Tasfiye Kavramları

Türkiye solunda milat tartışması bitemez, bitirilemez. TKP’nin veya genel olarak Komintern geleneğinden gelen partiler akımının dışındaki hareket ve örgütler de kendilerine özgü süreçler yaşamışlar. Kuşkum yok, az çok biliyorum, onlarınki de yeterince karmaşık. Çünkü tarihçenin hangi momentten başlatılacağı, yani miladın belirlenmesi bir biçimde halledilecek olsa bile, bunun üstüne bir dolu tasfiye ve yeniden kuruluş ekleniyor. Bugünün öznesi gerisinde düz bir hat değil, basbayağı bir bulmaca görüyor. Bulmacada tek doğru yanıt olur. Siyasal tarihte bu da yok!

Tasfiye ve yeniden kuruluş… Daha önce çok yazıldı, bizim, Türkiye Komünist Partisi’nin 1920, 1922 ve 1925 diye saydığımız üç kongresini toplayanların -en azından bir bölümünün- bunları birer “kuruluş kongresi” olarak düşünmüş olmaları, Türkiye’de durumun benzersiz olduğunu gösteriyor. Bu ilk üç kongre, düzenleyenlerin niyetine ters düşmek pahasına Birinci, İkinci, Üçüncü kongre adlarıyla kodlandı. Ama dördüncü kongreden iki adet var! Ve 1929’un mu 1932’nin mi geçerli olduğuna yanıt, TKP içindeki grupların mücadelesinin, hepsinin üst organ olarak kabul ettikleri Komintern yürütmesinin tercihlerinin ve nefes aldırmaksızın sürüp giden devlet baskısının sentezi olarak şekillenmiş. Bunda bir anormallik yok. Tarih böyle şekillenir. O an nasıl tasarlandığının kuşkusuz bir değeri vardır. Ama nihai kayıt mücadelelerden süzülerek yazılacaktır.

Beşinci kongre içinse 1983’e kadar beklenecekti… Açılış konuşmasını on yılların İsmail Bilen’i yapıyordu ve dolayısıyla bu toplantı yeniden kuruluş olarak ilan edilemezdi; ama on yıl öncesindeki 1973 Atılımı’nın bir yeniden kuruluş olduğu su götürmez bir gerçektir.

Peki ya Birinci Türkiye İşçi Partisi bir diğer yeniden kuruluş değil midir? Bu soruya olumlu yanıt vermek işçi önderlerinin imza attığı 13 Şubat 1961 için hayli güç. Ama bir yıl sonra Aybar’ın genel başkanlığı devralmasıyla iş tersine döner. Hele aradan birkaç yıllık zaman geçtikten sonra her dönüp bakan TİP’in bir “yeniden kuruluş” olduğunu görecektir. Mehmet Ali Bey’in sendikacıların önerdiği bayrağı teslim almasına böyle bir büyük anlam yüklemekte tuhaf bir tını olsa bile…

Neyse, başlangıçtaki netameli durumu TİP ve TKP’nin Türkiye Birleşik Komünist Partisi adıyla birleşme sürecine girmeleri telafi edecek, TİP’in kuruluşu partili geleneğin tamamı tarafından saygın bir sayfaya yazılacaktır.

Sol ise geleneksel soldan ibaret değildir ve diğer akımlar yukarıdaki karmaşayı içinden çıkılmaz hale getirecek girdilerde, ister istemez bulunmuşlardır. Çünkü kabaca 1968-1970 aralığında TKP’nin ve TİP’in temsil ettikleri kirli bir geçmişten ayrışıldığı iddia edilir. Geçmişin terk edilmesi gereken yanları arasında, her yeni devrimci odak ayrı bir vurguda bulunsa da, Kemalizm, parlamentarizm, milliyetçilik ve reel sosyalizm vardır. Haliyle bundan elli yıl önce Türkiye’de sol tarih bir yeniden kuruluş enflasyonuna sahne olmuştur!

10 Eylül 1920 Bakü Kongresi, sol liberal yorumcuların tırpanlama çabalarına karşın bu fırtınadan başı dik çıkabildi. Bunu büyük ölçüde Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmelerine, yani komünist kültürde tanımı ayrı bir sorun olan, çoğu sol örnekte de dinsel kültürden ithal edildiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz “şehitlik” olgusuna borçludur. TKP kurucu dinamiğinin şiddetle tasfiye edilmesinin tarihsel ve politik önemi saklı kalmak kaydıyla, kuruluş kongresini şehitlik kültürünün domine etmesi, yıllar önce verilen emekleri ciddi ölçüde değersizleştirmek anlamına da gelmiştir, bir yandan.

Çok kuruluş, çok karışıklık; demek ki, çok tasfiye!

Ama bir avuç “tasfiye kavramı.”

Artık isimlerini koyalım, daha doğrusu TBKP sürecinin sloganlarını hatırlatalım: Birlik, yasallık, yenilenme… Bunların demokrasi paketinin içinde büyütüldüğünü atlamadan…

Terim nötr, kavram yanlı

Terimlerden farklı olarak kavramlar yargı yüklüdür. Ne birlik ayrı olanların iç içe girmeleri, ne yasallık yasal olmayanın yeni bir düzleme taşınması, ne de yenilenme eskinin güncellenmesinden ibaret. Kast ettiğim; bu kavramların içeriği tarihseldir, zaman ve mekâna göre değişim gösterir.

Birliğin hiç de tasfiyeci olmayan deneyimleri de olabilir pekâlâ. 10 Eylül Kongresinin öncesinde komünist gruplar vardır ve Kongre bunları birleştirmiştir. Birleştirme işleminin tarih yazımında aslına tamamen uygun yansıtılmış olmaktan ziyade dramatik bir kurgu içine yerleştirilmesi burada konumuz değil. Biliyoruz ki, Rusya’daki birikim Çarlık’a esir düşmüş Osmanlı askerlerine ve Suphi gibi aydınlara ayaklarını basıyor. Ankara ve Anadolu’da Halk Zümresinden Halk İştirakiyunculara uzanan ilişkileri var ve buradan enerji alıyor. Dönemin komünistlerinin bazıları Fransa’da eğitim almış, bazıları Alman Devrimini, Spartakist ayaklanmayı solumuş. İstanbul’dan Bakü’ye gelenler ise aslında TKP’yi kurmaya değil Komintern’le ilişkiyi sürdürmeye niyetliler. Ama olsun, Bakü’de Partinin MK’sına girecek olan iki önemli isim, Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı’nın İstanbul örgütünü temsil etmek üzere görevlendirilmiş olmamaları çok önemli değil. Sonuç olarak Rusya’da savaş esirliğinden Bolşevikliğe geçenlerin, Anadolu’da Bolşevizme yönelenlerin, Marksizmi Avrupa’da kitabından öğrenenlerin, İstanbul’da işçi sınıfını kucaklamaya uğraşanların, memleketin kurtuluş çaresini ararken yolu Ekim Devrimiyle çakışanların, Komintern’in seksiyonunu oluşturmak üzere bir araya geldiği bir Parti kurulur.

Buradaki “birlik” kavramının içeriği kendi başlarına Parti olamayanların yeni bir enerjiyi birlikte açığa çıkartmalarıdır ve tartışmasız pozitif bir anlama sahiptir.

Suphiler katledilir ve bir devre kapanır. Bayrağı devralan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın bayağı silikleştiği ve Komintern’le hukuk geliştiren odakların sayısının birden fazla olduğu iki yıldan sonra Komintern, ihtiyacı bir “birlik” kongresi olarak saptayacaktır. 1925 Şubatında Akaretler Kongresi de denen 3. Kongre ile Şefik Hüsnü’nün genel sekreterliğinde yeni bir birlik oluşur ki, burada da aklı başında kimse olumsuz bir çağrışım bulamayacaktır. Ankara ve İstanbul iki ayrı odak olmaktan çıkmışlardır.

Yeri gelmişken; sol liberallerin Bakü’de şekillenen lider kadroyu Ankara hükümetinden makam kopartmanın peşine düşmüş maceracılar olarak görmeleri gibi, Şefik Hüsnü liderliğinin yüz yüze geldiği ilk büyük politik sınav olan Şeyh Sait isyanında, enternasyonalizm dersinden sınıfta kaldığını düşünen Kürt ve/veya sol liberal solcular da vardır. Tabii solla iddia düzeyinde bile ilgisi olmayanların komünistlere Marksizm dersi verme ehliyetini nereden aldıkları güncelliğini koruyan bir sorudur.

O soru bir yana, bu zorlama yorumların hiç olmazsa genç kuşak devrimcilerin beyinlerini beyhude meşgul etmesinde herhangi bir yarar yoktur. Yararsız tartışmalar “ara toparlamalarla” devre dışı bırakılmalı, nokta konmalıdır. Konmalıdır ki, yararlı safhalara geçilebilsin.

TKP kurucuları gerçekçiliği çok tartışmalı bir devrimci proje doğrultusunda mücadele vermişlerdir ve bu mücadelede güç dengesinin aleyhlerinde olduğu gerçeği karşısında yaşamlarını kahramanca feda etmişlerdir. Gerisi palavradır. Makam peşindelermiş, maceracıymışlar, milliyetçi miymişler; geçiniz. Üstüne konuşmaya değmez. Nokta.

Marksistler halkın katılım gösterdiği her eyleme biat etmezler. Ederlerse Marksist olmazlar. Biz bir olgu ve eylemin “sosyal bileşimini” önemseriz, yargımızı “sınıfsal karakterine” göre veririz. Komünistler pre-kapitalist sınıfların kapitalist moderniteye direnişiyle dayanışmazlar. Nokta.

Değindiğimiz örneklere negatif kulplar takan çıkmıştır. Bu çabalar Marksizm-Leninizm açısından değersizdir.

Suphi’lerin Ankara yoluna düşmeleri elbette birliğin üstüne yasallaşma ve yenilenme harekatıdır.

1925, 3. Kongre’yi belirleyen Partinin illegaliteye itilmiş olmasıdır. Birlik vardır, yenilenmeye ise hal ve zaman yoktur. Yasadışına itilme 1922 THİF Ankara (TKP’nin 2.) Kongresinin hükümet tarafından yasaklanmasıyla süreklilik kazandı. Ulusal kurtuluşun, emperyalizme ve gericiliğe karşı kavganın, çeşitli merkezlerde işçilerin hak arayışının, aydınların ve Sovyet bağı ve esintileri anlamında enternasyonalizmin TKP gerçeği polisiye vaka düzeyine itilmeye çalışılacak ve egemen güçler bunda büyük ölçüde başarılı olacaklardı.

Birlik kavramı aynı süreçte yeni bir içerik yüklenir. 1927 Tevkifatı, yedi yıldan fazla zamandır devrimci ve kurucu bir içerikle birlik hedefine yakınsayan komünistlerin tarihini başkalaştırır. Politik bölünme hatta ihanet, devlet terörü, parti birliğinin yerini kadro öbeklerinin ayrışmasının alması… Bundan sonra on yıllar boyunca sol hakkında “bir türlü bir araya gelemezler” yargısı yerleşecekti!

Bu yargı, bana sorarsanız, aşırı basitleştirici formüllerin hepsinde olduğu gibi açıklama gücünden yoksun ve demagojiktir. Ama çok etkili olmuştur.

Marksistler birlik sözcüğünü duyduklarında “kimin, hangi sınıfın çıkarına birlik” diye soracaklardır. Birliğin her durumda olumlu bir olay olduğu da indirgemeciliktir; örgütsel birlik sorunlarını sınıf çıkarlarıyla yargılamak da indirgemeciliktir.

Dikkat; Marksistler, içerisinde ideolojik ve politik analiz derinliği barındıran ikinci indirgeme işlemini yaparlar.

İlk yol ideoloji ve politikayı ihmal eden bir bayağılaştırma işlemidir aslında. Daha yakın tarihlerde bu bayağılık örnekleri, artık o günler çok geride kaldığı için kimsenin alınacağını sanmıyorum, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kuruluşunda öne çıkan “her yerden geliyoruz” ajitasyonunda tekrarlanmıştı. Ondan az önce Birleşik Sosyalist Parti’nin bütün ömrü “Marksistlerin Marksist olmayanlarla birlik olacağı partinin Marksist olup olmayacağı” üzerine bir tartışmayla geçmişti. Bu örneklerde birlik teriminin süsleyerek örttüğü kavramsal içerik işçi sınıfı partisi olarak komünist parti modelinin aşılmış olmasıdır; işçi sınıfı partisi zemininden gelmek önemsizse, hatta bunun tersi büyük bir zenginlikse işçi sınıfı partisini aramayacağımız da kesindir…

Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Hilmoğlu Hakkı, Nazım İbrahim, Topçu İsmail Hakkı, Maksut Bahattin ve Hayrettin’in içinde olduğu toplam on beş komünist 28-29 Ocak 1921’de Sovyetler’den Türkiye’ye gelmek için yaptıkları yolculukta yeni Cumhuriyet burjuvazisinin cellatları tarafından katledildiler.

Bu manipülasyonun ikna edici olabilmesi belirli bir tutarlılık ve sistem arayışını gerektirir. Genel olarak siyaset tutarlı bir sisteme dayanmadan harekete geçirme gücüne de sahip olmaz. Özel olarak sol açısından “kitap” çok daha önemlidir. 1980 ve 90’lardaki tasfiye operasyonu sırasında da tasfiyeciler tutarlılık ve sistem aradılar. İşçi sınıfı partisi başkalaşmalıydı; demek ki, bununla uyumlu olması gereken başka sorularımız ve yanıtlarımız da olmalıydı: Emperyalizme ne olmuştur? Faşizm ve demokrasi aynı kapitalist üretim tarzının üstyapısı olan burjuva devletinin “biçimleri” olacak kadar yakın akraba mıdır? İşçi sınıfı örgütlenmesindeki değişim işçi sınıfının kendi maddi yapısında birtakım değişimlerden (de) türemiş olmalıdır; yoksa proletaryaya elveda mıdır? Buna yakın bir şeyse, toplumun hareketi karşı taraftan iddia edildiği gibi “tarihin sonuna” gelmiş olabilir mi? Yoksa yalnızca hareketin motoru sınıfların mücadelesi olmaktan çıkmış ve yerini toplumsal hareketlere veya kimlik bazlı dinamiklere mi bırakmıştır?

Uzatmayalım, bu sistemleştirme girişiminin adı da yenilenme. Artık bu, Türkiye’de komünist akımın kuruluş evresinde olabileceği haliyle “yenilenme” kavramı değildir. Kuşkusuz TİP de bir yenilenmeydi ve hareketin kitleselleşme kanallarını açmış, devrimci, ilerici tezler toplumsallaşmış, kamuoyuyla barışmış, halkın vicdanını temsil eder olmuştu. 1990’lardaki yenilenme ise komünizmi verili kapitalist düzen tarafından kabul edilebilir bir biçime sokuyordu.

Üçlemenin izini sürerken

Türkiye solunun tasfiyeler tarihinde adları geçen üçleme, anahtar role sahip. TKP’nin kuruluş dönemi 1920’lerin ikinci yarısında sonlanır ve 1960’lara kadar sürecek olan arayış ve tıkanma dönemi başlar.

Sol kamuoyu ve dönemin ortalama kadrolarındaki algıya göre, bu uzun dönemin günahlarının başında bölünmüşlük vardı. Geçimsizliklerin dağıttığı Parti kendini yenileyemiyor ve yasal alana çıkamıyordu. Araya Şefik Hüsnü’nün bürokratlığı, Partinin Stalinistliği de eklendi tabii…

Çözüm mü? Sol birlikte davranmayı öğreniyorsa kendini yenilemeyi de becerecek ve en azından yasal alanda etkili olabilecektir…

Bu şablonun özellikle zararlı hale geldiği ve maliyetinin yüksek olduğu dönem kanımca 1970’lerdir. Aşağıda ayrı bir ara başlık altında geleceğiz.

1946’da TKP açık alana legal parti ve sendikalarla kuvvetli bir giriş yaptı. Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nin TKP’nin yönlendirdiği bir “açık parti” değil, TKP’nin farklı bir isimle legalleşmesi olduğu yönündeki yorum akla yatkın görünüyor. TSEKP’nin Adana örgütlenmesinde görev alan Rasih Nuri İleri de bunu doğrudan Şefik Hüsnü’yle konuşmalarına dayanarak teyit ederdi…

Herhalde tümden tedbirsiz davranmamışlardır ve kimi kadroları, olanakları, bağlantı noktalarını ayrıca korumuşlardır. Önemli olan asıl başka: Legale çıkmak gibi önemli bir adım, sınıf düşmanını çocuk kandırır gibi aldatmak üstüne kurulmuş olamaz. Bir analiz olmalıdır ve bu aslında bellidir: 1946 açılımı veya atılımı -ki iki tabir de gayet uygun düşüyor- Türkiye’de yakın zamanda komünizm adıyla olmasa bile komünist faaliyetin kovuşturma konusu olmaktan çıkacağına işaret eden bir analize dayanıyordu.

Yanlışlığı ağır biçimde kanıtlanmış bir analiz veya öngörüden söz ediyoruz. Altında en azından Şefik Hüsnü’nün imzası olduğu açıktır ve sanılanın tersine komünist partilerin kolektif mekanizmaların görece daha iyi işlediği örgütler olmasına dayanarak diyebiliriz ki, bu TKP’nin 1946 yılı öngörüsü sayılabilir. (Nokta)

Parantez açıyorum: Burada “birlik” yoktur. Tersine geçmişlerinde parti içi muhaliflik bulunan kişilerin görev alması, ilk kurulan ve önce TKP tarafından desteklenen Türkiye Sosyalist Partisi ile köprülerin atılması için yeterli gerekçeyi oluşturmuştur. Zaten TKP’nin TSEKP’ye dönüşmesi bunun hemen ardından başlar.

Burada “yenilenme” vardır. Demokratikleşme beklentisine oturtulmuş bir yenilenme. Şefik Hüsnü’nün yanılgısı Mustafa Suphi ve arkadaşlarınınkinden çok daha ağırdı. 1920 TKP’sinin büyük altüst oluşta toplumsal bir mevzi tutması büsbütün olanaksızdı diyemeyiz. 1946 TKP’sinin hakikaten şansı sıfırdır!

Bütün gelişmeler bunu söylüyordu: Türkiye’de demokratikleşme olması için Sovyetler Birliği ile Batılı emperyalistler arasındaki anti-Nazi uyumun uluslararası siyasete damga vurması gerekirdi. Oysa komünizmin en güçlü olduğu Orta Akdeniz kuşağında (Fransa, İtalya ve Yunanistan) sinyaller hiç parlak değildi. Komşu Yunanistan’da faşizme ve işgale karşı direnişin başını çeken komünistler geri püskürtülmek isteniyordu. Yunanistan Komünist Partisi, TKP’nin legale çıkma hesabı yaptığı bir ortamda Demokratik Ordu’yu kurdu. Kuruluş tarihi 30 Mart’tır. Yani ABD donanmasının İstanbul Boğazı’nda şov yaptığı günlerden bir buçuk ay önce… Missouri Zırhlısından iki ay sonra ise TSEKP Doktor’un genel başkanlığında resmen kurulur. Az daha önceye dönecek olursak, kendimizi Tan Matbaası’nın yıkıntıları arasında buluruz!

Özetle TKP’nin İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışında demokrasi beklemekten vazgeçmesi için, Tan Matbaası’nın yıkılması yetmemiş, Soğuk Savaş sıcak dalgalar da salgılayarak bastırmış, yine olmamış… Tan saldırısından sonra Demokrat Parti’yi kuracak olan sağcı liberal unsurlar TKP ittifakından kaçar gibi uzaklaşmışlardı. Burjuva siyasetinden müttefik türetme fikri de, daha eski yıllardaki CHP denemesinin ardından yine karşılıksız kalmıştı.

Noktayı “analiz yanlıştı” diye koyup ara toparlamayı yapmak gerek. Konu neden 1946’da iki sosyalist parti kurulduğu, Şefik Hüsnü’nün kimlerle anlaşamadığı, TSP Başkanı Esat Adil’e haksızlık mı edildiği, yoksa kimlerin oportünist olduğu değil burada düğümlenmektedir. TKP tıkanmadan çıkış ararken demokrasi ittifaklarına yönelmiştir, burada Sovyet etkisi kuşkusuz vardır ve sonuç bellidir. Öte yandan 1946 sendikalarının kazandığı yaygınlık TKP’nin ve işçi sınıfının basbayağı bir gerçeklik olduğunun da işaretidir. İşçi sınıfını örgütlemeye ve ayağa kaldırmaya dönük hamle devrimci bir denemedir ve aynı zamanda iyi hazırlanılmamış bir atılımdır. Atılım dediğimiz iradeninse büyük bir bölümü devrimci cürettir.

“Sonucu nasıl görmemiş olabilirler” sorusunu ayrıca kurcalamaya devam edebiliriz. Tarihe ilişkin “ara toparlama” derken üzerine basıp yola devam edeceğimiz zemini kurmayı kast ediyoruz. Tartışmayı, araştırmayı kim yasaklayabilir ki? Değersiz de değildir bazı kurcalamalar. Belki de Şefik Hüsnü artık kaybedecek bir şey olmadığından hareket etmiş, tek çarenin risk alıp kitlesel alanda güçlü mevziler tutmak için tüm barutu boşaltmak olduğunu inanmıştır. Olabilir…

Üç atılım daha: Birinci TİP

Elbette TİP…

Yaşamını bugünkü TKP’nin üyesi olarak tamamlayan TİP’in 1961’deki kurucu genel başkanı Avni Erakalın, bu görevi o tarihteki diğer pozisyonu gereği, yani İstanbul Sendikalar Birliği Başkanı olması vesilesiyle üstlenmiş.

Sonra bir yıllık patinaj. Etkisiz ve varlığı unutulmaya yüz tutan bir parti… Öyle ki 1961 yılının son günü Saraçhane’de düzenlenen ve o zamana kadarki en büyük sınıf eylemi olduğu konusunda herkesin mutabık olduğu işçi mitingiyle TİP arasında bir bağlantı yoktur. Miting Birliğin mitingidir ve düzenleyicilerin kurduğu parti ortada yoktur. Ne tuhaf; aşağı yukarı aynı sendikacılar ekibi on yıla yakın zaman sonra 15-16 Haziran’a da damga vurdular. 15-16 Haziran Saraçhane’yi gölgede bıraktı. Eylem yine yönetiminde oldukları TİP’e bağlanamayacak kadar, aynı sendikacı ekolünün imzasını taşıyacaktı.

Yaşamını bugünkü TKP’nin üyesi olarak tamamlayan TİP’in 1961’deki genel başkanı Avni Erakalın.

Sendikacı işçi önderlerinin partileşmesi daha eski bir dönemde olsa buradan sosyal-demokrasi çıkabilirdi. Sendikal bazlı partileşmenin devrimci versiyonu ise anarko-sendikalizmdir. 1961-62 TİP’i biraz ondan biraz ötekinden esinler taşıyan özgün bir örnektir. ’62 TİP’i ise Marksist olmuş, ama başka bir özgünlüğe evrilmiştir.

İster 1960 öncesindeki parti standartlarından bakın, ister 1970 sonrasından, TİP için “bu nasıl parti” diye sormaktan kaçamayız.

Gerçekten; bu nasıl partidir? Ama 1962’de bir atılım gerçekleştirmeye başlayan bir partidir aynı zamanda! Bu atılımın önemli bütün kadroları önceki, yaklaşık 15 yıl içinde TKP’de yetişmiş ve 1951 tasfiyesinden etkilenmemiş unsurlardır. Aybar ve Boran’ın en ön planda durdukları bu ekip, en hafif deyimle “başka tip bir parti” eliyle sosyalizmi ayağa kaldırdı. Türkiye’de sosyal demokrasi – komünizm ayrışması klasik biçimiyle yaşanmadığı ve yaygın bir sosyal demokrasi var olmadığı için, ayağa kalkan aynı zamanda komünizmdi. Veya söz konusu yükseliş ile komünizmi ayıran bir set hiç olmadı.

TİP atılımı birlikçi değildir. Sendikacılar ve Marksist aydınları bir araya getirdiği doğrudur. Üstlerindeki ve çevrelerindeki Barzani etkisinin küçümsenmemesi gereken yeni kuşak, eğitimli Kürt aydınlarının TİP’e yöneldikleri de açıktır. Sosyalizme yönelen öğrenci gençlik hareketi TİP’in çocuğudur. Alevilik düzen dışı bir yönelimi TİP’te tadacaktır… Ama TİP, Yön hareketini dışta bırakır, eski TKP kadrolarına dayanan MDD’cileri giderek dışlar, gençliği şaşırtıcı bir hoyratlıkla uzaklaştırır.

TİP’teki “birlik” görüntüsü siyasal akımların, kadroların değil, toplumsal dinamiklerin bir aradalığıdır. TİP atılımı o günlerin ilerici dinamikleri üstünde bir hegemonya tesisidir. Bu başarı belkemiğinden yoksun olduğu için, örgüt ayak uyduramadığı için kısa ömürlü olmuştur. Zengin toplumsal dinamikler ancak kadrolaşma dinamikleriyle bütünlük kazanırsa, ilerleyen, derinleşen, yayılan bir mücadeleden söz edebiliriz. TİP liderliği sendikacılara ilişmemiş, gençlik dinamizminden ürkmüş, Soğuk Savaş anti-komünizminin üstüne yapışmaması için saplantılı bir sterilliğin peşine düşmüş, Kürt aydın hareketini destekçi olarak tutmayı seçmiştir. Geriye işçi sınıfı dahil tüm toplumsal dinamiklerin seçmen tabanı olarak işlev görecekleri parlamentarist bir patika kalır. Bunca zenginlik o dar patikaya giremezdi, sıkıştılar, kırıldılar.

Bu süreci yönetecek bir parti yoktu. Evet; “Bu nasıl partidir?” Uluslararası örgütsel deneyimle tartarsak TİP Menşevik bir partidir. Böyle bir partiden “önderlik” işlevi çıkmaz; çıkmadı. Böyle bir partiden demokratikleşme, yavaş yavaş ilerleme türü programlar çıkmalıydı; oysa sosyalist devrim teorisi ve tezi çıktı!

Demek ki, siyasal dinamikler katı hareket yasalarının boyunduruğunda ilerlemiyor. Daha doğru bir deyişle siyasal dinamiklerin hareket yasalarının içinde öncü müdahaleler özel bir rol oynuyor. Sosyalist devrim konusu bu yazının odaklandığı temalardan biri değil. Burada yalnızca “TİP’in sosyalist devrimciliği tipik bir durum değildir” diye not düşüyorum. Ne tuhaf, Komintern’in çocuğu olarak doğan Türkiye komünist hareketinden bir kol çıkmış, Sovyet etkisinin hep sağa, demokrasi programlarına, reformculuğa çektiği bir coğrafyada, Menşevik ve legal Marksist bir form ile Bolşevizmin Nisan-Kasım 1917 döneminde kristalize olan sosyalist devrim tezini yan yana getirmiştir.

TİP atılımında yenilenmeye ilişkin rivayet çoktur ve analojileri fazla zorlamanın manası olmayacaktır. Yasallık ise giderek yasalcılık biçimini almıştır.

Bu yazıda tarih değinileri içinde dolanıyoruz ve bazı “ara toparlama” belirlemeleri deniyoruz. “Ah keşke” ise demiyoruz. İnkarcılıktan uzak duruyoruz. TİP’in atılımını sahiplenip hatalarını lanetlemiyor veya üstlerini örtmüyoruz. Göz kamaştıran başarılarıyla ve iç sızlatan ağır hatalarıyla “bizim” diyor, bugünü bu zeminin üstüne kurduğumuzu biliyoruz. Üstüne kurulduğumuz ve aştığımız ne, ona ışık tutmaya çalışıyoruz.

‘73 Atılımı

Kırk yıla yakın bir zaman dilimi için tıkanıklık ve arayış terimlerini kullandım. Neredeyse bir ömür sulanmayan toprak TİP tarafından havalandırıldı. ‘73 Atılımı kadro bileşimi itibariyle yalnızca eski TKP’nin değil TİP’in de devamıdır.

TKP, Sosyalist Devrimci TİP’in uzak durduğu ve misyonsuzlaştırdığı dinamiklere ve fazlasına el attı. 1946 sendikalarından sonra ilk kez sendikal alana Parti hem merkezi siyasal ağırlık koyarak hem de taban örgütlenmesine kendini gömerek müdahale ediyordu. Maceracı, goşist sayılan gençlik “yolumuz işçi sınıfının yoludur” sloganıyla örgütlenebiliyordu. Yeni bir toplumsal dinamik, kadın hareketi ortaya çıktı. Parti aydınları yeniden çevresinde konumlandırıyordu. Ortak mücadele ve ortak örgütlenmenin Kürt pencereleri açıldı. Kaçınılmaz biçimde hareket köylülüğe doğru bir kök atacaktı…

73 Atılımında da birlik yoktur. TKP’nin eski kuşak liderliği TİP amorfluğunu, parti otoritesini tartışma konusu etmiş olanları, işçi sınıfının rolünü başka kaynaklarla ikame edenleri, işçi sınıfı partisini merkeze oturtmayanları istememişlerdir. TKP ile buluşan genç kadrolar TİP’i nasıl aşacaklarını arıyorlardı.

Bu bir yenilenme midir? Terim uygun düşmeyecek, çünkü bu, yani Zeki Baştımar’ın yaşama veda etmesiyle İsmail Bilen’in devraldığı ve 20’li 30’lu yaşlarda gençlere kapılarını açtığı, bildiğiniz gayet geleneksel bir sınıf partisidir.

Yasallık ise 73 Atılımının önde gelen hedeflerinden biriydi ve gerçekçi olup olmadığı bir yana, 1922 öncesi kısa periyot ile 1946’nın birkaç ayından sonra ilk kez komünizm Türkiye’de toplumsallaşıyordu. Toplumsal saygınlık ve etki alanının yasal alanı zorlaması doğaldır. Yasal alanın resmen ve tamamen açılmayacağı, “açmayacakları” ise 1980 darbesi bastırmadan önce açıklık kazanmıştır.

Türkiye egemen güçlerinin toplumun sola kayışının karşısına hodri meydan diyerek çıkması, Sovyet faktörünün fren etkisi ve asıl, kriz karşısında devrimci bir stratejinin geliştirilememesi… Solun “altın yılları” son etaba böyle girdi ve çare olarak birlik ve demokrasiden başka bir şey üretilemedi.

Demokrasi denince “hangi sınıf için” diye sormamızı öğütlemişti, ya Lenin; 1970’lerde solun verdiği yanıt, geçmişte de çoğunlukla olduğu gibi, tartışmasız burjuva demokrasisidir. Formüle edilsin edilmesin, sol egemen güçlerin basıncına, uluslararası ortamın elverişsizliğine bakıp devrimci değil demokrasici stratejilere yönelmiştir. Silahlı mücadelenin bile burjuva demokrasisine eklemlendiği bir eğilimdir bu.

Üçüncü atılımla bugünkü TKP’yi kast ediyorum.

Ama önce şu birlik ve demokrasi eksenlerinden geçeceğiz…

Birlik ve demokrasi bir araya gelince

Demokrasi de bir diğer tasfiye kavramıdır. Birlik, yenilenme ve yasallık esasen komünistleri ilgilendirir, oysa demokrasi basbayağı toplumsal bir gündemdir. Demokrasi kavramının gerçekten de tasfiye işlevinin netleştiği dönemlerde, verdiği tahribat bizim üçlemeye göre çok daha geniş bir satha yayılır. Türkiye işçi sınıfı ve sola yönelen geniş halk kitleleri ve aydınlar burjuva demokrasisine defalarca fit olmuşlardır.

Ancak demokrasi sermayenin bir yönetim ve devlet biçimi değil de, “demokrasi mücadelesi” anlamını da barındırır. Kuşkusuz bu ikisi birbirinin içine de girer. Ve bu durumlarda demokrasi mücadelesi denen platform sınıf mücadelesinin alanı haline gelir. Devrimci bir müdahalenin buradan ileri kazanımlar devşirmesi mümkündür. Sonuç olarak bu kavram bizim daha az kestirmeci davranmamızı gerektiren özelliklere sahip.

Örnek mi; 12 Eylül sonrası yıllarda sol yayıncılığın açılışını İkinci TİP yapmıştı. Kim daha ortalık toz dumanken, 1981 Ocak’ında çıkan Bilim ve Sanat’ı, aynı yılın Eylül’ün de gelen Yarın’ı küçümseyebilir? Ancak bu çıkışın içeriği, söylemi, çağrısı, mesajı demokrasiydi. Başka zaman demokrasi programı egemen güçlere el uzatmak anlamına gelebilir. O yıllarda bu bir mücadeleydi. Eksikti, ufku sınırlıydı, tamam; ama tasfiyenin parçası değildi yapılanlar.

TKP’nin 30’lu, 40’lı, uzun ve zor yıllarında da demokrasi çizgisi sosyalizmi ikame etmişti. TKP’nin en güçlü olduğu alanın aydınlar yani sanat-kültür alanı olduğunu söylemek, sanırım mümkündür. Türkiye’de siyasal rejimin sınırları o kadar dardır ki, demokrasi mücadelesinin ilk adımları bile düzen dışına düşmekte, sıra birkaç örnekte Sovyetler Birliği’ne sahip çıkılması dışında sosyalizm mücadelesine bir türlü gelememekte, TKP çevresinde konuşlanan aydınlar demokrasi propagandası yapmakla yetinmektedirler. Zorlu yıllarda komünist hareket demokrat üretmiştir! Kuşkusuz burada bunun için ağır bedeller ödeyen devrimcileri küçümsemek, yalnızca saygısızlık anlamına gelmeyecek, yanlış olacak, yanlışa götürecektir. Ama ortada sosyalizm mücadelesi genel anlamıyla yoktur. “Nokta.”

Bu “noktalara” yeni kuşakların, işçilerin, gençlerin, yani sosyalizmin güncel atılımıyla uzanmak zorunda olduğu, ille uzanacağı yurttaşların ihtiyacı var. Noktalar yeni mücadele kuşaklarına dönük sorumluluğumuzun yerine getirilmesi için gerekiyor. Tarih akmaya devam ediyorsa, geçmişin bilgi ve yorumunda ara ara düğümlere ihtiyaç duyulur.

Türkiye solunun tasfiye olup olup yeniden kurulduğundan söz ettik. Bu yeniden kuruluşlar tarihi yeniden yazmak zorundadır. Şimdiye kadarki deneylerde bu ihmal edilmiştir. İhmalkarlık ihtiyacı yalnızca büyütüyor. Ara toparlama olmadan araştırmaya, ders çıkarmaya devam edemeyiz. Bağlanmamış tartışmalar bizi ısrarla anaforların içine çeker.

Birlik, demokrasi… kördüğüm: 1970’lerin ikinci yarısı

Az önce, kapitalizme fit olmak anlamında demokrasi mücadelesinin ve malum kavramların 1970’li yıllarda özel bir tahribat yarattığına işaret ettim. Bunu açmak gerekiyor.

Türkiye solu ve partili geleneğin, sosyalizme geçişi, sosyalist devrimi hedeflediği durumlar istisnaidir. Aradığımızda en iddialı haliyle Mustafa Suphi TKP’sinde karşımıza çıkar.

TKP tarihi toptan müttefik arayışı ve demokrasi söylemiyle geçirilmiş on yıllar değildir, ama demokrasinin ötesine uzanmak istenen anlar sayılıdır. Bunlar arasında, 1920’de Parti merkezini Ankara’ya taşımak ve emperyalizm ve gericiliğe karşı, Milli Mücadele’yi desteklerken, onun liderliğinden bağımsız bir “amele ve rençberler” cephesi açmak kadar bile “gerçekçiliğe” yaklaşan da yoktur. Devrimci Mustafa Suphi’nin gerçekçiliğinin ne çok su götürür olduğunu hesaba katarsak, gerisini siz düşünün… Nâzım Hikmet’in muazzam sosyalizm propagandası çizgisi için ise hep ayrı bir yer ayrılmasında yarar var. “Peki şimdi ne yapabiliriz” sorusu şiire değil Partiye sorulur, doğal olarak.

TİP sosyalizm propagandası ve komünist jeneratörüdür. Ama politik mücadelesi demokrasi ufkunun ötesine ne kadar geçmiştir?

TİP’in sosyalist devrim tezine ulaşması ise, yönetici ekibin Partiyi başka risklerden ve yanlışlardan korumaya çalışırken, en fazla Behice Boran’ın içselleştirdiği bir yöne açılmasıyla olur. Aşamalı devrim perspektifi, mülk sahibi sınıflardan veya kesimlerden müttefik türetmeyi içermiştir. Milli burjuvazi, Kemalist burjuvazi, küçük burjuvazi, en gerçekçi versiyon olarak asker-sivil aydınlar… Bu bağlamda sosyalizm içinde bulunulan anda güncel değildir, bir tarihsel doğrultudur. Güncellikte sosyalizm doğrultusunu çelen, örneğin işçi sınıfına tali roller tanıyan açılımlar birbirini izleyebilir.

Sosyalist devrimci TİP’in, sanırım, ayırt edici pratiği 1971 askeri darbesinin öngününde faşizme hayır kampanyası ilan etmesi olmuştur. O sıra solda diğer kesimler çoğunlukla ilerici darbe seçeneğine yatırım yapmakta ve buna göre konum almaktaydı. Dönemin silahlı mücadele stratejileri de, toyluğun ötesinde bir derinliğe sahip olabildikleri örneklerde bu genellemenin parçası olmuşlardır.

1970’lere sol demokratik devrimci bir zeminde girdi. Sosyalist devrim programı TİP’le izole olacaktı. Burada kabahatin programda değil 1960’ların özellikle ikinci yarısında TİP’e kaçınılmaz biçimde yapışan başka nitelemelerdedir. Çekoslovakya 68’i sırasında anti-Sovyetizme düşmekten kıl payı kurtulan TİP’tir. Gençliğe eski moda eli sopalı okul müdürü gibi davranmaktan vazgeçmeyen TİP’tir. Parlamento popülaritesini legalizme ezdiren TİP’tir. Görülmemiş bir DİSK olanağına sahipken işçi sınıfını “partilemekte” en hafif deyimle yavaş kalan yine TİP’tir. Oysa işçi sınıfına en özenli biçimde emek harcaması beklenen sosyalist devrimciler değil midir? İşçi sınıfını iktidarın başlıca adayı ilan eden sosyalist devrim perspektifidir! Üstelik 15-16 Haziran işçi sınıfının gücünü kanıtlaması idiyse, bu pratik de TİP liderliğini güçlendirmeliydi. Beklenen askeri müdahalenin faşist çıkması TİP’in uyarılarını haklı çıkartmış olmalıydı… Olmadı, sosyalist devrim tezi TİP’in zaaflarının bir parçası olarak bellendi ve izole oldu.

Lakin Türkiye solu (Kürt solunda Barzanicilik’ten kopma bir akım dışta tutulursa) tamamı TİP’ten çıkma örgütlerin kuruluşuna sahne oldu 1970’lere gelindiğinde. Görüntünün adı bölünmüşlüktür. Partili sol en az üç, “hareket” geleneği yani devrimci demokrasi ile Maocu bölmeler bir çırpıda sayılamayacak kadar çok sayıda… Görüntünün adı bölünmüşlüktü, çözüm de birlik olarak algılandı.

Geleneksel partili kesim anlamlı bir süre birlikçilikten uzak durdu. Ancak burada TKP’nin söz konusu kanalı domine ediyor olmasının ve çeşitli kesimlerden TKP’ye yönelişlerin 1969-73 aralığı ile sınırlı kalmayıp sürmesinin payı belirleyicidir. TİP 1977 seçimlerine kadar 1965’in tekrarlanabileceği olasılığı üstünden yürüdü ve geleneksel solda TİP ağırlığının oluşmasını umdu. Küçük kardeş TSİP’in ise kısa bir periyodun ardından daha büyük bir birliğin bileşeni olarak anlam taşıyacağı açıklık kazanmıştı. TİP-TKP yakınlaşması, özellikle sosyalist devrim programıyla özdeşleşmiş ve sonradan Sosyalist İktidar dergisiyle adlandırılacak olan kesimin tasfiyesiyle rahatladı.

Diğer akımların kendi içlerinde yaşadıkları bölünmeler, örgütlü kesimlerin dışındaki genel sol kamuoyu algısında hep olumsuz, güç kaybettiren olaylar olarak kaydedilmiştir.

Birlikçilik 1970’lerin en popülist perspektifidir. Sorunla ilgisi ise sıfırdır.

Sınıflar mücadelesinin kalbi başka yerde atıyordu, başka yerde teklemeye başladı.

Türkiye kapitalizmi 12 Mart antraktından sonra da kriz yolculuğunu sürdürdü. Bütün toplumsal düzlemleri kapsayan bu krizin “eskisi gibi yönetememe” ve “eskisi gibi yönetilmeye rıza göstermeme” eşiğine geldiği de kesindir. Ağır politik krizin devrimci bir krize dönüşmesi için eksik olan devrim stratejisiydi.

Türkiye solu demokrasicidir. Faşizmi durdurmak, yoksulluğu frenlemek, emperyalizme mesafelenmek için demokrasi. Demokrasi için düzen güçleriyle, mümkünse mülk sahibi sınıflarla ittifak. İttifakı hak etmek veya zorlamak için birlik…

TİP-TKP yakınlaşması, özellikle sosyalist devrim programıyla özdeşleşmiş ve sonradan Sosyalist İktidar dergisiyle adlandırılacak olan kesimin tasfiyesiyle rahatladı.

Karikatürleştirdiğim bu yol haritası devrim sancısından kaçış stratejisidir. Türkiye’nin ve solun birikiminin denk düştüğü olanaklar daha öncekilerle karşılaştırılamayacak kadar zengindi. “Kim nasıl yapabilirdi” biçiminde daha detay sorgulamalara girersek, kaçınılmaz biçimde “keşke” ile başlayan cümleler kurarken buluruz kendimizi. Bu bir politik tarih yöntemi olamaz. Dolayısıyla burada şu belirlemeyle yetinmek gerekir: Türkiye 1977-78’de bir dönemeçten geçmiştir. Bu dönemeçte solun herhangi bir kesimi, krizin ağırlığına denk gelecek devrimci bir strateji ve politika geliştirememiştir. 1978-79 örgütsel bölünmelerinin arkasında bu vardır. Ya “öyle bir parti var” denecekti ya da siyasal kriz solun içine yayılacaktı.

Öyle bir parti var demek, egemen güçlerin faşizme hazırlıkta uzlaştıklarını deşifre etmek demekti. Öyleyse, mülk sahiplerinin arasından demokrat da, müttefik de çıkmaz diye yüksek sesle dile getirmek ve bunun hakkını vermek gerekirdi. Öyle bir parti var denecekse, solun önünün kesilmesinde CHP’nin üstlendiği rolün üstüne yürünecek, cephe merakından uzak durulacak ve ilerici sol tabanı düzenden kopartmak için her alanda gaza basılacaktı. Frenleyici etkilere prim verilmeyecekti. Yani krizin devrimci krize ve devrimci duruma taşınması için risk alınacaktı. “Gerçekçi miydi, değil miydi” tartışması yersizdir. Doğrusu şudur: 1970’lerdeki gibi ağır ve derin bir krize devrimci olanaklar açısından bakmamak kabul edilemez. Bakanlar oldu, göremeyenler oldu. Sonuç: öyle bir parti yoktu!

Bu iş, partisiz, hareketçi geleneklerin işi olamazdı. Bu, kontrgerilla ve faşist partinin tuzağına düşen ve darbeyi meşrulaştırmak için yaratılmak istenen “aşırı uçlar” görüntüsünün parçası olan radikal hareketlerin işi olamazdı.

Bu, aklı Sovyetler Birliği’nin emperyalist olduğuna kayacak kadar karışan Maocu akımların işi asla olamazdı.

Geleneksel partili sol, devrimci bir strateji ve politika yönünde büyük bir sıçrama yapması gereken momentte kendi solunu budadı. Burada Sovyet freninin rolü vardır, demokrasici formasyonun payı vardır, sola açılan kanalları imha eden burjuva devletinin payı vardır… Bütün bunlar tartışılmaya, irdelenmeye devam edilmelidir. Ama buna devam etmek için, önce 1970’lerin ikinci yarısına ilişkin bir toparlama artık yapılmalıdır:

Devrimci krizin adını koyacak ve devrimci durumun şekillenmesine yönelik politika üretecek ve buna hazırlanacak bir inisiyatif geliştirilememesi karşı-devrimin zaferiyle eş anlamlıdır. Darbe 12 Eylül 1980’den önce başarıya ulaşmıştı aslında. Faşist generallerin, bir yandan silahlı bir yandan da işçi sınıfı temelli direnişlerle karşı karşıya geleceklerini düşünmeleri, yani önden gelen zaferlerinin farkında olmamaları, 1970’lerde siyasal krizin nasıl bir tepe noktaya ulaştığını göstermez mi?

Son notlar

Yukarıda anlatmaya çalıştığım “ara toparlama” yapıldığında bugünün komünistleri kendilerini yeni bir atılım güncelliğine yerleştirme olanağı bulurlar. 12 Eylül cuntasından AKP iktidarını uzanan hat bir karşı-devrim çağıdır. Solun var olduğu zemin, bütün boyutlarıyla toptan imha edilmeye çalışılmıştır. Bu süreci engellemeyen bütün burjuva hükümetler onun parçasıdır.

Demokrasiciliğin kapsamına sadece sosyal-demokrasiyi değil ANAP’ı, DYP’yi ve AKP’yi sokan sol Türkiye’nin karşı-devrimini tamamlayan faktörü oluşturmuştur. Bu sol ara ara hamle yapmış, devrimci enerjinin önemli bir bölümünü kendi içinde soğurmuş olabilir. Sonuç ve ana karakter değişmez, bu sol tasfiyecidir.

Solda ne atılımların ne tasfiyelerin faturası başka adreslerde bulunabilir. Komintern-Sovyet etkisi devrimci dinamizm üzerinde hep tutucu baskı oluşturdu. Atılımlar bu baskının ortadan kalkıp, tam tersi bir ilişki kurulduğunda yapılmadı. Tasfiyecilik de sadece geri çekici dış faktör sayesinde başarılı olmadı. Komünizmin enternasyonalist karakteri, faturanın sınırların ötesine postalanıp burada hesap verecek adres bırakmamayı aklamaz.

Tasfiye kavramları dedik ya; bunların simetrik yanlışları da akla gelebilir. Örneğin birlik böyle işlev gördü diye, küçük dükkâncılıkta mücevher aranmamalıdır. Yenilenme tasfiye yollarını döşedi diye, kendini hiç geliştirmemek, en geri kültürel öğelere tutunmak, kolaya kaçmak aklanabilir mi? Yasallaşma legalizme ve teslimiyete dönüştüğünde illegalite fetişizmi bataklık olmaktan çıkmaz.

Ancak “konunun barındırdığı iki uç yanlış var” diye söze başlamanın da somut bir karşılığı yoktur. Küçük dükkân batmakta, solda geri olan toplumun zorunlu tarihsel ilerlemesi karşısında etkisizleşmekte, illegalite fetişizmi kimsenin inanmadığı bir oyuna dönmektedir. Bunlar hatalı uçlardan birini temsil etmiyorlar. Bunlar boş, yok hükmündeler. Ama birlikçilik, sakız olmuş yenilenmecilik, burjuva legalitesine kah milliyetçilik kah devlet kurumlarını sivil toplumun parçası sanarak teslim olmak anlamında yasal(cı)lık ve bunların içine yerleştirildiği dokunulmaz demokrasi sloganı, dün olduğu gibi bugün de tasfiyeci işlev görüyor.

Türkiye toplumu bugün Osmanlıdan Cumhuriyete geçişten daha şiddetli bir alt üst oluş yaşıyor. Emperyalist-kapitalist sistem geçmişte dünya savaşlarının patladığı momentlerdekinden aşağı kalmayan bir dağınıklık sergiliyor.

Türkiye solunda bir devrimci strateji ve politika üretmek açısından benzersiz bir deneyim birikimi var. Varoluşunu illa ki devrimci bir denemenin öznesi olmakla anlamlandırdığını ilan eden bir Parti var.

99 yaşında, yeni bir atılım evresindeyiz. Bu son ve yeni atılımımız yargılanabilecek kıvama gelmedi. Atılımımızın daha bir süre fabrikalarda, plazalarda, okullarda, mahallelerde yaptıklarımızla konuşulması, tartılması gerekiyor.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×