Tarım, Teknoloji ve Biyoteknoloji: Menekşenin Geni, Domatesin Hormonu

Tarımın kendisi, başlı başına “yüksek teknoloji” nitelemesini hak ediyor. Toplumların avcı-toplayıcı yaşam biçiminden tarıma dayalı üretim tarzına geçişleri en az sanayi devriminin kendisi kadar büyük bir sıçrama olarak görülebilir. İnsanın günü birlik bir yaşama tarzını terk edip zamanını ve içinde yaşadığı toplumu organize etmeye başlaması, toprağı işlemesiyle mümkün olabiliyor. Ürün kültürü, hayvanların evcilleştirilmesi, sulama kanallarının açılması, toprağın işlenmesi, insanın “mutluluğu” ve “rahatı” adına dünyanın çehresine yaptığı ilk müdahaleler-dir.

Araştırmalar, tarımın tek bir merkezde ortaya çıkıp dünyaya yayılmadığını, aksine birçok toplumun birbirinden bağımsız olarak tarımsal üretim gerçekleştirdiğini ortaya koyuyor. Ortadoğu’da İÖ 9000-7000 yıllarında buğday ve yabani arpa yetiştirilmiş, orak kullanılmış sığır ve koyun evcilleştirilmiş. Tayland’da İÖ 9000’de bezelye, sukabağı ve sukestanesi yetiştirilmiş. Meksika’da ise İÖ 7000’de kabak üretilmeye başlanmış.

Tarım toplumlarının gelişmesi, bitkilerin üretilmesinden ve hayvanların evcilleştirilmesinden sonra gerçekleşiyor. İlk tarım toplumları, Mezopotamya’da İÖ 5000’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkıyor. Sümerler, yeni tarım teknikleri geliştiriyorlar; örneğin nadas tekniğini kullanıyorlar, öküzlerin çektiği sabanlar icat ediyorlar orak kullanıyorlar ve ürünlerin taşınması için tekerlekli arabalar yapıyorlar. Mısır’da ise yine “yüksek teknoloji” ürünü sulama teknikleri geliştiriliyor. Tarım ilkçağ toplumlarında, matematiğin, geometrinin, astronominin, zaman kavramının, müziğin ortaya çıkmasının alt yapısını oluşturuyor.

Romalılar, toprağın işlenmesi için birçok yeni yöntem geliştiriyorlar; tarım konusunda bilgiler veren el kitapları yazılıyor. Yeni el aletleri, el değirmenleri ortaya çıkıyor. Su değirmenleri için tasarımlar yapılıyor. Ortaçağ’da ise yel değirmenleri ortaya çıkıyor. Keskin baltaların kullanılmasıyla ormanlık alanlar ekime açılıyor.

16. ve 17. yüzyıllarda ise tarımda, diğer toplumsal dönüşümlere paralel olarak, yeni bir devrim yaşanıyor. Bu dönemi Ortaçağ’dan ayıran, toprak mülkiyetinin yasalaşması ve yaygınlaşması. 1500’lerde Tudor İngilteresi’nde çıkan “çevirme yasaları” ile toprak alınıp satılabilen özel bir mülke dönüşüyor. Tarlalar, daha büyük araziler olarak örgütleniyor ve topraktan, köylülerin ve feodal beylerin ihtiyacını karşılamanın çok ötesinde bir verimlilik beklenir oluyor. Verimliliği artırmaya dönük bilimsel çalışmalar hız kazanıyor, bitki ve hayvan varlığı konusunda araştırmalar yapılıyor. Yeni çiftlik makineleri ortaya çıkıyor. Nadas yerine Norfolk usülü dörtlü ekim sistemine geçiliyor.

18. yüzyılda ise çiftçilikle ilgili yayın ve kitapların sayısı hızla artıyor. Veterinerlik ve tarım okulları açılıyor. 18. yüzyılın ilk yarısında, ana tasarımı bugüne kadar korunan Rotherham pulluğu geliştiriliyor. Bu yüzyılın ikinci yarısında ise ilk pulluk fabrikası İngiltere’de açılıyor. Hasadın tümüyle makineleşmesi ise 19. yüzyıla kalıyor.

19. yüzyılda, bir önceki yüzyılda geliştirilen, tohum ekme makinesi, harman makinesi gibi makineler yaygın bir biçimde kullanılmaya başlıyor. Makineleşmenin çalışanları işsiz bırakması, bütün dünyada, en sık ve en dramatik bir biçimde tarımda görülüyor. 1850’lerde biçerdöver, 1830’larda ana bölümü çelikten yapılmış yeni bir pulluk türü, 1860’larda buhar gücüyle çalışan pulluklar ortaya çıkıyor. Benzinle çalışan ilk traktör, 1892’de ABD’de geliştiriliyor. Ardından tohum serpme, pamuk toplama, mısır toplama makineleri icat ediliyor. Toprak, gelişen kimya sanayisinin ürünleri olan yapay gübrelerle ilk kez bu yüzyılda karşılaşıyor. Tarım iktisadı alanında, Oxford ve Edinburg ilk olmak üzere, üniversitelerde kürsüler kuruluyor.

Makineleşme, insanın ve hayvanların fiziksel gücünü aşmak üzere geliştirilirken, doğanın kendisinin verimliliğine müdahale araçlarının araştırılması 20. yüzyıla damgasını vuruyor. Toprağı daha verimli hale getirmek, nadas ya da dönüşümlü ekim zorunluluğundan kurtulmak için yapay gübreler, zararlı böcekleri öldürmek için kullanılan tarım ilaçları, zararlı otları zehirlemek üzere püskürtülen kimyasallar (herbicide’ler) tarım teknolojilerinin merkezine oturuyor. Öte yandan bitki ve hayvan ıslahı için genetik yöntemlere ve çaprazlamalara daha fazla başvuruluyor.

Bu hikaye, birkaç değişik şekilde anlatılabilir. Öznelerinden ve toplumsal bağlantılarından arındırarak gelişmelerin kronolojik bir sırayla anlatılması mümkün. Oysa tarımdaki teknolojik gelişmeler, kırlardaki ve kentlerdeki toplumsal alt üst oluşlarla el ele gidiyor. Avcı-toplayıcı yaşam biçiminden tarıma geçiş “yüksek teknoloji”ye geçiş anlamına gelirken, tarım toplumları aynı zamanda köleci toplumlar oluyor. Tarım toplumları, egemenlerine boş vakitş dolayısıyla sanat, felsefe, bilim yapma olanağı sağlarken, çok daha geniş kesimlere toprağa mutlak bir şekilde bağlanmış, öldürücü düzeyde tekdüze ve zorlu bir hayat dayatıyor. Ortaçağ’da, köylüler, derebeylerin, kiliselerin, hükümdarların egemenliğinde, toprağı atalarından gördükleri tekniklerle yüzyıllarca işlediler. Çevirme yasaları, toprak mülkiyeti ve makineleşme bu güvenli hayatın sonu oldu. Köylülerin topraktan “özgürleşip” kentlere göç etmeye zorlanmaları ile Afrika’dan getirilen kölelerin büyük çiftliklerde çalışmaya zorlanması neredeyse aynı yüzyıllarda gerçekleşti. Topraklar hızla az sayıda elde toplandı, devasa büyüklükteki kapitalist işletmelere dönüştürüldü. Hızlı makineleşme, bu toprakları işleyerek geçinenleri işsiz bıraktı.

Yüksek teknoloji girdisi

Sanayi devriminden önce tarım, doğayla insan arasında kurulmuş “uyum” üzerinden yüzyıllarca çok fazla değişmeden yürüdü. Dönüşümlü ürün ekimi, topraktaki azotun dengeli kullanımını sağlıyordu; azot miktarı sebzelerin ve tahılların dönüşümlü ekimi sayesinde yenileniyordu. Ayrıca dönüşümlü ekim tarım zararlılarının yaşam çevriminin sürekli olarak kırılmasıyla sonuçlanıyordu. Ürün çeşitliliği sadece seneden seneye sağlanmıyordu; tarım alanları belli ürünler arasında paylaştırılıyordu. Böylece bütün bir hasadın kötü koşullarından ve zararlılardan olumsuz etkilenmesine karşı önlem alınmış oluyordu. Hayvanların, dahası insanların tarlalarla iç içe yaşaması, toprağın öküzlerin ya da atların çektiği sabanlarla sürülmesi, ekinlerin gübre ihtiyacının doğal yollarla karşılanmasını sağlıyordu.

Bu “uyum”, kapalılık ve değişmezlik barındırıyordu. Kapitalist ekonomi, tarımı büyük çiftlikler halinde örgütlemeye, üretimi makineleştirmeye başlayınca, tek ürün kültürü uygulamaya sokuldu. Tarım zararlılarına karşı kimyasal ilaçların geliştirilmesi ve daha da önemlisi toprağın yapay gübrelerle beslenmeye başlaması dönüşümlü ekim zorunluluğunu ortadan kaldırdı. Belli bölgelerdeki ürün çeşitliliği azaldı. Tek üründe, az maliyetle yüksek verimlilik hedeflenir oldu. Bir bölgede bir tek ürün yetiştirilir oldu. Bunun da ötesinde kapitalist tarım, ürünlere neredeyse mutlak standartlar getirdiği için, geniş tarlalara bir tarım ürünün tek bir cinsi aynı ebatlarda, renkte ve kokuda ürün veren tek bir genetik varyasyonu ekilmeye başlandı. Bu ölçek büyük çiftlikleri de aşarak, bütün bir ulusal tarımın uluslararası pazarlara yönelik olarak üzere az sayıda ürün yetiştirmek üzere örgütlenmesine kadar uzanır. Ulusal ekonomiler, giderek kendi kendilerini besleyemez hale gelir.

Tarımda teknoloji kullanımı yoğun olunca, verimlilik ancak geniş ölçekle mümkün olabilir. Küçük ölçekli tarımsal işletmeler pahalı teknoloji kullanma olanağına sahip değildir. Bu durum küçük köylülüğü büyük toprak sahiplerinin (giderek aynı anlama gelmek üzere büyük kapitalist işletmelerin) karşısında dezavantajlı konuma getirir.

Ekolojik problemler

Teknolojinin, diğer toplumsal ve doğal faktörler göz ardı edilerek, kısa vadeli a-maçlar için yoğun ve hırslı kullanımı, her üretim kolunda olduğu gibi tarımda da çevre sorunlarına yol açabiliyor; hatta insan sağlığını tehdit edebiliyor. Üretimde yüksek maliyetli girdi kullanımına karşı farklı yaklaşımlar söz konusu. Bir tanesi tarımsal üretimde teknoloji kullanımını sınırlamaya yönelik bir yaklaşım. Bu yaklaşımın dayanağı, kendisini tarım girdilerinin (yanlış ve hırslı kullanımının) yarattığı birtakım ekolojik problemler ve sağlık sorunları.

Tarım ilaçları, zararlı böcekleri öldürürken, zararlı böceklerin düşmanı olan böcekleri de öldürmüş oluyor. Ayrıca, polenlerin taşınmasını ve döllenmeyi sağlayan böcekler de bu katliamdan nasiplerini alıyor. Ürünlere ve tarıma doğrudan faydası olmasa da zararı da dokunmayan pek çok canlı, tarım ilaçlarından olumsuz yönde etkileniyor. Ürün seçiminde üretkenlik ön planda kaldıkça ve tek bir genetik varyasyon bütün tarlalara ekildikçe, zararlı böceklere karşı direnç sağlayabilecek genetik çeşitliliğin önüne geçilmiş oluyor. Aksine, tarım ilaçlarına dirençli böcek nesilleri yetişiyor.

Bir tarlaya püskürtülen tarım ilaçları çoğu zaman yok edilmek istenen zararlı böceklerin tamamını öldürmüyor. Bu böceklerin bir yüzdesi, genetik farklılıklarından ötürü, püskürtülen ilaca karşı dirençli oluyor. Tarlada sadece bu tip böceklerden kaldığı için de bir sonraki sene doğan böceklerin neredeyse tamamı ilaca dirençli böceklerin çocukları oluyor. Bu süreç, zararlıların tarım ilaçlarına direnç geliştirmesi olarak isimlendirilir ve her seferinde yeni tarım ilaçlarının geliştirilmesini zorunlu kılar.

Tarım ilaçları suların kirlenmesine; dahası tarım ürünlerini tüketen insanların zehirlenmesine yol açabiliyor. Bazı araştırmacılar, kanser vakalarındaki artışın, artan tarım ilacı kullanımına da bağlanabileceğini söylüyor. Kaliforniya’da tarım ilacı kullanımı, 1991-1995 yılları arasında 161 milyon pounddan 212 milyon pounda çıkıyor. Aynı yıllarda kanser vakalarında gözlenen artışın bu artışla ilişkilendirilebileceği söyleniyor.1

Kimyasal gübreler, verimlilik savaşının bir başka silahı. Bitkiler, kimyasal gübreyi biraz verimsiz kullanıyor; diğer bir deyişle bitkinin ihtiyaç duyduğu miktarda besini alabilmesi için bu gübrelerin, toprağın tolere edebileceğinin üstünde miktarlarda kullanılması gerekiyor. Bitkinin emmediği gübreler yüzeye çıkıyor ve sulama kanallarına, göllere, nehirlere karışıyor. Nitratlı su, içme sularına karışarak sağlık problemlerine yol açıyor. ABD’deki içme suyu kuyularının yüzde 25’i güvenlik sınırının üzerinde nitrat içeriyor. ABD’de yüzey sularında bulunan nit-ratın yüzde 50 ila 70’inden kimyasal gübreler sorumlu.

Mississippi Nehri’nin ağzından Meksika Körfezi’ne uzanan ölü bir bölge bulunuyor. Bu bölgede deniz yaşamının sona ermesi, kıyıya yakın çiftliklerden yayılan kimyasal gübrelere bağlanıyor. Bu gübreler yüzeydeki yosunlara zengin bir besin kaynağı sunuyor. Yosun yoğunluğu derinlere doğru yol alan güneş ışınlarının önünü keserek dipteki bitkilerin ve mikroorganizmaların ölümüne, dolayısıyla oksijen azalmasına, dolayısıyla deniz canlıların yok olmasına sebep oluyor.

Kimyasal gübrelerin havayı kirlettiği ve toprağın asitlik derecesini arttırdığı yönünde iddialar da mevcut.

Öte yandan, tarım kimyasallarını üreten tekeller, söz konusu maddelerin kullanım sınırlarının artması için, hükümetlerin çevre sorumlularıyla sürekli bir diplomasi halindeler. Tarım kimyasalları belli dozlarda ve belli kombinasyonlarla kullanıldığında doğa tarafından tolere edilebilecekken ve bu dozlar tarımsal verimliliği sağlamak için yeterliyken, bu gerçek kapitalistleri hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Onlar, hastaların sürekli hasta kalarak ilaç tüketmesini isteyen ilaç şirketleri gibi ürettikleri mallar için giderek artan bir talep yaratmaya çalışıyorlar.

Teknolojinin akılcı kullanımının önemli bir boyutu, amaçların bir bütün olarak ele alınması olmalı. Sorun tarım kimyasallarının kullanılmasında değil; çevredeki insanların ve diğer canlıların yaşamıyla zerre kadar ilgilenmeyen tarım şirketlerinin çiftçilere gereğinden fazla kimyasal satmalarıyla ilişkili. Türkiye’den bir örnek verilebilir:

“Tarım ilacı alanında da benzer bir yetersizlik, ancak bununla birlikte çok önemli düzeylere ulaşan bir yanlış kullanım söz konusudur. Hektara etkili madde tüketimi ABD’de 3514 gram, Almanya’da 2346 gram iken, Türkiye’de 600 gramın altındadır. Ancak Türkiye geneli için açık bir yetersizlik söz konusu iken, bu alanda faaliyet gösteren ve çoğu çokuluslu nitelikteki şirketler, elemanları vasıtası ile köyleri dolaşarak gereksinimin çok üzerinde ilaç kullanımına neden olmaktadırlar. Bugün Adana’nın, asgari uygar yaşam koşullarından yoksun köylerinin köy meydanları-kahveleri, yabancı ilaç reklamları ile doludur. Benzer süreçler, sera üretimi yapan yörelerimizin tümünde yaşanmaktadır. İzin verilmiş dozlarının üzerindeki kullanımı insan sağlığı için son derecede olumsuz etkiler yapan hormonlar gelişigüzel pazarlanmakta, kullanımı teşvik edilmekte ve uygun dozlarının çok üzerinde olmak üzere kullanılmaktadır.” 2

Kimi topraklarda tarımsal üretim yapabilmek için kimyasal gübre vazgeçilmezdir. Ancak, tarım şirketleri buna daha az ihtiyaç duyacak topraklar için da aşırı bir talep yaratma çabası içine girerler. Aynı şekilde tarım zararlılarıyla başedebilmek için uygun dozlarda tarım ilacı kullanılması gerekir. Öte yandan, böceklerin tarım ilacına direnç geliştirmeleri tarım ilacı tekellerinin işine gelir; bir sonraki sene direnç geliştirmiş böcekleri öldürecek yeni ilaçları çoktan hazırlamış olurlar çünkü.

Biyoteknoloji

1962’de, Rockefeller ve Ford vakıfları, Filipinler’de Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü’nü kurdular. Bu enstitünün amacı dünyanın dört bir yanından pirinç çeşitleri toplayarak verimli pirinçler elde etmekti. Dünyanın “az gelişmiş” bölgelerinden başka coğrafyalara tarımsal değeri olan bitkilerin aktarılması yeni değil. Ancak, bu enstitü, belli bir ürünü genetik olarak ıslah etmek için örnekler toplamak yönünde giriştiği kurumsal ve bilimsel çabayla, “yeşil devrim” adı verilen uygulamaların köşetaşlarından birisi oldu.

Çaprazlama tekniklerinin gelişmesi, daha hızlı büyüyen, daha iri, daha verimli bitkilerin yetiştirilmesini sağladı. Ancak bu bitkilere yapılan müdahaleler türün kendisiyle, kendi genleriyle sınırlıydı; 1940 ile 1970 yılları arasında genetik biliminin elde ettiği bulgular bu sınırları yıkana dek. 1940’ta DNA keşfedildi; 1953’te Watson ve Crick DNA’nın sarmal yapısını ortaya çıkardı; 1960’ta DNA’nın yapıtaşları bulundu. 1967’de bir genin DNA dizisinin içine sokulmasını sağlayan “DNA ligaz” geliştirildi. Bu gen yapıştırıcısından sonra, 1970’te gen makası bulundu: Bir genin DNA dizisinden çıkarılmasını sağlayan “restriksiyon enzimi”.

Bu gelişmelerin ardından, biyoteknoloji şirketlerinin elemanları ellerinde gen makaslarıyla dünyanın dört bir yanını dolaşıp gen avlamaya başladı. Bu av, mikroorganizmalardan egzotik bitkilere, farelerden pirinçlere hatta insanlara kadar “gen hazinesi” barındıran bütün canlıları kapsıyor.

Bir zamanlar ABD yasaları, patent bürosunun (U.S. Patents and Trademarks Office PTO), canlı nesneler için patent vermesini yasaklıyordu. Ta ki General Electric şirketinde çalışan aklıevvel bir Hintli biyolog, Chakrabarty, genetik olarak düzenlediği mikroorganizmalarına patent almak için 1971’de patent bürosuna başvurana, reddedilene ve General Electric’in koruyucu kolları arasında açtığı davayı 1980’de kazanana kadar… Mahkeme bu mikroorganizmanın insan yapısı bir buluş olduğuna karar vermişti. Kararın ardından, ancak bir ya da iki ürün ortaya çıkarabilmiş biyoteknoloji şirketlerinin borsadaki hisselerinin değerleri şaşırtıcı ölçülerde yükseldi.

1987’de, PTO önemli bir karar aldı: Artık genetik olarak düzenlenmiş çok hücreli mikroorganizmalar için de patent verilebilecekti. Çok hücreli mikroorganizma oldukça geniş bir toplamı ifade ediyor. Terim, aslında insan da dahil olmak üzere bütün canlıları kapsıyor. ABD’li yetkililer kamuoyunu patent yasasının insanları kapsamadığı yönünde ikna etmeye çalışadursun, insan genleri, proteinleri, dokuları ve organları pekala patentleniyor. İnsan genomu projesi bu çabanın en geniş kapsamlı örneği.

Herhangi bir genin izole edilmesi ve işlevlerinin anlaşılması, araştırmayı yapan kuruluşa patent alma, diğer bir deyişle o gene sahip olma hakkı tanıyor. Burada ortaya çıkan “yeni”, “daha önce hiç görülmemiş” bir ürün yok. Doğada zaten varolan bir yapı salt işlevi anlaşıldı diye, patentlenmiş oluyor.

Emperyalist şirketlerin dünyanın gen havuzunu yağmalayıp entelektüel mülkiyet anlaşmalarıyla kendi ticari malları haline getirmelerine karşı iki çeşit itiraz var: Birincisi, söz konusu genlerin anavatanlarının ve o bölgede söz konusu canlıları yüzyıllardır ekip biçerek geliştiren yerel halkların da söz konusu “ticari” değerden nasiplerini alması gerektiği yönündeki itiraz. Jeremy Rifkin Madagaskar örneğini veriyor:

“Madagaskar’ın tropikal yağmur ormanlarında bulunan gül rengi Cezayir menekşesi, genetik ortak malın çevrilip korunmasıyla el altına alınan olası kazançların başka bir canlı örneğini sunuyor. Birkaç yıl önce araştırmacılar, az bulunur Cezayir menekşesinin, belli kanser türlerini sağaltmada ecza olarak kullanılabilen tek bir genetik belirtici özelliği içerdiğini keşfettiler. İlacı geliştiren eczacılık şirketi, Eli Lilly önemli kazançlar -sadece 1993 satışlarından 160 milyon dolar- elde ederken Madagaskar, ulusal kaynaklarından bi-rinin kamulaştırılmasına karşılık tazminat olarak tek bir sent bile elde edemedi.” 3

Diğer itirazın ufku biraz daha geniş: Milyonlarca yıldır süregelen evrimin doğal sonucu olan canlıların ve onların genlerinin insanlığın ortak malı olduğu, dolayısıyla patentlenmelerinin ahlaka aykırı ve yaşama saygısızlık olduğu söyleniyor. Ancak toprağı, suyu, besin maddelerini özel mülkiyetin konusu yapan bir sistem için canlıların patentlenmesi niye ahlaka aykırı olsun? Aksine sistemin bu sınırda durması ve yaşama “saygı” göstermesi için ekonomik, politik ya da yasal bir neden bulunmuyor. Eski ABD ticaret bakanlarından Ron Brown şöyle söylüyor:

“… bizim yasalarımıza göre, başka birçok ülke yasalarına göre de olduğu gibi, insan hücrelerine ilişkin söz konusu madde için patent alınabilir ve patent uygulamasına konu olan hücrelerin kaynaklarına ilişkin düşünceler için bir madde yoktur.”4

Biyoteknoloji, tarım ve tekeller

Biyoteknolojinin iş yaptığı, diğer deyişle ürünlerinin sanayiye aktarıldığı üç alan var: Tarım, eczacılık ve savaş. Biyoteknolojinin “henüz” iş yapmadığı, ama şirketlere büyük kazançlar sağladığı bir dördüncü alan da spekekülasyon alanı. Bir biyoteknoloji şirketi, ilerde faydalı olacağı öngörülen bir geni tanımlayıp patentini alır almaz, piyasaya faydalı tek bir ürün sürmese dahi, hisse senetlerini (ya da kendisini) çok pahalıya satabiliyor.

Biyoteknolojinin tarımsal üretimin ufkunu ne ölçüde genişletebileceğine dair çarpıcı örnekler verilebilir: Domatese, dil balığından alınmış donmayı önleyici genleri ekleyerek, dona dayanıklı domates soyları yetiştirilebildi. Patatese piliç genleri eklenerek hastalıklara karşı dirençleri artırıldı. Tütünün genetik koduna ateşböceği genleri eklendi ve tütünler ışık saçmaya başladı. Bu gelişmeler gerçekten göz boyuyor ve büyük vaatlerde bulunuyor.

“Özetin özeti, ozon tabakasını delen CFC (ChloroFloroCarbure) gazlarını dünyada en çok üreten firmayla, CFC’lerin yasaklanmasından en karlı çıkan firma aynı: Du Pont de Nemours. Yeni normlara herkesten önce o hazır durumda. Pazardaki tekel konumunu iyice güçlendiriyor. Bunun üzerine bir de tüm CFC içeren buz dolaplarının ve klimaların değiştirilmesi gibi bir uluslararası norm getirilirse ne iyi olur. Deymeyin Du Pont’un keyfine.”5

Novartis, Du Pont ve Monsanto, dünyanın kimya devleri. Tarımda kimyasal girdilerin; böcek öldürücülerin zararlı ot öldürücülerin, yapay gübrelerin ve benzer ürünlerin tekel konumundaki üreticileri. Söz konusu şirketler “ozon tabakasının delinmesi”nden duyulan endişeyi tekel konumlarını güçlendirmek üzere gayet güzel kullanıyorlar. Bu şirketlerin tarım ve biyoteknoloji konusundaki performansları, ozon tabakası için gösterdikleri “duyarlılıkla” tam bir paralellik içinde. Kimyasal tarım girdilerinin insan sağlığına ve çevreye verdikleri zararın genetik olarak düzenlenmiş tarım ürünleriyle aşılacağı söyleminin arkasında, tam da bu kimyasalları yıllardır pazarlayan şirketler bulunuyor.

Aralarında Du Pont, Novartis ve Monsanto’nun da bulunduğu en büyük on şirket 1999 yılı itibariyle dünya tohum ticaretinin yüzde 31’ini elinde tutuyor. 2000 yılında bütün dünyada ekilen tohumların yüzde 15’ini sadece Monsanto ve Du Pont satmış. Yine bu iki şirket tarımda ticari değeri bulunan biyoteknoloji pa-tentlerinin yüzde 41’ine sahip ve dünyada genetik olarak düzenlenmiş tohum satışlarının yüzde 93’ünü gerçekleştiriyor. Tarımda kullanılan kimyasalların yüzde 22’si Du Pont ve Monsanto markalarını taşıyor.

Geçen yüzyılın son on yılı, tarım kimyasalları tekellerinin hızla biyoteknolojiye yatırım yapmasına tanık oldu. Biyoteknoloji alanında araştırmalar yapan irili ufaklı onlarca şirket, büyük tekeller tarafından satın alındı. Monsanto, 1997’de 1.2 milyar dolar sayarak, bir tohum şirketi olan Holden’s Foundation Seeds’i satın aldı. ABD’de ekilen hububat tohumlarının üçte biri bu şirketin biyoteknolojik çalışmalarının sonucudur. Monsanto, büyük bir hırsla tohum piyasasına hakim olmak için satın aldığı şirketlere 9 milyar dolara yakın para ödedi. Du Pont, Novartis, AgrEvo gibi diğer tekeller de aynı şekilde, tohum şirketlerini ve biyoteknoloji alanında önemli patentler elde etmiş şirketleri, hisselerinin önemlice bir bölümünü satın alarak bünyelerinde topladılar.

Tarım ürünlerinin en büyük üç doğal düşmanı, yabani otlar, zararlı böcekler ve hastalık yapan virüsler olarak bilinir. Kimya şirketleri çiftçilere onyıllardır “herbicide” (yabani otları öldüren kimyasallar) satıyor. Ancak herbicide’ler, yabani otları öldürmenin yanı sıra tarım ürünlerine de zarar veriyor. Biyoteknoloji, bu herbicide’lere katlanabilecek şekilde tasarlanmış tohumlar üretmeyi başardı; çiftçiler artık bu tohumlardan satın alabiliyorlar, ancak aynı şirketin herbicide’ni almak şartıyla. Yani Monsanto’nun “Roundup Ready” tohumlarını satın alan çiftçiler yine Monsanto’nun Roundup markalı yabani ot öldürücüsünü kullanmak zorundalar. Çünkü bu tohumlar sadece Roundup’a direnç gösterecek şekilde tasarlanmışlar.

Herbicide’lerin ürünlerine daha az zarar verdiğini gören şirketler, bu zehirleri daha çok kullanma eğiliminde oluyorlar. Monsanto, ABD Çevre Koruma Ajansına Roundup kullanımı için konulan üst sınırın artırılması için başvuruyor ve bu sınır üç katına çıkarılıyor. Monsanto’nun biyoteknolojik başarıları birbirlerini destekliyor: Yeni tohumlarının satışıyla birlikte, zararlı ot öldürücülerinin satışını üçe katlıyor.

Tohum pazarında, genetik kodları zararlı böceklere direnç sağlayacak şekilde düzenlenmiş tohumlar da mevcut. Bu tohumlar, Bacillus thuringiensis adlı bir bakteriden alınan bir gen taşıyor. Bu gen, tarım ürünlerinde, Bt protoksin olarak bilinen bir çeşit protein üretiyor. Bu şekilde düzenlenmiş tarım ürünlerine dadanan böcekler, bu proteini yedikleri zaman zehirleniyorlar. Benzer yöntemler kullanarak üretilen kimi tohumlar ise virüslere karşı dirençli olma niteliği taşıyor. Ancak, genetik mühendisliği ile işlenmiş tohumların böceklerle mücadelesi, geleneksel tarım ilaçlarıyla aynı kaderi paylaşıyor: Zararlıların direnç geliştirmesi. Ayrıca Bt protoksinin toprağa geçerek, topraktaki faydalı organizmaları öldürmesi de ayrı bir sorun.

Geleneksel tarım kimyasallarının çevreye ve insan sağlığına verdikleri zarardan sonra, genetik olarak düzenlenmiş ürünlerin, doğayla daha barışık, daha çevreci oldukları söylenebilir; söyleniyor da. Ancak aksini iddia edenler de var. Birtakım bitkilerin, diğer canlılar aleyhine genetik olarak daha güçlü kılınmasının, ekolojik felaketlere neden olabileceği yönünde uyarıda bulunanlar mevcut. Özellikle böceklere ve virüslere dirençli bitkilerin yabani akrabalarla kaza eseri çaprazlamalar sonucu hızla yayılması ve bölgesel dengeleri alt üst etmesi tehlikesine işaret ediliyor.

“Moleküler biyologların çoğu ve biyoteknoloji sanayii yeni incelemeleri, genetik kirlenme olasılığını akla getiren çevrebilimcilerin büyüyen eleştirilerini tüm ayrıntılarıyla biliyor ama ele almıyordu. Bununla birlikte, süper zararlı otların denetlenemeyen yayılımı, dirençli bakteri türlerinin artması ve yeni süper böcekler, yeni virüsler yaratılması ve bütün ekosistemlerin dengesizliği pek de, sadece birkaç huysuz eleştiricinin homurdanmalarından ibaret önemsiz şeyler değil.”6

Terminatör tohumlar

1998 yılında “Delta and Pine Land” şirketi, “terminatör” adı verilen bir tekniğin patentini aldı. Bu teknik, tohumlara yerleştirilen yabancı bir genle, bitkinin üreme sistemini öldürüyor; yani bitki normal bir şekilde büyüdüğü halde, kısır kalıyor. Monsanto, bir iki ay içinde Delta and Pine Land’i ve terminatör patentini satın alarak kısır tohum teknikleri konusundaki “bilimsel” ve bu tohumları pazara sürmeye dönük ekonomik ve siyasal faaliyetlerini yoğunlaştırmaya başladı. Diğer tarım tekelleri, Syngenta (Zeneca) ve Du Pont’un elinde de benzer terminatör pa-tentleri bulunuyor.

Terminatör tohumları, çiftçilerin bir sonraki yıl için kendi tohumlarını üretmelerini engelleyecek ve beslenmesi küçük köylülüğe dayanan milyarlarca insan için bir tehdit oluşturacak. Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin emperyalist tekellere bağımlılığını güçlendirecek. Terminatör tohumları, bu gerekçenin güçlü baskısı altında henüz piyasaya sürülmüş değil. Ancak tarım şirketleri terminatör teknikleri için araştırma yapmayı ve ellerinde tuttukları patentlere yenilerini eklemeyi sürdürüyorlar; bir yandan da terminatörlerini pazarlayabilmek için güçlü gerekçeler üretiyorlar:

“Bu yeni buluşun (terminatör tekniği, AC) çözdüğü bir problem de tarlalardaki ekinin kontrolünü sağlamak. Yetiştirilen ekinlerin tohumları, kendilerine ayrılan tarlanın dışına çeşitli yollarla (kuşlar, küçük memeliler yoluyla ya da ekinlerin taşınması sırasında düşerek) çıkabilir ve kendileri yabani otlar haline gelebilir. Özellikle transgenetik (yabancı gen eklenmiş, AC) ürünler söz konusu olduğunda, bahsedilen sorun daha da tehlikeli hale gelecektir. Bu tür hibrid tohumların hayatta kalma becerisinin azaltılması, transgenlerin başka alanlara kaçmasını ve yayılarak yabani otlar haline gelmelerini engelleyecektir.”7

Böylece çevrecilerin ısrarla üzerinde durdukları bir tehlike, genetik olarak güçlendirilmiş bitkilerin üreyip her tarafı sarma tehlikesi, terminatör tohumlarının kabul görmesi için uygun bir kılıf oluşturabilir. Tarım tekelleri, her yerde, transgenetik ürünlerin, kontrol edilmezlerse, dünyadaki gen çeşitliliği üzerinde bir tehdit oluşturduğu ve terminatör tohumlarının bu tehdide derman olacağı yönündeki açık, destekli ya da manipülatif propaganda faaliyetlerine hız vermeye başlamış bulunuyor.

Öte yandan, tohum tekelleri, son yıllarda terminatör tohumlarıyla neredeyse “aynı işi” gören hibrit tohumları yaygın bir şekilde pazarlıyorlar. Hibrit tohumlar terminatör tohumları gibi kısır değil; yani o tohumlardan yeni kuşaklar yetiştirilebiliyor. Ancak hibrit tohumların yine tohum tekellerine bağımlı kılan bir özellikleri mevcut: Yeni nesil ürünler bir önceki neslin sağladığı verimliliği sağlamıyor; istenen niteliklere sahip olmuyor. Hibrit tohumlar, ayrıca, vaat ettikleri verimliliği sağlamak için normalin çok üzerinde tarım kimyasalı talep edecek şekilde tasarımlanıyor biyoteknoloji şirketleri tarafından.

Sofralarımız ve Arpad Pusztai

Genetik kodlarına yabancı genler eklenmiş tarım ürünlerinden bahsettik. Tahıllar, soya fasülyesi, mısır, pirinç ve patates bunların başında geliyor. Bu ürünlerin insan sağlığı üzerindeki etkileri konusunda ise birtakım soru işaretleri var.

1998 yılında İngiltere’de, Rowett Araştırma Enstitüsü’nde çarpıcı bir gelişme yaşandı. Arpad Pusztai adlı bir biliminsanı, patatesler ve fareler üzerine bir araştırma yaptı. Bu patateslere, böceklere karşı korunmalarını sağlayacak bir maddeyi (lektin) üretmeleri için başka bir bitkiden gen eklenmişti. Pusztai, genetik olarak düzenlenmiş patateslerden yiyen farelerin bağışıklık sistemlerinin zarar gördüğünü ve önemli organlarının bodur kaldığını gözlemledi. Bu gözlemlerini açıklar açıklamaz açığa alındı; basına açıklama yapması engellendi. İzleyen aylarda, İngiliz hükümeti ve Novartis tarafından desteklenen Rowet Enstitüsü, bir grup biliminsanını Pusztai’nin çalışmalarını düzeltmek üzere görevlendirdi ve bu görev başarıyla sonuçlandırılarak söz konusu çalışmalar “düzeltildi”: Pusztai “hata” yapmıştı.8

Pusztai gerçekten hata yapmış, kendisini besleyen eli fena halde ısırmıştı.

Fareler ve patatesler üzerinde çalışan biliminsanları ikiye ayrıldı. Bir kısmı, Pusztai’nin verilerini inceleyerek sonuçlarını destekledi; bir kısmı ise genetik olarak düzenlenmiş besinlerin zararsız olduğu konusunda ısrar etmeye devam etti.

Pusztai vakası, patateslerin zararlarının ötesinde, iki önemli noktaya işaret ediyor: Birincisi, insan sağlığı üzerinde uzun vadeli sonuçları konusunda bilimsel uzlaşmaya varılmamış ürünlerin piyasada dolaşıyor olduğu ve yenilerinin de yeterli araştırma yapılmadan piyasaya sürülebileceği gerçeği. İkinci boyut ise biliminsanlarının, araştırma enstitülerinin, biyoteknoloji şirketlerinin ve tekeller tarafından finanse edilen üniversitelerin bu konularda elde ettiklerini söyledikleri ve kamuoyuna sundukları bulguların güvenilmezliği. Pusztai örneğinde olduğu gibi biliminsanlarının araştırmalarını, kariyerlerinin sona ermesi ya da işlerinden olma riskine rağmen açıklama sorumluluğunu göstermeleri sorunu çözmüyor. Prestiji yüksek bilimsel kuruluşların prestijli biliminsanlarının yoğunlaştırılmış karşı açıklamalarının, bu konudaki kafa karışıklığını tekellerin lehine çevirmesi her zaman mümkün. Dahası, insanların kaygılarının ya da vicdanlarının çıkarları çelişen lobiler arasında oyuncağa dönmesine, sadece genetik ürünler bahsinde rastlanmıyor.

Scientific American’da yayımlanan bir makaleye göre, 2001 yılı itibariyle ABD’de satılan yiyeceklerin yüzde 60’ı genetik olarak düzenlenmiş malzemeler içeriyor. Birçok işlenmiş gıda maddesinde kullanılan mısır ve soya fasülyesi, ABD’nin önemli ihraç mallarını oluşturuyor. 2001 yılında ABD’de üretilen mısırın yüzde 26’sı, soya fasülyesinin yüzde 68’i genetik olarak düzenlenmiş ürünlerdi. Genetik olarak düzenlenmiş bütün tarım ürünlerinin dörtte üçü ABD’de yetiştirilmekte.9 Bu durum genetik olarak düzenlenmiş ürün içeren gıda maddelerinin etiketlenmesi konusunda ABD ile tarımsal ürün pazarlarını korumak konusunda kaygıları olan AB ülkeleri arasındaki zıtlığı açıklıyor. AB 1997 yılından itibaren genetik olarak düzenlenmiş ürün içeren gıda maddelerinin etiketlenmesi kuralını getirmiş bulunuyor. 2002 Temmuzu’nda ise Avrupa Parlamentosu genetik olarak düzenlenmiş malzeme içerme sınırını yüzde 1’den yüzde 0.5’e indirdi. Buna göre bir gıda maddesi yüzde 0.5’ten fazla oranda genetik olarak düzenlenmiş tarım ürünü içerirse etiketlenmesi gerekecek.

ABD, bu tür bir uygulamaya şiddetle ve “haklı olarak” karşı çıkıyor. AB ülkelerinin gerekçe olarak gösterdiği, ancak insan sağlığına “büyük bir olasılıkla” hiçbir zararı bulunmayan ürünler hakkında yayılan “asılsız” korkuların büyük zararlara yol açmasından endişeliler. ABD’li yetkililer, etiketlemenin, Amerikan şirketleri için yılda 4 milyar dolarlık bir kayıp anlamına geleceğini söylüyorlar. Diğer yandan başta Fransa olmak üzere, AB ülkeleri, orta sınıfın korkularını da besleyerek, iç pazarlarını ABD’nin biyoteknoloji mamülleri ile paylaşmama mücadelesi veriyor. Deli dana hastalığı benzeri gıda skandallarının sıkça yaşandığı Avrupa’da, orta sınıf genetik olarak düzenlenmiş ürünlere karşı güçlü kuşkular besliyor.

ABD, genetik olarak düzenlenmiş ürünlerin hiçbir zararının olmadığını iddia ederek, insanların ne yedikleri hakkında bilgi sahibi olma haklarını gaspediyor. Öte yandan, kamuoyunda biyoteknolojinin ürünlerine karşı toptan bir korku üretiliyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi, insanların kuşkuları, şu koşullar altında, aydınlığa kavuşmak bir yana, çıkarları çelişen kapitalistler arasında oyuncağa dönüyor.

Küba: Zorunluluğun alternatifi

“Problemlerimizi besin stokları, yapay gübreler ve benzin olmadan çözmeliyiz” diyordu Fidel Castro 1991’de. Sovyetler Birliği’nin çözülüş sürecine girmesi ve Küba’nın yalnız kalması, ülkeyi açlığın eşiğine getirmişti. Tarım ürünleri ithalatı yüzde 50 oranında azalmış; tarımsal kimyasalların (gübrelerin ve tarım ilaçlarının) ithalatı yüzde 20’nin, petrol ithalatı ise yüzde 50’nin altına düşmüştü.

O zamana kadar, Küba, tarımsal üretimini verimli kılmak, kentlileşme oranını artırmak, tarım fazlasını ihracata ve sanayiye aktararak kalkınmayı hedefleyen bütün ülkeler gibi tarımda makineleri ve kimyasalları kullanıyordu. Sosyalist planlama sayesinde Kübalılar, diğer Latin Amerika ülkelerinin çok üstünde bir hayat standardına, eğitim ve sağlık kalitesine sahip oldular. 1989’daki krizin üstesinden gelmelerini sağlayan tam da bu birikim oldu: Küba, Latin Amerika nüfusunun sadece yüzde ikisini barındırmasına rağmen, kıtanın biliminsanlarının yüzde 11’i Kübalıydı.

Kübalılar, tarım zararlılarıyla mücadelede kendi yöntemlerini geliştirdiler. Zararlı böcekleri, zararlı otları, hastalıkları veri tabanlarında analiz edip modellediler. Biyoloji alanındaki birikimlerini kullanarak, hastalıklara karşı biyolojik ajanlar devreye soktular. Gübrelerini yine biyolojik yöntemlerle elde ettiler; toprak solucanı doğal kaya fosfatı, hayvan ve insan gübresi kullandılar. Karma ekim ve dönüşümlü ekim yöntemlerini güncelleştirdiler.10

Bugün zehirli kimyasalların ve makinelerin kullanılmamasıyla tanımlanan ve “organik tarım” denen tarımsal üretim yönteminin savunucuları, Küba’yı örnek gösteriyor. Organik tarımın, doğayla uyumlu, çevreye zarar vermeyen, ürünlerde sağlık garantisi veren bir yöntem olduğu iddia ediliyor. Benzer yöntemler, Avrupa ve ABD’de küçük çiftliklerde de uygulamaya sokuluyor ve “organik besin” etiketli ürünler alıcı da buluyor. İlk bakışta her şey sorunsuz görünüyor; ancak organik tarım denen yöntem bu haliyle yoğun insan emeği istiyor.

Kübalıların petrolsuz kalmaları ve tarım makinelerini çalıştıramamaları, toprağı işlemek için insan gücünün seferber edilmesi ihtiyacını doğurdu. Tarımsal üretim daha küçük ölçeklere bölünerek örgütlendi ve kentlerde yaşayan insanlar çeşitli dönemlerde kırlarda gönüllü olarak çalışmaya teşvik edildi. Bugün, Küba’da öküzlerin çektiği sabanları süren insan manzaraları, ileri biyoteknoloji yöntemlerinin kullanılmasının yanında bir çelişki gibi duruyor; Küba’daki sistemin değil, ambargonun çelişkisi.

Organik tarım

Organik tarım, modern tarımdan, çevreyle daha barışık olma, insan sağlığına zarar vermeyen lezzetli ürünler verme iddiasıyla ayrılıyor. Temel olarak, tarım kimyasallarının, ilaçların, yapay gübrelerin, hormonların kullanılmamasını (ya da kullanımının sınırlı tutulmasını) bunların yerine “doğal” girdilerin kullanılmasını öngörüyor. Örneğin kimyasal gübreler yerine, hayvan ve bitki artıklarından sağlanan gübreler kullanılıyor.

Organik tarım, hızla büyüyen yeni bir sektör. Çevrecilerin de yoğun desteğiyle organik gıda pazarı gittikçe genişliyor. Bu pazar, Avrupa’nın, Japonya’nın ve ABD’nin orta sınıfları ve diğer kapitalist ülkelerin alım gücü yüksek kesimlerini kapsıyor. Örneğin Türkiye’de üretilen “organik” etiketli gıdaların neredeyse tamamı ihraç ediliyor. Başlarda aşırı pahalılıkları nedeniyle süpermarketlerde alıcı bulamayan ve özel dükkanlarda satılan organik ürünler, bir yandan gıda şirketlerinin (McDonald’s da dahil olmak üzere) bu sektöre hızla girmeleri, öte yandan orta sınıfların gıda güvenliği ve çevre konusundaki korkularının yardımıyla yaygınlaşmaya başladı. Ancak organik ürün fiyatları yoksul insanların karşılayabileceğinin çok üzerinde ve öyle kalması da, işin mantığı açısından, muhtemel görünüyor.

“Ucuz girdi”li olduğu iddia edilen bu sektör, sertifikasyon ve kontrol bedellerinin oldukça yüksek olması ve düşük verim sağlaması nedenleriyle az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin küçük üreticilerine kapalı. Ayrıca, organik tarımda kullanımına izin verilen girdiler, ancak gelişmiş ülkelerden ithalat yoluyla sağlanabiliyor.

Organik tarım ürünlerinin modern yöntemlerle, kurallarına göre yetiştirilen ürünlere oranla insan sağlığı için daha yararlı oldukları savı, bilimsel olarak kanıtlanmış değil. Ayrıca organik ürünlerle diğerlerini karşılaştırmak amacıyla yapılan testlerde, aralarında hissedilir tat farkları ortaya çıkmıyor. Bir diğer gerçek de organik tarımın tarım ilacı kullanımını tamamiyle dışlayamadığı. Çünkü zararlı böceklerle mücadele için daha etkin “doğal” yöntemler yok. Sadece bu ilaçların kullanım sınırları sertifikasyon için daha fazla denetleniyor. Aynı şekilde doğal gübre de belli bir oranın üzerinde kullanıldığında kimyasal gübreler kadar zararlı olabiliyor; bu yüzden doğal gübre kullanımı için de yasal sınırlar var.

Öte yandan, organik gıda “seçeneğinin” pazara sürülmesinin, diğer gıda maddelerinin üretimindeki “usulsüzlükleri” normalize etmek gibi bir işlevi de var. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi toplumsal hizmetlerde olduğu gibi temel gıdalarda da kalite kademeleri yaratılarak “paran kadar” mantığı meşru kılınıyor. Kurallarına göre yürütülen tarımsal üretimden daha üstün olmayan organik tarım, yoksul insanlara yönelik gıda üretimini tümüyle kuralsızlaştırmaya zemin hazırlıyor.

Karayollarına, ağır sanayi tesislerine, reaktörlere, hidrolik ve termik santrallere, maden işletmelerine, kentsel atıkların toplu olarak bırakıldıkları alanlara belli mesafelerden yakın olan “tarımsal” arazilerde organik tarım yapılamıyor. Ayrıca organik tarım üretiminin bütün aşamaları sıkı denetimlerden geçiriliyor. Sonuç olarak piyasada sağlık güvencesini veren ürünler bulunduğu sürece termik santral diplerinde yetişmiş domateslerden satın alanların uğradıkları zarardan kendileri sorumlu tutulabiliyor. Kapitalizmin denetim mekanizmaları, gümrük kapılarından dönen aşırı hormon verilmiş domateslerde, okullarda dağıtılan bozuk sütlerde ve depreme dayanıksız evlerde olduğu gibi, asla yoksul insanlar için işlemiyor. Çünkü denetim faaliyetinin kendisi de maliyet anlamına geliyor ve bu maliyet fiyatlara yansıdığında yoksul insanlar tarafından ödenemiyor.

Verimlilik anlayışı

Tarım şirketlerinin iyi kötü geliştirdikleri onca teknik, verimliliği her geçen gün artırırken, her nedense dünyanın aç nüfusunu beslemeye yetmiyor. Dahası, kendilerini beslemek için uygun koşullara sahip olan ülkelerin tarımları çökertiliyor. Temel gıda maddelerinin fiyatları yüksek tutuluyor. Satılamayan tarım ürünleri imha ediliyor. Dünyanın yarısından fazlası açlık sınırında yaşarken, biyoteknoloji şirketleri şişmanlık geninin patentini almanın peşinde koşuyor. Öte yandan, tarım şirketleri ve onların sözcülüğü görevini üstlenenler, biyoteknolojinin dünyanın açlık sorununu çözecek anahtar olduğunu her yerde beyan ediyor. Tarım sektöründe olan bitenler, milyarlarca dolar sarf edilen göz kamaştırıcı teknolojik ve biyoteknolojik atılımların neye hizmet ettiğini gayet güzel açıklıyor:

Kapitalist ekonomi, kimileri aşırı derecede tıkınırken kimilerinin açlıktan ölmesidir. Kapitalizmin ekonomi politiği ise, aşırı derecede tıkınanların sorunlarına çözüm bulma bilimi.11

Kapitalizmin verimlilik anlayışının, mümkün olduğu kadar az emek gücü kullanarak, çevreyi mümkün olduğu kadar az tahrip ederek, sağlıklı teknoloji kullanarak bütün insanların yeterli ve dengeli bir şekilde beslenmesini sağlama kaygısıyla uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Dünyanın kaynaklarını elinde bulunduran güçler bu tür bir niyetle hareket etseydi; bütün dünya nüfusunun bir anda açlıktan kurtulmasının önünde bir tek engel kalmazdı.

Patent sisteminin, entelektüel mülkiyetin ve kapitalist rekabetin sorunları çözecek teknoloji ilerlemelerin itici güçleri olduğu savı, Küba’nın biyoteknoloji ve tıp alanındaki başarılarıyla pratik olarak yalanlanmış bulunuyor. Emperyalist biyoteknoloji tekelleri ise terminatör tohumları örneğinde olduğu gibi, sorun yaratan teknikler icat etmek konusunda oldukça başarılı.

Tekellerin hükümetleri ve onların örgütleri (IMF, Dünya Bankası), diğer ülkelere, bölgelerinin koşullarını, iklimini, toprak yapısını hiçe sayarak, sınırlı sayıda ürüne odaklanmış tarım politikaları dayatıyor; halkını besleyebilen en verimli topraklarda üretim yapılmasının önüne engeller koyuyor. Tekeller, dünyanın dört bir yanına standart tohumlar ve tarım ilaçları satıyor. Emperyalizm dünya tarımını tam da “merkezden planlıyor”.

Sosyalist merkezi planlamanın en büyük avantajı, tarımsal üretimi belirleyen bütün amaç ve koşulları, birini diğerine üstün tutmadan bir arada değerlendirme olanağına sahip olmasıdır. Bu değerlendirmenin “verimli” bir şekilde yapılmasının koşulu, en başta ülke insanın sağlıklı bir biçimde beslenmesi amacıyla hareket edilmesidir. Tarım tekniklerinin kullanımını bu amaç güdülediği sürece, ekolojik sorunlar, insan sağlığını ilgilendiren sorunlar birer parametre olarak verimlilik denkleminde yer alacaktır. Tarım teknolojisini doğrudan ilgilendiren disiplinler; meteoroloji, toprakbilim, botanik, ürün fizyolojisi, hayvan fizyolojisi, besicilik, genetik, ekoloji, beslenme ve tıp alanları, her bir tekelin çıkarları doğrultusunda oraya buraya çekiştirdiği birer mücadele alanı değil, söz konusu verimlilik denkleminin bir bütünlük içerisinde belirlenmesini sağlayan çalışma alanları olacaktır.

Dipnotlar

  1. Miguel A. ALTIERI, “Ecological Impacts of Industrial Agriculture and the Possibilities for truely Sustainable Farming”, Monthly Review, Temmuz-Ağustos, 1998.
  2. Türkiye Tarımı – Gerçekler / Saptırmacalar, Ziraat Mühendisleri Odası, www.tmmobzmo.org.tr (Son Güncelleme Tarihi: 06.08.2001).
  3. Jeremy RIFKIN, Biyoteknoloji Yüzyılı, çev: Celal Kapkın, Evrim Yay., 1998, s. 60.
  4. Ron BROWN, Hope SHAND, “Extracting Human Resources”, Multinational Monitor, Haziran 1994, s. 11.
  5. Uğur YAMAÇ, “Küresel Isınma: Hararetli Tartışma”, Gelenek 73, Nisan, 2002 s. 88.
  6. Jeremy RIFKIN, a.g.y., s.60.
  7. Syngenta (Zeneca), US Patent no: 6.228.643, 8 Mayıs 2001.
  8. Peta FIRTH, “Leaving a Bad Taste”, Scientific American, Mayıs 1999.
  9. Karen HOPKIN, “The Risks on the Table”, Scientific American, Nisan 2001.
  10. Peter ROSSET ve Medea BENJAMIN, “The Greening of the Revolution: Cuba’s Experiment with Organic Agriculture”, Ocean Press, 1995.
  11. Nadir KORALTAN, soL, 130, 6 Nisan 2001.