Tarihe Haberlerden Bakmak

Bana Yalan Söyleme

Derleyen: John Pilger

Çeviren: Mehmet Harmancı

Agora Kitaplığı, İstanbul, 2010, 600 sayfa.

 

 

Bana Yalan Söyleme ya da özgün adıyla Tell Me No Lies, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Martha Gelhorn’un Dachau toplama kampına girerek, henüz buradan sağ kurtulanlar dahi kampı tamamen terk etmemişken kaleme aldığı haberle başlayarak, kitabın yazıldığı tarih olan 2004’e kadar gelen önemli araştırmacı gazetecilik örneklerinin bir derlemesi. Oldukça hacimli olan kitapta 29 gazetecinin önemli habercilik başarıları bir araya getirilmiş.

Kitaba yöneltilebilecek eleştirilerden birisi, hemen hemen sadece İngilizce konuşulan dünyadan (Günter Walraff, Amira Haas, Max du Preez-Jacques Pauw, Eduardo Galeano ve Anna Politovskaya istisnalarıyla) örnekler seçilmiş olması olabilirdi; ancak böylesi bir konuda eksiksiz bir kitap derlemenin imkansızlığını teslim etmek gerekir. Yine seçilen ve dışarıda bırakılan haberler üzerine tartışılabilir. Kitaptaki haberlerin bazıları, bizde “araştırmacı gazetecilik” denildiğinde akla gelen tarzdan ziyade, dünyanın gündemindeki siyasi meselelerde yapılan atlatma haberler olarak nitelenebilir. Tersinden, örneğin, New York Times muhabiri Herbert Matthews’ın 1957 Şubat’ında Sierra Maestra’ya çıkarak Fidel’le yaptığı röportajın, hem habere giden yoldaki hazırlık süreci, hem de haberin siyasi etkisi açısından böylesi bir derlemede bulunması gerektiğini söyleyebilirim. Ancak bu tartışmanın sonu yok; genel olarak kitaptaki haber seçimleri başarılı…

Kitabı okurken birer gazetecilik örneği olarak üzerlerinde kafa yormanın yanı sıra, aslında altmış yıllık bir zaman diliminin tarihindeki önemli olayları da tekrar okumuş oluyorsunuz. Fakat bu defa gazetecilerin gözünden ve yaşandıkları sıralarda yazılanlardan… Kitap iki temel soru üzerine düşünmemizi sağlıyor: Birincisi, tarih yazımı ve tarih okumasında haberciliğin rolü, ikincisi ise gazeteciliğin gündelik siyasette (ve dolayısıyla siyaset tarihindeki) etkisinin sınırları.

Dönüp tarihe, örneğin Soğuk Savaş tarihine baktığımızda, birtakım gerçekler, eğilimler, dönemeçler, kopuşlar görürüz. Bu büyük doğruların yanında, bir gazetecinin ele aldığı konu, fazlasıyla teferruat kalır. Birisi My Lai’deki katliamı haberleştirse ne, haberleştirmese ne; bu fark, emperyalizmin dünyada katliamlar yaptığı gerçeğine halel getirir mi? Oysa bu doğruların oluşumunda, siyasi bilincin gelişiminde somut, yaşanmış örneklerin çarpıcılığının önemi büyüktür. Tarih bunlarla yazılıyor.

Peki, olaylar yaşandıktan, üzerinden yıllar geçtikten sonra, süreç içinde olayları analiz eden tarih kitaplarının kapsamlı açıklayıcılığı varken -eğer siz de tarih kitabı yazmak niyetinde değilseniz- dönüp sıcağı sıcağına, elde henüz sonuçlara dair hiçbir veri yokken yazılmış haberleri okumanın ne faydası var?

Marx “Fransa’yı Balzac’tan öğrendim” derken benzer bir şeyi mi kastediyordu bilemem, ama kitaptaki bazı yazıları okurken, zaten bildiğim bazı olayları ilk kez anladığımı hissettiğimi söyleyebilirim. Tarih yazmak için bilmenin yanı sıra anlamak da gerekir, ama bu bir yana, bizler tarih yazmıyoruz. Mücadele etmek, kavramanın yanı sıra bir duygu işidir: hissetmeyen adam ayağa da kalkmaz. Robert Fisk’in, 1982 Lübnan işgalinde İsrail askerlerinin gözetiminde çetelerin Sabra ve Şatila mülteci kamplarında yaptığı katliamı anlattığı haberinin giriş paragrafları, edebiyat zevkinize hitap etmesinin yanı sıra, sizi kendisiyle birlikte götürüp katliamcıların henüz tamamen terk etmediği kampın ortasına bırakıveriyor:

“Bize olan biteni anlatan sineklerdi. Vızıltıları en az kokuları kadar rahatsız edici olan milyonlarca sinek. İlk başta ölü ile diri arasındaki farkı bilemeyen iri sinekler gövdemizi baştan aşağı kaplamıştı. Eğer not defterlerimizi doldururken kıpırdamadan duruyorsak, bir ordu gibi sayfaları, ellerimizi, kollarımızı, yüzlerimizi istila ediyorlar ve hep gözlerimizle ağızlarımızın çevresinde yoğunlaşıyorlar, sayıları pek çok olan ölülerden birkaç diriye, cesetten muhabire konuyorlar, ziyafete konacak yeni bir et bulduklarında küçük yeşil gövdeleri heyecanla titriyordu. (…) Çoğunlukla gri bir bulut gibi başımızın çevresinde dolanıyorlar, bizim ölülerin o cömert kıpırtısızlığını almamızı bekliyorlardı. Bu sinekler çevremizde yatan kurbanlarla tek fiziki bağımızı oluşturuyorlar, bize ölümde hayat olduğunu hatırlatıyorlardı. Biri bundan kârlı çıkıyordu. Sinekler tarafsızdı. Buradaki cesetlerin bir katliamın kurbanları olmalarının onlar için hiç önemi yoktu.”

Derleme, gazeteciliğin siyasi önemini tartışmak açısından da verimli. Örneğin, Greg Palast’ın gerçek bir araştırmacı gazetecilik örneği olan “Başkanlık Nasıl Çalınır?” yazısında George W. Bush’un 2001 seçimlerini Al Gore karşısında hileyle kazandığını kanıtlayan haberinin, ABD emperyalizminin dönemsel ihtiyaçları açısından Başkan olması gereken Bush’un önünü kesmeye muktedir olmadığı belirtilebilir. Palast’ın daha seçimler olmadan ortaya çıkardığı haberinin İngiltere’de yayınlanabilmesi, ABD’de ancak seçimden aylar sonra medyada yer bulması çok açıklayıcı. 1983’te 50 dev çokuluslu şirkete ait olan büyük medya kuruluşlarının 2002’de 9 şirketin elinde kalması da açıklayıcı.

Öte yandan, kitapta, yarattığı siyasi etkileri bakımından büyük önem taşıyan örnekler de var. James Cameron’un sınırın öte yanından, Kuzey’den geçtiği haberler, daha sonradan 2000’li yıllarda adı “Bush’un korkulu rüyası”na çıkacak olan Seymour Hersh’in ABD ordusunun yaptığı katliamları açığa çıkaran araştırmaları, Vietnam Savaşı karşıtı hareketin yükselmesinde büyük rol oynadılar. Günter Walraff’ın bir Türk işçisi kılığına girip çalıştığı fabrikalarda göçmen işçilerin koşullarını anlattığı “En Alttakiler” beş ayda iki milyondan fazla satarken, iş yasalarında önemli değişiklikler yapılmasını getirecek kamuoyu baskısının oluşmasını sağladı. Max du Preez ile Jacques Pauw’un apartheid rejiminde Afrikaans dilinde beyazlara dönük yayın yapan gazeteleri, siyasi mücadelede medyanın üstlenebileceği role dair sıradışı bir örnek sunuyor.

Kapitalist hegemonyanın sağlanmasında ideolojik kuşatmanın giderek ağırlaştığı günümüzde gazeteciliğin önemi de giderek artıyor. Sadece gerçekler kitlelere ulaşamadığı için değil, aynı zamanda gerçekler bizden yana olduğu için. Bana Yalan Söyleme, neler yapılabileceği sorusunun yanıtına dair sunduğu ipuçlarıyla da okunması önerilebilecek bir kitap.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×