Tekel İşçileri Vesilesiyle Sosyalizme İdeolojik Aşı ya da Sınıf Nedir, Neye Benzer?
Utanıyoruz yani…
Tekel işçileri
İngiliz edebiyat eleştirmeni Ruskin, özellikle genç şairler tarafından sık sık tuzağına düşülen bir hatayı “patetik yanılgı” olarak adlandırmıştı. Şairin doğa ya da madde karşısındaki duygularını, sanki maddenin bir özelliğiymiş gibi anlatması, cansız nesneleri canlıymış gibi ifade etmesi, kısacası doğayı insanlaştırmasını kastediyordu Ruskin. Örneğin, “ağlayan çayırlar”dan, “zalim geceler”den, “yaslı denizler”den söz ettiğimizde, patetik yanılgının kurbanıyız demektir.
Günlüğünde Ruskin’in patetik yanılgı kavramına değinen Oğuz Atay ise, karşılık olarak “apatetik yanılgı” kavramını ortaya atar. Patetik yanılgı doğanın insanlaştırılması ise, apatetik yanılgı da insanın doğalaştırılması, cansız bir nesneye dönüştürülmesi, şeyleştirilmesidir. Atay’ın örneklediği gibi, demir ve Demirel sözcüklerini aynı ruhsuzlukla, duygusuzlukla ve kayıtsızlıkla alt alta sıralayan ansiklopedik dil, apatetik yanılgının ürünüdür. 1 Doğal bir maden olan demir ile komünizmle mücadelenin azılı militanı Demirel, apatetik yanılgı sayesinde, ortak bir öze indirgenmiş, Demirel de demir gibi doğal kılınmıştır Atay’a göre.
“Patetik yanılgı cansız doğayı duygudan görünmez kılıyorsa, apatetik yanılgı duyguyu görüş alanımızın tümüyle dışına çıkarıyor, bilgiyle duygusal bir ilişki kurmamızı hepten imkansız kılıyordur. Ruskin iç dünya ile dış dünya arasındaki ayrımı bulanıklaştıran bir duygusal taşkınlığa, cansızı insanileştiren bir duygu yayılmacılığına karşı çıkıyorsa, Atay insani olanı çoktan taşlaştırmış bir duygusal matlığa, tarafsızlığı umursamazlığa vardırmış bir nesnelliğe, bir bakıma biçimin içeriğe kayıtsız kalmasına karşı çıkıyordur. Ruskin’e göre patetik yanılgıda bir bayağılık varsa, Atay’a göre apatetik yanılgıda apaçık bir duyarsızlık vardır.” 2
Ruskin ve Atay’dan Tekel işçilerine uzanan bir çizgi çekmek yadırgatıcı olabilir, fakat Türkiye’de sosyalist hareketin işçi sınıfını düşünme biçimine, sınıfla ilişkilenme ve temas kurma alışkanlıklarına, apatetik bir yanılgının sızmış olduğunu söylemek mümkün. 3
Böyleleri için işçi sınıfının üretim ilişkileri içerisindeki konumundan başka dikkate alınması gereken bir özelliği yoktur. İşçi sınıfı, kendisine yakıştırılan bilinç ortaya çıkana kadar, salt fiziksel ihtiyaçları doyurulması gereken bir bedenden ibarettir ve söz konusu bilinç, kapitalist üretim sürecinin kuramsal çözümlemesi sonucunda ulaşılacak üst düzey soyutlamalarda ifade bulur.
Bu yaklaşıma göre, sınıf bilincinin oluşumunda, kültürel temsillerin, ahlaki normların, toplumsal ve geleneksel alışkanlıkların; özsaygı, özgüven, namus, onur gibi değerlerin bir önemi yoktur. Bunlar, olsa olsa, sosyalistlerin müdahaleleri sayesinde ve sınıf mücadelesinin ilerleyişi esnasında bir bir sıyrılıp atılacak ve altındaki “mutlak gerçeklik” ortaya çıktığında buharlaşıp yok olacak ideolojik motiflerdir.
Bu modelin sakıncalı tarafı, kuramsal olarak sınıfı anlama çabalarını son derece basitleştirmekle kalmayıp, siyasal olarak işçi sınıfı ile temas kurulacak yüzeyi de muazzam ölçüde daraltıyor olmasıdır.
Üstelik insanı salt emek olarak gören ve “işçiyi piyasada satmak zorunda olduğu emeğine indirgeyen” 4 bu tür bir yaklaşım, tarihsel olarak, işçinin bedeninin hangi parçasının nasıl işe yarayacağını ya da işçilere günlük kaç saat uykunun yeteceğini araştıran 18. yüzyıl liberal iktisat kuramıyla da benzerlikler gösterir.
Kısacası, işçi sınıfının kültürel ve ahlaki değerlerini ve bunların sınıf mücadelesi içerisindeki işlevini “görüş alanımızın tümüyle dışına çıkaran”, sınıfla “duygusal bir ilişki kurmamızı hepten imkansız kılan” bir “duygusal matlık”, bir “umursamaz tarafsızlık”, bir “kayıtsız biçimcilik”tir söz konusu olan.
Thompson’ın sınıfı tek başına bir yapı, kavram ya da kategori olarak değil, aynı zamanda “insan ilişkilerinde gerçekten var olan bir şey” 5 olarak düşünmeyi önerirken karşısına aldığı yaklaşımın da bu olduğu söylenebilir.
Böyleleri Marksizmin bilimsel özüne en esaslı sadakatin bu olduğunu düşünedursunlar, bu ülkede işçi sınıfını iktidara taşımayı hedefleyen bir siyasal irade, sosyalizmi ansiklopedik bir bilgiden ibaret kılmaya çalışanlarla hesaplaşmak durumundadır. Elbette, işçi sınıfının mevcut bilinç düzeyinden fantastik siyasal erdemler üretmek için değil, verili ideolojik ve kültürel koşullanmalardan sınıf bilincinin oluşumu sürecine enerji taşıyacak kanallar açmak için.
“Kültür-fizik” egzersizleri
Haliyle, böylesi bir çaba, işçi sınıfına dair çok katmanlı ve derinlemesine tartışmaları zorunlu kılıyor. Üstelik bu tartışmaların, üretim sürecindeki dönüşümler ve işçi sınıfının nesnel konumu gibi başlıkların yanı sıra, sınıf bilinci, egemen ideoloji, ideolojik mücadele, sınıf kültürünün oluşumu gibi alanlara da yayılması gerekiyor.
Fakat bilinç, ideoloji ya da kültür gibi kavramlar, haklarında haddinden fazla tanım önerilmiş kavramlardır. Bu durumda, yapılması gereken, “bütün hepsi yanlıştır, asıl tanım şudur” diyerek yeni bir tanım icat etmek değil, olguların oluşum süreçlerini tanımlamak, yani tartışmanın odağını şeylere değil, ilişkilere kaydırmak olmalıdır.
O halde, işe başlarken, kültür kavramının pratik-dışı, ruhani ya da manevi bir alanı değil, bizzat insan etkinliğinin ürünü olan ve ancak etkin süreçlerde varlık kazanan bir pratik tavrı ifade ettiğini belirtmek gerekiyor. Bir ayrımdan söz edebileceksek, kültürün varoluş tarzı/oluşum süreci ile kültürel varlığı/içeriği birbirinden ayırmalıyız. 6
Bir olgunun maddi varoluş koşullarıyla, o olguya ait maddi varlıklar nasıl birbiriyle özdeş değilse, kültür de içeriğindeki anlamlar, değerler, simgeler gibi unsurlara karşın aslen pratik bir süreçtir.
Dolayısıyla kültür, bir kerede içselleştirilmiş bilgi, görgü ve yatkınlıkları değil, bunların gündelik yaşam içerisinde sürekli pratiğe dökülmesini, icra edilmesini, deyim yerindeyse “yapılmasını” ifade eder. Burada “yapan” özne, yani insan kendi etkinliğinin hem aktörü hem de sonucudur.
Bu noktada, Williams’ın kültürü hem sürekli hareket halindeki bir sürecin adı 7 hem de esasen bir yeniden-üretim tarzı 8 olarak düşünmek yönündeki vurgularıyla buluşmuş oluyoruz. Kültürü pratikleştirmenin ve toplumsal yeniden-üretim alanının içerisine yerleştirmenin, kavramın yayılımını genişletmek suretiyle bir ferahlama yarattığı açık. Ancak bu ferahlamanın bizi tamamen hareketsiz kılacak ölçüde geniş bir kavrayışa götürebileceği konusunda da dikkatli olmak gerekiyor. Belki de optimum ölçüyü, “ideolojiden daha geniş ama toplumdan daha dar, ekonomiden daha soyut ama kuramdan daha somut” 9 bir kültür kavrayışıyla yakalamak mümkündür. Yani soyutlanabilecek kadar kavramsal, eyleme dökülebilecek kadar toplumsal bir kültür kavramı oluşturmak…
Bir pratik tavır olarak kültür kavrayışı, tanım gereği, müdahale edilebilen ve yönlendirilebilen bir içerikten söz ettiğimizi varsayar. Çünkü insan pratikleri, toplumsal yapının farklı düzeyleri arasındaki bütünlüğü kuran unsurdur. Dolayısıyla söz konusu bütünlüğün belirgin bir hedef doğrultusunda dönüşümü, son tahlilde sınıf mücadelelerinin seyri tarafından belirlenmektedir. Paradoksal biçimde, kültürel pratiklerin sınıf mücadelesinde ne ölçüde yer tutacağı da, bizzat sınıf mücadelesinin özgül şekillenişi tarafından koşullanır. Fakat bu özgül belirlenimin verili bir anda gerçekleşip gerçekleşmemesinden bağımsız olarak, kültür tarihten beslenen ve tarihin içinde yıkıcı ya da yapıcı biçimlerde iş gören bir dizi potansiyel üretir. Ve asıl marifet, bu potansiyelin nasıl ortaya çıkarılacağını bulmaktır. 10 Marifetten kastedilen ise siyasetten başka bir şey değildir.
“İdeolojisiz hava sahası” mümkün mü?
Yaygın yanlışlardan birine göre sınıf bilinci, her tür ideolojik koşullanmanın silindiği, sınıfın maddi konumundaki nesnel çelişkilerin apaçık görüldüğü bir durumu anlatır. Yani sınıf bilinci, ideolojinin yok olduğu, yerine inkar edilemez katılığıyla mutlak gerçekliğin geçtiği bir düşünsel uğrağı ifade eder.
Oysa sınıf bilinci, ne ideolojilerin varlığının tümüyle ortadan kalktığı pürüzsüz bir yüzey, ne de önceden tespit edilmiş bir noktada oluşumu biten ve ancak o nihai noktayla tanımlanabilen bir “son durak”tır. İşçi sınıfının siyasal bir özne haline gelmesinde, ideolojilerin sahneden çekilmesi şöyle dursun, tarihsel birikimden kültüre, sınıfın kendi deneyimlerinden ideolojik süreçlerin koşullandırmalarına kadar çok çeşitli özgül unsurlar belirleyicidir.
Üretim sürecindeki uzlaşmaz karşıtlık elbette sınıf oluşumunun temelidir, fakat bu düzey sınıf oluşumunun sonu değil, başlangıcı olarak görülmelidir. Sınıf, doğrudan üretim sürecini ve birimlerini aşan, daha geniş bir ilişkiyi tarif etmektedir. Sınıf oluşumu da, sınıfiçi farklılaşmaların, ideolojik belirlenimlerin, bilinç düzeyi ve kültürel yönelimlerin, hatta kapitalizm-öncesi geleneklerin ve sınıf-dışı toplumsal eşitsizlik örüntülerinin basıncı altında şekillenir. 11 Sosyalistler açısından ideolojik mücadelenin vazgeçilmezliği de öncelikle buradan kaynaklanmaktadır. Fakat ideolojik mücadeleyi sürekli gündemde tutan, deyim yerindeyse, bir “içsel” zorunluluk da vardır. Sosyalizm düşüncesinin, salt bilim ve kuramla, hiçbir ideolojik girdi olmadan sınıfın verili bilinç düzeyiyle temas kurması ve hesaplaşması mümkün değildir. Bu bilinçlilik biçimlerine müdahale edebilmek ve egemen ideolojinin sınırlarını zorlayacak ölçüde yönlendirebilmek için, sosyalizm düşüncesinin daha fazla ideolojiyle takviye edilmesi, sosyalizme giderek daha fazla ideolojik aşı yapılması gerekmektedir.
Sosyalizme ideolojik aşı yapmak gibi bir gündem, elbette, egemen ideolojik yapılanmayla ve bu yapılanmanın yarattığı koşullanmalarla etkili ve “tam saha” bir mücadeleyi şart koşar. Zira egemen ideoloji, toplumun bütün anlamlandırma sistemlerini yönlendirirken, onun dışında ya da üzerinde değil, bizzat “içinde” egemendir. 12 Kastedilen, ideolojik mücadelenin, egemen ideolojinin sınırlarına çekilmesi değildir elbette. Ancak, egemen ideolojiyle aynı dili konuşmasa da aynı sorun alanlarına giriş yapabilecek, onunla dolaylı yollardan değil doğrudan hesaplaşabilecek bir ideolojik zenginliğe ulaşmadan sosyalizm düşüncesinin toplumsallaşması ve kitlesel bir mücadele stratejisi haline gelmesi mümkün değildir.
Bu sürecin, boş ve beyaz bir sayfanın üzerine yazı yazmaya benzemeyeceği açıktır. İşçi sınıfının, salt üretim sürecindeki konumu açısından değil, ideolojik ve kültürel oluşumu bakımından da, daha en baştan belirli bir yüklenmişlikle “orada” olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. 13 İdeolojik mücadelenin işlevini, insanları egemen ideolojinin büsbütün dışında ayrı bir alana taşımasıyla değil, egemen ideoloji içerisindeki kimi kavramların, değerlerin ve simgelerin egemen ideolojinin öngördüğünden farklı biçim ve içeriklerde anlamlandırılmasıyla tanımlamak gerekiyor.
Şöyle de denebilir: Sınıf bilincinin işareti, insanların daha önce hiç yapmadıkları bir şeyi (anlamlandırmayı, ilişkilendirmeyi ve eylemeyi) ilk kez yapmaya başlamaları değil, öncesinde egemen ideolojinin koordinatları içerisinde yapıyor olduklarını, artık alternatif bir ideolojik-siyasal bütünlük içerisinde yapmaya başlamalarıdır.
Bu bütünlüğe giden yollar ise, mutlaka ve zorunlu olarak, somut ve toplumsal kanallardan ilerlemek durumundadır. Yani, “ideolojik mücadelenin hedefi, sosyalist siyasetin, toplumun ve insanların gündelik yaşamlarında ortaya çıkan (ve var olan düzenin koşullarında belirlenen) duyarlılıklarla hiç olmazsa temas noktaları bulmasıdır”. 14
Sosyalizme ideolojik aşı yapılmasından kasıt da, esas olarak, yakalanan bu temas noktalarının kalıcı ve ileriye doğru hareket ettirici bir toplumsal dönüşüm projesi haline getirilmesidir.
Tekel işçilerinden kültür fragmanları
Şimdi, dolambaçlı yollarda biraz fazla zaman geçirmiş de olsak, Tekel işçilerine ve işçilerin söylemlerinde ifade bulan ideolojik/kültürel motiflere değinmeye geçebiliriz.
Haftalarca süren direniş boyunca Tekel işçilerinin herhangi biriyle bir kez olsun sohbet etme fırsatı yakalamış birinin, işçilerin, özellikle polisin müdahalesi sonrası bir tür “kültürel travma” yaşadığını fark etmemesi zordur.
Öncesinde sol siyasetle az çok ilişkisi bulunan bir avuç işçi dışında, “devletine ve milletine bağlı”, “geleneksel değerlerine saygılı”, “muhafazakar”, “dini bütün”, “vergisini ödeyen”, “çocuklarını okutan”, “oğlunu askere gönderen” örnek ve muteber vatandaş olmakla övünen işçilerin, devletin ancak “teröristlere”, “bölücülere” ya da “komünistlere” uygun gördüğü bir muameleyle karşı karşıya kalmaları, kültürel ve ideolojik haritalarında sarsıcı bir depreme neden olmuştur.
Gaz bombası, biber gazı, polis dayağı gibi deneyimlerin, bu işçilerin hatıralarında yer alan bir şey olmamasından daha önemlisi, kültürel ve ideolojik haritalarında bu tür deneyimlerin yerleştirilebileceği uygun boşlukların da olmamasıdır. İlk günler şaşkın bakışlarla ve çocuksu bir suçluluk duygusuyla, kendilerine el uzatan herkese sordukları sorunun “biz ne yaptık da, buna layık görüldük” olması, bu nedenle, şaşırtıcı değildir.
Fakat Abdi İpekçi Parkı’nda, işçiler sadece dayak yememiş, aynı zamanda küçük düşürülmüş, onurları çiğnenmiş, kendilerine olan saygıları tahrip edilmiştir; söz konusu olan sadece fiziksel bir şiddet değil, aynı zamanda tüm gerçekliğiyle simgesel bir şiddettir. İşçilerin mevcut kültürel ve ideolojik haritalarında anlamlandırılamayan, ilişkilendirilemeyen ve yerleştirilemeyen, bu anlamda bilinçli olarak kavranamayan deneyimler, belirgin duygusal-ahlaki motifler sayesinde dile getirilmiştir. Ancak bu motiflerin, bilincin tümüyle dışında bir alanı ifade ettiğini düşünmenin gereği yok, çünkü sınıf oluşumunun temel unsurlarından biri olan deneyim, akıldan ve bilgiden farklı olarak, aktif ve özel bir tür bilinçlilik biçimidir ve düşünceler kadar duyguları da içerir. 15
***
Bu ruh halinin bir tür “boynu bükükler” metaforuna dönüşmesini önleyen bizzat Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları oldu. “Yan gelip yatıyorlar”, “devletin malı deniz, yemeyen domuz”, “yetimin hakkını yedirmem”, “devletin kasasını soydurmam”, “suçumuz merhamet etmek” gibi sözler, işçiler için gerekli olan kalkış noktasını sunmuştu. Sıra, hükümetin dilinde cisimleşen ideolojik saldırıyı püskürtmek için ihtiyaç duyulan mevzileri kurmaya gelmişti.
Yukarıda sıralanan “örnek ve muteber vatandaş” kimlikleri, önce polisin müdahalesiyle, ardından AKP hükümetinin küfürleriyle zaten bir ölçüde parçalanmıştı. Sonuç iki biçimde ortaya çıktı: Öncelikle işçiler kendilerine yönelik tanımlamalara yanıt üretmeye koyuldular ve birlikteliklerini ifade edecek en etkili sözcükler kısa sürede açığa çıktı. Onlar domuz, yiyici, dilenci falan değil, işçiydiler.
Burada bir sınıf olarak ortak çıkarlarını bilince çıkarmış olmaktan ne ölçüde söz edilebileceği tartışmalıdır, ancak ortaya çıkan her ne ise, içinin sadece toplumsal hiyerarşiye dair bir bilgiyle değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki olarak pozitif değerlerle doldurulduğu açıktır. “Memleketi için çalışan”, “yetim doyuran”, “ülkesine zenginlik yaratan” insanlardır onlar. Erdem, çalışkanlık, duyarlılık gibi ahlaki ve insani değerlerle donanmış olmak, güçlünün saldırısına karşı işçilerin kendini korumasının en etkili silahlarından biri olmuştur. 16 O halde, Thompson’ın her sınıf mücadelesinin aynı zamanda değerler üzerine bir mücadele, her sınıf çatışmasının da aynı zamanda değerler hakkında bir çatışma olduğu ve insanların deneyimlerini sadece bilinç ya da düşünce olarak değil, aynı zamanda duygular, değerler, kültürler olarak da yaşadığı yönündeki sözleri yerindedir. 17
İkinci sonuç ise, bir tür “tersinme refleksi”yle, kendilerine yöneltilen suçlamaları “sahibine misliyle iade etmek” olarak ortaya çıktı. “Yan gelip yatanlar Meclistekiler”, “yetim hakkını Tayyip yiyor”, “yiyen domuzdur, yemeyen domuz olmaz”, “onlar oy için köpek gibi dilendiler, biz dilenmeyiz” gibi sözler, bir anlamda, işçilerin yukarıda işaret edilen “ahlakla donanmış olma” stratejilerinin değişik örnekleridir.
Ancak bu, bir yanıyla da, işçilerin hâlâ büyük ölçüde egemen ideolojinin içinden konuştuklarını, egemen ideolojinin diline bağımlı kaldıklarını da göstermektedir. Buradaki çelişki, sınıf bilincinin gelişim düzeyiyle ilişkili olduğu kadar, toplumsal yapının eşitsiz karakteri ile de ilgilidir. Çünkü işçi sınıfı, sadece üretim araçlarına sahip olmama anlamında değil, aynı zamanda kendisini ifade edecek “söylem üretme araçlarına” sahip olmama anlamında da mülksüzleştirilmiştir.
“Eğer tahakküm altındaki sınıfların üyeleri sık sık kendileriyle, kendi pratiklerinin anlamıyla ve kendi nesnel koşullarıyla çelişkili bir söylem üretiyorlarsa, bu, kendi söylem üretme araçlarına sahip olmadan, kendi ‘siyasal dilleri’ üzerinde hakimiyet kuramadan, siyaset konuşmak zorunda kalmalarındandır.” 18 Mülksüzleşmenin bu boyutu, sınıf bilincinin üst düzeylerde oluşmadığı koşullarda, karşı çıkmak için dahi olsa, egemen ideolojinin dilini ve jargonunu kullanmayı, egemen ideolojinin unsurlarını çeşitli stratejik hamlelerle geri püskürtmeyi, giderek egemen ideoloji alanını terk etmeden onunla savaşmayı zorunlu kılmaktadır.
* * *
İlk günlerin ardından AKP, Tekel işçilerinin direnişini suskunlukla boğmayı ve başka gündemler “patlatarak” unutturmayı denedi. Fakat kendilerine yönelik sözlü saldırılara bir tür “ödünç alınmış söylem”le yanıt vermeye çalışan işçiler, bu evrede, artık konuşmalarının da dinlenmediği bir durumla karşı karşıya kaldılar. “Ödünç alınmış söylem”, konuşanın dilinde eğreti durduğu ölçüde, zaten eksikli bir konuşma pratiğini ifade ediyordu. Konuşanın dinlenmemesi ya da söylenen sözün muhatap bulamaması, tanım gereği eksikli olan bu konuşmayı daha da kırılgan bir hale getirdi.
Bir tür “susturularak dışlanmak” ya da “duyulmayarak yoksanmak” biçimindeki bu taktik, egemen ideolojinin bir meydan okumayla karşılaştığı koşullarda başvurduğu ilk önlemlerden biridir. Ancak, burada söz konusu olan, konuşmaktan (talk) aciz olmak değil, dinlenmeye layık bulunacak biçimde konuşmak (speech) imkanından yoksun kalmak olarak görülmelidir. 19 Egemen ideolojinin oluşturduğu alan içerisinde muhatap bulamayan, seslendiği boşluktan yanıt alamayan bir işçi topluluğunun yalnızlığını duyumsaması ve direncinin kırılması yüksek bir olasılıktır. Üstelik bu ricat, sadece sınıf mücadelesindeki koşullardan kaynaklanan bir mevzi kaybı ya da taktiksel bir geri çekiliş olarak değil, dinlenmeye değer bulunmamanın, muhatap kabul edilmemenin, ciddiye alınmamanın yaratacağı bir özsaygı kaybı olarak da yaşanacaktır.
Bu noktada, Tekel işçilerinin inatçı kararlılığının da hakkını yemeden, direnişin ilk gününden itibaren işçilerin yanında olan, sadece destek ziyaretinde bulunmayıp, onlara kulak veren sosyalist hareketin etkisi devreye girdi. Seslendikleri egemen “meşruiyet” alanından yanıt alamayan işçilerin, artık, iletişim kurabilecekleri, kendilerini ciddiye alan bir muhatapları olmuştu. Özgüven kaybının başlıca sonucu etraftaki “başkaları”nın farkına varmaksa 20 eğer, Tekel işçilerinin solmaya başlayan özsaygılarını yeniden inşa etmelerinde, bu noktanın payı unutulmamalıdır.
***
Kuşkusuz, Tekel direnişi süresince işçiler üzerinde en ağır etkiyi bırakan söz, Tayyip Erdoğan’ın “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sözleri oldu. Yazının başına yerleştirdiğimiz “utanıyoruz yani” sözü de, işçilerin duyumsadıkları yaralayıcı içeriğin en açık temsili haline geldi. Bu ifadede içerilen anlamlar birçok boyutta manidardır. Fakat burada ele alınacağı haliyle, “domuz” sözü, hem ima ettikleri hem de sözün bizzat kendisi açısından burjuvazinin işçi sınıfı karşısındaki evrensel duygularından birini ifade etmektedir. Ünlü bir 19. yüzyıl İngiliz atasözü olan “yoksullar domuzdur” sözü, bu evrenselliğin sayısız örneğinden biridir. Bu ülkeden ve daha yakın zamandan bir örnekte de, yoksulun pislikle, kirle, bokla, kötü kokuyla, köpek, fare ya da domuz gibi hayvanlarla ilişkilendirilerek tanımlandığı ortaya çıkmıştır. 21
Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın sözleri, işçiler arasında ahlaki bir öfkeyle birlikte, geçmiş kuşaklardan devralınarak sürdürülen tanıdık bir aşağılanma duygusunu da yeniden üretti. Sınıfsal eşitsizliğin ve hiyerarşinin temsilinde belirgin biçimde yer alan aşağılanma, küçük düşürülme, hor görülme, onur ve saygı kaybı gibi deneyimler, “domuz” sözüyle somut bir içerik kazandı ve sınıfsal ayrışmanın bir iğrenme ve tiksinme duygusuyla anlamlandırıldığının da göstergesi oldu. 22
Fakat en az bunun kadar önemli bir başka ima daha, Tekel işçilerinin kültürel hafızasında rahatsız edici olmuştur. Mevcut maddi koşulların geriletilmesiyle daha fazla yoksullaşma ihtimali, Tekel direnişinin biraz da “can havliyle” sürdürülmesini sağladı. Üstelik yoksullaşma ve yoksulluk, sadece refah düzeyinde bir gerileme olarak değil, bunun insan benliğinde yarattığı tahribat açısından da kabul edilemezdir. Yoksulluğu kritik kılan şey sefalet, açlık, işsizlik olduğu kadar, bu koşullarda kaçınılmaz olarak gerçekleşecek özsaygı ve özgüven yitimidir de. 23 Çocuk sahibi her Tekel işçisinin, haklarını almadan dönmeleri halinde “çoluk çocuğun yüzüne nasıl bakarız” diye dertlenmeleri, yoksulluğun bu tahripkar doğasını, toplumsal ilişkilerin ahlaki ve kültürel terimlere tercüme edilmesini, maddi olanaklar ile benlik arasındaki yakın bağı vurgulamaktadır. 24 Yani yoksulluğun dert edilmesinde, fiziksel yeniden-üretimin sağlanması kadar, ruhsal/duygusal yeniden-üretimin sağlanmasına yönelik açık tehdit de etkili olmuştur.
Sosyalizme ideolojik aşı
Bu örnekler, Tekel direnişi süresince işçiler tarafından dile getirilen deneyimlerin küçük bir kısmıdır sadece. Gösterilmeye çalışılan da, kültürel ve ahlaki değerlerin, sınıf bilincinin hazır biçimleri olarak toplumsal dokunun içerisinde zaten mevcut oldukları ve keşfedilmeyi bekledikleri gibi bir şey değildir. Amaç, sınıfa yönelen sosyalist iradenin, ne tür bir tarz ve içerikle karşılaşacağını ve bunu nasıl anlamlandırması gerektiğini tartışmaktır. Ve bu tartışmanın bir sonucu olarak, ağırlığı ya da önemi sorgulanabilir olsa da, sınıf mücadelesinin somut koşullarında, işçi sınıfının kendisini sadece siyasal-ekonomik kavramlarla değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki değerlerle de ifade etmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Sınıf mücadelesinin hızlandığı koşullarda, mevcut toplumsal yapıyı meşrulaştıran kurallar ve değerler, adaletsizlik hissinin ve ahlaki öfkenin en doğrudan muhatapları haline gelirler. Bir sınıf kültürünün en önemli unsurlarının adalet ve hakkaniyet nosyonları olduğunu düşünürsek, sınıf bilincinin farklı tonları arasında, söz konusu değerlerin varlığını tespit etmeye çalışmak abesle iştigal sayılamaz. Hatta bu kültürel ve ahlaki değerlerin, sınıfsal terimlerle ifade edilmeleri ölçüsünde, devrimci bir sınıf bilincine enerji taşıyan kanallar haline gelebileceğini de söyleyebiliriz. 25
Kuşkusuz hem sınıf oluşumu süreçleri hem de işçi sınıfının kültürel ve ahlaki düzeyde yeniden-üretimine giriştiği pratik tavırlar, çeşitli toplumsal ve tarihsel faktörlerin yanı sıra bizzat siyasal iradenin “dışarıdan” müdahalesinin de basıncı altında şekillenir. Siyasal iradenin basıncının ne düzeyde olacağı sınıf mücadelesinin somut koşullarınca belirlense de, doğru noktaya doğru zamanda doğru içerikle yapılan müdahalelerin, sınıf mücadelesinin gelişiminde kimi önemli uğrakların aşılmasını kolaylaştıracağı da açıktır.
Üstelik Türkiye gibi yoksulluğun salt bir maddi gösterge olarak deneyimlenmediği, aynı zamanda garip, gariban, öksüz, yetim gibi sözlerle ifade edilen bir hissetme tarzına da işaret ettiği bir ülkede, sosyalist siyasetin bu “duygusal boşluğu” doldurmayı dert edinmemesi, bilincin içindeki bu “politika-altı” 26 motifleri kendi bütünsel siyasetine eklemlememesi anlamsızdır. Dahası, böylesi bir yaklaşım, sosyalist siyaset ile emekçi kitleler arasındaki temas kurulacak yüzeyi epey bir genişletir. Zira söz konusu hissetme tarzı, tıpkı mülksüzleşme olgusu gibi, olmuş bitmiş bir durumu değil, toplumsal yaşamın her anında yeniden deneyimlenen aktif bir süreci işaret etmektedir. İşçi sınıfıyla ilişki kurmanın ve bu ilişkiyi kalıcı biçimlere büründürmenin en etkili yolu da, tek başına metalaşmış emeği değil, aynı zamanda emeğin daha fazla metalaşmaya karşı gösterdiği direnişi de dikkate almaktır. 27 Ezilmişlik, dışlanmışlık, garibanlık gibi hissiyatların, egemen ideolojinin etkisi altında, sınıf kimliğinin önüne geçmesi ve giderek işçiler arasındaki bölünmeyi artırması da ihtimal dahilindedir elbette. Fakat bu ihtimalin varlığı, söz konusu alana burun kıvırmanın değil, mücadeleyi çok daha geniş bir ölçeğe yaymanın gerekçesi olabilir ancak. Aksi takdirde, sosyalizm düşüncesini geniş bir toplumsal zemine bina etmek, siyaseti halkla buluşturmak, sözümüzü iri kıyım bir cüsseye kavuşturmak mümkün olmayacaktır.
Yazının sonuna gelirken, tekrar belirtelim. Burada dile getirilen bakış açısını, en iyimser ifadeyle bir tür “hafiflik” olarak görenler ve Marksizmin bilimsel karakterinin böylesi “ciddiyetsizlik”lerle meşgul olmasını yadırgayanlar olursa, onlardan sosyalizmin hangi yollarla toplumsal bir karşılık yaratacağını ve etkili bir tarihsel güç haline geleceğini açıklamaları beklenmelidir.
Üstelik Marksizmin bir bilimi, siyaseti, kuramı olduğu kadar, bir ruhu da olduğunu unutmamak gerekir. Unutanların Marksizmin en bilimsel metinlerinden birisi olan Kapital’i, bir de bu gözle tekrar okumalarında fayda vardır.
“Das Kapital’in birinci cildi İncil’den, Shakespeare’den, Goethe’den, Milton’dan, Voltaire’den, Homer’den, Balzac’tan, Dante’den, Schiller’den, Sofokles’ten, Eflatun’dan, Thucydides’ten, Xenophon’dan, Defoe’dan, Cervantes’ten, Dryden’den, Heine’den, Virgilius’tan, Juvenal’den, Horace’tan, Thomas More’dan, Samuel Butler’dan alıntılarla birlikte kurt adamlar ve vampirlere ilişkin dehşet hikayeleri, Alman cep kitapları, İngiliz romantik romanları, popüler baladlar, şarkılar ve melodiler, melodramlar ve komediler, efsaneler ve atasözleri içerir.” 28 Marx’ın bu içeriğine ihtiyacımız olmadığını, kim iddia edebilir?
Dipnotlar
- Atay, Oğuz, Günlük, Onikinci Baskı, İletişim, İstanbul, 2007, s.214
- Gürbilek, Nurdan, Mağdurun Dili, Metis, İstanbul, 2008, s.55.
- Kuşkusuz, Türkiye solunda “patetik yanılgı” içerisinde olanlar da vardır, fakat onlar bu yazının konusu değil.
- Buğra, Ayşe, “Sınıf ve Siyaset”, Toplum ve Bilim, sayı: 113, Birikim, İstanbul, 2008, s.12.
- Thompson, E. P., İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çeviren: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim, İstanbul, 2004, s.39.
- Özuğurlu, Metin, Anadolu’da Küresel Fabrikanın Doğuşu – Yeni İşçilik Örüntülerinin Sosyolojisi, Halkevleri, İstanbul, 2005, s.58.
- Williams, Raymond, Keywords – A Vocabulary of Culture and Society, Oxford University Press, New York, 1983, s.87.
- Williams, Raymond, Kültür, çeviren: Suavi Aydın, İmge, Ankara, 1993, s.184.
- Ealeton, Terry, The Idea of Culture, Blackwell, Oxford, 2000, s.39.
- Age, s.23
- Katznelson, Ira, “Working-Class Formation: Constructing Cases and Comparisons”, Working-Class Formation – Nineteenth-Century Patterns in Western Europe and the United States içinde, derleyenler: Ira Katznelson ve Aristide R. Zolberg, Princeton University Press, Princeton, 1986, s.9.
- Williams, Raymond, age., s.218.
- Çulhaoğlu, Metin, “Sınıf Oluşumu ve Büyük Kent Mekanı – Güncel Durum ve Olasılıklar”, .Gelenek, sayı: 80, 2004, s.13.
- Çulhaoğlu, Metin, Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, Sarmal, İstanbul, 1997, s.147
- Williams, Raymond, Keywords, s.127.
- Erdoğan, Necmi, “Yok-sanma: Yoksulluk – Maduniyet ve ‘Fark Yaraları’”, Yoksulluk Halleri – Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri içinde, derleyen: Necmi Erdoğan, İstanbul, Demokrasi Kitaplığı, 2002, s.34.
- Thompson, E. P., Teorinin Sefaleti, çeviren: A. Fethi Yıldırım, İstanbul, Alan, 1994, s.274.
- Bourdieu, Pierre, Distinction – A Social Critique of the Judgement of Taste, Londra, Routledge: 2006, s.461.
- Erdoğan, Necmi, age., s.40.
- Sennett, Richard, Saygı – Eşit Olmayan Bir Dünyada, çeviren: Ümmühan Bardak, İstanbul, Ayrıntı, 2005, s.37.
- Soyer, Can ve Gamze Polatoğlu, “Sınıf ve Mekan: Ortadoğu Çamlık Sitesi ve Karakursunlar Köyü Örneği”, TSBD 10. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’ne sunulan tebliğ, Ankara, 2007.
- Erdoğan, Necmi, age, s.44.
- Sennett, Richard, age, s.58.
- Erdoğan, Necmi, age, s.45.
- Özuğurlu, Metin, age, s.81.
- Thompson, E. P., İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, s.93.
- Buğra, Ayşe, age, s.11.
- Wheen, Francis, Das Kapital – Karl Marx, çeviren: C. Badem, İstanbul, Versus, 2008, s.70.