Stratejik Düşünmenin Zamanı mı?

Türkiye komünist hareketi, işçi sınıfı lehine olduğunu söyleyemeyeceğimiz verili güçler dengesi hesaba katıldığında, olgunlaşmış bir stratejiye sahip olabilir mi?

Sözünü ettiğimiz, tanımlanmış bir hedef doğrultusunda hazırlanan, güncel gelişmelere dirençli, kalıcı bir yol haritası.

O halde, daha hemen başta hedefi nasıl belirlediğimize açıklık getirmek durumundayız. Nihayetinde, bir komünist partisi için mücadele, kesintili-sıçramalı bir süreç olduğu oranda, doğal olarak farklı içeriklerle tanımlanabilecek evrelerden oluşur. Bizim de zaman zaman dile getirdiğimiz kuruluş, hazırlık, toplumsallaşma, atılım gibi dönemsel vurgular birbirini tamamlayan mücadele etapları olarak görülebilir. Strateji dediğimiz, bütün bu evreleri birbirine bağlayan bir yol, o evrelerin her birini üst belirleyen bir çerçevedir.

Şöyle ki, öncü parti, gelişim evrelerinin her birinde geçerli olacak ideolojik koordinatları, öne çıkan siyaset kanallarını, seslenme dilini, emekçi sınıflar içindeki önceliklerini az-çok belirginleştirmek durumundadır. Bu stratejik tercihin zamana ve koşullara direnemeyen kısmı mutlaka olacaktır, önemli olan partinin tutarlı bir yol haritasına sahip olması, her rötuş veya yenileme ihtiyacını o tutarlılılığı yakalamaya özen göstererek karşılamasıdır.

Ancak bir komünist partinin mücadelesinde stratejik boyut, onun kendi gelişim evrelerinin birbirine bağlanmasıyla sınırlanamaz. Bir özne olarak komünist parti, öznenin iç devinimi kadar ülke nesnelliğiyle girdiği etkileşimi de stratejik bir bağlama yerleştirmek durumundadır.

Kalkış, bir anlamda sıfır noktasıdır; varılacak nokta ise…

Sınıfsız sömürüsüz toplum mudur?

Hayır. Devrimci bir strateji, mutlak anlamda siyasal bir olgudur, yeni bir toplum projesi her ne kadar siyasal hedefimizi şekillendirse de, stratejimizdeki nihai hedef iktidarın işçi sınıfı tarafından fethinden, yani sosyalist iktidardan başka bir şey olamaz. Ne öncesi, ne sonrası…

Öncesinde demokratikleşme, şu ya da bu sorunun çözümü, özgürlükler alanının genişletilmesi, sonrasında sosyalist kuruluş sürecinin herhangi bir kritik halkası, kapitalist bir ülkede mücadele eden bir komünist partinin nihai ya da başat hedefi olarak tanımlanamaz.

Eğer bir devrimci stratejiden söz ediyorsak, onun parçalarının ilk sınanacağı nokta kendi başına taşıdıkları değer değil, hedefle tutarlı olup olmadıkları, hedefi yakınlaştırıp yakınlaştırmadıklarıdır.

Buradan hareketle, komünist partilerinin tek bir başarı kriterine sahip olduklarını söyleyebiliriz: Siyasi iktidarın fethi. Öncesindeki her tür açılım, hamle az önce vurguladığım gibi, siyasi iktidarın fethi hedefini yakınlaştırdıkları, o hedefle tutarlı oldukları oranda bir başarı olarak görülebilir. Söz gelimi bir komünist partinin yüzde 30 oy alması, pekala onun tarihsel misyonundan uzaklaşması anlamına gelebilir ve bu bir “başarı” olarak nitelenemez.

Bu durumda neye göre karar vereceğiz?

Devrimci olanları ya da gözükenleri dahil, bugün kapitalist ülkelerde mücadele eden komünist partilerin hiçbiri stratejik sorunlara mutlak çözüm getirebilmiş değildir. Sonuçta hepsi son kertede sosyalizm için mücadele ettiğini iddia etmekte ve ona giden yolu açmak için çabaladığını ileri sürmektedir. Bir burjuva partisi ile koalisyon kuran bir komünist partisinin gerekçesiyle, seçimleri boykot eden bir komünist partinin gerekçesi aynı tarihsel doğrultuyu gösterebilir ve çoklukla (en azından kağıt üzerinde) göstermektedir.

O halde hep birlikte, bir şeyleri deniyor muyuz? Dünya devrimi, Rusya’da, Venezuela’da, Yunanistan’da, Portekiz’de, Brezilya’da ya da başka ülkelerde tanık olduğumuz türden denemelerden bazılarının tutması ile gerçekliğe kavuşacak darvinist bir süreç midir? Daha ötesi, TKP’yi geçtiğimiz yıl krize sokan derin örgütsel-siyasal-ideolojik sorunları da bu bağlamda değerlendirebilir, son tahlilde hep birlikte deneyerek-yanılarak ilerlediğimizi söyleyebilir miyiz?

O kadar uzun boylu değil. Marksizm-leninizm on yıllardır sosyalizm için mücadele edenlerin aklında ve yüreğinde Stalin’in keyfi öyle istedi ya da dinsel dogmaların yerine başka bir kutsallık yerleştirme ihtiyacı karşılansın diye canlı kalmadı. Onun otoritesi yalnızca Marx’ın bilimsel buluşundan, Lenin’in imzasını taşıyan 1917 Ekim Devrimi’nin tarihsel değerinden kaynaklanmıyor. Marksizm-leninizm, sınıf mücadelelerinin yasallıkları ile sınıfsız-sömürüsüz toplum ideali arasında bağlantı noktalarını tutma açısından zaman ve mekandan etkilenmeyen bir tekel ilan etmiş durumda.

Bu tekel, standart üretir mi?

Üretir.

Marksizm-leninizm, devrimci öznenin verili konjonktüre ilişkin tutum belirlemesine yalnızca yöntemsel bir kolaylık sağlamaz. Burada bıraktığımızda sosyalizm mücadelesi, kendi içinde tutarlılığı olan, devrimci değerler açısından kolayca rasyonalize edilebilecek parçalardan ibaret kalabilir; teori buradan düpedüz yapısalcı bir bağlama yerleşir, tarihselciliğin üzeri örtülür.

Eğer yöntemsel bir titizlikten söz edeceksek, devrimci öznenin teoriyle ilişkisinin tümdengelimci olduğunu hemen söyleyebiliriz. Somut durumun somut tahlili sonucunda varılan “x” konumlanışından hareketle nihai hedefle bir bağ kurmak her zaman mümkündür. Öte yandan eğer nihai hedeften hareket ederseniz, aynı konumlanışa ulaşmayabilir, hatta onu yanlışlayabilirsiniz.

Marksizm-leninizm, hedef belirlenimli bir teoridir; düzleyici, sadeleştirici ve dedüktiftir ve onun standartları vardır.

Emek-sermaye çelişkisinin her sorun ve konjonktürde temel çelişki olarak merkeze yerleştirilmesi gerektiği örneğin…

Sömürücü sınıflardan ideolojik ve siyasal açıdan mutlak bağımsızlık gerektiği örneğin…

İşçi sınıfının, genel olarak emekçi halkın siyasal yetersizliklerinin bir öncü örgütlenme ile kapatılması gerektiği örneğin…

Devrimci mücadelede kullanılacak yöntem ve araçların devrim hedefine içkin olan siyasal, ideolojik ve etik değerler dışında hiçbir sınırlamaya tâbi tutulamayacağı örneğin…

Çok genel gözükse de bu sıralananlar, daha şimdiden sayısız pozisyon alışı sorgulamamızı, dışlamamızı gerektirecek bir kapsama alanına ulaşıyor.

O halde bir devrim stratejisi, güçler dengesini işçi sınıfı lehine değiştirmeyi gözeten adımlar silsilesi olarak değil, siyasi iktidar hedefine ulaşmaya dönük siyasi-ideolojik müdahaleler sistematiği olarak görülmelidir. İkisi arasındaki fark tahmin edilenin de ötesindedir. Söz gelimi, işçi sınıfına bazı açılardan soluk aldıran, sendikal hak ve özgürlükleri genişleten, burjuva parlamenter sistemde emekçi halka alan açan bir burjuva hükümet, güçler dengesini işçi sınıfı lehine değiştireceği gerekçesiyle, komünist hareket tarafından pekala desteklenebilir. Buna karşılık, kalkış noktası sosyalist iktidar olan bir özne aynı hükümeti “düşman” olarak da tanımlayabilir. Takınılacak tutumla ilgili ayrıntılar bir yana, komünistlerin yaklaşımı, ikincisidir. Sosyalizm mücadelesi, işçi sınıfının adım adım güçlendiği ve yeni mevziler elde ettiği bir seyir hiçbir zaman izlemez.

Neden izlemez?

Çünkü devrim, tarihsel olarak mutlak anlamda gerici ve çürümüş bir düzen haline gelen kapitalizmin krizinin yoğunlaştığı ve sermaye egemenliğinde derin çatlak ve boşluklara yol açtığı bir anda gerçekleşir. Dolayısıyla her bir ülkede komünist partileri, birbirine benzeyen ve evrensel bir “güçlenme” stratejisiyle mutlu sona ulaşamaz; öncü parti sermayenin çarkının teklediği, arıza yaptığı noktaya çomak sokmaya odaklanmak, bu işlem için hazırlanıp güçlenmek durumundadır.

Devrimci bir strateji tam da buraya oturur; “bu ülkede devrim hangi fay hatlarında olgunlaşır, bu fay hatlarına yerleşmek, orada tetikleyici bir unsur olabilmek için ne yapmak gerekir” sorusuna yanıt verir.

2015 Konferansı’nın ikinci bacağı olan Eylül oturumunda Komünist Partililer bu soruya yanıt aradı.

Elimizde bundan on, hatta yirmi yıl önce bu soruya verdiğimiz yanıt ile aynı yönü gösteren ama küçümsenmeyecek bir deneyimin filtresinden geçirilmiş ve olgunlaştırılmış bir yol haritası bulunuyor. Parti 2000’li yıllarda belli bir strateji doğrultusunda hamleler yaptı, bu hamlelerin bir bölümü boşa düşerken, bir bölümü iz bıraktı. 2014’te yaşanan kriz bu stratejik hamlelerin geçici olarak durmasına ve kimi kazanımlarımızın elden çıkmasına neden olsa bile, parti Türkiye toplumunun ideolojik ve siyasal dokusuna silinmesi mümkün olmayan çentikler attı. Sosyalizm mücadelesini lineer bir süreç olarak gördüğünüzde partimizin “çok şey kaybetmiş olduğu”nu sanabilirsiniz, öte yandan bizim stratejik kavrayışımız, kaybın kolayca avantaja çevrilebileceğini göstermekte.

Zaten Parti Stratejisi için Güncel Unsurlar başlığını taşıyan Konferans metni, kendini yenilemiş, arınmış, ideolojik-siyasi açıdan tahkim edilmiş bir örgütü zorunlu kılıyor. Bunun ne anlama geldiğini Konferansı takip eden birkaç ay içinde hep birlikte gördük. 1

O halde şimdi baştaki soruyu azıcık değiştirip yanıtlamanın tam zamanı: Küçük, henüz toplumsal etkisi zayıf bir komünist parti, stratejik hesaplara girebilir mi?

Küçüklüğün, zayıflığın göreli olduğunu söyleyerek geçiştirmeyeceğim. Bu sıfatları kabullenerek yanıt vereceğim: Küçük ve henüz toplumsal etkisi zayıf bir komünist parti, bütün bunlara rağmen devrimci bir iddiayla hareket ediyorsa, özellikle stratejik düşünmek zorundadır. Herhangi bir “büyüme”den, herhangi bir “etki”den söz etmiyoruz. Hatırlayalım, partimizin açılan hangi kapılara sırtını döndüğünü…

Varsayalım ki, büyüklük ve etkiyi ölçecek kesin kriterlere sahibiz. Yine de, sosyalist iktidar, güçlenip etki sahibi olduktan sonra bağlanacak, yolu açılacak, yani stratejik bir bağlama yerleştirilecek bir hedef olamaz. Zaten, Türkiye’de devrimci bir sıçramanın (başarılı olsun ya da olmasın), öncü partinin ilk toplumsallaşma atağıyla örtüşme olasılığı hesaba katıldığında, stratejik düşünmek için belli bir olgunlaşmayı beklemenin bir anlamı kalmıyor. Büyüme ve güçlenme, ota-boka maydonoz olarak değil, sermaye düzeninin zayıflıklarına odaklanıldığında bir anlam taşıyor.

Örnekleri var, devrimci bir stratejinin yokluğunda, pusulasız bir biçimde belli bir güce ulaştıktan sonra “büyük siyaset”e yönelen her devrimci özne düzen tarafından teslim alınmakta.

Parti Stratejisi için Güncel Unsurlar belgesinin ilk maddesi bu açıdan büyük önem taşıyor. “Komünist partileri için strateji, mücadelenin hangi evresinde olunduğundan bağımsız bir biçimde, öncü örgütün nesnel gerçeklikle kurduğu özel bir ilişkidir. Hedef sosyalist iktidardır, nesnelliği tasnif edip merkezinde kendisinin durduğu bir evrende onu yeniden üretense öncü partidir” deniyor hemen başlarda.

2015 yılında bunun anlamı şudur: Komünist Parti Erdoğan’dan AKP’ye, sosyal demokrasiden bölgesel gelişmelere, bugünün ön plana çıkan aktörleri ve başlıkları ne kadar yakıcı olursa olsun, sosyalist devrim hedefini temel referans olarak almaktan vazgeçmeyecektir. Bu inat, güncel görevlerin ihmali sonucunu doğurmamakta, güncel görevlere devrimci bir içerik katma iradesini hâkim kılmaktadır.

Böylece devrimci mücadeleyi güncel görevleri yerine getirmek için en optimum müttefiki bulmaktan ibaret sayan bir siyaset kültüründen mutlak olarak kopulmakta, işçi sınıfının merkezinde durduğu ve taktik açılımların stratejiyi kurban etmesine izin verilmeyen bir ittifaklar politikası savunulmaktadır: “Komünist hareketin eğilip bükülerek sonsuz ittifaklar ve eklemlenmelerle güçleneceği tezi oportünist bir tezdir”.

Çok açık ki, burada verili güçler dengesine meydan okunmakta, o dengeler ışığında “çıkış” yolu arayanlar mahkum edilmektedir. Abartarak ve sakınmaksızın söyleyelim, verili güçler dengesinde işçi sınıfının adı yok! Kiminle ne adına ittifak yapacaksınız?

Tam da bu noktada, işçi sınıfının yeniden kurulması, öznenin sorumluluk üstlendiği bir siyasal-ideolojik göreve dönüşüyor. Düzen solculuğunun “demokratikleşme” fetişi için gerekçe gösterdiği, emekçi halkın örgütlenme kanallarının açılması ihtiyacı, devrimci bir perspektifle başaşağı çevriliyor ve işçi sınıfının kimlik ve kişiliğinin güçlenmesi başlı başına sermaye sınıfının kendisine vurulacak tarihsel darbenin merkezine yerleştiriliyor.

Nesnel ve tarihsel açıdan rüştünü ispat etmiş olan Türkiye proletaryasının bugün geriye çekilmiş olması, onu devre dışı bırakan ya da düşmanıyla işbirliğine zorlayacak stratejilere mahkum etmenin gerekçesi olamaz. Tersinden ilerleyecek olursak, burjuva diktatörlüğünün en azından son 35 yıllık felsefesi, emeğin siyasal ve ideolojik düzlemde mutlak reddi ve dışlanmasıysa, bu aynı zamanda onun zayıf karnıdır. İşçi sınıfı, bir sınıf olarak ayağa kalkacaksa, sermayeye onu siyasal ve ideolojik düzlemde ve mutlak olarak reddederek yanıt vermeli ve verebilir.

Bu, altı çizilmesi gereken bir stratejik tercihtir:

“… emekçi kitleleri bölen, onları kimlik siyasetine mahkum eden, burjuva toplumunun çürümesinin parçası haline getiren ideolojik-siyasal etmenlerin etkisizleştirilmesi partinin görevlerindendir. Bu görev, işçi sınıfını siyasal-ideolojik alanda ayrıksı bir toplumsal güç olarak yeniden kurmaksızın yerine getirilemez. İşçi sınıfının diğer toplumsal kesimleri siyasal ve ideolojik olarak kendine çekmesi, onlar adına konuşması için öncelikle kendini hissedilir hale getirmesi gerekmektedir.

Bu bağlamda diğer toplumsal dinamikleri sınıf hareketiyle eşdeğer gören, işçi sınıfı partisini ya da devrimci mücadeleyi bu dinamiklerin bileşkesi olarak tarif eden eğilimlerden farklı olarak partinin işçi sınıfının bayrağını her zamankinden daha belirgin bir biçimde taşıması mutlak bir zorunluluktur.”

Kimileri için dehşet verici olabilir. Öyle ya, Türkiye’de, hatta dünyanın birçok ülkesinde alışkın olunan, zayıflığı esneyerek gidermeye çalışmaktır. Hemen söyleyelim, kapitalist sömürünün zincirlerinden boşandığı bir çağda işçi sınıfı toplumsal yaşantıda silikleştiyse, bunun baş sorumlusu, işçi sınıfını siyaseten temsil ve öncülük etme iddiasını taşımak zorunda olduğu halde başka arayışlara giren komünist partilerdir.

Sınıfın siyasal alanda komünistler olmaksızın varlığını sürdürebileceğine kanıt olarak gösterilen İngiliz İşçi Partisi’nin elinde sınıf bilinci fazlasıyla gelişkin Britanya proletaryasının ne hale geldiğini bilmiyorum söylemeye gerek var mı? Neo-liberal saldırıları sistem açısından bir zorunluluk olarak dayatan Thatcher liderliğindeki burjuva politikacıları karşısında sayısız onurlu ama nafile direnişin uzun erimli sonucu işçi sınıfının herhangi bir mücadeleye inancını yitirmesi olmuştur.

Evet, sınıf açısından artık işleri tersine çevirmenin zamanı gelmiştir. Düzeni değiştirme hedefinin gerçekçi bulunmaması nedeniyle öne çıkarılan reformlar için mücadelenin kendi kulvarında dahi bir anlam ifade etmediği ortadadır. Emek-sermaye çelişkisinden söz ediyoruz ama biliyor ve görüyoruz ki Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra işçi sınıfı hep kaybediyor.

Kimse kaybetmek için mücadele etmez!

Oysa, bırakın Lenin geleneğini, İkinci Enternasyonal’de bile hak ve özgürlükler için mücadele sisteme karşı mücadelenin bir unsuru olarak görülüyordu. İşçi sınıfı sermayeye karşı gündelik mücadele içinde kapitalizmi iyileştiremez; eğer devrimci bir mecraya aktaramazsa, hiçbir kazanımını koruyamaz. Bilelim ki, işçi sınıfına düzeni değiştirme hedefi olmaksızın “daha iyi bir yaşam” için mücadele daveti çıkaranlar tarihsel bir ihanete imza atmışlardır.

İşte bu nedenle işçi sınıfını siyaset alanına devrimci bir perspektifle taşıma iddiası, stratejik bir tercihtir, önemsenmelidir. Komünist Parti, “iktidarı hedeflemeyecekse işçi sınıfı bir hiçtir” demekten çekinmiyor.

Sermaye düşmanlığı yapmaktan da…

Bir diğer stratejik unsur olarak “sermaye düşmanlığı”nın altının çizilmesi, sınıf mücadelelerinin unutulan yasallıklarının öne çıkarılmasının bir devrim stratejisi için yeterli olup olmayacağı sorusunu akla getiriyor.

Kuşkusuz yeterli değil. Zaten işçi sınıfı zemininin siyasette yeniden inşası ve sermaye karşıtlığı, burjuva diktatörlüğünün ideolojik, siyasal ve kurumsal açıdan zayıf düşeceği öngörülen noktalarına odaklanma, o noktalara müdahale etme kararlılığıyla birlikte anlam kazanıyor.

Ama yine de, bir hatırlatma…

Bugün sermaye egemenliği, bir bütün olarak sınıf mücadelelerinin, dolayısıyla emekten yana siyasetin üzerinin örtülmesi üzerine kurulu. Devletin baskı mekanizmaları, sürmekte olan Kürt savaşı dışında, sınıfın gündelik direnişlerine derhal müdahale ederek onu tecrit etmekte, bunun ötesinde sınıfsız devrimcilere “önleyici müdahale” biçimini almaktadır.

Kapitalist sınıfın buna gücü yetmektedir yetmesine ama ya işler değişirse? Biliyoruz ki, 12 Eylül darbesiyle birlikte Türkiye’de sermaye sınıfı işçi sınıfının belli düzlemlerde varlığına dahi tahammül edemeyeceğini ilan etti. İşçi sınıfı ayak altında dolaşmayınca örnek olsun TUSİAD öyle demokrat, öyle hoşgörülü ki! Toplum da buna alıştı, alıştırıldı.

Alışkanlığa darbe vurmak, stratejik bir karardır. Türkiye’de öyle ekonomizmle filan değil, düpedüz sermayenin varlığını sorgulayan bir içerikle sınıf siyasetinin bayrağını açmak, sermaye egemenliğini en güçlü olduğunu sandığı noktadan yaralamak anlamına gelecektir.

Başka çare de yok.

Sosyalizm seçeneğini güncel kılacaksak, onun anti tezini, sermaye diktasını elle tutulur bir hedef haline getireceğiz:

“Parti sermaye düşmanlığına toplumun algısında bir kez daha yer açmak durumundadır. Siyasal iktidarın mücadelemizdeki merkezi rolünü hiç sorgulamaksızın egemen sınıf bir bütün olarak ve tekil örneklerle çürümüş, asalak ve kaçınılmaz olarak kötücül bir toplumsal varlık olarak resmedilmelidir. Solun sermaye sınıfını aklamaya dönük yıllardır sürdürdüğü utanç verici faaliyetin etkisi kırılmalıdır. Göstermeliyiz ki, bugünkü düzen, kapitalistlerin egemen olduğu ve onların borusunun öttüğü bir düzendir.”

Hâl böyleyse, stratejik hasım ilan ettiğimiz sosyal demokrasiyle hesaplaşmamızın ekseninde belli bir kayma olacak demektir. 2000’li yıllarda sosyal demokrasiyle mücadelemiz sırasında dinselleşme ve emperyalizm karşısındaki kişiliksizliğe daha fazla yer veriyorduk. Yaklaşımımız doğruydu, henüz bu başlıklarda sosyal demokrasinin ipliği pazara çıkmamış, özellikle laik duyarlılığı olan geniş kesimlerde derin hayal kırıklıkları yaşanmamıştı. Bugün bu başlıklardaki yanılsamaların bütünüyle ortadan kalktığını söylemek güç olsa da, HDP’nin de bu alana giriş yapmasıyla birlikte, dinselleşme ve emperyalizm karşısındaki boynu büküklüğün sosyal demokrasi ve onun etkisindeki kesimler açısından daha fazla kanıksanır hale geldiğini kabul etmemiz gerekiyor.

Laiklik-aydınlanmacılık ve yurtseverliğin yeniden inandırıcılık kazanması için, bu değerlerin neden kaybettiğini gösterecek bir doğrudanlığa gereksinimimiz var. Sosyal demokrasinin yetersiz ya da mutedil bir solculuk türü olduğu kanaatini değiştirmemiz gerekiyor. Sosyal demokrasi, tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunan tehlikeli bir akımdır ve onun sınıf karakterini açığa vurmanın zamanı gelmiştir. Zaten, sermaye karşıtlığının özel olarak öne çıkarılacağı bir dönemde sosyal demokrasiyi kendi retoriğine gömülü iç çelişkilerle zayıflatmaya çalışmak yetersizdir.

Sosyal demokrasiyle hesaplaşma, emek ile sermayenin hesaplaşmasıdır.

Bu hesaplaşmayı kabalaşmadan, sekterlik üretmeden, yaratıcı ve sonuç alıcı bir biçimde sürdürecek birikime sahibiz.

Sekterlik üretmeyeceğiz, kabalaşmayacağız ama “AKP dururken neden sosyal demokratlarla uğraşıyorsunuz” sızlanmasına aldırmayacağız. Hükümet partisi olduğu sürece AKP siyaset düzlemindeki ilk muhatabımızdır, tamam. Ancak sosyal demokrasiyle mücadele, bizim açımızdan aynı zamanda süreklileşmiş bir alan savunmasıdır. Dünya komünist hareketinin içine her bakımdan sızan ve henüz kovulmamış bir rakipten söz ediyoruz. Türkiye de nasibini aldı bu bulaşma halinden. Öyle ki “her durumda sosyal demokrasinin etkisi kırılmalıdır” (Sf. 21) gibi aslında bir komünist parti için son derece doğal olan bir önerme bu ülkede sorgulanıp ayıplanabilir hale geldi.

Sosyal demokrat partilerle ittifak arayışında değiliz. Bunun işçi sınıfının sahipsiz bırakılmasına denk düştüğünü ileri sürüyoruz. Başka ülkelerde, örneğin Portekiz’de, anlaşılabilir nedenlerle de olsa, varlığını sosyalizm tehdidini savuşturma gereksinimine borçlu, gerici partilerle işbirliği içimize sinmiyor.

Komünist hareket, kendi ayağına bağladığı prangalardan kurtulmalıdır.

Denebilir ki, düzen kurumlarındaki krizlerle, çatlaklarla, yarılmalarla yakından ilgili, stratejik belgelerinde bu konuya her zaman yer veren bir hareket, sosyal demokrasiye nasıl bu kadar kestirme bir biçimde yaklaşır!

Kestirmeden gittiğimiz yok. Sosyal demokrasinin etkisinde kalan, daha da ötesi, sosyal demokrasinin sınırları içinde aktif siyaset yapan birçok dostumuz var. Onları ordan kurtaracağız. Bizimkisi kör bir düşmanlık değil, tarihsel bir hesaplaşma. Düzen içi çözüm arasaydık, sosyal demokratları başımızın tacı yapardık. Ancak kapitalist sömürüden, emperyalist tahakkümden ve gericilikten azade bir toplum arayışındayız, sosyal demokrasi önümüzü tıkıyor. Çoğu farkında değil ama onlara biçilen rol bu!

Düzenin kurumlarına gelince… Bu kurumlarda sosyal demokrat unsurların varlığını koruduğu açık. Hep varlardı ve unutmayalım, bu ülkede sola karşı en sert fiziki müdahaleler yapılırken, daha çok!

Yargı, ordu, akademi gibi kurumlarda yarılmadan söz edildiğinde ilk akla gelen, buradaki kadrolarda bir saflaşma yaşanması. Yargıçlar, subaylar, hocalar devrim ve karşı devrim arasında pay edilecek!

Tek başına bırakıldığında, bu yaklaşım, meselenin karikatürize edilmesi anlamına gelir. Bir kere, bu ve diğer kurumlar, sermaye egemenliğinin aracıdır ve hem toplumsal krizlerden etkilenirler hem de kendileri birer kriz nedeni haline gelebilirler. Türkiye’de saydığımız üçlünün kendi aralarında uyum sorunu yaşadığına, zaman zaman düzen açısından üstlendikleri görevleri yapamayacak ölçüde ideolojik kararsızlık içine girdiğine tanık olduk. Sonuçta bir biçimde çözüldü ama AKP’nin buralarda mutlak bir harmoni tesis ettiğini söylemek mümkün değil. Daha da önemlisi, bu üç kurum farklı ideolojik koordinatlarda stabilize edildi. Yani ciddi bir toplumsal krizde, farklı yönelimler içine girmeleri mümkün.

Bütün bunlar, sistemin olası krizlerinde, işçi sınıfı açısından muazzam önem taşıyor. Bu kurumların devrimci bir yükseliş sırasında mutlak uyumu yakalaması ve kendi içinde paralize edici sorunlar yaşamaması, işçi sınıfı açısından büyük felaket olurdu.

Peki bugünden ne yapılabilir?

Bu kurumların toplumsal gövde ve gölgeleriyle ilgilenilebilir.

Her birinin insan kaynakları, geniş bir değerlendirmeyle, yüz binlerle, milyonlarla ölçülüyor. Bunun da ötesinde her birinin karmaşık toplumsal rolleri var. Bu rollerle ilgili ideolojik mücadele ciddiye alınmalıdır. Türkiye solu, sermayeyi bırakıp devleti düşman ilan ettiği andan itibaren, düzen kurumlarının toplumsal etkisiyle ilgilenmeyi tamamen unuttu. Oysa burada tarihsel görevler ve muazzam olanaklar var. Yalnızca milyonlarca öğrencinin, on binlerce bilim-eğitim emekçisi ve avukatın, zorunlu askerliğe tâbi yüz binlerce gencin varlığını hesaba katın. Bunlar etkisiz eleman değiller!

Sağlam referansları olan ve cesur-yaratıcı bir ideolojik cephe açıldığında, birçok kurumun toplumsal gövdesinde ve gölgesinde kayda değer oynamalar yaşanacaktır. Bunların sınıf karakteri değişmeyecektir ama sınıflar mücadelesine etkilerinde köklü kaymalar meydana gelecektir.

2015 yılında özellikle akademiye, üniversiteye vurgu yapılması da son derece anlamlıdır. Diğerlerini önemsizleştirme anlamında değil. Erken sonuç alınabilecek ve işçi sınıfına kimlik ve kişilik kazandırma mücadelesine en doğrudan katkı koyabilecek kurumdur, akademi:

“Üniversitelerde komünist hareketin bir hegemonya mücadelesi içine girmesi, bugün güçler dengesindeki asimetriye rağmen, olasıdır. Parti, bu mücadeleye hazırlanmalı, bu mücadelenin araçlarını güçlendirmeli ve geleneksel ve demokratik kitle hareketi kalıplarında bir “öğrenci hareketi” arayışından tamamen uzaklaşmalıdır. Parti üniversitelere sermaye düşmanlığını sokmalı, öğrenciler ve eğitim-bilim emekçileri aracılığıyla yeni yaşam ve ahlakı temsil eden örgütlü bir mücadele kültürünü hızla yaymalıdır.”

Bütün bunlarla birlikte, baştaki soruyu en azından ana hatlarıyla yanıtladığımızı düşünebiliriz.

Sosyalizm mücadelesinin birbirini takip etmesi gereken gelişme evreleri olduğunu ve her komünist partinin bu evrelerin hakkını vererek nihai hedefe ulaşabileceği efsanesinden tamamen kurtulmak gerekiyor. Türkiye’de mücadelenin başında mıyız, ortasında mıyız sorusuna yanıt aramakla öldürmeyeceğiz zamanımızı. İlle “mekanik” bir yorum getirmek gerekecekse, okun yaydan fırladığı andaki milim oynamanın maliyetini hatırlatırız olup biter!

Yayından fırladı ok!

Menzil ırak,

             çok ırak,

                    çok…

Hedeften bir eser yok! ! !

 

 

Menzil ırak,

             çok ıraktı,

ok uçuşta usta değil

                        çıraktı.

Havalarda kanlı kanat kırıkları bıraktı! ..

Her an

             peşinde kalan

                         bu ince uzun kuşun;

medit ihtizazları çarpan ve çarpılan bir uçuşun! ..

 

 

Bu uçuş

             yıllarca yıllar

                            kadar

                                 yıl sürdü.

Vaktaki gündoğusu kanla köpürdü

ok hedefin kırmızı kalbini gördü…

Ok uçuşta usta oldu gayrı çırak değil,

O ırak

      menzili artık ırak değil…

 

Nâzım Hikmet

 

Dipnotlar

  1.  Komünist Parti’nin 2015 Konferansı’nda kabul edilen “Parti Stratejisi için Güncel Unsurlar” başlıklı metni Gelenek’in bu sayısında okuyucularımızla paylaşıyoruz.