Tarihsel bir Referans Olarak 1929 Krizi ve Büyük Bunalım

“1929’dan beri kapitalizmin yaşadığı en ağır bunalım”… Son iki yıldır bu cümleyle, bazı küçük farklılıklar olabilse de, çok sık karşılaşmaktayız. Dünya kapitalizminin içinden geçmekte olduğu bunalımın karşılaştırılabileceği tarihsel referansın 1929 Krizi ve onu takip eden, adı üstünde “Büyük” Bunalım olduğu konusunda genel bir uzlaşma bulunuyor.

Bu konudaki uzlaşma öylesine genel bir hal almış durumda ki IMF ve benzeri kurumların raporlarında, sağcı iktisatçıların değerlendirmelerinde bile artık iki bunalım dönemini karşılaştıran çözümlemelere rastladığımızda şaşırmıyoruz. Fazla değil, bundan iki sene kadar önce şişmekte olan emlak balonunun ve ABD ekonomisinin jet hızıyla biriken kırılganlıklarının “yumuşak” bir inişle geçiştirilebileceğine ilişkin kanaat üretmekle meşgul olan bu kurum ve kişilerin artık bir referans olarak 1929’u görmeleri kuşkusuz önem taşıyor. Ancak bu durum bizi kapitalizmin bu Büyük Bunalımının ne anlamda bir referans olarak görüldüğü üzerine düşünmekten alıkoymamalı.

Genel olarak 1929 Krizi’ne yapılan gönderme, mevcut krizin büyüklük ve yaygınlık açısından ancak bu dönemle karşılaştırılabilir bir ölçeğe sahip olduğu görüşüne dayanmakta. Bu görüşe herhangi bir itirazım yok, fakat yalnızca bu varsayıma dayanan bir değerlendirmenin teorik olarak hiçbir ilerleteciliğinin olmadığını görmek gerekiyor. Evet, kapitalizm çeşitli göstergeler itibariyle Büyük Bunalım denli ağır bir bunalımdan geçmektedir. Ama asıl can alıcı nokta, mevcut bunalımın büyüklüğüne işaret ettikten sonra ne söylediğimizle ilişkilidir. Büyük Bunalım ise esas olarak bu tespitin “sonrasında söylenecekler” konusunda bir tarihsel referans olarak anlam taşıyabilir. Daha doğrusu, Büyük Bunalım’ın gerçek anlamda bir tarihsel referans olup olmadığına karar vermek için bazı iktisadi değişkenler yönünden  iki dönem arasında yapılan karşılaştırmalardan ötesine geçmemiz gerekiyor. Başka bir deyişle tarihselci bir değerlendirmeye ihtiyaç var.

Aksi takdirde bazı risklerle karşı karşıya olduğumuzu bilmek durumundayız. İki bunalım dönemi büyüklük ve yaygınlık yönünden karşılaştırılabilir ve hatta birbirine paralel durumlar tespit edilebilir. Ama bununla  yetinilirse, örneğin mevcut bunalıma karşı verilen tepkilerin, izlenen politikaların 1929’a kıyasla daha doğru olduğunun ileri sürülmesi mümkündür. Nitekim sağcı iktisat yazınında bu türden örneklerle karşılaşıyoruz; hatta 1929’a ilginin nedenlerinden biri bu.1 Bu yaklaşımın kapitalizmi meşrulaştıran başka ideolojik payandalarla desteklenmesi de hayli mümkündür; zira bunu da görüyoruz. Örneğin krizlerin piyasa sisteminin pek çok sevabı yanında katlanılması gereken birer cilvesi, doğa olayı kabilinden engellenemez bir durum olduğuna, esas önemli olanınsa piyasalara imanı elden bırakmadan ders kitaplarında anlatıldığı şekliyle “iktisat ilmi”nin öğretilerine uygun adımlar atmak olduğuna dair vaazlarla karşı karşıyayız. IMF ve benzeri kurumların, neoklasik iktisadın erdemlerine gönülden bağlı iktisatçıların 1929’u bir tarihsel referans olarak ele almakta gösterdikleri rahatlık, çözümlemenin bırakıldığı noktanın açtığı bu olanaklarla alakalıdır.

Söylemek istediğimi bir örnekle biraz daha açabilirim sanıyorum. Aşağıdaki satırlar IMF’nin en son Dünyanın Ekonomik Görünümü raporundan alınmıştır:

“Özetle eşine rastlanmamış bir siyasi destek, reflasyonist [maliye veya para politikası aracılığıyla iktisadi faaliyeti canlandıran–A.B.] ayarlamaları mümkün kılan bir uluslararası para sistemi ve başlangıç durumunda daha olumlu olan makroekonomik koşullar mevcut krizi Büyük Bunalım’dan ayıran temel özelliklerdir. 1930’ların başında görüldüğünün aksine mali sektörün travmatik bir biçimde intibakı engellenmiş ve şimdiye kadar ABD ve diğer büyük ekonomilerde faaliyetlerdeki ve enflasyondaki azalma 1929-31’de olduğundan daha hafif olmuştur. Borç deflasyonu şu ana kadar önlenebilmiştir.”2

Devamında mevcut krizin barındırdığı risklerin yine de büyük olduğu ve gerekli politikalar üretilmeye devam edilmediği takdirde Büyük Bunalım’la “kaygı verici paralellikler”in ortaya çıkabileceği belirtiliyor. Kısacası 1929 ve sonrasıyla karşılaştırılabilir ciddiyette bir durumun var olduğu kabul edildikten sonra, mevcut politikalar ve uluslararası mali yapıyla durumun idare edilebileceği, mühim olanın var olan sermaye yanlısı mantığı sürdürmek ve mevcut uluslararası yapıyı bozacak adımlardan kaçınmak olduğu söylenmektedir. “Reformlarla” yola devam… Büyük Bunalım’ın bu argümandaki yeri ise “aman ha” diye başlayan bir uyarıya zemin teşkil etmekten ibarettir.

Dolayısıyla tarihsel bir referans olarak 1929 Krizi ve Büyük Bunalım’ın piyasa düzeninin meşrulaştırılması için kullanılması pekala mümkündür. Bu ihtimali bertaraf etmek üzere 1929 Krizi’ne ve Büyük Bunalım’a iki düzeyde yaklaşmak yararlı olur. Birinci düzey, 1929 Krizi’ni tetikleyen faktörlerin teorik düzeyde nasıl yeniden üretildiğine bakmak ve bu açıdan mevcut bunalımla iki büyük savaş arasındaki dönem arasında basit göstergelerin ötesine geçen bir karşılaştırma çerçevesi çıkartmayı denemektir. İkinci düzey ise Büyük Bunalım’ın uzun dönemli bir tarihsel perpektif içerisine yerleştirilmesi ve mevcut bunalımla bu anlamda bir karşılaştırmanın yapılmasıdır. Bu iki düzey kuşkusuz birbirleriyle ilişkilidir ve bir büyük bunalımın kısa dönemdeki etkileriyle uzun bir tarihsel dönem içinde açığa çıkan anlamı arasındaki ilişkinin araştırılması, günümüz bunalımına dair tartışmalar açısından önemli bir konu olmaya devam etmektedir. Burada kapitalizmin “uzun tarihsel dönemleri”nin nasıl tanımlanabileceği konusunda teorik bir tartışma yürütme olanağımız bulunmuyor. Ancak genel olarak bu iki düzey arasındaki ilişkilerin incelenmesi, konunun daha uzun dönemi kapsayan bir tarihsel perspektif içinde ele alınmasına zemin hazırlanması, 1929 Krizi’ni ve ardından gelen Büyük Bunalım’ı daha anlamlı bir tarihsel referans haline getirmemize yardımcı olacaktır.

“Büyüklüğün” ölçümü

Otuzlardan önce Büyük Bunalım tabiri 1893-1896 yıllarını anlatmak üzere kullanılıyordu. Bugün on dokuzuncu yüzyıl sonunun bu “büyük bunalımı”nı iktisat tarihçileri dışında bilen pek yok. Ancak önemli olan, bazı bunalım dönemlerinin büyük sıfatıyla niteleniyor olması. İfadenin 1929 öncesi için  uydurulmuş bir özel isim olmadığını bilmek yeterli. Bazı bunalım dönemlerinin bu sıfatla anılmasının nedenleri üzerine düşünmek durumundayız.

Öncelikle bir parantez açalım: Bugün resmi kurumlar “bunalım” ifadesini pek kullanmıyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana 1929’un nahoş anılarının bir daha geri gelmemek üzere silindiği yanılsamasını beslemek üzere bunalım dönemlerini “resesyon” veya “durgunluk” diye adlandırmayı tercih etmekteler. Mevcut bunalıma bakarken 1929-1933 yıllarına atıfta bulunmanın, en azından bu adlandırma hilesine son vermek gibi bir yararı olabilir.

“Durgunluk” kavramının tanımlanmasında ise genel olarak yarı-resmi Ulusal İktisadi Araştırmalar Bürosu’nun (National Bureau of Economic Research, NBER) getirdiği tanım kabul görmekte. F. William Engdahl’ın, NBER’ın “durgunluk” tanımı ile birlikte bunalım ve büyük bunalım ifadelerine dair yaptığı özet açıklamayı aktaralım:

“[Gölge Hükümet İstatistikleri raporunun yayıncısı John] Williams bana birkaç yıl önce hem Ticaret Bakanlığı’na bağlı İktisadi Analiz Bürosu ve Ulusal İktisadi Araştırmalar Bürosu’ndaki (NBER) ilgili yetkililerle hem de özel sektörde çalışan çok sayıda iktisatçıyla ‘durgunluk’, ‘bunalım’ ve ‘büyük bunalım’ ifadelerinin tam bir tanımını yapmak üzere mülakat yapmak amacıyla ne çok zahmete katlandığını anlattı.

“Sonuçta karşılaştığı, ilk olarak NBER’ın resmi durgunluk tanımı olmuş: Birbirini izleyen iki ya da daha fazla çeyrek boyunca reel gayri safi yurtiçi hasılanın veya kayıtlı istihdam ve sanayi üretimi ölçütlerinin küçülmesi. Bunalım, durgunluğun tepe noktasıyla dip noktası arasında büyümedeki azalmanın GSYH’nin yüzde 10’undan büyük olması anlamına geliyor. Williams’a göre Büyük Bunalım ise, tepe noktası ile dip noktası arasındaki daralmanın GSYH’nin yüzde 25’inden büyük olması durumuna verilen ad.

“Başkan Herbert Hoover, Ağustos 1929’dan görevden ayrıldığı süreye değin ABD ekonomisinin 43 ay boyunca [toplamda] yüzde 33 daralmasını izledi. Barack Obama, kendisine yeni bir mali danışman ekibi bulmadığı takdirde, tarihçilerin muhtemelen 2008-2014’ün Çok Büyük Bunalımı diye adlandıracakları bir dönemde başkanlık yaparak bu rekoru kıracak…”3

Tanımlamanın keyfi olduğunu anlıyor ve “büyük” bir bunalımı gördüğümüzde tanıyoruz diyebiliyoruz. Eğer dünya-tarihsel öneme sahip bir büyük bunalımdan söz edeceksek, Engdahl’ın işaret ettiği ölçüte başka ekler de yapmamız gerekiyor. Örneğin uluslararası üretim ve ticarette uzun süren ve ciddi bir daralma, dünya kapitalizminin merkez ekonomilerinde tutulum, finansal varlık fiyatlarında hızlı ve uzun süreli bir azalma gibi göstergelerden yararlanabiliriz. Bu ölçütlerin de göreli ve keyfi oldukları şerhini düşmek kaydıyla, el yordamıyla da olsa büyük bir bunalımı gördüğümüzde tanımamıza yardımcı olduklarını belirterek, aşağıdaki üç grafikte sunulan karşılaştırmaya göz atalım.

1929-1933 bunalımının büyüklüğü konusunda bir tartışma olmadığına göre, yukarıdaki üç grafik el yordamıyla içinden geçmekte olduğumuz bunalımın şiddeti konusunda bir fikir veriyor. Bir adım daha ilerlemek amacıyla böyle şiddetli patlama ve çöküş süreçlerine yol açan dinamiklerin birikimi üzerine kafa yorabiliriz. Buradan da büyük bir bunalımın dünya-tarihsel anlamı sorununa doğru ilerleyebiliriz.

Tetik nasıl çekilir?

Bir genişleme ve iktisadi canlılık döneminden panik ve bunalım dönemine geçişi “tetikleyen” faktörler nelerdir?

Soruya aşırı üretim diye yanıt verilebilir. Ancak aşırı üretim, yani birikmiş sermayenin beklenen ortalama kâr oranından daha düşük bir oranla ve giderek azalan bir faiz oranıyla yatırıma girmesi her zaman göreli bir durumdur. Bir başka deyişle birikmiş sermaye hiçbir zaman mutlak olarak fazla olmaz; beklenen ortalama toplumsal kâr oranını elde etmek için gerekenden fazla sermaye olur.4 Marx’ın ifadesiyle, “Ancak varsaydığımız bu uç koşullar altında bile sermayenin bu mutlak aşırı üretimi, mutlak bir aşırı üretim, üretim araçlarının mutlak aşırı üretimi değildir. Bu, ancak üretim araçları sermaye olarak iş gördüğü sürece ve dolayısıyla değerin kendi kendisini genişletmesini içerdiği, artan kütleye oranlı ek bir değer üretmek zorunda olduğu ölçüde üretim araçlarının aşırı üretimidir.”5

Öyleyse aşırı üretim her daim bunalım süreçlerinin nedeni olsa da, bu aşırı üretimin kendisini nasıl ortaya koyduğunu açıklamaz. Genişleme dönemi boyunca sermaye birikiminin hızlanmasının ortalama kâr oranını düşürme eğilimi yaratması, sonuçta giderek artan hacimdeki sermayenin değerlenme güçlüğü yaşamaya başlaması ve para sermaye biçiminde rant arayışıyla dolaşıma giren kütlenin büyümesi, çevrimin çeşitli evrelerini tasvir etmektedir. Ancak çevrimin bir evresinden diğerine geçişin nasıl gerçekleştiğini açıklamak için daha fazlasına ihtiyacımız var. Aşırı üretim krizlerin nedenidir, ancak aşırı üretimin bir krize dönüşmesi türlü süreçlerce tetiklenir. Bunalım bir kez başladıktan sonra değerlenme sorunu yaşayan sermayenin tahrip edilme düzeyi ve hızı, aşırı birikimin ulaştığı boyutları açığa çıkarır. Yine de fitili ateşleyecek bir faktöre her zaman ihtiyaç bulunur.

Spekülatif canlanmalar içerisinde fitili ateşlemeye yetecek bol miktarda kıvılcım barındırır. Fakat tek başına spekülatif faaliyetin kendisine tetikleyici unsur olarak bakmak fazlasıyla yüzeysel olur. Yüzeysellikten kastımı 1929 Krizi örneği üzerinden açmaya çalışayım. 1929 çöküşüne neden olan hisse senedi spekülasyonundan daha önce 1925-1926 yıllarının Florida arazi spekülasyonu var. Bir iktisat tarihçisi tarafından sunulan rakamlar arazi spekülasyonunun ulaştığı boyutlar hakkında kabaca fikir veriyor:

1926’daki iki kasırganın ardından arazi fiyatları çöküyor ve çöküş Florida’da 1928’de 31, 1929’da 57 bankanın iflasıyla sonuçlanıyor. 1925’te Miami’de 1 milyar dolara kadar çıkan banka takasları, 1929’da 143,316,000 dolara kadar düşüyor.6 Öyleyse 1929 Krizi’nden hemen önce hayli büyük bir spekülatif canlılık ve çöküşün yaşanmış olmasına karşın, bu durum yeni ve çok daha büyük bir spekülasyon dalgasının ABD ekonomisini sarmasına engel olmamıştır. Dolayısıyla spekülatif köpüklerin oluşumu ve patlaması her zaman derin ve genelleşmiş bir bunalımı tetiklemiyor, hatta bazen bir köpüğün patlaması, yeni ve daha büyük bir tanesinin şişmesi için uygun şartları yaratıyor. Spekülatif köpüklerin patlamasının derin krizlere neden olabildiği koşullar var; ama bu durumda da “hangi koşullarda?” diye sormak ve spekülatif faaliyetin kendisine neden olan dinamikleri araştırmak gerekiyor.7

İktisat teorilerinin bu soruya verdiği tek bir yanıt bulunmuyor. Mali krizler konusunda uzun zamandır “klasik” olarak kabul edilen, genel olarak Knutt Wicksell, Irving Fisher, Hyman Minsky gibi iktisatçıların temsil ettiği ekol daha ikna edicidir ve bu bakış açısı soruya “borç yapısı”ndan başlayarak bir açıklamaya getirmeye çalışmaktadır. Başka bir deyişle, ağır bir bunalıma dönüşen mali krizleri tetikleyen unsurların tespit edilmesi için meseleye spekülatif varlıkların nasıl finanse edildiğinin araştırılmasıyla başlanabilir.

Burada uzun bir tartışmanın özetini not düşmekle yetinmek durumundayım. Kısaca bu bakış açısından iktisadi genişleme, spekülatif canlılık, kriz ve bunalım çevriminin gelişimi şu şekilde tarif edilebilir: Genişleme döneminde yeni kâr alanlarının ortaya çıkması yatırım talebini ve üretimi artırır, bu da para arzını, dolayısıyla kredi hacmini genişletir. Genel fiyat düzeyinin yükselmeye başlaması yatırımları daha fazla hızlandırır ve ortaya çıkan realizasyon sorunları nedeniyle kârlılık düşmeye başlarken kârlılığın artacağı yönündeki beklentiler yükselmeye devam eder. Bu durum spekülasyonun yoğunlaşmasıyla ve yatırım talebini spekülatif finansmana katılarak karşılayan firma sayısını artışıyla sonuçlanır. Kredi talebi arttıkça faiz oranı yükselir, paranın dolaşım hızı artar ve fiyatlar daha hızlı artmaya başlar. Değişkenlerin bu yöndeki hareketi beklentiler üzerinde olumsuz etkide bulunur, yani kârlılığın artacağı beklentisi üzerindeki uzlaşma kaybolmaya başlar. Artan faiz oranları ve değişen beklentiler karşısında kendisini güvenceye almak isteyen aktörlerin sayısı yükseldikçe likidite talebi de yükselir ve bir kredi daralması yaşanmaya başlanır. Kredi daralması ise elde ettikleri kârlarla beklentileri arasındaki açı giderek açılan firmaların ödeme güçlüğüne düşmesi ve bir iflas dalgasının başlamasıyla sonuçlanır. Hem genel fiyat düzeyinde hem de finansal varlıkların fiyatlarında hızlı bir düşüş yaşanır. Bu koşullarda basit bir olay bile büyük bir paniğe ve ani çöküşlere neden olabilir.8

Panik bir kez başlayıp, dört başı mamur bir bunalıma dönüştüğünde, borçluluğun neden olduğu fiyat düşüşleri (deflasyon) esas etkisini yine borçlar üzerinde gösterir: “Halen ödenmemiş olan her bir dolarlık borç daha büyük bir dolara dönüşür ve eğer başlangıçtaki aşırı borçlanma yeterince büyükse, borçların tasfiyesi, neden olduğu fiyat düşüşünün hızına yetişemez. Bu durumda tasfiye kendi kendisini bozguna uğratır. Borçlu olunan dolar miktarını azaltırken bunu, borçlu olunan her bir doların değerini artırdığı hızla gerçekleştirmeyi başaramayabilir. Bu durumda bireylerin borç yükünü hafifletme çabalarının kendisi, borçları tasfiye etme paniğinin yarattığı kitle etkisi borçlu olunan her doları büyüttüğü için, borç yüklerini ağırlaştırır. Böylece hepsinin olmasa bile çoğu büyük bunalımın esas sırrı olduğunu ileri sürdüğüm o büyük paradoks ortaya çıkar: Borçlular borçlarını daha fazla ödedikçe daha da borçlu hale gelirler.”9

Yaklaşımın özünde işaret ettiği dinamik krediye içkin olan istikrarsızlıktır.10 Ekonominin genişlediği, kâr oranlarının arttığı, yeni yatırım olanakları ve kâr beklentilerinin yüksek olduğu süreçlerin spekülatif bir evreye dönüşümünde kredi genişlemesi tetik mekanizmasını harekete geçirir.

Borcun spekülatif finansmanına katılan firma sayısının artmasının, özellikle büyük bunalımlara neden olan köpüklerin şişmesi sürecinde iki biçimde tezahür ettiğini görüyoruz. Birincisi, mali sistemin spekülatif canlılığı besleyecek yeni enstrümanlar yaratarak kredi hacmini genişletmesi, ikincisi de piyasada işlem gören finansal varlıkların giderek daha küçük bir öz sermaye tarafından desteklenmesi ya da borç/öz sermaye oranının artmasıdır.

1929 Krizi öncesinde bu tür “finansal yeniliklerin” hızlı bir biçimde arttığına tanık oluyoruz. Örneğin yatırım tröstlerinin yaygınlaşması11, komisyoncu kredilerinin12 ortaya çıkması bunun örnekleri olarak görülebilir. Aşağıdaki tablo 1929 Krizi’nin hemen öncesinde ve Büyük Bunalım yıllarında kısa vadeli kredilerdeki değişimin çeşitli enstrümanlar çerçevesinde yapılmış bir tasnifini sunuyor. Tablo yeni finansal araçların hızlı yükselişi ve ani çöküşüyle birlikte ilerleyen kredi genişlemesi ve daralması hareketinin tipik bir örneği olarak okunabilir.

Bu tür enstrümanlar bankalar ve hatta finans dışı şirketler tarafından fonlanır. Örneğin Galbraith, yatırım tröstlerinin oluşumu ve yayılmasından kimin sorumlu olduğuna ışık tutuyor: “Bir yatırım tröstünün kendiliğinden oluşumu, sıradan şirketlerden ayrılır. Neredeyse tüm örneklerde tröst, başka bir şirket tarafından desteklenmiştir; 1929’dan sonra ise şaşırtıcı sayıda farklı şirket türü tröstler kurmaya başladı. Yatırım bankacılığı evleri, ticari bankalar, komisyonculukla uğraşan kuruluşlar, menkul değerlerin alım satımıyla uğraşanlar ve en önemlisi diğer yatırım tröstleri, yeni yatırım tröstlerinin oluşumuna katkıda bulundular. (…) Sponsorların çoğu yatırım bankacılığı şirketleridir. Bu da gerçekte firmanın o dönemde piyasaya sürebileceği hisseleri ürettiği anlamına geliyordu.”13 O halde “mali yenilikler”, spekülatif finansmana katılan firma sayısının büyük bir hızla artmasını olanaklı kılıyor ve bu firmalar toplam artı değerin giderek daha büyük bir kısmını spekülatif finansmanı beslemeye yönlendiriyorlar.

Spekülatif finansmanın ikinci tezahürü bu noktada karşımıza çıkıyor. Borç yapısında spekülatif varlıkların ağırlığı arttıkça firmalar dalgalanan finansal varlık fiyatları karşısında bilançolarını daha aktif bir biçimde yönetmeye başlıyorlar. Bilançolar finansal piyasalardaki fiyat hareketlerine daha fazla bağımlı hale geldikçe, bu tür aktif bilanço yönetimi uygulamalarına katılan firma sayısı da artıyor ve firmaların özsermayeleri ile borçları arasındaki ilişkinin giderek bozuluyor. Buna “kaldıraç” prensibi deniyor.

1929 Krizi’nde yatırım tröstlerinin sayısındaki keskin artışın temel nedeni olan bu prensibin mantığını basit bir örnekle açmaya çalışalım.14 Önce sıradan bir ailenin bilançosunu ele alalım (bilanço-1). Aile ipotekli konut kredisi kullanarak bir ev satın almış olsun. Evin değerinin 100 TL, iptek değerinin 90 TL olduğunu varsayalım. Bu durumda ailenin özsermayesi (öz kaynağı) 10 TL olacak ve bilançosu da bilanço-1’deki gibi görünecektir.

Kaldıraç, toplam varlıkların öz kaynaklara oranı olarak tanımlanmaktadır ve bu örnekte, 100/10 = 10’dur. Varlık fiyatlarının değişmesi, örneğin yüzde 10 artması durumunda (borç değerinin sabit kaldığını varsayarsak) öz kaynaklar artacak ve  kaldıraç, 110/20 = 5,5 olacak, yani azalacaktır. Başka bir deyişle varlık fiyatlarındaki dalgalanmalar karşısında bilançosunu aktif olarak yönetmeyen bir aktör, toplam varlıkların fiyatıyla kaldıraç arasında ters yönlü bir ilişki bulunduğunu gözleyecektir.

Diğer yandan rant arayışı içinde olan bankalar, aracı kurumlar, firmalar vesaire her zaman için bilançolarını değişen finansal varlık fiyatlarına göre yönetirler. Şöyle ki; yukarıdaki bilançonun  bir firmaya ait olduğunu, sahip olduğu varlıkların hisse senetleri olduğunu düşünelim. Diyelim ki hisse senetlerinin değerinde yüzde 1’lik bir artış oldu (borcun değerinin bu tür küçük değişimler karşısında sabit kaldığını varsayalım). Eğer firma kaldıraç oranını (10) sabit tutmayı hedeflerse, yeni borçlanmayla varlıklarını oransal bir biçimde artırmak yoluna gidecektir. Öz kaynaklarının değeri 11 TL’ye çıktığına göre, firma kaldıraçı 10’da tutmak için 9 TL daha borç alarak, bunu hisse senedine çevirmek durumundadır. Böylece varlık değerindeki 1 TL’lik bir artış borçlarda 9 TL’lik bir artışa neden olur (bilanço-2). Bu durumda kaldıraçlı finansman çevrimle aynı yönde hareket eder ve çevrim daralma yönüne döndüğünde bu etkiyi hızlandırır. Kaldıraçlı finansman kredi hacmindeki artışı dizginlenemez bir yükselişe dönüştürür ve firmaların (elbette bankalar ve benzerini de kastediyoruz) mali yapıları giderek bozulur. Finansal varlık fiyatlarında çöküş başlayınca firmalar borçlarını tasfiye etmek üzere ellerindeki aktifleri daha hızlı bir biçimde satmaya çalışırlar, ama bu faaliyetin kendisi finansal aktiflerin fiyatının borçlardan daha hızlı düşmesine yol açacağı için Fisher’in yukarıda bahsettiğimiz “borç deflasyonu” spiraline girilir. 1929 Krizi’ni Büyük Bunalım’a dönüştüren süreçlerden bir tanesi budur.

Bugün deflasyonist spiralin neresindeyiz? Bu ampirik araştırma gerektiren ve burada yanıtlayamayacağımız bir soru. Yine de bir not düşmekle yetinelim: Nisan 2009 itibariyle ABD kaynaklı varlıklara dayalı kredi zararlarının toplamının, krizin başlangıcından (Ağustos 2007) itibaren 2,7 trilyon dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Ocak ayına ait bir önceki tahmin 2,2 trilyon dolardı. Gelişmiş kapitalist ülkelerin bütününde kredi zararlarının toplamı 4 trilyon dolar olarak tahmin edilmekte.15 Bu tahminlerin IMF’ye ait olduğunun da altını çizelim.

Uluslararası sistemde çözülme

Büyük bunalımları diğerlerinden ayıran faktörlerden bir diğeri, uluslararası sistemde biriken ve derinleşen çelişkilerin kriz dinamiklerinin harekete geçirilmesinde belirgin bir rol oynaması. Şüphesiz bu çift taraflı bir nedensellik ilişkisi; kriz dinamikleri merkez ülkelerden bir ya da birkaçında harekete geçtiğinde verili uluslarası sistem üzerinde çökertici etkilere sahip oluyor.

1929 Krizi’nin bu açıdan kapitalizmin tarihinde görülen en büyük çöküşlerden bir tanesi olduğuna kuşku yok. Çıkış ancak İkinci Dünya Savaşı’yla ve yeni bir uluslararası mimarinin oluşumuyla gerçekleşebiliyor.

Burada 1929 Krizi’nin, dönemin uluslararası örgütlenmesi üzerinde nasıl bir yıkıcı etkide bulunduğunun ya da ABD’de başlayan krizin ne şekilde diğer kapitalist ülkelere yayıldığının ayrıntılarına girmemiz mümkün değil. Ancak bahsettiğim çift taraflı nedenselliği bir miktar açmakta yarar var.

Britanya 1925’te Birinci Dünya Savaşı öncesinin paritesiyle yeniden altın standardına geçtiğinde, dönemin Bank of England Başkanı Montague Norman16 ve Maliye Bakanı Winston Churchill’in bayraktarlığını yaptığı mantık, daha doğrusu ideoloji şuydu: “Sistemin güzelliği, dünya ekonomisinin herhangi bir bölümü geri kalanına ayak uyduramama tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında altın standardının bir bütün olarak sistemi yeniden dengeye getirecek şekilde çalışmasında yatıyordu. Herhangi bir ülkenin aşırı hızlı büyümesi o ülkede kredi genişlemesine ve iç fiyat düzeyinde diğer ülkelere kıyasla bir artışa neden olacak, ülke içinde fiyatların artması altının ülke dışına akışını tetikleyerek krediyi sınırlandıracak ve fiyatları, bir kez daha dünya fiyatlarıyla uyumlu hale gelecek düzeye kadar düşürecekti. Aşırı yavaş büyüme ise aynı şekilde ve ters yönde bir tepkiye yol açar; cansız bir ekonomide fiyatlar düşme eğilimi gösterir ve bu, altının bu ülkeye doğru akışına neden olarak kredinin iç fiyat düzeyinde dengeyi yeniden tesis edinceye kadar yükselmesini sağlayana değin genişlemesinin zeminini oluşturur.”17 Esas itibariyle burada anlatılan mantık “serbest ticaret ideolojisi”nden başka bir şey değil. Piyasalara müdahale edilmediği takdirde dış ticaret otomatik olarak dengeye gelir… Söylenen bu.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında sistemin bu şekilde işlememesinin temel sebebi uluslararası mali sistemin savaş öncesinde olduğu gibi bir bütünlüğe, tek merkeze sahip olmamasıydı. Öncelikle Britanya artık savaş öncesinde olduğu gibi dünya ticaretinin belirleyici gücü olmaktan uzaktı. 1925’te altın standardı restore edildiğinde Britanya’nın sanayi üretimi 1913 seviyesinin gerisindeydi ve ülke yüksek işsizlik sorunuyla boğuşuyordu. Buna karşın altın standardına geçiş, ülke içindeki fiyat düzeyinin azaltılması yoluyla sterlinin uluslararası fiyatının yükseltilmesini beraberinde getirdi. Ancak bu deflasyona rağmen, 1931’de altın standardının terk edilmesine kadar sterlin aşırı değerli olmaya, dolayısıyla Britanya dış ticaret zorlukları yaşamaya devam etti.

Bir diğer nokta, savaş öncesine kıyasla dünya altın rezervinin çok daha eşitsiz dağılmış olmasıydı. Özellikle ABD ve Fransa’ya yüksek miktarda altın akışı gerçekleşiyordu. Bu ülkeler, yukarıda özetlenen mantığı, yani ülkeye altın akışı olduğunda para arzını daraltmak, böylece yurtiçi fiyatları yükseltmek ve ihracatı düşürmek “kuralı”nı pek çok kez ihlal ettiler. Savaş sonrasında ABD, dünya ekonomisinin ana finansörü haline gelmiş ve New York, Londra’yla çelişkili politikalar takip etmiştir. Londra, sterlinle altın arasında savaş öncesi paritesine yakın bir kur tutturabilmek üzere faiz oranlarını kullanarak kredi arzını kontrol etme eğilimi içindeyken, New York 1929 Krizi’ne kadar devam eden kredi genişlemesini besleyen bir para politikası uyguluyordu. Bu genişlemenin borsa spekülasyonu için gerekli enstrümanların yaratılmasında kullanıldığını yukarıda gördük.

Ancak uluslararası sistemdeki bu dengesizlikler, 1929 Krizi’ne bunların neden olduğu anlamına gelmez. Bu dengesizlik ve tıkanmalar krizi hızlandıran, derinleştiren faktörlerdir; onun nedenleri ise daha derinlerde, kapitalizmin iç çelişkilerinde aranmalıdır. Yine de uluslararası sistemdeki tıkanıklıklar, emperyalist ülkeler arasında bariz çıkar çatışmalarının olması, kriz başladıktan sonra kurulu yapının hızlı bir biçimde çökmesini beraberinde getirmiştir. Kriz, emperyalist ülkeler arasındaki “iktisadi” çıkar çatışmalarının hızla siyasallaşmasına neden olmuştur. Elbette çatışmalar hiçbir zaman saf anlamda iktisadi değildir, ancak krizle birlikte çatışmaların siyasal tonları çok daha bariz hale gelmiştir; “siyasallaşma” ile yalnızca bu göreli durumu anlatmaya çalışıyorum.

Büyük Bunalım yılları “Batı sistemi”nin mevcut haliyle ayakta durmayacağına dair genel bir kabulün ortaya çıkışına, yeni bir uluslararası yapının kurulmasının zorunlu olduğu fikrinin yayılmasına, ama bunu kimin, nasıl gerçekleştireceği konusunda bir belirsizliğin bulunmasına sahne olmuştur. Henüz teorilerinin etkisi sınırlı olan John Maynard Keynes’in bu dönemde söylediklerini bu ruh haline bir örnek olarak görebiliriz:

“Bugün modern dünyanın gördüğü en büyük yıkımın, neredeyse tamamen iktisadi nedenlerden kaynaklanan bir yıkımın tam ortasındayız. Moskova’nın bunun kapitalizmin en son, en üst düzeydeki krizi olduğu ve mevcut toplumsal düzenimizin bu krizin üstesinden gelemeyeceği görüşünü taşıdığı söyleniyor. Dilekler düşüncelerin babasıdır. Ama kanımca, gelecekte iktisat tarihçilerinin bu krize bakıp büyük bir dönüm noktasını saptamaları gibi bir bir olasılık –buna daha büyük bir anlam biçmeyeceğim– bulunmaktadır.”18

Söylenenlerin içeriğinden çok, nasıl söylendiği önem taşıyor. “Kapitalizm çökecek” düşüncesine burjuva iktisatçılarının bile ancak çok titrek yanıtlar verebildikleri bir dönemden bahsediyoruz. Keynes’in vurgulamaya çalıştığı, krizin salt iktisadi nedenlere dayandığı görüşü ise safsatadan başka bir şey değil. 1929’la girilen süreç, Batı’nın bitişi ve yeni bir Batı’nın doğumunun olanaklı olup olmadığı tartışmalarına sahne olmuştur. Bunlar bunalımın göstergeleri değilse nedir ve bunlara “tamamen iktisadi” denilebilir mi?

İki savaş arası dönemde Britanya uluslararası kapitalizme hakim olacak güçten yoksundu, Almanya ise kapitalizmin merkez ülkeleri içindeki zayıf halkaydı. Krizin uluslararası sisteme vurduğu ilk darbenin Almanya’dan başlaması bu nedenle tesadüf değildir ve bu darbenin hayli “politik” olduğu da bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Alman ekonomisinin ana karakterini hızlı genişleme ve genişlemenin dış kaynaklara bağımlılığını artırması tayin etmekteydi. Dış kaynaklara bağımlılığında savaş tazminatları ve savaşta birikmiş sermayesinin yaklaşık üçte ikisini kaybetmiş olması kuşkusuz önemli. Doğrudan Versay Anlaşması hükümlerinden kaynaklanan boyutları da bulunan bu bağımlılık durumu, bunalım yıllarında Alman hükümetinin umutsuzca siyasi koşullara bağlı olmayan dış kaynak peşinde koşmasına neden oluyor: “Ama Alman hükümetinin çok küçük bir manevra alanı vardı. Avrupa’nın finansal merkezlerine yaptığı gezilerde Dr. Luther19 Almanya’ya bir an önce uzun vadeli ve siyasi koşulları olmayan borç verilmesi için uğraşmıştır. Londra’da Montague Norman’dan, Paris’te Monet ve Flandin’den, Basel’de Uluslararası Ödemeler Bankası’ndan bu şartlarda bir borcun bulunmasının söz konusu bile olamayacağını öğrenmiştir. Avrupa’nın mali egemenleri Fransızlardı ve Almanya’ya verilecek borç, ancak çerçevesini onların belirleyeceği siyasi koşullara bağlı olabilirdi.”20 Bu sadece Almanya’ya yapılan bir dayatma olarak görülmemeli; uluslararası sistem çözüldüğü, “istikrar” sağlayacak bir hegemonik güç bulunmadığı ölçüde emperyalist merkezler arasındaki çelişkilerin derinleşmesi, dolayısıyla kriz dinamiklerinin hızla siyasi mecralara doğru akması kuraldır. 1929 Krizi kapanmakta olan bir tarihsel döneme son darbeyi indirmiştir.

Uluslararası sistemdeki çöküşün önemli bir diğer boyutu emperyalist merkezlerle bağımlı ülkeler kuşağı arasındaki ilişkinin başkalaşımıdır. Batı sisteminin çökmekte olduğuna ilişkin kanaatin genel kabul görmeye başladığı bir dönemde, bağımlı ülkelerin yola eskisi gibi devam etmesi düşünülemez. Dahası verili ilişki biçiminin, o dönem için sömürgeciliğin, tıkanması “Batı’nın dışındaki” dünyanın eskisi gibi kalamayacağına işaret etmektedir.

Tıkanmayı bunalımdan önce tarımsal malların ve hammaddelerin fiyatlarındaki büyük düşüşlerden izlemek mümkün. Bu fiyat düşüşleri sömürge ve yarı-sömürge ihracatının aşağı yukarı tamamını oluşturan malları kapsadığı için, bu ülkelerin dış ticaret açıkları yirmili yılların ortalarından itibaren arttı ve bu özellikle küçük köylünün borç yükünün artışına, zayıf yerli sanayilerin batışına neden oldu. 1929 Krizi’yle birlikte başlayan deflasyonist spiral dünya piyasasında birincil malların fiyatını daha da düşürdü. Ancak bağımlı ülkeler, özellikle sömürgeler emperyalist ülkeleri takip edip, paralarının değerini düşürme inisiyatifine sahip olmadıklarından ve yine emperyalist ülkeler tarafından borçlarını geri ödemeye zorlandıklarından, sömürgeciliğe karşı mücadele yeni bir ivme kazandı. Bu mücadele de otuzlarda değil, savaş sonrasında nihai noktasına varmıştır. Sömürge durumunda olmayan ülkelerde ise ithal ikameci politikaların ilk örnekleri görülmeye başlandı.

“Birçok ülke altın standardından çıktıktan sonra (…) ‘komşuyu zarara sokma’ politikaları izlemeye başladı. Çevrede yer alan birçok ülke için sorun, para ve iktisat politikaları üzerinde denetime sahip olmamaları nedeniyle onların böyle bir politikayı bile izleyememeleriydi. Sömürgeci efendilerin aklında yalnızca kendi çıkarları bulunuyordu. Hindistan örneğinin gösterdiği gibi İngilizler bu büyük koloniyi deflasyon ve bunalım içinde tutmaktan yarar sağlıyordu, çünkü bu İngiltere’ye daha fazla ‘ucuz altın’ akışı sağlıyordu. Sömürge ekonomilerinde fiyatların artırılması, sömürgeci güçlerden hiçbirinin yüklenmek istemedikleri bir işti. Ayrıca daha önce hammadde ve tarımsal ürünlere erişim sömürge elde etmek ve sömürgeciliği sürdürmenin temel nedeniyken, bunalım bütün birincil malların fiyatını artık sömürgeciliğin bu amaçlar için sürdürülmesine gerek bırakmayacak ölçüde düşürdü. Yalnızca sömürgelerin geçmişte birikmiş olan ulusal borçları, bu borçluları kontrol altında tutmayı zorunlu kılıyordu.”21

Sovyetler Birliği’nin varlığı, artık borç geri ödemeleri dışında uluslararası kapitalist sistem içinde bir anlam taşımayan sömürge ve yarı-sömürgelerde bağımsızlıkçı eğilimlerin güçlenmesinde muhakkak büyük önem taşıdı. Bu eğilimlerin tarihsel olarak ne kadar ilerletici olduğu başka bir tartışma konusu, ama şurası kesin: Otuzlu yıllar emperyalizmin kendi suretinden yeni bir Doğu yaratma fikrinin nihai olarak çöktüğü bir dönemdir. Bu konudaki çabalar, yeni bir tarihsel çerçeve içinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tekrar ortaya çıkacaktır.

İki bunalım ve uzun tarihsel dönemler

1929 Krizi ve Büyük Bunalım’a uzun tarihsel dönemlerin mantığıyla bakacak olursak, bu sürecin bir dönemin kapanışı ve yeni bir dönemin açılışına sahne olduğunu söyleyebiliriz. Yeni dönem ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında açılabilmiştir.

Bu bakış açısının yöntemsel bir sorunu olduğu söylenebilir. “Uzun tarihsel dönemler”den ne kastediyoruz ve nesnel olarak kapitalizmin bu tür uzun dönemlerinden bahsedilebilir mi? Bu soruları ancak başka bir yazıda yanıtlamayı deneyebiliriz. Ancak kapitalizmin “uzun dönemleri” üzerine yapılan çalışmalar, her ne kadar birçok boşluğa ve soruna sahip olsa da, genel olarak bu tür dönemlerin saptanabileceğini bize göstermektedir. Boşluklar ve sorunlar dönemlerin var olup olmadıklarıyla ilgili değil, nasıl tanımlanabilecekleriyle ve dönüşümlerin mantığının ne olduğuyla ilgilidir.

Marksist araştırmacıların yaptığı çalışmalar, dönemlerin tanımlanmasında sınıf mücadelesi, uluslararası sistemin yapısı, sermaye birikim sürecinin dayandığı toplumsal kurumlar gibi pek çok bileşenin “sentetik” bir göstergesi olarak ve Marx’ın kapitalizmin döngüsel krizlerine ilişkin çözümlemesiyle tutarlı bir biçimde kâr oranlarındaki değişimlerin kullanılmasını önermektedir. Kâr oranlarındaki değişimlerde uzun dönemli eğilimlerin saptanması, uzun tarihsel dönemlerin tanımlanmasında anlamlı bir başlangıç noktasıdır, ancak yine de bu, uzun dalga analizinin teorik sorunlarını çözmek için yeterli değil. Kâr oranlarında uzun dönemli eğilimlerin belirli bir düzenliliğinin olup olmadığını tespit etmek ve söz konusu eğilimlere neden olan faktörleri saptamak ihtiyacı bulunuyor. Zaten teorik araştırma ve tartışmalar da bu çerçevede devam etmekte. Bir kez daha farklı yaklaşımların üzerinde az çok uzlaştıkları bir noktanın altını çizmek yararlı olur: Kapitalist gelişimin uzun dalgaları, yani kısa süreli genişleme ve bunalım çevrimlerinin etkisini, yoğunluğunu ve sıklığını belirleyen daha genel eğilimlerin, kısa dönemli iktisadi çevrimler kadar belirgin bir düzenliliğe sahip olmadığı ve mutlak bir zorunluluk sonucunda ortaya çıkmadığı görüşü kabul görmekte.

1929 Krizi ve Büyük Bunalım’a ilişkin anlatımızdan, bu konuyla ilgili bazı sonuçlar çıkarılabilir. Sisteme içkin kriz dinamikleri, belirli tarihsel dönemler boyunca –burada daralma eğilimi baskın olan bir uzun dalgayı kastediyoruz– birikerek “büyük” bunalımlara neden oluyor. Burada kritik kavram genel tonu belirleyen bir uzun dalga boyunca gelişen “birikim”dir. Daralma eğilimi baskın bir dönemde, dönemin kapanışını ima eden büyüklükte bir “nihai kriz”22 yaşanıyor. 1929, 1894-1913 arasının genişleyici dalgasını izleyen, 1914-1939 arasını kapsayan daralma eğilimli dalganın23 “nihai krizi”dir.

Uzun dönemleri, sermaye birikim sürecini destekleyen kurumlarda  kesintili bir biçimde ortaya çıkan değişimlerin bir toplamı olarak görecek olursak,24 tarihsel dönemlerin değişimini bir yukarı salınım dönemi boyunca önce sermaye birikimini destekleyen kurumların giderek birikim sürecine kısıtlar koyması ve ardından, bu defa kurumların değişiminin birikim sürecini kısıtlaması görmek mümkün. Örneğin, yirminci yüzyılın başında gelişen kitlesel üretim teknolojilerinin emeğin homojenleşmesini sağlayarak kâr oranlarını yükseltmesi, ama emeğin homojenleşmesinin güçlü sendikal yapılar kurulmasını mümkün kılması nedeniyle aynı kurumun bir süre sonra bu defa kâr oranlarının düşmesine neden olması andığımız mantığın bir örneği.25 O halde tarihsel dönemler arasındaki geçişler, önceki genişleme döneminin artık birikim sürecinin önünde engel haline gelmiş kurumları çözülürken, yeni kurumların tedricen doğmaya devam ettiği, ama bu arada eski kurumların çözülüşünün kendisinin sistemi bunalıma sürüklediği çok boyutlu bir dinamikle açıklanabilir. Yeni kurumların doğuşu ile eskilerin çözülüşü arasında bir ritm uyuşmazlığı bulunur; bu hem verili yapılar etrafında birikmiş sınıf çıkarları veya sınıf-içi grup çıkarları olduğu için (yani çözülüşe karşı direnç, eski kurumları sürdürme eğilimi vardır) hem de çözülüşün kendisi birikim sürecinde tıkanıklıklara neden olduğu için böyledir. Dolayısıyla bir tarihsel dönemin kapanışını belirten nihai krizlerin ortaya çıkışı, tarihsel dönemin (uzun dalganın) bu krizle birlikte mutlak olarak kapanacağı anlamına gelmez. Geçiş daha uzun bir döneme, bazen birkaç çevrimi kapsayan bir döneme yayılır. 1929 sonrasında bunu gözlüyoruz.

Uluslararası yapının çözülmesi ayrıca ele alınmayı gerektiren bir başlık. Ancak 1929 Krizi, dönem kapatan bir nihai krizin uluslararası sistemin bütün düzeylerinde (hem emperyalist ülkeler arası hem de emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasındaki ilişki ve yapılar için geçerli olan) ağır bir bunalıma neden olduğunu göstermektedir. Büyük Bunalım, eski uluslararası sistemin restore edilemeyeceği konusunda kesin bir fikir birliğine yol açmıştır. Bu fikir birliği hem emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin ancak yeni bir güç dengesinin doğuşuyla hafifletilebileceği kabulünün doğmasından hem de Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle bağımlı ülkelerin hiç değilse bir bölümünün sistemin belirleneni olmaktan çıkıp, belirleyeni haline gelebilme potansiyelinden çekinilmesinden kaynaklanmıştır.

Bu çerçeve içinde içinde bulunduğumuz bunalım dönemine baktığımızda, 1929’un bir tarihsel referans olarak ne kadar anlamlı olduğu tartışmalı hale geliyor. Dünya kapitalizminin mevcut yapısında değişiklikler gerçekleşmesinin kaçınılmazlığı konusunda bir mutabakat olmakla beraber, bu, mevcut çelişkilerin kapitalist sistemin varlığını tehdit edecek bir yoğunluğa ulaştığı konusunda uzlaşıldığı anlamına gelmiyor. Büyük Bunalım sonrasında bu sonuncuya benzeyen bir kabul söz konusudur. Bu söylediğim bugünkü bunalımın sistemi bir varlık-yokluk tartışmasına sürükleyecek potansiyeli barındırmadığı anlamına gelmez. Bu potansiyelin akabileceği siyasi mecraları tespit etmek durumundayız.

Bitirirken, “potansiyel”den kastımı daha açık kılacak son bir veri sunmanın yararlı olacağına inanıyorum. Aşağıdaki grafik ABD’de savaş sonrası dönemde kâr oranları ve reel hasılanın değişimini gösteriyor (sol eksen milyar dolar cinsinden reel hasıla, sağ eksen ise kâr oranı (yüzde); romen rakamları iş çevrimlerini, taranmış alanlar her bir çevrimde reel hasıla artmaya devam ederken kâr oranlarının düşmeye başladığı “dönüş aşamalarını” gösteriyor).

İki noktanın altını çizmek istiyorum: Birincisi, 1971’den itibaren ortalama kâr oranlarıının düşmüş olması (1982 sonrasında ortalama yüzde 13,7, 1947-1971 arasında ise yüzde 16,7’dir) “uzun dalga”ların varlığını ciddiye almak gerektiğini gösteriyor.

İkincisi, 1990/91 ve 2001 krizlerini izleyen toparlanma süreçlerinin (IX ve X. çevrimler) 1971 sonrasındaki diğer çevrimlere kıyasla güçlü olduğunu görüyoruz. Her iki dönemde de toparlanma mali sistemde oluşan köpüklerle (birincide hisse senedi, ikincide emlak piyasasında) gerçekleşti. Bu çevrimler boyunca kâr oranlarının dip ve tepe noktaları arasındaki mesafenin (dalga genliğinin) arttığını görüyoruz. Son krizle birlikte yeniden bir köpük yaratarak, yeni bir canlanma dönemine girişin olanakları büyük ölçüde tükendi. Bunu bir dönemin kapanışının işareti olarak almak mümkündür. Ancak dönemin kapanışının hangi siyasi mecralarda akacağı ve ne kadar süreceği üzerinde düşünülmesi gereken başka bir tartışma konusudur.

Dipnotlar

  1. Yeri gelmişken ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke’nin akademik kariyerinde 1929 Krizi’nin “nedenleri” üzerine yaptığı çalışmaların büyük bir ağırlığı olduğunu belirtelim. 
  2. IMF, World Economic Outlook, Nisan 2009, s.103. 
  3. Engdahl, William F., “Federal Reserve sets the stage for Weimar-style inflation”, www.globalresearch.ca, 15 Aralık 2008. 
  4. Mandel, Ernest, Geç Kapitalizm, çeviren: Candan Badem, Versus Kitap, İstanbul, 2008, s.152. 
  5. Marx, Karl, Capital, c.3,  Progress Publishers, Moskova, 1978, s.255. 
  6. Rees, Goronwy, The Great Slump, Capitalism in Crisis, Harper & Row Publishers, New York, 1976, s.17. 
  7. Florida arazi spekülasyonunu borsa spekülasyonunun takip etmesi ve birincisinin 1929 öncesindeki çöküşüne karşın mali piyasalardaki köpüğün başka araçlarla şişmeye devam etmesini, 2001 Nasdaq çöküşünün ağır bir bunalıma yol açmadan, ipotekli emlak kredisi köpüğüne dönüşmesine benzetebiliriz. 
  8. Minsky, Hyman, John Maynard Keynes, Columbia University Press, New York, 1975; Kindleberger, Charles, Cinnet, Panik ve Çöküş, Mali Krizler Tarihi, çeviren: Halil Tunalı,  Bilgi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2007. 
  9. Fisher, Irving, “The Debt-Deflation Theory of Great Depressions”, Econometrica, cilt 1, sayı: 4, Ekim 1933, s.344. 
  10. “Malların dolaşımını ve tüketimini hızlandıran kredi, periyodik buhranların vadesini geciktirir, dengesizlik faktörlerini artırır, bundan dolayı da, buhran patlak verdiği zaman onu büsbütün şiddetlendirir. Çünkü kredi, paranın iki temel işlevi arasındaki temel ayrılığı –dolaşım aracı ve ödeme aracı olma niteliğini– daha da körükler, malların dolaşımı ile bunun mübadele değerini gerçekleştiren para dolaşımı arasındaki temel çelişkiyi, yani kapitalist buhranların ilk ve genel kaynakları olan çelişkileri durmadan geliştirir” (Mandel, E., Marksist Ekonomi El Kitabı, çeviren: Orhan Suda, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2008, İstanbul, s.221). 
  11. 1929 Krizi hakkında popüler bir kitabın yazarı, ABD’de yatırım tröstlerinin hızla yaygınlaşmasını şöyle anlatıyor: “1928 boyunca tahmini 186 yatırım tröstü kurulmuştu. 1929’un ilk aylarında ise hemen hemen her iş gününde yeni bir tanesinin kurulacağı dile getiriliyordu. Aynı yıl toplam 265 yeni firma ortaya çıktı. 1927’de tröstler halka 400.000.000 dolar değerinde hisse satmışlardı. 1929’da ise piyasaya sürülen hisselerin değeri üç milyar dolar civarındaydı. Bu da o sene piyasaya sürülen yeni sermayenin en az dörtte üçü demekti. 1929’un sonbaharında yatırım tröstlerinin toplam malvarlığı tahminen sekiz milyar doları geçiyordu. 1927’den beri malvarlıklarını neredeyse on bir kat artırmışlardı” (Galbraith, J. K., Büyük Kriz, 1929, çeviren: Elif Nihan Akbaş, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2009, s.63-64). 
  12. Komisyoncu kredileri hakkında Rees şunları yazıyor: “New York Borsası, Londra Borsası’ndan farklı olarak her günün sonunda hesapların kapatılmasını şart koşuyordu. Borsa komisyoncuları [brokerlar – A.B.] genellikle bu hesap kapatma işlemlerini yürütecek araçları müşterilerine borç verebilecek bir konumdaydı; R. G. Hawtrey’nin belirttiği gibi eğer komisyoncu bir artış beklentisiyle alım yapan bir boğaysa [hisse fiyatlarının yükseleceği beklentisiyle hisse satın alan kişi – A.B.] müşterilerine para veriyor, eğer bir düşüş beklentisiyle satış yapan bir ayıysa [hisse fiyatlarının düşeceğini beklediği için satış yapan kişi – A.B.] onlara hisse veriyordu. Normal zamanlarda bu basit bir anlaşma meselesiydi, ama 1928-9’da komisyoncu kredilerindeki muazzam artış , spekülasyonun artışının en iyi göstergelerinden biri olmuştu” (Rees, G., age, s.24). 
  13. Galbraith, J.K., age, s.64. 
  14. Örnek için şu kaynaktan yararlanılmıştır: Adrian, T. ve H. S. Shin, “Liquidity and Leverage”, Federal Reserve Bank of New York, Staff Report No.328, Mayıs 2008. 
  15. IMF, Global Financial StabilityReport, Nisan 2009, s.xii. 
  16. Tarihçiler Montague Norman’ın manik depresif olduklarını bildiriyor. Zamanın ruhuna pek uygun bir kişilik olduğuna kuşku yok… 
  17. Rees, G., age, s.8. 
  18. Rees, G., age, s.111-112. Yazarın bildirdiğine göre Keynes bu sözleri 1931’de Chicago’da verdiği bir derste sarf etmiş. 
  19. Dönemin Reichsbank (Alman Merkez Bankası) Başkanı Hans Luther. 
  20. Rees, G, age, s.153. 
  21. Rothermund, Dietmar, The Global Impact of the Great Depression, 1929-1939, Routledge, Londra, 1996, s.16. 
  22. Nihai kriz ve sinyal ya da gösterge kriz kavramları Arrighi’nindir (Şu kaynaklara bakılabilir: Arrighi, G., The Long Twentieth Century, Money, Power and the Origins of Our Times, Verso, Londra, 1994  ve Adam Smith Pekin’de, 21. Yüzyılın Soykütüğü, çeviren: İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, İstanbul, 2009). Arrighi’nin sistemik birikim daireleri kuramının merkezinde duran “hegemonya” kavramı ve ele aldığı tarihsel dönemlerin “çok uzun” uzun dönemler olması eleştirilmektedir. Ancak tarihsel dönemler kapanırken yaşanan krizlere nitel olarak farklı anlamlar biçmesi kanımca yerinde bir yaklaşımdır. Bu, diyalektiğin nicel birikimin niteliğe dönüşümü yasasından gelmektedir. 
  23. Burada kullandığımız dönemlendirme Ernest Mandel’e aittir, ama genel olarak kabul görmektedir (Mandel, E., Geç Kapitalizm, s.168). 
  24. Bu, “birikimin toplumsal yapıları” olarak adlandırılan kuramsal yaklaşımın önerisidir (yaklaşım için şu kaynağa bakılabilir: Kotz, D., T. McDonough ve M. Reich, Social Structures of Accumulation, the Political Economy of Growth and Crisis, Cambridge University Press, Glasgow, 1994). 
  25. Kotz, D. ve diğerleri, age, s.20. 
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×