Tarih ve Sol: Pragmatizmi Aşmak

Yazının hareket noktasını basit denebilecek bir gözlem oluşturuyor. Başlarken bunu kabaca dile getirmek istiyorum. Türkiye solunda, ülkenin ve solun tarihine ilişkin çarpıcı bir bilgisizlik söz konusudur ve bu bilgisizlik solu kısır bir pragmatizmin sınırları içine giderek daha çok hapsetmektedir.

Az önce kullanılan “bilgisizlik” sözcüğünün kendi başına doyurucu olmadığını biliyorum. Ancak, Türkiye solunun tarihle ilişkisini daha yetkin biçimde tanımlayabilecek kavramları bulmak, doğrudan doğruya bu yazının hedefleri arasında. Bu aşamada, yetersiz de olsa “bilgisizlik” tanımının ampirik gözlemleri de kapsayan nötr bir içeriği olduğunu düşündüm. Söz konusu bilgisizliğin bir neden mi, yoksa bir sonuç mu sayılması gerektiği sorusu tartışılmak üzere ortada duruyor.

“Gözlemler” dedim, bunlar oldukça basit: Türkiye solunda sözgelimi El Salvador’daki devrimci hareketin aşamalarını ezbere okuyan, ama Türkiye’deki bir Serbest Fırka olayını hiç duymamış, Demokrat Parti’nin ne zaman iktidara geldiğini bilmeyen gençler doludur. Amacım, tek başına devrimci-demokrat kesimi iğnelemek değil. Beri tarafta, geleneksel solda da, diyelim Lüksemburg Komünist Partisi’nin “cephe” anlayışını iyi özümsemiş, ama Türkiye’deki hareketin 1920-60 dönemi hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmeyen o kadar çok insan var ki…

Söz konusu veriler gerçekten bir çarpıklığı mı ifade ediyor, yoksa yalnızca doğal mı karşılamalı? Bunu tartışmak isteyenler çıkabilir. Ancak bizzat gözlemlerin sağlıksız ya da abartmalı bulunabileceğini hiç sanmıyorum. Diğer soruya gelelim: Çarpıklık doğal mı sayılmalı?

“Neden doğal sayılsın ki” diyebilecekler için söylüyorum: Türkiye solunda az çok mürekkep yalamış ama bunun yanında yanlış koşullanmalarda yaşamış olanlar, ülkenin tarihsel deneyimine ve geçmiş olgulara aşırı merakın, insanı son durak olarak “ülkenin benzersizliği” inancına ya da yapısalcı bir tarih anlayışına götüreceğini düşünebilirler. Kemal Tahirciliği, ATÜT’cülüğü vb. izlemiş olanlarda, kaşlar daha da çatılabilir. Yazının gelişiminde zaten görülecek, ama burada da hemen vurgulamak istiyorum: Kendi tarihimizin gerçek bilgisi, zorlama “özgünlük” maceralarının ve yapısalcı anlayışların da en iyi ilacı olacaktır. Kısacası, tarih bilgisini, yapısalcı anlayış doğrultusunda önermek şöyle dursun, tam tamına böyle bir anlayışın en sağlıklı karşıtı olarak öne çıkartmak istiyorum.

Bu kısa hatırlatmadan sonra, yeniden konunun açıklanmasına dönüyorum. Türkiye solcusunun genel olarak ülkesinin yakın tarihine özel olarak da kendi geçmişine yönelik tutumu akla çeşitli sorular getiriyor. Örneğin ilgisizlikten ve bilgisizlikten hangisi önce geliyor Bilgisizlik kendi başına veri mi alınmalı yoksa onun da temelinde nedenleri araştırılması gereken bir ilgi donması mı yatıyor?

Sorunu solla ilintisinden ayırıp daha geniş bir çerçevede görmeye çalışalım. Genel olarak, araştıranların tutumu nedir tarihimize karşı? Bu noktada, ilginç olduğunu sandığım bir örnek vermek istiyorum. Türkiye’nin son 80 yılını alın ve düşünün. Tarihçilerimizi bilim adamlarımız, anı yazarlarımız ve gazetecilerimiz bu dönemi ele alan çok sayıda ürün verdiler. Çok büyük bir çoğunluğunda görülüyor: İnsanımız, kendi toplumunun geçmişine, belli bir özü soyutlayıp çıkararak ve bu özün süreç içindeki devinimini ele alarak bakmıyor. Tarih öz süreçleriyle değil, dar anlamda, dilimleriyle ve bu dilimlere ilişkin aşikar etiketlerle anılıyor Türkiye’de. İttihat ve Terakki dönemi, Atatürk dönemi, tek parti dönemi, DP dönemi vb. vb. Bunun, önemli bir kısırlığın, daha doğrusu bir kısır döngünün göstergesi olduğunu sanıyorum. Tarihe bütünsellikle bakılamadığı için, yaşanmış süreçlerin özü görülemiyor; süreçlerin özü görülmeyince de gerekli bütünsellik sağlanamıyor. Oysa siyasal parti iktidarları toplumsal gelişmede bir bütünlüğü değil, onun belli bir alandaki uzantısını, özü değil biçimleriyle yansıtırlar. Buna karşılık, bütünselci, yaşanmış süreçlerin özünü yakalayabilen bir yaklaşımd,a siyasal biçimleri aşan, soyut ama kapsamlı evreler saptamak mümkündür. Ve Türkiye’de en az yapılabilen de budur.1

O halde, toparlanabilir. Uzun boylu itiraz yöneltmenin mümkün olmadığı basit gözlemler bile, insanımızın kendi geçmişine gerçekten tarihselci bir bakışla eğilemediğini sergileyecektir. Hemen ekliyorum: Türkiye solu, bu konuda ortalamanın da altında bir kayıtsızlık ve bilgisizlik içindedir. Bunu, sol açısından bakıldığında çok ciddi bir olumsuzluk saymak gerekiyor. Neden bu kadar önemli? Gelenek’te, Türkiye solunun artık bir olgunlaşma dönemi yaşaması gerektiğinden sürekli söz edildi. Bu dönem, ortaya ertelenemez kimi ağır görevleri çıkarıyor. Türkiye solu, böyle bir döneme başlarken, usulünce olmak kaydıyla, yaratıcı, yenilikçi, daha doğrusu hamleci olmak zorundadır. Oysa, görünen durumların ötesinde, süreçleri tanımlayamadıkça, aynı süreçlere geleceğin olası görevlerine de ışık tutacak soyutlamalarla yaklaşmadıkça, hamleci olmak mümkün değildir. Aynı, yapılmış işin süreçlerini soyutlayamayan çırakların, en çoğu taklitçi, dolayısıyla da tutucu konumlara mahkum olmaları gibi. 2

Şimdi, solun tarihle kurduğu olumsuz ilişkinin belirleyicisi olabilecek temel etkenlere eğilmek istiyorum.

Bütünsellik, Düşgücü ve Değişim

Carr’ın önemli vurgularından biri şu: Tarih bilinci için, insanın önce kendi varlığının bilincinde olması gerekir. 3

Burada, birey-tarih ilişkisinin çapraşık ayrıntılarına girmeyi düşünmüyorum. Gene de, önemli bir noktaya hemen değinilebilir: Varlığın gerçek bilinci, yalıtık bir bireyselliğin değil, o bireyselliği de kapsayan bir bütünselliğin bilincidir. Marksist ve varoluşçu bilinç anlayışları arasındaki temel farklılık da burada yatar.

Bu hatırlatmayı akılda tutarak, benzer bir ilişkiyi Türkiye solunu gözetip daha makro düzeyde ele almak istiyorum. Türkiye solundaki çeşitli yapılanmaların kendi varlıklarına ilişkin sağlıklı bir kavrayışa ulaşmaları, tarih bilinci için önemli bir önkoşuldur. Ancak, “varlığa ilişkin sağlıklı kavrayış”da, tek tek her yapılanma açısından Türkiye solunun teorik bir bütün olarak kavranması sonucu ortaya çıkabilir.

Bu noktayı açmaya çalışacağım.

Bugün sol, emekleme ve çocukluk dönemlerinden sonra gerçek anlamda bir öncünün yaratılmasını gerektiren evreye adımını atmış bulunuyor. Kanımca, böyle kritik bir evrenin eşiğindeyken yapılması zorunlu olan saptama şudur: Hangi düşüncede olursak olalım, hangi yapılanma içinde yer alırsak alalım, sosyalist hareketin tek tek yapılarımızı aşıp kucaklayan bir bütünselliği, bu anlamda da kalın bir çizgisi ve yönelimi vardır. Günümüzde tek başına hiçbir yapılanma, bu kalın çizgiyi temelden etkileyip dönüştürebilecek durumda değildir…

Yukarıdaki saptama, oldukça basit ya da aşikar görülebilir. Oysa, önemli ipuçları da taşıyor. Daha da açmak için, gerçek bir sınıf öncüsünün belirdiği “ideal durum” ile bugünün somutluğunu karşılaştırmak istiyorum.

Marksist tarih anlayışı şunu öğretiyor: Tarihsel özne (sınıf partisi), en güçlü konumunda bile, önünde duran hamura (tarihe) tek başına istediği şekli verebilecek serbestide değildir. Bu, tarihsel öznenin verili nesnelliğe dışsal olmasını gerektirir ki böyle bir anlayışın tarihsel materyalizmde yeri yoktur. O halde öznenin tarihsel rolüne, “tarih yapma” işlevine ne oluyor?

Kanımca yanıt şöyle verilmeli: Tarihsel öznenin işlevi ve önemi, tarihsel gidişe tek başına şekil vermesi değil, kendisi ile aynı bütün içinde yer alan başka öznellikleri belirleyip etkileyerek belli bir akışı hızlandırmasıdır. Güçlü parti, başka öznellikleri kendi perspektifi doğrultusunda derinden etkileyip, toplam nesnelliği bu yoldan dönüştüren partidir.

Türkiye solunun bugünkü durumuna gelince. Solda, bu anlamda bir gücün ya da öncünün bulunmadığı açık. Ancak, duruma yalnız hayıflanarak bakmak, çözümü aritmetik birleşmelerde aramak da çıkar yol değil. Çıkar yolun ilk adımı, özveri isteyen ama gerekli bir bakış açısının yerleşebilmesinde yatıyor. Bu bakış açısı bir tür sentez gerektiriyor. Şöyle bir sentez: Çeşitli yapılanmaların, bir yandan, taşıdıklarına inandıkları üstünlükleri işleyip geliştirmeleri, ama öte yandan gene de bütünün kendisi değil, parçası olduklarını kabullenmeleri. Kuşkusuz bunu kalıcılaştıracak bir ilke olarak değil, bugün için gerekli bir kabullenme olarak öneriyorum. Soldaki her yapılanma, sosyalist hareketin kalın tarihsel çizgisini bütünüyle içselleştiren bir temsilci değil, aynı çizgiyi bütünde oluşturup netleştiren öğelerden biri olduğunu bilmelidir önce. Bu, tarihe nesnelci bir bakış için mutlaka gereklidir. Üstelik, sol yapılanmaların sıkça sergiledikleri pragmatizmden, çok yakınılan “dükkancı” anlayıştan kopabilmenin de ön koşuludur.

Yeniden vurgulamak istiyorum. “Parça” olmanın bilinci, varlığın küçümsenmesi ya da yadsınması anlamına gelmiyor. Parça olmanın bilinci, bütünselliğin bilinciyle birlikte yürüdüğü takdirde, geleceğin sağlıklı birleşmelerinin de zeminini oluşturacaktır. 4

Artık bu söylenenlerin, tarihselliğe ve onun bilincine ilişkin uzantılarına gelebiliriz. Diyeceğim kısaca şu: Türkiye solu az önce tanımlamaya çalışılan teorik bütünselliğin bilincine ulaşamadığı sürece, tarihsel olana yaklaşımda seçmecilik ve pragmatizm hep egemen olacak, böylece yaşanmışın gerçek bilgisinden daha da uzaklaşılacaktır. Bu durumda Türkiye solunun tarihe yaklaşımını belirleyen olumsuz etkenlerden biri, dar anlamda parça’nın çıkarlarının kollanması ve bunun getirdiği kaçınılmaz pragmatizmdir. Böylece tarih ya da yakın geçmiş, önce onu bizzat yaşayanların belleklerine, sonra da aynı kişilerin bağlı bulundukları yapılanmaların dar güncel çıkarlarına hapsoluyor. Tarihsel olana başvurulduğunda, başvurunun özel biçimini ve “sonucunu” hep bu dar çıkarlar belirliyor.

Bu etkenin somut örneklerine yazının sonunda değineceğim. Geçerken, bir hatırlatma ve yinelemede bulunmak istiyorum. Türkiye solu, önünde uzanan evreyi bir olgunlaşma süreci olarak yerli yerine oturtabildiği ölçüde, kendi geçmişine özel yapılanmaların ufkunu aşan bir nesnellikle eğilebilecektir. Özne, aştığına inandığına çok daha sağlıklı bakabiliyor. 5 Olgunlaşma evresi saptaması, geçmişin aşılması temasına ağırlık verirken, pragmatizmi daha geri planlara itebilecektir. Ve bir hatırlatma daha: “Geçmişin aşılması” dendiğinde aşılması gereken, olumlu ve köklü gelenekler, geçmişten bugüne vurgulanan kimi doğrular değildir elbette; aşılması gereken, bütünselliğe ilişkin gerekli tüm yönlerin bugün tek bir yapılanmada temsil olunabildiği ya da kısa dönemde olunabileceği yanılsamasıdır.

Türkiye solu-tarihsellik ilişkileri çerçevesinde, bir ikinci olumsuz etmenden söz edilebilir: Düşgücü donması.

Düşgücü donmasını tanımlayabilmek için yeniden siyasal pragmatizme dönüyorum. Tanım: Siyasal pragmatizmin bir yönü, düşünsel ve yaratıcı potansiyelin mevcut yapılanmalara sıkı sıkıya bağlı dar güncellikler için harcanmasıdır. Türkiye’de ortalama solcu, zaten eksikli olan düşgücünü hep bir koyup çok kazanmayı umduğu güncelliklere feda ediyor. Bunun tarih bilincine getirdiği olumsuz etkiler ise sanıldığından da büyük oluyor.

Düşgücü, elbette, yaratıcı ve düşünsel süreçlerin tam tamına kendisini oluşturmuyor. Gene de, aynı süreçleri harekete geçiren çok yaygın deyimle bu süreçlerde “bazı yolları kısaltan” önemli etkenlerden biridir. Düşgücü, çeşitli dinamikleri, geçmiş-gelecek bağlantılarında da harekete geçiriyor. İşte bu anlamda, araştırıcıyı, tarihsel sürecin özüne ilişkin tartışmaların eşiğine getirip bırakan vasıtalardan biri oluyor.

Doğal olarak, Türkiye solundaki süreçler böyle verimli biçimde işlemiyor, işleyemiyor. Düşgücü potansiyelini, önce siyasal pragmatizm eritiyor. Sonra, bu kez tarihsel gerçeklerin kendilerinin düşselleştirildiği, kişi ya da olayların efsaneleştirildiği, doğulu motiflerde taşıyan bir yanılsama süreci giriyor devreye. Burada ilginç bir yer değiştirme yaşanıyor: Düşgücünün, potansiyel tüm olanaklarıyla tarihsel realitenin üzerine gitmesi, ama bundan sonrasını bilimsel süreçlerin devralması gerekirken, kolektif bir mistifikasyon geliyor, tarihsel realiteyi alıp mitleştiriyor, efsane haline getiriyor. Bu durumda, işlenmesi gereken bir malzeme olarak tarihsel realite donduruluyor. Kuşaktan kuşağa, bu donmuş haliyle devrediliyor.

Donmuşluk, doymuşluğu getiriyor. Türkiye solunda efsaneleştirilmiş bir geçmiş yaratarak doyum sağlama yolu sıkça kullanılıyor. Böylece, bıkkın ve kaçkın aydının “başkaldırı günleri” nostaljisi, diri kesimlerde efsaneleştirilmiş bir eylem dönemine duyulan nostalji biçiminde kendini tekrar ediyor. Hiç çekinmeksizin söylenebilir: Türkiye solunda, geçmişin iyi dövüşçüleri ortalama söyleşilerde bugün adeta birer Battal Gazi olarak anılırlar. Bir vuranın beş vurduğu söylenir. Sayısız hamlığın da yaşandığı bir dönemin insanları, yaşayan ve yaşayabilecek en “güzel” insanlar olarak görülürler zamanla. Geçmişte, çeşitli teorik çözümleme girişimlerinde bulunanlar da vardır; böyleleri yazdıkları sosyalist ülkelerde bile “ders kitabı” olarak okutulan dahiler mertebesine yükseltilirler.

Bunlar, insanın tarihsel gerçekliği kendine dışsallaştırmasının giderek “şeyleştirmesinin” (reification) tipik örnekleridir. Bir fetişizm türüdür. Tarihsel nostalji ve fetişizm, tarih bilincinin belini kıran etkenlerdir.

Tarihe yabancılaşmada üçüncü etken, bu kez solu aşan bir genellik taşıyor. Şöyle özetlenebilir: Türkiye’de burjuva devrim süreci dönüşümlerinin sarsıc, sancılı ve kitlesel olmayıp, göreli olarak uzunca bir zaman dilimine yayılmaları, tarihselci bakışı kilitleyen önemli etkenlerden biridir.

Büyük köklü ve sarsıcı altüst oluşlar, içerdikleri “kopuş” esprisine karşın, son tahlilde tarihsel süreklilik ve tarihsel yöneliş  fikirlerini besliyor. Köklü dönüşümler, belirli bir süreklilik ve yöneliş anlayışına oturduklarında, tarih bilincine giden yolu kısaltıyor. Örnek verebilirim. Fransız İhtilali, insanlık tarihinin en sarsıcı olaylarındandır. İhtilal, gerçekleştirdikleri ve tüm uzantılarıyla, kuşkusuz bir kopuş’u anlatıyordu. Ancak gene de bu köklü kopuşlardır ki, insanlık nereden gelip nereye yöneldiğini daha global ölçekte, daha belirgin kavramlarla düşünmeye başladı. Bir yanıyla kopuş’u temsil ederken, öteki yanıyla geçmiş-gelecek bağını kuran güçlü bir halka oldu. Hegel’in, Marx’tan da önce tarih anlayışına getirdiği köklü yenilik, büyük Fransız İhtilali’nin doğrudan etkilerini taşır.

Köklü ve sarsıcı dönüşümler, tarih açısından, daha “teknik” denebilecek başka işlevsellikler de yaratabiliyor. Bu tür dönüşümler tarihçileri sık sık geriye, o büyük dönüşüme ve onun öncesine bakıp başka türlü ilgi çekmesi mümkün olmayan olgulara eğilmeye tahrik ediyor. Her alanda olduğu gibi, burada da, ortaya çıkabilecek kimi çarpıtmaları ve zorlamaları bir yana bırakırsak, daha gelişkin bir tarih bilgisi açısından destekleyici pek çok veriye de bu sayede ulaşılabiliyor. 6

1917’ye gelinebilir.

1789-1794’den sonra 1927 ile büyük ve köklü bir dönüşüm daha yaşandı. 1917, Çarlık Rusya’sının tutucu akademisyenlerini bile derin devrim araştırmacıları konumuna getirebildi. Onları çalıştıran, araştırtan ve yönelten, elbette Bolşevik namluların gölgesi değildi: İlgi duydular, deyim yerindeyse tarihin tahrikçiliği onlara da ulaşabildi. 1917, Batı’da da önemli yankılar yarattı. Batı’lı tarihçilerden tutucu olanlar da 1917’ye kendilerince bir anlam verebilmek için sayısız belge taradılar, örtülü olgulara eğildiler. Öznel niyetler ne olursa olsun bu yoğun ilgi sonuç olarak insanlığın kendi geçmişine daha sağlıklı biçimde yaklaşmasına katkıda bulundu.

Türkiye’ye, bu noktadan atlanabilir.

Türkiye’nin çehresinin Mustafa Kemal’le birlikte önemli değişiklikler geçirdiğini inkar etmek mümkün değil. Ancak sürece, Tanzimat’tan gelip İttihat ve Terakki’ye, oradan 1920’lere ve 30’lara ulaşan bir çizgi olarak bakıldığında, son yüzyıldaki dönüşümlerin sarsıcı biçimde ve kitlesel olarak yaşanmış kopmalarla gerçekleştirildiğini söylemek o kadar kolay değil.

“Rahmetli babam derdi ki bizde büyük değişmeler fazla göz almaz, çünkü hep sonsuz ve küçük uzlaşmaların sonucudur. 7 Anlatmaya çalıştıklarım, bir romanda böyle özetleniyor. Modern Türkiye, Tanzimat’la başlayan, bugünün hemen hemen tüm ipuçlarını fikirlerinde bulmanın mümkün olduğu bir Ali Suavi tipolojisini de yaratmış, İttihat ve Terakki ile daha da belirginleşmiş bir tarihsel sürecin ürünüdür. Yıllar geçtikten sonra, hayatta kalan eski İttihatçı önderler ve kalemşorlar Cumhuriyet dönüşümlerinin tek tek her birinin “İttihat ve Terakki’nin düşündükleri” olduğunu söylerken büyük ölçüde haklıydılar. Türkiye’deki dönüşümlerin gerçek içeriğini sergilemesi açısından, ilginç bulduğum bir örneği vermek istiyorum: Türkiye’de Latin alfabesine geçişin en ateşli savunucularından biri, daha bu yüzyılın başlarında, Hüseyin Cahit Yalçın olmuştur. Ama aynı Hüseyin Cahit, 1950’lere gelirken bile, yazılarını Arap harfleriyle yazıyordu! 8

Özetliyorum: Türkiye’nin son yüzyıl içinde geçirdiği dönüşümler, “kitlesel olarak yaşanmış kopma anlarını” içermediği ölçüde, bir, büyük altüst oluşlar yaratmıyor; iki, tarihe ilgi açısından tahrik unsuru olamıyor. Türkiye tarihi, bu nesnel “eksiği” ile, Türkiye solcusuna da davet edici ışıklar gönderemiyor. Bunu, bir üçüncü etken olarak not ediyorum.

Buraya dek söylenenler, Türkiye’de, tarihe bakılırken ortaya çıkan bir profilin temel hatlarını kabaca çizmeyi amaçlıyordu. Son bölümde, bu kez Türkiye solunu odak alarak, bu profilin kimi ayrıntılarını da eklemeye çalışacağım. Ancak bu noktada, yazıda sıkça kullanılan ve tarihselci anlayışın temelini oluşturan “bütünsellik”, “gelişme fikri” türü kavramlara daha ayrıntılı biçimde eğilmek gerekiyor.

Tarihselci Bakış: Zorunlu Temeller

Bu kısa bölümün başında, solda yeterince net vurgulanmadığına inandığım bir noktaya değinmek istiyorum: Eğer göreli olarak bakmak doğruysa, Marksist tarih anlayışı köken olarak en çok, doruğuna Hegel’de ulaşan spekülatif felsefeye borçludur.

Böyle bir vurgunun gerekçesini de açıklamak isterim. Hegel ile Marx’ın tarih anlayışları arasındaki farklılığı, Marx’ın kendi döneminde açıkladığından da ötede arama çabaları, sonuç olarak, Marksizme içkin tarihselciliğin yadsınmasına götürüyor. Başka türlü söylenirse, yapısalcı ya da parçacı tarih anlayışlarının özünde, Marx ile Hegel’i, gerçekte olduklarından daha uzak konumlara ayırma çabaları yatar.

Doruğuna Hegel’de ulaşan idealist sistemin, döneminin ve daha öncesinin sistemlerine göre en önemli üstünlüğü, içerdiği oluşum fikri ve aynı fikri kucaklayan bütünselcilik‘tir. Bu ikisi, idealist felsefenin Hegelci biçimini, Marx öncesi her tür materyalizmden daha yetkin ve doğurgan kılan öğelerdir.

Bugün ne denli basit görünürse görünsün: İlginçtir, bütünsellik ve süreç fikirleri, felsefe tarihine, gelişkin biçimleriyle, birlikte ve gecikerek giriyorlar. Hegel’den önce, Leibniz ve Spinoza’da kimi ipuçları bulunabiliyor. En basit ifadeyle söylersek, belli bir bütünselliğin zaman boyutunda oluşum geçirmesi fikri, felsefe tarihine ancak kapitalizmin gelişimiyle damgasını vurabiliyor. Hemen eklemek mümkün: Bizzat “gelişme” fikrinin kendisinin gelişmesi, ancak olgunlaşmış bir bütünsellik anlayışının ürünü olabiliyor. Kapitalizmle ilişki de bu bağlamda ortaya çıkıyor. Kapitalist üretim biçiminin gerekleri dünyayı coğrafya olarak büyütürken, teknoloji, ticaret, ulaşım ve tarih sahnesine yeni katılımlarla pratik kavram olarak tekleştiriyor, aynı anlama gelmek üzere küçültüyor. İşte kapitalist gelişim dünyayı bu anlamda tekleştirip “küçülterek” bütünsellik fikrinin süreç ve oluşum düşünceleriyle takviyesi de, gene kapitalist gelişme dinamiğinin ürünleri olan toplumsal-siyasal dönüşümlerle sağlanıyor. Tarihselliğin kavranmasında en önemli adım, önce bütünsellik fikri, sonra da aynı bütünselliğin evrimine ilişkin felsefi yaklaşımlar olmuştur.

Engels, Hegel’in en büyük katkısını “ilk kez evreni bir bütün olarak ve bir süreç içinde görmesi” biçiminde tanımlarken9 herhalde gereksiz bir yüceltme yapmıyordu. Hegel’i böyle bir “katkı”ya götüren de, hiç kuşkusuz, kapitalizmin yaşama tanıttığı hızla birlikte, 1789’un sarsıcı etkileridir.

İzlemeye çalıştığımız çizginin daha güncel ve çarpıcı bir örneği, 1917 ve getirdikleriyle görülüyor. Aynı 1789 gibi, 1917 de bir yanıyla köklü bir kopuştur. Ancak 1917, bir başka yanıyla, “tarihin yönelimi” fikrine yeni açıklıklar getirdiği için, geçmiş-gelecek bağını kuran güçlü bir halkadır. 1917 bir yanıyla dünyayı kesin çizgilerle ikiye ayıran bir olgudur. Bu ayırıma karşın aynı olgu, herbirinin temeli bir ve aynı olan korkular ve umutlarla, dünyayı bir kez daha bütünleştirmiştir. Irk, renk, dil, ülke, coğrafi konum ve benzerlerinden bağımsız olarak, yaşayan her insanın “kapitalizm mi, sosyalizm mi?” sorusuyla tanıştığı günümüzün dünyası, bu anlamda, geçmişin dünyasından daha bütündür.

Gelinen bu noktada, bütünsellik fikrini, önemli yönleri ve kendisine yönelik kimi itirazlarla birlikte ele almak gerekiyor.

Bütünsellik vurgusu, ilk bakışta, bütün’ün herşeyi temsil ettiği, parça’nın ise hiçbir şey olamayacağı bir basmakalıplılığa çanak tutuyor sanılabilir. Önce, böyle olmadığını göstermek gerekiyor. Kimi Marx yorumcuları, bütünsellik fikri çevresindeki tartışmaları bir kısır döngüye hapsedici eğilimler sergilediler. Döngü şöyle dile getirildi: Bütün, çeşitli ve ayrı yapıların içerdiği çelişkilerin global düzeyde bir soyutlaması mıdır, yoksa aynı çeşitlilikler bütündeki özün kendini somutladığı biçimlerden mi ibarettir?

Öyle sanıyorum ki, böyle bir formülasyondan sonra döngünün kırılabilmesi, statik değil dinamik bir yaklaşımı, süreç kavramına daha somut düzeyde başvurulmasını gerektiriyor. Bunun da şöyle yapılabileceğini sanıyorum: Tarihsel gelişim, özel bir çelişkiye, insanlığın tümünün somut yaşam koşullarını ve geleceğini belirlemek üzere kapsayıcı bir öz kazandırıyor. Bu özü geliştirerek ve yayarak. Aynı öz, süreç içinde, bütünselliğin kendisi oluyor. Daha açık söylenirse kapitalizme özgü çelişki, tarih boyutunda, dünyanın çeşitli köşelerinde kapitalizm öncesi koşulları yaşayan insan topluluklarını da kapsayacak biçimde, geneli belirleyen bir öze kavuşuyor. Bütünselliğin somutlanışı bu oluyor. Kapitalizm, yaklaşık olarak 16. yüzyıldan başlayarak, bu niteliği daha çok kazanıyor.

Kapitalizmin gelişim dinamikleriyle birlikte coğrafya olarak genişleyen dünya, etkilenim ağı olarak küçülüyor. Yalıtık insan toplulukları, sürükleyici özün etkilenen ve belirlenen parçaları olarak, bütünlük içindeki yerlerini alıyorlar. Sonra, 1917 Devrimi ve dünya sosyalist sisteminin ortaya çıkması, nitelikçe çok önemli yeni bir adımın atılması anlamına geliyor. Dünyanın iki kampa ayrılmasıyla kapitalizm-sosyalizm çelişkisi, kendi üretim biçimi ve özgün çelişkilerinin ötesinde her birimi merrkezi konumundan etkileyen bütünlüğü oluşturuyor. Böyle bir dünyada sosyalizme geçişin koşullarını belirleyen, tek başına, belli bir birimdeki özel sınıf ilişkileri değildir artık. Kimilerine bir “slogan” olarak görünse de, insanlığın hiç de küçümsenmeyecek bir bölümünün henüz kapitalizm öncesi koşulları yaşamakta olduğu bir döneme “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” denmesinin temeli de budur.

Kuşkusuz bütün bu söylenenler, tek tek her birimin, içleri bütün tarafından doldurulması gereken “boş kaplar” olması anlamına gelmiyor. Hep belirtildiği gibi, evrensel çelişkinin somutlanışı, bir “özel” biçiminde olur. Özele dışsal, “o yokken varolan, o varken de olmayabilen” bir kategori olarak “genel” yoktur. Ama, ortaya çıkan özel de, artık herhangi bir özel değildir. Hangi boyutta, hangi uzaklığı sergilerse sergilesin, özel, son çözümlemede, evrensel çelişkiyi içselleştirmiştir.10

Ele almaya çalıştığım soruna yaklaşımda, teorik çabalarla birlikte en yararlısını belki de tarihin ne olduğunu, “nasıl yapıldığını” somut biçimde görmek oluşturacak.

Marx ve Engels bunu oldukça net biçimde gösteriyor.

Tarih ve Yöntem

Marx ve Engels’in tarihe yaklaşımlarının açık ve yalın olduğunu söylemek mümkün. Daha da dikkat çekici olan, aradan geçen uzun yıllara karşın, yaklaşımın özünün ve tarih tanımının hiç değişmemesi. Yaklaşımın yalınlığı, somut insan eyleminin ürünü olarak tarihin herhangi bir mistifikasyona uğratılmadığının kanıtıdır. Marx ve Engels’in yaklaşımında “tarihi neyin yaptığı” sorusunun yanıtı basittir: Somut insan etkinliği… Ortadaki asıl soru ve Marksizmin özünü oluşturan yanıt, somut insan etkinliğini neyin belirlediğine ilişkindir.

Marx ve Engels 1845 tarihli Kutsal Aile‘de şu yaklaşımı sergiliyor: “Tarih hiçbir şey yapmaz; ‘engin zenginlikler’ içermez, savaşlara girmez. Tüm bunları yapan, zenginliklere sahip olup savaşlara giren, insanlardır; gerçek, yaşayan insanlar. Sanki ayrı bir kişiliği varmışcasına insanları kendi amaçları için kullanan bir ‘tarih’ yoktur. Tarih, kendi hedefleri peşindeki insanların etkinliğinden başka birşey değildir.”

Bu netliğe karşın Marx ve Engels’in tarihe bakışlarının “teleolojik” bir ağırlık taşıdığını söyleyenleri anlamak çok güç. Devam edersek, karşımıza 45 yıl sonrasının, 1890’ın Engels’i çıkıyor. Engels, 1890 yılında Bloch’a bir mektubunda yazıyor: “…tarih öyle bir biçimde gerçekleşir ki, nihai sonuç daima, herbiri özel yaşam koşullarının çeşitliliğinin ürünü olan kişisel istemlerin çatışmasından doğar. böylece ortaya, kesişen sayısız güç, tek bir bileşkeyi, yani tarihsel olayı meydana getiren sonsuz güç paralelkenarları çıkar. Bu sonucun kendisi, bir bütün olarak bilinçsizce ve iradesiz işleyen bir gücün ürünü olarak değerlendirilebilir. Çünkü, tek tek her bireysel istem başkalarınca engellenir ve ortaya çıkan, tek tek kimsenin istemediğidir. Bu yüzden bugüne dek tarih doğal bir süreci andıran biçimde yol almıştır ve özde onunla aynı hareket yasalarına tabidir. Ancak, bireysel istemlerin kendi hedeflerine ulaşmayıp genel bir ortalamaya, ortak bir bileşkeye varmalarından, hepsinin sıfıra eşit olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Tersine, herbiri bileşkeye katkıda bulunur ve bu katkı oranında aynı bileşkede içerilir.”11

Marx ve Engels’in açıklamalarından, toplam olarak, şu sonuç çıkıyor: Tarihin, insana ve onun etkinliklerine dışsal bir varlığı, kişiliği yoktur. Tarih, toplam insan etkinliklerinin sonucu olarak “yapılır”. Bu, mutlaka gerekli, ama henüz yeterli sayılamayacak bir sonuçtur. Çünkü bu kadarıyla alındığında ve insan etkinliklerinin temel belirleyicisi olarak bir öz ayrıştırılmadığında, “bilim” gündeme gelemez ve tarih basit rastlantılar dizisine indirgenir. Marx ve Engels’in yanıtı ve tarihsel materyalizmin özü, içerdiği sonsuz çeşitliliğe karşın, insan etkinliklerinin ortak bir temel tarafından koşullandırılmasıdır. Bu ortak temel, maddi yaşamın üretim biçimidir. Söz konusu üretim biçiminin uzantısı olan çelişkiler, dürtüler, yönelimler vb. ile birlikte…

Bu açıdan, tarihsel gelişimin motoru da insana dışsal, soyut bir kategori değil, tersine insanal, reel, maddi bir olgudur. Marx ve Hegel’in tarih anlayışları arasındaki farklılığın özü, bütünselliğe ve onun devinim yasalarına yaklaşımdan çok, bunların insan etkinliklerine dışsal olup olmadığına ilişkindir. Marksist anlayış, ikincisinden yana konumuyla Hegelci anlayıştan ayrılır.12

İleri adımların atılabilmesi için, bir miktar daha cesaret gerekiyor. Engels’in Bloch’a yazdıklarının son bölümü, bu cesaretin mutlaka gözü kapalı bir savrukluk olması gerekmediğini ortaya koyuyor. Mektubunun bu bölümünde Engels, pozitivizme götürebilecek zorlamalara da sınır çiziyor. Engels’e göre ortak bileşke, tüm öznellikler toplamının sıfıra eşit olması anlamına gelmiyor. Gerçekten de, tüm etkinlikler toplamını sıfıra eşitleyen bir anlayış, çıkış noktası olarak materyalizmi de alsa, bir sonuçsuzluklar setine mahkumdur: 1) Tarih sonuçta hiçbir yere “gitmez”; ilerleme düşüncesi de ancak öznel bir yakıştırmadır, 2) Toplamı sıfıra eşit olan etkinliklerin yarattığı denge, ancak insanüstü kahramanların, savaş türü olağanüstü olguların varlığıyla “bozulabilir”, 3) İnsan etkinliklerinin toplamı sıfıra eşitse, ama tarih gene de şu ya da bu biçimde ileri gidiyorsa, motoru yeniden insana dışsal bir varlıkta aramak gerekir…

Engels’in hatırlatması bu sonuçsuzluklar setine karşı ciddi bir uyarıdır. Ayrıca, öznelliklerin “katkıları oranında bileşkede temsil edilmeleri” vurgusu 20. yüzyıl Marksizminin, yani öznel etmenin rolünün büyüdüğü bir bilimsel sosyalizm anlayışının da temelini oluşturacak malzemedir.

Yazının başlarında, öznel etmenin gücüne ve aynı gücün sınırlarına ilişkin bir hatırlatmada bulunulmuştu. Dönem dönem, gerçek içeriğinden koparılıp ucuz bir karalama aracı konumuna getirilen “öznelliği abartma”, “iradecilik” türü kavramlara ilişkin olarak söylenmesi gerekenler de var. Özellikle 20. yüzyıl koşullarında öznel etmenin artan önemine işaret etmek, kendi başına, kesinlikle “iradecilik” anlamına gelmiyor, İradecilik, en basit tanımıyla, öznenin, kendi dışındaki tüm gerçekliği şekil verilmek üzere kendini bekleyen bir hamur olarak görmesidir. İradecilikte özne, kendini, başka tüm öznellikler de dahil, gerçekliğin dışına yerleştirir.

Öznel etmenin artan önemini vurgulayan anlayış ise bundan köklü bir farklılık içeriyor. Bu anlayışta öznel’in işlevi nesnelliğe dışsal değil ona içsel, doğrudan değil, başka öznellikler aracılığıyladır. Özenlliğin gücü, dıştaki bir nesnelliğe istenilen şeklin verilebilmesinde değil, verili nesnellik içindeki tüm öznel birimlerin etkilenebilmesindedir. Tarihin akışının belirli bir doğrultuda hızlandırılması, köklü dönüşümler, bu yolla gerçekleştirilir. Sonuç, Engels’in değinmesinden de çıkarsanabileceği gibi, “ortak bileşkede” belirleyici bir konumun sağlanmasıdır.

Sırası gelmişken, tarihsel gerçekliğe yaklaşımda örnekleri sıkça görülen kimi uçlara da değinmek istiyorum. İlk olarak tarihe “ne olmuşsa ancak o olabilirdi” biçiminde yaklaşan bir pozitivizm var. Bu yaklaşım, herbiri verimsiz iki almaşıktan birini seçme durumunda kalıyor: Ya öznelliklerin rolünü ve etkisini tümden reddetmek ya da “gerçekleşmiş” etkinlikleri sınıflamakla yetinmek. Böyle bir anlayışın tarih bilimine dönüşmesi mümkün olmuyor.

Bir başka uçta ise tarihsel göreliliği bu kez tümden reddeden, ancak bir süreç içinde ulaşılabilen bilgi-deneyim düzeyini, koşullardan bağımsız olarak her dönem sağlanabilecek tarih dışı kategoriler biçiminde gören yapısalcı anlayışın türevleri yer alıyor. Örneğin bu anlayışta ilk sosyalist devrimin 1905’te ya da 1917 Şubatında değil de 1917 Ekiminde gerçekleşmesine yol açan, tarihsel gelişim zorunluluklarına ilişkin ciddi bir neden bulmak mümkün değildir.

Bu tür uçların dışında, tarihsel gerçekliği bir bütün olarak seçilmiş olgular sekansı biçiminde değerlendiren başka zorlamalara da tanık olunuyor. Bunun örneğine az sonra değineceğim. Daha önce, bilgi ve deneyimi tarih dışı saf kategori biçiminde gömeye yatkın, özensizce yapıldığına inandığım bir değerlendirmeyi aktarmak istiyorum: “Dimitrov’un Komünist Enternasyonal’in 1935’deki Yedinci Dünya Kongresinde verdiği tarihsel söylev beş yıl önce verilmiş ve içerdiği değerli öğütler yerine getirilmiş olsaydı, faşizm denetim altına alınabilirdi.”13

Bunu “tarihselci” bir değerlendirme saymak kesinlikle mümkün değil. 1935’ten 5 yıl öncesi, 1930 oluyor. Kapitalist dünya görülmemiş bir ekonomik bunalım yaşıyor. Sovyetler’de kolektivizasyon süreci ekonomik, politik, ideolojik tüm yönleriyle hızlanıyor. Almanya’da ise Naziler henüz iktidarda değil. Ve böyle bir ortamda Dimitrov kalkacak, sınıf mücadelesini askıya alan, “burjuvazininki ve proletaryanınki dışında bir üçüncü iktidar biçimi olasılığı”nı vurgulayan, ortadakiler dahil her tür cephe zeminini yoklayan konuşmalar yapacak, böylelikle de tarih akışı değişecek… Bu, bilimsellikten uzakta, tarihin geriye dönük bir “wishful thinking” egzersizine tabi tutulmasıdır. Bu yönüyle, ciddi değildir. Öte yandan, sınıf mücadelesinin yükselme koşullarında bile eldeki demokratik mevzilerin korunması ile sınırlı bir anlayış olarak, tehlikelidir.

İkinci olarak, bütünlükten uzak, seçilmiş olgular sekansı ile nedensellikler arama çabalarından söz edilebilir. Konu, gene faşizm. Önceki örnek, bir İngiliz Marksistindendi. Şimdiki ise, eski ve nadim bir Türk Marksistinden geliyor: “İtalya ve Almanya’da işçi sınıfı adına sokakta şiddet kullanmaya dayanan siyaset yöntemleriyle burjuvaziye yöneltilen tehdit ve bunun yarattığı sınıfsal tepki dikkate alınmadan, bu ülkelerde ortaya çıkan faşizm olgusu açıklanamaz.”14

Tarih, bu da değildir.

Tarihsel nedensellik, bütünlükten koparılmış olgular sekansına indirgenirse, dünyada ve tarihte birbirine bağlanamayacak olgu kalmaz. Tarihteki her olgunun birbirine dolaysız olarak bağlanabilmesine çanak tutan bir yaklaşımın ise, bilimsellikte yeri olmamak gerekir.15

Sakıncalı yaklaşım örneklerinden sonra belirginleşen şu oluyor: Tarihe verimli yaklaşımda kritik noktayı, olmuş’u öncesiz bir veri kabul etmek değil, kendine yol açan etkenlerin ışığında yeniden ele alma kararlılığı oluşturur. Böyle bir yaklaşımda, olmuş’u olmuş yapan etkenlere ilişkin yeni bilgilere ulaşılabilmesi, tarihi bilim yapan önemli öğelerdendir. Tarihin geleceğe ışık tutucu gücünü sağlayan da, geçmiş olguları yaratan etkenlere ilişkin yeni bilgilerdir.16

Bütün bu söylenenlerin hatırlattığı ilginç bir soru daha var: Tarihe spekülatif yaklaşımda yarar ve zarar sınırları nasıl çizilmeli?

Spekülatif yaklaşımdan kastedilan, olmuş’u olmuş yaptığına inanılan “önemli” etkenlerden birini yok sayıp ya da dönüştürüp, “olabilecekleri” bu kez bu yeni durumda kestirmeye çalışmaktır. Sözgelimi “Almanlar Lenin’e geçiş izni vermeselerdi” ya da “Çanakkale savunması kırılıp Çarlık Rusyası’nın cephedeki yükü hafifletilebilseydi” türü varsayımlar, spekülatif yaklaşım örnekleridir.

Daha tanımdan anlaşılabileceği gibi böyle bir yaklaşımın ilk sınırını seçilen olguların niteliği oluşturuyor. En başta, sözü edilen varsayımların karşısına “Almanlar Lenin’e geçiş izni verme durumundaydılar ve bu yapabilecekleri en rasyonel tercihti” ya da “Çanakkale savunmasının çökmesi askeri ve coğrafi açıdan mümkün değildi” türünden, ikisi de tarihsel olarak pekala rahatlıkla savunulabilecek görüşlerle çıkmak mümkündür. İkinci olarak, seçilen etkenin yaşanan olayın özüyle uzaklık-yakınlık derecesini iyi saptamak gerekir. Bir geçiş izni ya da askeri bir savunma, gerçekleşen olgunun, 1917 Devrimi’nin, tarihsel geçmişini belirleyen iç dinamiklere ilişkin değildir, Bunlar, olsa olsa, söz konusu çelişkilerin nitelikçe dönüşüm anını ve biçimini etkileyen yan unsurlardır. İçsel olmayan ve anlık unsurları, öze ilişkin dinamiklerin karşısına dikmek, spekülatif yaklaşımda sakıncalı alanlara girmek demektir. Üçüncü ve son olarak spekülatif yaklaşım, bir varsayımlar dizisiyle “olmuş’un olmamış olabileceğini” kanıtlama aracına dönüştü anda bilimsellik sınırlarının bütünüyle dışına taşılmış olur. Sonuçta tarih, gerçekleşen herşeyin “gerçekleşmemiş de olabileceğini” kanıtlamaya soyunan bir yararsızlıklar dizisine indirgenir.

Ancak, yukarıdaki sınırlar iyi gözetilip durulacak nokta iyi saptandığı taktirde, spekülatif yaklaşımın, tarihsel gerçekliğin bir bütün olarak daha iyi kavranmasına katkıları da olabilir. Çünkü bu yaklaşımda tablonun belirli yönleriyle sadeleştirilmesi, kimi özel etkenlerin önemini ön plana çıkarıp aynı etkenlere ilişkin yeni bilgi arayışlarını tahrik edebilir. Bu çerçevede “Almanlar Lenin’e geçiş izni vermeselerdi” varsayımı, dikkatleri Lenin’in katkılarına, Nisan Tezleri‘nin içeriğine yoğunlaştırabilir. Aynı çerçevede, Rusya’daki öteki Bolşevik önderlerinin konumlarının daha derinliğine araştırılması için uyarıcı olabilir.

Tümünü toparlarsak: Spekülatif yaklaşım, kesin olarak belirlenmiş sınırlar içinde ve gerçekleşmiş olanı sorgulamadan izlendiğinde, yol açıcı etkenlerin yeni bilgilerine ulaştıran yararlı bir işlev görebilir.

Bu noktada, yeniden Türkiye’ye, Türkiye soluna dönülebilir. Bu son bölümde, daha önce genel olarak ve teorik düzlemde değinilen noktaları, Türkiye solunun kendi tarihiyle ilişkileri bağlamında somutlamak, güncel örnekler vermek istiyorum.

Sol: Tarihsel Gerçekçilik ve Güncellik

Türkiye solunun tarih ilgisi, daha çok 1960-1971 dönemine sınırlıdır. Gerçek anlamda “tarih” sayılması güç bir geçmiş, bugün Türkiye solunun en çok baktığı yerdir.

Solu tarihten ve tarihinden koparan önemli kimi etkenlere yazının başlarında değinmiştir. Burada, önemli bir ek daha yapmak mümkün: Solda tarihe kayıtsızlığın nesnel temellerinden birini, sözcüğün pek çok anlamında likide edilmiş 1920-1960 dönemi oluşturur. Teorisi, programları, taktikleri, eylemleri ve önderleriyle büyük ölçüde likide edilmiş bir tarih, solun büyük talihsizliğidir.

Başka bir ülkede örneği var mı, bilmiyorum: Yalnızca düşünmek yeterli. Türkiye Komünist Partisi 1920 yılında kuruluyor. Bugün Türkiye’deki devrimci demokrat çizgi, “devrimci” bir Marksizmin Türkiye’ye ancak 1969’la birlikte damgasını vurabildiğini yazıyor, söylüyor. Nasıl olabilir? Bir ülkede “revizyonist” olduğu söylenen bir çizgiye ilk tepki nasıl olur da yarım yüzyıl sonra doğabilir? Gene düşünün: Ekim Devrimi oluyor, ülke kurtuluş savaşı veriyor, dünyada faşizme karşı savaşılıyor, dünya sosyalist sistemi doğuyor, ulusal kurtuluş mücadeleleri dünyayı sarıyor ve tüm bunlar olup biterken “revizyonist” çizgiye bir tepki oluşmuyor, almaşık çıkmıyor. Çıkması için 50 yıl geçmesi, 1947 doğumluların üniversiteye başlamaları gerekiyor. Bir gariplik yok mu?

Böylesi bir garabetin farkedilmemesi mümkün değil. Ne var ki, solun iki ana kesimi bu garabet karşısında daha da garip bir tutum sergiliyor. Devrimci demokrasi, en küçük bir araştırma zahmetine bile girişmeden geçmişi tümden yok sayıp “devrimci Marksizmi” kendisiyle başlatıyor. Öte yandan geleneksel solun bir kesimi, bir ara Türkiye solunun fetişist zaaflarından da yararlanarak çorak bir dönemi “utkan gelenek” ilan etmişti. 1974-1980 döneminde egemen olan bu yaklaşım bir tek hesaba dayanıyordu: Söyleyenin bir, inanmayanın iki yüzü kara…

Bugün “utkan gelenek” yaklaşımının aşıldığı görülüyor. Geleneksel solda 1951 tevkifatından başlatılarak ve TKP kastedilerek “1973’e kadar Türkiye’de parti örgütünün bulunmadığı” kabul ediliyor.17 Böylece “utkan geleneğin” yaklaşık çeyrek yüzyılı bizzat temsilcileri tarafından geri alınmış oluyor. Yeni yaklaşımın gerçekçiliği, sevindiricidir.

“Likidasyon” tanımını açmak istiyorum.

Tek başına ne burjuvazinin manevralarından ne de “dönen” kadrolardan söz ediyorum. Elbette, bunların hepsi va. Gene de “likidasyon” kavramının gerçek içeriğini başka bir yerde, bir bütünsellikte aramak gerekiyor. En açığı, şöyle konulabilir: Yaklaşık yarım yüzyıl sonra yeni bir dönemin eşiğinde eski ve yeni kuşakların hemen hemen tümü birşeylere ilk kez başlıyorsa, temel ilkelerin tümü sıfırdan başlanarak öğreniliyorsa, doğrunun ve yanlışın ölçütleri ancak sınama ve yanılmalarla bulunabiliyorsa, hareket zamanında ciddi bir likidasyona uğramış demektir. 1960-1971 döneminin toylukları, kesinlikle, tek başına geçmişte “illegaliteye itilmiş olmak”la açıklanamaz.

Türkiye solu küçük izler ve kalıntılar dışında 1960 sonrasına yukarıda tanımlanan biçimde girdi.

Türkiye solunun eski kuşakları 1960 sonrasına, Nazım’a ilişkin olanlar başta olmak üzere kişisel anılarla dolu, ama hareket ve tarih bilinçleri silinmiş biçimde başladılar. İlginçtir, onlar da doğruyu ve yanlışı 47’lilerle birlikte, sınaya yanıla bulmaya çalıştılar.

40 yılın, bir tarihin likidasyonu, budur.

Tarih, örgüt olmasa da, kadrolar yetmese de, yeni bir döneme ve onun kuşaklarına bir gelenek devreder. Türkiye’de edememiştir. Tarih, onu yaşayanların kişisel anılarını ve bellek güçlerini çoktan aşmış bir kolektiviteyi, bilinç olarak ileriye aktarır. Bu devir nedeniyle, yeni kuşakların onu aramalarına bile gerek kalmadan, tarihsel gelenek gelir onları bulur. Türkiye’de olmamıştır. Türkiye solu 1960 sonrasına adeta silinmiş bir hafıza ile başlamıştır.

Likidasyon, Türkiye’de garip gecikmenin de nedenlerini açıklıyor: Şu ya da bu yönde ama örgütlü ve ideolojik temellere dayalı bir tepkinin doğabilmesi, ortada gene örgütlü ve ideolojik bir şekillenmenin olmasını öngerektiriyor. Olmayan, daha doğrusu 40 yılın önemli bir böümünde olmayan, budur. Türkiye’de örgütlü hareketin likidasyonu, olası tepkileri de peşinen likide etmiştir. Gecikmenin ve garabetin nedeni buradadır. Sonuçta, Türkiye sosyalist hareketinin geçmişinde, tepkiler ve karşı çıkışlar ancak “olanlara”, yani salt kişiliklere yönelmiş, aynı oranda da ideolojik temellerden ve örgütlenme anlayışından kopmuştur.

Yeniden günümüze dönmek gerekiyor. Bu noktada, yapılabilecek kimi saptamaları sıralamak istiyorum.

1) Türkiye sosyalist hareketinin 1960 öncesine ilişkin ve yukarıda sözü edilen anlamdaki “tarihsizliği” kuşkusuz özverili insanların hiç yaşamadığı, ciddi örgütlenme girişimlerinde hiç bulunulmadığı biçiminde yorumlanmamalıdır. Bu bakımdan 1960 öncesi “dolu bir tarih” olmasa bile, ele alınmaya değer olguların serpiştiği bir “geçmiş”tir. Böyle ele alınmalı, böyle benimsenmelidir.

2) Yazının önceki bölümlerindeki genel tarih değinmeleri çerçevesinde düşünüldüğünde, 1960 öncesine ilişkin yeni bilgi ve bulguların Türkiye sosyalist hareketinin bugününe yapabileceği katkılar da sınırlıdır. Doluluk ve süreklilik açısından silik olan Türkiye sol tarihinin 1960 öncesine ilişkin yeni bulguların, tersine, sarsıcı inkarlara, yeni ve zararlı yönelimlere çanak tutma olasılığı da vardır. Geçmişe ilişkin yeni bilgilerin yarar ve önemi, Türkiye’de sosyalist hareket olgunlaşma sürecinde yeni adımlar attıkça artacaktır.

3) Değinilen nedenlerle solun 1960-1971 döneminde bir ilk birikim sürecini “yeniden” ama zengin biçimde yaşaması, sola bugün damga vuran yapılanmaların hemen hemen tümünün taarihi bu dönemle başlatmalarına yol açacaktır. İstensun istenmesin 1960 öncesi zamanla daha çok unutulacak, 1960-1971 dönemi bir “başlangıç” olarak daha geniş bir kabul ve yerleşiklik kazanacaktır.

4) Sol, 12 Eylül darbelerine karşın, 1960’dan bu yana alınırsa, hem kadrolar hem de bilgi deneyim aktarımı açısından belli bir sürekliliği koruyabilecek konuma gelmiştir. Gene de 1960-1971 döneminin pek çok yapılanma tarafından “köken” sayılarak ele alınması, pragmatist bir anlayışla birleştiğinde, aynı döneme ilişkin çarpıtmalar gündeme gelebilmektedir.

5) Önce de değindiğim gibi 1960 öncesinden, bugün için yaşamsal öneme sahip, belirleyici ve ayrıştırıcı bilgiler çıkartmak mümkün değildir. Başka deyişle bugün gerekli olan bütünsellik anlayışına 60 öncesinin yapabileceği katkılar sınırlıdır. Oysa 1960-71 dönemi çok farklı bir nitelik taşımaktadır. Bu dönemin dürüstçe yerli yerine oturtulabilmesi, Türkiye’de sosyalist hareketin bugünkü nesnel konumunun ve yönelimlerinin bir bütün olarak algılanabilmesi açısından mutlaka gereklidir.

6) O halde 1960-71 döneminin değerlendirilmesi konusunda titiz olmak, aynı dönemin ele alınışında çarpıtıcı, mistifikasyoncu ve pragmatist eğilimlere karşı çıkmak, Türkiye sosyalist hareketinin geleceği açısından da önem taşımaktadır.

Yukarıda sıralanan saptamaların somutlanmaya gerek duyduklarının farkındayım. Şimdi, örnekleriyle bunu yapmaya çalışacağım.

1960-71 dönemi, hem geleneksel solda, hem de devrimci demokrat kesimlerde ilgi odağı olma konumunu koruyor. Bugünkü yönelimine bakıldığında ilginç bir durum gözleniyor: Geleneksel sol, “iki ayrı kol vardı bunlar birleşti” formülünün çekiciliğine kapıldıktan sonra, bunu yeterli bulup söz konusu döneme ilişkin defteri kapatma eğilimleri sergiliyor. Kuşkusuz, sözü edilen ve pek çok sorunu çözdüğüne inanılan formülün rahatlatıcı etkileri bir süre daha devam edecek. Bu süre içinde, geleneksel soldan 1960-71 dönemine ilişkin ciddi ve geleceğe yönelik saptamalar beklenmemeli.

Ancak devrimci demokrasi, yaklaşık 20 yıl sonra, kendisi de bir “gelenek” olmanın gururuyla, döneme daha araştırıcı gözlerle bakıyor. Böyle alındığında kuşkusuz olumlu ve sevindirici bir gelişme. Ancak bu saygın yaklaşımı sürdürürken, elbette ruhsuz tarih yazıcıları gibi değil, ama Türkiye sosyalist hareketinin geleceğini düşünen insanlar olarak gerekli titizliği ve nesnelliği göstermek gerekiyor.

Ertuğrul Kürkçü Yeni Çözüm için bir yazısında, 1970-1971 yıllarına dönüyor. Kürkçü, 12 Mart öncesinde sosyalist gençlerin iki büyük kampa ayrıldığına değindikten sonra bu kamplardan birini şöyle tanımlıyor: “Birinci kampta yeralanlar teorik olarak devrimci marksizmin eskidiği, programatik olarak toplumun siyasal ve toplumsal bakımdan sosyalist bir dönüşüm için olgunlaştığı, taktik olarak parlamenter, genel oya dayalı mücadelenin mümkün tek yol olduğu görüşü çevresinde toplandılar.”18

Kürkçü, Gelenek‘in geleneksel sol olarak tanımladığı çizginin geçmişini böyle başlatıyor. Kürkçü, Yeni Çözüm için, gerçekleri zorluyor. 1971’e gelindiğinde Dev-Genç çizgisini tümüyle cuntacı ve muhtıracı olarak tanımlamak ne denli büyük bir yanlışsa, Dev-Genç dışındaki sosyalistleri tümden revizyonist ve parlamentarist olarak tanımlamak da o kadar büyük bir yanlıştır. Dev-Genç dışındaki sosyalistlerin geldiği yerde kuşkusuz gerçek anlamda revizyonistler ve parlamentaristler de vardı. Aynı, THKP-C önderlerinin geldikleri yerde gerçek cuntacıların ve apolet aşıklarının olması gibi. Kendinden kopulan kaynağın etkileri sınırsız ve kalıcı olsaydı, insanlarda ilerleme olmazdı. Kürkçü’nün, bunu en iyi bilenlerden biri olduğundan kuşku duymuyorum.

Ancak iş burada bitmiyor. Gene Kürkçü, bu kez bir kitap dizisinde kendisi ile yapılan söyleşide, Dev-Genç dışındaki sosyalistlere daha farklı, ama çok gerçekçi bir yaklaşım sergiliyor: “…SGÖ doğrudan sosyalist propaganda yapıyordu ve bu bence iyi birşeydi. Örneğin Lenin’in 100. doğum yıldönümü afişleri yapıştırdıkları için Siyasal’da dövülmüşlerdi. Belki de bunu yapıştırdıkları için değil, bunu yapıştırmak onların faaliyetinin bir ürünüydü, Dev-Genç onların faaliyetlerine karşıydı, bu nedenle de engellemek istiyorlardı. Ama neticede Dev-Gençliler yönetimin konuya yaklaşımındaki hata nedeniyle sosyalist çalışmaya karşı bir konuma düştüler; kimi insanlar, mesela ben böyle şeylere ortak olmamış olabilirim ama, biz Dev-Genç olarak bunun yükünü hep taşıdık üzerimizde.”19

Şimdi, eğri oturup doğru konuşmak gerekiyor. Ben “teorik olarak devrimci marksizmin eskidiğini” ve “parlamenter, genel oya dayalı mücadelenin tek yol olduğunu” ileri sürüp sonra da ortalığa Lenin’in 100. doğum yılı afişlerini yapıştıran bir siyasi çizgi hiç görmedim ve duymadım. Kürkçü’nün Yeni Çözüm için yaptığı sınıflandırmanın pek de gerçekçi olmadığı, gerçekçi olan ikinci değerlendirmesi ile ortaya çıkıyor.

Bu, kuşkusuz sevindirici oluyor. Ancak, insan bir kuşku duymadan da edemiyor: Devrimci demokrasinin geleneği, genç ve pratisyen Yeni Çözüm‘de başka, daha olgun ve teorik Türkiye Sorunları Dizisi‘nde başka türlü mü kurulacak? Böyle yapılmamasını, bu yola gidilmemesini diliyorum. “TİP o zaman düzen karşıtı fikirlerin ifade edilebildiği tek yer, düzen karşıtı bir politika sürdürülebilen tek politik partiydi. Gerçekten de parlamentoda olsun, parlamento dışında olsun TİP iyi işler yaptı. Bugün daha rahat söylenebilir, biz hepimiz gıdamızı bu insanlardan aldık”20 türü dürüst ve gerçekçi değerlendirmelerin artık her yerde rahatlıkla dile getirilebilmesi gerekiyor. Yineliyorum: Bu, bir “angajman” değildir; bu, bugün sahip olunan konumların reddini gerektiren bir “kabul” de değildir. Bu, yalnızca, geçmişe pragmatizmden uzak ve nesnelci bakışın bir gereğidir.

1960-71 dönemine sıkça eğilen başka yazarlar da var. Bunlardan Tanju Akad, gene Türkiye Sorunları Dizisi‘nde şöyle diyor: “TİP yöneticilerinin parti içi tartışmaları anti demokratik müdahalelerle engellemeleri ve yine o dönemde palazlanmakta olan yerli faşistlerin saldırıları karşısındaki pasiflikleri, 1968-1970 arasındaki kopuşun iç boyutlarını oluşturdu.”21

Akad’in değerlendirmesine de belli itirazlarım olacak. Ancak Akad’dan özür dileyerek, önce bir gözlemimi dile getirmek istiyorum. Akad’ın sözü edilen dizinin çıkan iki kitabında da yer alan çalışmalarında değerli, olgun pek çok saptama bulunuyor. Ancak, Akad’ın her iki yazısında da, iş 1968-1971 dönemi kopmalarına geldiğinde ortaya başka konularda sergilenen ciddiyetle bağdaşmayan bir tür el çabukluğu, kolaycılık çıkıveriyor. Bunun nedenini anlamakta güçlük çekiyorum. Bu nedenle, ancak yorumlayabiliyorum.

İtirazım, özetle şöyle: 1968-1970 dönemi kopuşlarını açıklayan iki temel nedenden biri olarak faşist saldırılar karşısında alınan tutumu göstermek, bana “abartılmış” geliyor. İtirazımın temel nedenini TİP’in bu saldırılar karşısındaki tutumu oluşturmuyor; o, ayrıca tartışılabilir. Temel neden şu: Faşist saldırılar, karşısında alınan tutumların farklılığı nedeniyle bir büyük kopmayı belirleyecek boyuta söz konusu 1968-70 döneminde hiç ulaşmamışlardı…

Bunu, kesinlikle vurguluyorum. Hemen ardından, gerçek nedenlerin araştırılmasını öneriyorum. Aybar egemenliğindeki TİP’in parlamentarizmi, kabul. İç çatışmaların TİP’i bir gayya kuyusuna çevirmesinin getirdiği umutsuzluklar, kabul. TİP’te Aybar’a yönelik muhafelefetin gençliğe güven ve coşku verememesi, kabul. TİP’i yönelik olarak, bunların hepsi kabul. Ama, temel nedenlerden biri olarak “faşist saldırılara karşı direnmeli mi direnmemeli mi” ayrımına hayır…

Gene, eğri oturup doğru konuşmak gerekiyor. 1968 Ekim’i ile 1969 Mart’ı arasındaki 5 ayda üniversite gençliğinin ezici çoğunluğunu TİP karşıtı yapan nedir? Bir “Kanlı Pazar” mı tek başına? Dönemin en yaygın TİP dışı sloganı “halk savaşı” faşist saldırılar yüzünden mi doğdu? Giap’ın, Debray’in, Marighella’nın kitapları faşist saldırılara karşı mücadele için mi okundu? Tüm bunlara önyargısız biçimde eğilmek gerekiyor.

Burada da pragmatizm uyarılarında bulunmak zorunluluğu doğuyor. Daha sonrasının, 1975-1980 döneminin hala saygıyla anılan bir geleneğini zorlayarak geçmişe uzatma, böylece bir haklılığı “eşit olarak tarihe yayma” çabaları, gene pragmatizmdir. Bundan da uzak durmak gerekiyor. Devrimci demokrasi, Türkiye’deki kaynaklarını saptarken daha gerçekçi olmalı, 20 yıllık geleneğini kurarken, tarihle oynamamalıdır.

Geçmişe ilişkin tartışmayı bu kez Türkiye solunun artık “kendinden” saymadığı bir çizginin teorik konular sözcüsü Halil Berktay’ın yazdıklarıyla sürdürüyorum. Berktay 1971 öncesi Sosyalist Devrim-MDD tartışmalarına değiniyor: “Çok net olarak söylenebilir ki o tartışmadaki sosyalist devrim tezi saflarından, Türkiye’ye olumlu en küçük bir teorik miras kalmamıştır.”22

Belki “o da öyle diyor işte” denilip geçilebilirdi. ancak, söyleyenden bağımsız olarak söylenen, belli bir güncel önem de taşıyor. berktay aynı yazıda başka şeyler de söylüyor. Bağlı olduğu çizginin kimi yanlışlarını zaman içinde nasıl “düzelttiği”ne örnek verirken şöyle yazıyor: “Biz de Milli Demokratik Devrim teorisini en fazla özümlemiş, bu temele en çok sahip çıkan akım olarak 1960’lar ve 70’ler boyunca, ta 1980’lere kadar bu formülü kullandık (Türkiye’nin ‘yarı sömürge ve yarı feodal’ bir ülke olarak tanımlanması kastediliyor, m.ç.); geçmişte kurulan bugün münfesih TİKP’nin programında, Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısını bu şekilde anlattık; arada sırada kullandığımız ‘bağımlı ve çarpık bir kapitalizm’ gibi bazı alternatif ibareleri, içlerinde kapitalizm kelimesi geçiyor diye, otomatikman yanlışmışlar, oportünizme yol açarlarmış gibi zaman içinde eledik ve kendimize sıkı bir terim yeknesaklığı empoze ettik.”23

Sosyalist Devrim tezinden Türkiye’ye en küçük bir olumlu miras kalmadığını söyledikten sonra, içinde “kapitalizm” sözcüğünün yasaklandığı bir sosyalizm anlayışının (nasıl oluyorsa böyle bir şey) yıllarca savunulduğunu açıklamak, doğrusu büyük cesaret işi. Ama burada yalnızca Berktay için de söylemiyorum: “Opoztünizme yol açacağı için” kapitalizm ve sosyalizm sözcüklerinin yasaklandığı bir sosyalizm anlayışı icat etmek, geçmişte, Türkiye solunun bir bütün olarak MDD’ci kanadına nasıp olmuştur. Parlamentarist ve reformist anlayış nasıl TİP’teki kimi öğelerin hastalığı olmuşsa, “kapitalizm” sözcüğünün kullanımını yasaklayan bir anlayış da MDD çizgisinin utancı olmalıdır.

Berktay’ın yaklaşımını bir başka açıdan daha “ilginç” ve “anlamlı” buluyorum. Bu anlayış, kendine özgü bir siyasal egosantrizm sergiliyor. Berktay’ın çizgisi, kendi yanlışını kendi buluyor, kendi yazıyor kendi siliyor, kendi sövüyor sonra gene kendi çiçek dağıtıyor. Öyle ki, aynı egosantrizm, daha 1971 öncesinde Boratav-Erdost tartışmaları ile büyük ölçüde çözüme bağlanan bir sorunun intikalinde bile bir 10 yılın geçmesini gerektiriyor. Gerçi geç oluyor, ama gene de doğruyu “kendileri” bulmuş oluyorlar!

Türkiye solundaki öteki yapılanmaların yukarıda bir tipoloji olarak çizilen eğilimden uzak kalması gerekiyor. Burada özellikle vurgulamak istiyorum: Türkiye solunda kavranan en önemli doğrular ve ulaşılabilen en anlamlı sonuçlar, şu ya da bu yapılanmanın kendi özel dinamiklerinin çok ötesinde, bir bütün olarak hareketin devinimi ile ortaya çıkıyor. Belli bir soruna tutarlı yaklaşımda şu ya da bu yapılanmanın başlangıç olarak sergileyebileceği öncülükler, kısa sürede doğal katılımlar buluyor, başka yapılanmalarca da içselleştiriliyor ve sonuçta ortaya çıkan, bir tür “kendiliğinden kolektivite” oluyor.

Türkiye solu önemli verimlilikler de vadeden bu nesnelliği bilince çıkarmalı, hakkını vermelidir. Herkesin herkesten öğreneceği çok şey var. Bunu kabul etmek gerekiyor. Bunu kabul etmek, kimseyi tahtından indirmiyor. Gerekli olan, Türkiye sosyalist hareketinin geçmişine bir bütün olarak ve önyargılardan uzakta eğilmek, bunun işaret ettiği çizgiyi ve geleceğini kavramaktır. Kuşkusuz pragmatizme en küçük yer tanımadan.

Sonuca geliyorum.

Baştan bu yana vurgulanan teorik bütünsellik anlayışı ve soldaki kimi kesimlerin yakın geçmişe yaklaşım biçimlerinin örnekleriyle ele alınması, sosyalist harekete ilişkin bir perspektife dayanıyordu. Bitirirken bu perspektifin içerdiği iki temel almaşığı en net biçimiyle dile getirmek istiyorum.

Kimileri vardır: Kendini, Türkiye sosyalist hareketinin içerdiği tüm zenginliklerin taşıyıcısı, yaratılmış tüm sorunların tek çözücüsü görür. Bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketinin geleceğini kendi ilkeleri çevresindeki bir “bütünleşme”de görür. Eninde sonunda böyle olacağına, bunun gerçekleşeceğine inanır. Kendini, sürekli olarak “şunlar, şunlar artık bittiler” düşünceleriyle besler. Bu arada bir yanda ideolojik tartışmalar, “birlik” çağrıları, öte yanda “ortak eylem” önerileriyle kendini vitrine çıkarmaya çalışır. Ama aklında olan, her zaman, Türkiye solunun “kendisine indirgeneceği” günlerdir. Böylece, bekler durur…

Kimileri vardır: Tek tek yapılanmaların nesnel olarak haklı tarihsel dayanakları olabileceğini kabul eder. Bu dayanaklardan hareketle kimi doğruların, kimi güçlerin elde tutulabileceğine inanır. Tek tek bu yapılanmaların özel güçlerinin ve zaaflarının ötesinde, hepsinin ortaya koyacağı etkinlikler sonucu çıkacak bileşkenin Türkiye sosyalist hareketini nereye götürebileceğini, hangi yeni kanalları zorlayacağını kestirmeye çalışır. Bu kestirimler sonucu model alınan bileşkeden kopuk kalmamanın, o bileşkeye en büyük katkıyı yapmanın koşullarını ve önlemlerini bugünden gerçekleştirmeye koyulur…

İkinci kesimde yer almak, mutlaka bir “teorik düzlemde bütünsellik” anlayışını öngerektiriyor. Ayrıca, solda çok sözü edilen “birlik” hedefinin gerçek öncülerinin de bu ikinci kesimdekilerden çıkacağı açıktır.

Dipnotlar

  1. İstisnai örneklerden söz edilebilir. İçeriğini tartışmaksızın, Yalçın Küçük’ün, Türkiye’de son 180 yılın önemli evrelerine “iç savaş” saptamasıyla yaklaşan çalışmalarını hatırlıyorum. Şerif Mardin’in kimi çalışmalarında da, örneğin Cumhuriyet döneminin iki ana “ideoloji” evresine ayrıldığı görülüyor.(Bak: İdeoloji, Turhan Kitapevi, Ank.1982)
  2. Childe Gordon; Tarihte Neler Oldu, çev:A.Şenel-M.Tunçay, Alan yay., İst., 1982, s.59.
  3. Carr E.H.; Tarih Nedir?, çev: M.G. Gürtürk, Birikim yay., İst., 1980, s.179.
  4. Gelenek dizisinin daha ilk kitaplarında, yukarıda söz edilen nesnel bütünlük içinde onun bilinciyle hareket edildiği takdirde marjinal konumların da hareketin bütününe önemli katkılar sağlayabileceği vurgulandı. geleneksel soldan dostlar ise zaman zaman böyle bir anlayışı hiç anlayamadıklarını gösteriyorlar. Giderek, marjinal konumdan yapılabilecek katkıları iyice küçümsüyorlar. Bunlar arasında Gelenek’i “marjinal kalmaya övgünün garip tezahürleri”ni sergilemekle eleştiren yazılar da yer alıyor. (Gün, sayı:29 s:20) Gün’deki eleştiriyi okuyunca düşündüm: Acaba marjinal değil de Gelenek’i bu konumundan dolayı eleştirenler gibi “büyük” olunsaydı neler yapılabilirdi diye. Çok düşünmeme gerek kalmadan, yanıtı gene Gün’de ve aynı sayıdaki başyazıda buldum. Siz de dinleyin: “SHP bu olmamalı. Bu nedenle eleştirilmeli. Yapıcı ve dostça eleştiriler SHP’ye güç katacaktır. (Bu eleştiri değerli yazar- gazeteci Yalçın Doğan’ın sorumluluktan çok öfkeye ve küçümsemeye dayanan bir üslupla yaptığı gibi ‘İnönü’nün Calplaşması’ biçiminde olmamalı herhalde.” Böylece, solda marjinallik aşılıp büyündüğünde hiç usanılmadan yapılacak işlerden birinin SHP’yi ve İnönü’yü kem sözlerden korumak olduğunu öğrendim. Tartışmak çok öğretici oluyor.
  5. Zaman zaman basında Gorbaçov dönemiyle birlikte, Sovyet deneyiminin geçmişine bu arada Troçki’ye daha “farklı” bakılabileceğini ileri süren yazılara rastlanıyor. Mümkündür. Bu, Troçki’nin güncelleşmesinden değil, tam tersine aşılmasından kaynaklanıyor. Tarih, tarihsel olan aşıldığı ölçüde, çok daha nesnel yazılabiliyor.
  6. Hobsbawm E.J.: “Toplumsal Tarihten Toplumun Tarihine”, Tarih ve Tarihçi içinde, der: A. Boratav, Alan yay., İst., 1985, çev: İ.Altınsay, s.165.
  7. Pamuk Orhan; Cevdet Bey ve Oğulları, Karacan yay., İst., 1987, s.220.
  8. Arcayürek C.; Demokrasinin İlk Yılları, 1947-51, Bilgi yay., Ank., 1983, s.18.
  9. Engels F.; “Socialism: Utopic and Scientific”, Selected Works, c.3, s.130.
  10. Türkiye’de sol hep bir zorlamayı deniyor. inanılmaz biçimde, demokrasi, insan hakları, çevre, barış vb. sorunlarını sosyalizm boyutundan ya da kapitalizm-sosyalizm çelişkisinde koparıp ayrı bir kategoriye sokmaya çalışıyor. Ama bir türlü mümkün olmuyor. Sol, bu konuların “bağımsızlığı için yemin de etse, “dar sınıf açısını bıraktığına” binbir tanık da gösterse, karşı taraf bir türlü inanmıyor. Bundan sonra da inanacağa hiç benzemiyor. Ne yazık: Egemen sınıfların sınıfsal alarm sinyalleri solun sistem kurma yeteneğinden çok daha gelişkin…
  11. Engels F.; “To Bloch”, Selected Works, c.3, s.488.
  12. Batı Avrupa, kuşkusuz köklü bir marksist geleneğe sahip. Ancak, çok da abartmamak gerek. Burada bile, marksist anlayışın özünü oluşturan, insanın hem tarihin yapıcısı, hem de tarihçe koşullanmış bir varlık olması teması, çoğu kez anlaşılamıyor. Kimileri bu konumu, “marksist tarih anlayışının iflah olmaz çelişkisi” olarak gösteriyor. Tartışmanın boyutlarını sergilemesi açısından vereceğim örnekte, bir marksist, bir başkasına haklı olarak soruyor: “Kendi tarihlerini yapanların insanlar olduklarını savunmak için tarihi içlerinde yaptıkları koşulların kendilerini onlara zorla kabul ettirdiklerini ve bütün eylemleriyle bütün düşüncelerini koşullandırdıklarını düşünmekten vazgeçmek mi gerekir?” (Bobbio Texier; Gramsci ve Sivil Toplum, s.66)
  13. Woddis Jack; Yeni Devrim Teorilerinin Eleştirisi-3, çev: T.Taylan, Bilim Yay., İst., 1977, s.38.
  14. Tezel Y.S.; dipnotta adı geçen kitap, s.131.
  15. Ancak eski Marksistlerden Tezel’in “bilim ötesi” başka kaygılar da taşıdığı hemen anlaşılıyor. “İşçi eylemi-faşizm” bağlantısı kitabın konusu dışında mesajların iletilmesine yarıyor olsa gerek. tek örnek bu değil. Tezel başka hesaplar da yapıyor. Bir hesabına göre “tehcir” ve benzeri olaylar olmasaymış Türkiye 45 milyonluk bir ülkeyken bu 45 milyonun 10 milyonunu Ermeniler ve Rumlar oluştururmuş ve bu da rahatlatıcı olmayan bir durum yaratırmış…(Tezel Y.Sezai; Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi Yurt yay.Ank.1983s.90) Tehcir’in “rahatlatıcı etkilerine değinen Tezel’in Türk tezini savunmak üzere dışarıya gönderilmesi herhalde düşünülmüyordur. Sakıncalı olabilir.
  16. Lefebvre H.; “Tarihi Geçmiş Nedir”, Boratav, a.g.d. içindei çev: F. Tümen, s.177.
  17. Karaçam Sedat; “Neden İki Parti”, Gün, sayı.30, s.18.
  18. Kürkçü Ertğurul; “15-16 Haziran ve Dev-Genç”, Yeni Çözüm, sayı:5, s.38.
  19. Mater Nadire; “Ertuğrul Kürkçü ile Görüşme”, Türkiye Sorunları Dizisi-2, Alan yay., İst., 1987, s.32.
  20. a.g.y., s.35.
  21. Akad M. Tanju; “Uluslararası Etkileşimler ve İdeoloji” Türkiye Sorunları Dizisi-1, s.24-25.
  22. Berktay Halil; “Türkiye’nin Özgüllüğü”, Saçak, sayı:41, s.6.
  23. a.g.y., s.8.