınma ve halkın yaşam koşullarının giderek iyileştirilmesi arasında nasıl bir bağlantı kuracağız?

İktisadi büyümenin motoru sanayidir. Günümüzde bu iddiaya karşı yapılan tüm lafazanlıklara -sanayi sonrası toplum, bilgi toplumu vs.- karşın bu böyledir. Sosyalist sanayileşme, talep yönlü baskılardan büsbütün kurtulabilir mi? Şüphesiz hayır. Ancak sosyalist planlama iktisadi kaynakların tam kapasiteyle kullanılmalarını sağlamak konusunda çok ciddi bir avantaja sahiptir: Özel mülkiyetin ve buna bağlı piyasa anarşisinin -belirsizliklerinin- ortadan kalkması. Mutlak anlamda mı? Hayır, ama büyük ölçüde… Keynesyenlerin diliyle anlatmak gerekirse, sosyalist planlamada efektif talep sorunu bulunmaz. Marksist bir dille ifade edecek olursak sosyalizm aşırı üretim krizlerinin kaynağını ortadan kaldırır. Ama birdenbire ve mutlak anlamda değil…

Tüketim basıncı yadsınamaz. Ama sosyalizmde tüketim planlaması kapitalist ekonominin mantığıyla da yapılamaz. En önemlisi, sosyalizmde üretkenlikle tüketim arasındaki bağlantı farklı bir biçimde kurulmak zorundadır. Bu başarılamadan değer yasasının aşılmasının olanağı bulunmamaktadır. İşçilerin daha yüksek bir üretkenlik düzeyine ulaşmalarını teşvik etmek için onlara daha fazla “tüketme olanağı” sunmak sosyalizmin ilkesi değildir; olamaz. Sosyalizmin kızıl cumartesilere, Stahanovculara ihtiyacı vardır. Sosyalist sanayileşmenin en önemli halkası, eşitlik ve özgürlük idealiyle donanmış, sosyalist kuruluşun insanını yaratmaktır.

Ağır sanayiye dayalı hızlı kalkınma denemesi, sanayileşmek için gerekli fonların sanayinin kendisi tarafından yaratılması esasına dayanır.23 Sanayinin böyle bir beceriye sahip olabilmesi, üretimin standartlaştırılmasını ve uzmanlaşmış sektörlerin gelişimini gerekli kılar. Standartlaştırma ve uzmanlaşma, uzmanlaşmış teknolojilerin geliştirilmesine bağlıdır. Bu nedenle ağır sanayinin öncülük ettiği bir kalkınma modeli, uzun dönemde ekonomiye maliyet kısma ve verimliliği artırma gücü kazandırır. Kaynak dağılımını giderek eşitlikçi bir temele yayan, aşırı üretim sorununu aşan ve giderek toplumsallaşan bir merkeze kavuşan sosyalist ekonominin, yurttaşların yaşam kalitesini artırmak konusunda eli sadece tüketim talebini karşılamaktan çok daha güçlüdür.

Sosyalizmin insanı, sosyalizmle sağlanan eşitliğin değerini bilmek zorundadır. Sosyalizmin insanı, kamu mülkiyetinin yaygınlaşmasının planlama sürecine katılım olanaklarının artırdığını bilmek zorundadır. Giderek daha yoğun katılım sağlanan planlama süreci aracılığıyla ülke ve dünya emekçilerinin yakıcı sorunlarına çare bulmak sosyalizmin insanının görevidir. Sosyalizmin insanının yaşamı algılayışı tüketimcilik üzerinden gerçekleşemez. Sosyalizmin insanı sanat, bilim, eğitim alanlarındaki hamleleriyle sadece kendisinin değil bütün dünya emekçilerinin kurtuluşu için olanaklar yaratarak sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kuracaktır.

 

Dipnotlar

  1. Kemal Okuyan, Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler, Nâzım Kitaplığı, 2005, İstanbul, s.34.
  2. Oscar Lange, “On the Economic Theory of Socialism”, Review of Economic Studies, c.3, 1936-7.
  3. Cemal Hekimoğlu, Stalin’i Anlamak, Nazım Kitaplığı, 2001, İstanbul, s.48.
  4. Engels Anti-Dühring’te üretici güçlerin gelişimiyle birlikte ortaya çıkan tekellerin ve hisse senetli şirketlerin, kapitalist devleti üretici güçlerin toplumsallaşma düzeyiyle üretim ilişkilerinin özel karakteri arasındaki çelişkiyi “düzenleme” işlevlerini üstlenmek zorunda bıraktığını yazmaktadır. Kapitalist devletin sınıf karakteri dolayısıyla bu rolü oynamasının sınırları vardır. İşçilerin devleti böyle bir rolü tam anlamıyla oynayabilir ve sermaye iktidarını yıkarak üretici güçlerin toplumsallık düzeyiyle üretim ilişkileri arasındaki kapitalizme özgü çelişkiyi ortadan kaldırmanın ilk ve en önemli adımını atar. İşçi sınıfı devletinin birincil görevi üretim araçlarını devletleştirmektir: “Kapitalist üretim tarzı nüfusun giderek daha büyük bir kısmını tam anlamıyla proleterlere dönüştürürken kendi yıkımı pahasına bu devrimi gerçekleştirecek gücü yaratmak zorunda kalır. (Kapitalizm) üretim araçlarının halihazırda toplumsallaşmış olan çok büyük bir kısmını devlet mülkiyetine dönüşmeye zorlarken kendisi bu devrimi gerçekleştirmenin yolunu göstermiş olmaktadır. “Proletarya siyasi iktidarı ele geçirir ve ilk olarak üretim araçlarının mülkiyetini devletleştirir” (F. Engels, Anti-Dühring. Herr Eugen Dühring’s Revolution in Science, Progress Publishers, 1975, Moskova, s.321). Marksist klasiklerde söz konusu gerilime ilişkin bir yanıt aramak boşuna. Ancak gerilimin nasıl aşılacağına konusunda kuramsal bir berraklıktan söz edilebilir.
  5. E.H.Carr, Svyet Rusya Tarihi. Bolşevik Devrimi 1917-1923, cilt 2, çev.: Orhan Suda, Metis Yayınları, 1998, İstanbul, s.61.
  6. Yugoslav iktisatçı Drago Grupic, öz-yönetim deneyimiyle ilgili şunları yazıyor: “İşletmelerde işçilerin öz-yönetiminin benimsenmesi, yönergeler aracılığıyla uygulanan merkezi planlamanın reddedilmesini gerektirmekteydi ve temel iktisadi oranları belirleyerek planın öz-yönetimci iktisadi faaliyetine kılavuzluk eden toplumsal planlara geçildi; böylece piyasa işletmelerin yöneliminin ve başarısının temel ölçütü haline geldi” (Drago Groupic, “Trends in the Development of Workers’ Self-Management in Yugoslavia”, Ekonomist, 1967, no.4, s.108-109). Yerelleştirme ve özerkleştirme ister istemez planın yerine piyasayı geçirmektedir.
  7. Charles Bettelheim, Sosyalist Ekonomiye Geçiş Sorunları, çev.: Kenan Somer, Bilgi Yayınevi, 1973, Ankara, s.145.
  8. E.H.Carr, Bolşevik Devrimi, c.2, s.158-159.
  9. E.H.Carr, a.g.y., s.253-254.
  10. Aşağıdaki iki tablo yirmilerin ikinci yarısında sanayideki ölçek durumuna ve mülkiyet ilişkilerine dair kabaca bir fikir vermektedir: (BU TABLOLAR YUKARIDA YAZI İÇERİSİNDE GÖSTERİLMİŞTİR. YAZIDA 10. DİPNOTTAN HEMEN SONRAKİ İKİ TABLO. BU TABLOLARA DAİR AÇIKLAMA İSE: )Büyük fabrikalar ağırlıklı olarak Vesenka (Ulusal Ekonomi Üst Meclisi) tarafından, küçük ve ağırlıklı olarak tüketim malları üreten fabrikalar yerel otoriteler tarafından kontrol edilmektedir. Carr ve Davies’ten şunları öğreniyoruz: “Cumhuriyet sanayisinde ve yerel sanayide Birlik sanayisine kıyasla piyasa güçleri daha etkili olmaya merkezi planlama daha zayıf kalmaya devam etmiştir. Birlik tröstleri yerel sanayi ve cumhuriyet sanayisi üzerindeki denetimini hızlı bir biçimde artıran sendikalar aracılığıyla merkezi denetim cumhuriyet sanayisi ve yerel sanayi üzerinde etkili olan piyasa güçlerini aşabilmiştir” (E. H. Carr, R. W. Davies a.g.y. s. 369).Demek oluyor ki örgütlü işçi sınıfının denetimi merkezi planlamanın piyasanın sanayi üzerindeki gücünü kırmasında önemli bir rol oynadı. O halde Sovyet deneyiminin “işçi denetimini” sıfıra indirdiği bir masaldır. Örgütlü işçilerin devlet adına sanayiyi planın denetimine sokma mücadelesinde önemli rolü olmuştur.
  11. E.H.Carr, R.W.Davies, Foundations of a Planned Economy 1926-1929, c.1 The MacMillan Co., 1969, New York, s.150.
  12. E.H.Carr, R.W.Davies, a.g.y., s. 163.
  13. E.H.Carr, R.W.Davies, a.g.y., s.171.
  14. E.H.Carr, R.W.Davies, a.g.y., s.215.
  15. E.H.Carr, R.W.Davies, a.g.y., s.218.
  16. E.H.Carr, R.W.Davies, a.g.y., s.253.
  17. Liberman bunun farkındaydı. Bu nedenle 1965’te şunları yazıyordu: “Yalnızca esnek bir fiyat sistemi ve kârlılık karşılığında sunulan esaslı bir ödül, işletmeleri sabit ve dolaşan varlıklarını mümkün olan en iyi biçimde kullanmaya, üretim yöntemlerini geliştirmeye, yeni mal türlerini üretmeye ve ürünlerinin kalitesini artırmaya sevkedebilir. Öte yandan plan tahsisatları aracılığıyla yukarıdan dikte ettirilen türlü değer indekslerine dayanan yöntemlerin istenilen sonucu vermesi son derece güçtür” (E.G.Liberman, “Once Again on the Plan, Profits and Bonuses”, Problems of Economics, c.VII, no.9, Ocak 1965, s.15).
  18. A.Aganbegyan, “The Economics of Perestroika”, International Affairs, c. 64, sayı 2 (Bahar 1988), s.177-185
  19. Kemal Okuyan, Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler, s.36-37.
  20. Yalçın Küçük, Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü, Tekin Yayınevi, 1991, İstanbul, s.96.
  21. Rusça isimlerin Türkçe’de nasıl yazılması gerektiğine dair karmaşanın bu yazıya da yansımasından ötürü okurlardan özür dilerim. Karmaşanın bir nedeni Rusça’da tek harfle ifade edilen bazı seslerin Türkçe’de birden fazla sesle ifade edilebilmesi, diğeri de Rusça’daki bazı harflerin kelimedeki vurgunun yerine göre farklı bir sesle okunması. Örneğin Gorbaçov’daki birinci “o” sesi vurgusuz olduğu için “a” diye okunuyor. Bu nedenle bazı yazarlar Garbaçov yazmayı yeğliyorlar. Ben, Gorbaçov Türkçe’de daha fazla yerleştiğinden bunu tercih etmiyorum. Brejnev’deki ikinci “e” sesi Türkçe’de daha çok “ye” diye söylenebilir. Dolayısıyla Brejniev Türkçe okunuşa daha uygundur. Ben bir kez daha yerleşik olanı tercih ettim. Hruşov’da (хрущёв), щ (Türkçe’de “şa” diye okunabilir) ve “ё” (Türkçe “yo” diye okunabilir) harfleri var. Birincisi bir tür sert “ş” harfi; bu nedenle bazı yazarlar “şç” harflerini birlikte kullanmayı tercih ediyor. Ben okunma zorluğu nedeniyle tercih etmedim. İkincisini “o” diye yazmak en kolayı. Yalçın Küçük’ün başka tercihleri var; alıntıda aynen bırakıyorum. Bu nedenle bir isim karmaşası ortaya çıkıyor. Bir de son derece kısıtlı Rusça bilgimle beni ukalalık etmek zorunda bırakan bu dipnot…
  22. Yalçın Küçük, a.g.y., s.97.
  23. Ağır sanayiye dayanmaktan “çelik fetişizmi”ni değil, toplumsal işbölümünün derinleştirilmesini anlamak gerekli. İşbölümü derinleştikçe ekonomideki verimlilik düzeyi artacaktır. Verimlilik artışı yani sermayenin organik bileşiminin yükselmesi ile birim ürün başına kullanılan girdi miktarı artar. Bu da ekonominin yatay entegrasyonunu geliştirir. Böylece sanayi kalkınma için gerekli kaynakları kendisi yaratır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×