‘TKP geleceğe dönük güçlü bir iddiadır’
Sohbet: Neslişah Başaran, Aydemir Güler, Melih Yeşilbağ
Bugünün devrimcileri, yarının komünist kadroları ve sol kamuoyu tövbekârlık ve efsanecilikten bambaşka bir geçmiş kavrayışına sahip oldukları takdirde geleceği kurabilirler, kurabiliriz…
TKP’nin kuruluşunun 100. yılına girerken, köklü ve güçlü bir iddiaya sahip olan partinin tarihini bütünlüklü olarak ortaya koymak üzere yola çıkan TKP tarihi çalışması tüm hızıyla sürüyor. TKP’nin 100. yılında kitaplaştırılması hedeflenen çalışmanın içerisinde yer alan Aydemir Güler, Melih Yeşilbağ ve Neslişah Başaran, partinin geleceğe taşınacak mücadelesi ekseninde geçmişle bugünü ve tarihle günceli birbirine bağlamayı amaçlayan çalışmayı Gelenek için konuştular.
Melih: 2020 yılında TKP’nin yüzüncü yılını idrak edeceğiz. Yüzyıldır bu topraklarda var olan bir siyasal akımdan, mücadele eden bir hareketten bahsediyoruz. Yüzyıllık mirasın bugün ne ifade ettiği sorusu şüphesiz kapsamlı ve bütünlüklü bir tarihsel muhasebeyi gerektiriyor. Böyle bir muhasebe için eldeki kaynaklara baktığımızda nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz? Türkiye’de geniş anlamıyla toplumsal mücadeleler ve işçi hareketleri, daha spesifik olarak da sosyalist-komünist hareketin tarihine dair oldukça zengin ve genişlemekte olan bir literatür mevcut. Peki var olan tarih yazımı söz konusu muhasebeye dair nasıl bir zemin sunuyor? Tartışmaya bu soru ile başlamayı öneriyorum. Eldeki literatüre dair bir değerlendirmeyle başlamak ve eksiklerin altını çizmek alternatif bir yaklaşımın da ipuçlarını sunacaktır diye düşünüyorum.
Yüzyıllık mirasa dair sistematik, “soğukkanlı ama angaje” bir yaklaşım, tutarlı bir yöntemsel hat izlemek durumunda. Bütünlüklü bir muhasebeyi hedefleyen bir yaklaşımın ayırdedici yöntemsel tercihleri kanımca tartışmanın ikinci önemli ekseni. Dünya-tarihsel dinamikler ve yerel özgünlükler, yapısal koşullar ve öznel inisiyatif arasındaki gerilim, dikkate alınacak temel göstergeler ve bunlar arasındaki ilişkiyi ifade eden teorik model bu tartışmanın alt-başlıklarını oluşturuyor.
Bu genel noktaların ötesinde Türkiye’de komünist hareketin tarih yazımını göreli olarak daha çetrefilli hale getiren ek zorluklardan söz etmek mümkün. Burada, yüzyılın önemli bir bölümüne damga vuran örgütsel süreksizlik ve parçalılık üzerine düşünülmesi gereken en önemli problem olarak ortaya çıkıyor. Farklı tarihsel dönemlerde zaman zaman birbiriyle rekabet ya da çatışma içerisinde öne çıkan geleneksel sol/komünist özneler, onların yanı başındaki “diğer sol” aranışlar, yüzyılın önemli bir bölümünde hareketin üzerinde belirgin bir gölgesi bulunan SBKP ile ilişkiler, strateji tartışmalarının özgün ve uluslararası boyutları, çözülmeyi bekleyen diğer düğümler olarak öne çıkıyor.
Aydemir: SBKP ile ilişkilerin “hareketin üstünde belirgin bir gölge” olarak tanımlanmasından başlayalım mı? Biraz senin açtığın ana yoldan değil de yandan sohbetimize girmiş oluyorum, ama nasılsa toparlarız. Ekim Devrimi – Komintern – SBKP bağı doğru düzgün tanımlanmadan 20. yüzyılda komünist hareketin herhangi bir bölgedeki tarihi yazılamaz. Aslında elimizdeki tarih yazımının yapısal sorunlarından da bir tanesi burada yatıyor. “Yukarısı” hiç olmamalıydı, kimsenin işine karışmamalıydı. Yoksa “tabii ki olacaktı, koskoca bir gerçeklik reddedilemez ve biliyoruz ki, komünist hareket enternasyonalist. Ama “bu kadar da çok karışmasalardı.” Solda reel sosyalizm deneyimine düşmanca yaklaşanlar “hiç olmasaydı” diyebilir. Bana sorarsanız, bunların solculuğunu unutmakta herhangi bir sakınca da yoktur. Çünkü bu, bizde de “sol olmasın”a çıkar. TKP Komintern’in çocuğudur. Yüz yaşına girmekte olan Parti böyle bir parti. Kutlayacaksak ve anlayacaksak keşke başka zaman başka yerde doğmuş olsaydı diye bakılamaz.
Diğer kesimler, tarih yorumcuları veya yazıcıları için sorun bir doz ayarı mıdır? Ne kadarı meşru, ne kadarı değil? Bazen belirli bir müdahaleyi meşru sayan yorumcuların aslında o müdahalenin içeriğine katıldıklarını görüyoruz. 1970’lerde ayağa kalkan TKP’nin bu çerçevedeki ilişkilerine Stalinizm karalamasıyla bakan aynı kişi, iş glasnost yani likidasyon yıllarına geldiğinde hayatından pek memnun olabiliyor. Buna kategorik bir itirazım yok. Elbette politik bir ilişki, ilişkinin politik içeriğinden ayrı ele alınamaz. Politik mücadeleler uluslararası bağlamlara ve karmaşık ilişkilere oturur. İster istemez. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi sırtında yük olarak gören anti-komünist bir akımın örgütlenmesi ile emperyalist merkezler arasında bağ vardı. Bu bağ diğer komünist partilerin içinde de örgütlendi.
Ama bu noktada dikkat. Kimse kimseye zorla iş yaptıramaz. Gorbaçov, Yeltsin, Yakovlev, Zagladin ne kadar likidatör idiyse, İtalyan, Türk veya Bulgar partilerinde partinin adını değiştiren hatta partiyi yok etmeye kalkanlar da o kadar likidatördü. Kimse tasfiyeciliği devrimcilere zorla benimsettirmedi. Ne bu olabilir, ne de tersi.
Elbette Sovyet faktörünün hak edilmiş bir ağırlığı vardı. Bu, başka etki kaynaklarıyla karşılaştırılamaz. Türkiye söz konusu olduğunda ise Sovyet etkisi genel olarak, hatta bütün tarih boyunca “temkinlilik” yönünde olmuştur. Ama kimse kimsenin elini kolunu bağlayamaz. Komintern-Sovyet bağlamını yerli yerine oturtmak ne kadar zorunluysa, bu olmaksızın herhangi bir olayı anlamlandıramayacağımız kesin de olsa, tarih bizim tarihimizdir, bizimkilerin tarihidir. Temkinlilik çağrısı, hatta basıncının devrimci zorlamalarla karşılandığı anlar var, bunun yapılamadığı durumlar da var.
Somut örneklere girmeden yöntem düzeyinde kalırsak, ben şöyle diyebilirim: Uluslararası komünist harekette kazanımların gözetilmesi, yani Sovyetler Birliği’nin ve reel sosyalizmin savunulması hareketin bütününü bağlar. İlkedir bu. Hareketin farklı odakları arasında konum ve politika açılarının oluşması kaçınılmazdır. Bu açılar söz konusu olduğunda dayatma ve kabullenme tarzı açık bir sapmadır. Yer yer karşımıza çıkabiliyor. Doğrusu, açının sosyalist devrim perspektifiyle yönetilmesidir. Türkiye söz konusu olduğunda, yani dış faktör komünist hareketi çoğunlukla sağa doğru baskılıyorsa, sosyalist devrim perspektifi özel bir önem kazanıyor. Sağ etkiden ancak böyle kurtulunur. Yüz yıllık tarihimizde sosyalist devrim perspektifi nadiren merkezde olmuştur. Özetin özeti, bence TKP tarihinde yeterince enerjik, devrimci olunmayan, hareketin tasfiye olduğu dönemlerin kaynağı Sovyet etkisinde değil, sosyalist devrimci aşısını zamanında tazeleyemeyen partinin kendisindedir. Öte yandan enerjik hamleler, devrimci atılımlar, yeniden kuruluşların kaynağı da kural olarak yine içeride aranmalıdır.
Neslişah: Ben ilk sorudan başlayayım. Öncelikle Melih’in de dediği gibi Türkiye sol ve işçi hareketinin tarihine dair, özellikle de 19. yüzyıl son çeyreğine kadar götürebileceğimiz hareketin ilk dönemlerine dair çok sayıda yeni çalışma yayınlandı son yıllarda. Bir de TÜSTAV’ın TKP’nin kendisi, Aydınlık Grubu, THİF gibi dönemsel örgütlenmeler ve başlıca TKP üyeleri hakkında yayınladığı belgeleri de anmak gerekiyor. Özellikle Osmanlıca’dan Türkçeleştirilen, ya da Fransızca, Rusça gibi dillerden çevrilen 1927’ye kadarki dönemini kapsayan parti belgeleri ve yayınlarını basmış olmaları değerli bir katkı. Ancak burada iki noktaya değinmemiz gerekiyor. Yayınlanan bu eserler büyük ölçüde belgelerin kendisinden ibaret. Bu nedenle, genel okuyucunun okuması ve anlaması zor. Yani bu çok sayıda çalışma içerisinde analitik niteliği olanlar aslında çok az. Bu döneme dair bir de “sansasyonel” olarak adlandırabileceğimiz çalışmalar var. Bunlar da daha çok “Mustafa Suphileri kim öldürdü?” “TKP’yi İttihaatçılar mı kurdu?” “Mustafa Kemal anti-komünist miydi?” gibi meselenin spekülatif tarih boyutuyla ilgileniyorlar. Dolayısıyla TKP tarihine dair özellikle de ilk döneme dair, partiyi Türkiye’nin tarihsel ve siyasal dinamikleri içine yerleştiren, dünya konjonktürü içerisinde anlamlandıran çalışma sayısı yok denecek kadar az. Tabii bir de işin içerisine “öznel boyut” giriyor. Yani TKP tarihi üzerine yazılanlar, yazanın durduğu siyasi konuma göre ağır bir öznellik barındırıyor. Anti-komünistlerin yazdığı bir tarih de söz konusu; TKP’nin bir şekilde içinde yer almış ve siyasal hesaplaşma ile kişisel hesaplaşma arasındaki ayrımı yapamayanların yazdığı anı-tarihler de. Buradaki eksiklik de TKP tarihinin bütününü sahiplenen ama daha da önemlisi onu Türkiye komünist hareketinin bugünü için doğrusuyla yanlışıyla anlamaya ve anlatmaya çalışan bir çalışma. Onun da 2020’de tamamlanacağını söyleyebiliriz.
Aydemir: Melih mevcut literatür ne durumda diye sormuştu. Tarih çalışması grubunu oluştururken bunu bayağı değerlendirdik. Birinci olarak belgecilik var. İkincisi anılar. Üçüncüsüyse örgüt veya dönem tarihleri. Hiçbirini hafife almıyorum. Hatta belgeleri tahrif edenleri, anılarını keyfine göre “hatırlayanları”, örgüt veya dönem tarihlerini birilerini aklamak, ötekileri karalamak için yazanları bile hafife almamak lazım. Hepsinden bir şeyler öğreniyorsunuz! Örneğin, ben yine TBKP likidasyonuna atıfta bulunacağım, o dönemin sorumlularının ANAP’la ve SBKP’nin likidatör takımıyla kurdukları ilişkileri öğrenmemiz kabil olmuyor tabii, tasfiyeciliği anlamak, gelişimini kavramak için vazgeçilmez kaynaklar yazılmış durumda. Anılar çoğu zaman tek yanlı olmakla birlikte dönem tanıklıklarıdır ve yine tarih araştırmasının vazgeçilmez bir kaynak türüdür. Ne iyi ki, bir dizi eski komünist anılarını yazdı… Belgelerin erişilebilir hale gelmesinin ne kadar iyi olduğunu, bunun yirmi yıl önce olmadığını, çok daha önceleri eldeki kaynakçanın polis ve mahkeme kayıtlarından hareketle sağcılar tarafından yazılmış sığlıklardan ibaret olduğunu anlatmaya gerek yok. Arşivler açılıyor, yayınlar yapılıyor, tezler yazılıyor…
Ama… Aması var. Genel tarih yöntemini geçtim, TKP’den söz ediyoruz. TKP geleceğe yönelik bir iddia olmaya devam ediyor mu, yoksa kapanmış bir sayfa mı? Bu seçeneklerden birini tercih etmeden TKP tarihi nasıl yazılacak? Bu tercih tarihi ele alışınızı etkilemeyecek mi? Tarih bir kere olup bitmiş, mutlak bir objektif durum mudur? Bugünkü konumlanışınız o durum veya verileri başkalaştırmaz mı? Bu sorulara naif bilimci yanıtlar verecek olan tarihçi sayısı çok azalmış olmalıdır. Çünkü mutlaklaştırılmış, ideolojiden, siyasetten, gelecek kurgusundan, bugünden, bugünkü mücadelelerden soyutlanmış bir tarihsel gerçeklik varsayımı en fazla “resmi tarih”te karşımıza çıkardı ve neo-liberalizm çağında o ekol çöktü. Dolayısıyla arkaik yaklaşımlar pek nadir olacaktır, ama sorun ortada duruyor. Tekrar ediyorum; komünizm davasının tükendiğini veya sürdüğünü düşünenler aynı tarih yorumuna sahip olabilirler mi? Belgecilik, belge derleyici ve yorumcusu aydınların aklından ne geçiyor olursa olsun, bir “toparlama” süzgecinden geçirilmezse, ideolojisiz bir tarih yazımının mümkün olduğunu ima edecektir. Sol tarihle ilgili kimi aydınların, solun tarihini, akademik tarihçiliğin bir alt başlığı olarak kitaplık raflarına yerleştirdiğini bizzat biliyorum. Hiç kuşkusuz solun tarihini rafa yerleştirmek, eşittir, rafa kaldırmak! Akademizmin kendiliğinden varsayımı, belgeci-akademik tarihçilerin bireysel yaklaşımlarından bağımsız olarak, tarih yazımı ile bugün ve gelecek arasındaki bağın tali olduğudur.
Diğer çalışmaları ve belgeleri hafife almıyoruz. Ama bunların hakikaten değerli hale gelmeleri için geçmişle gelecek arasında bağ kuran bir “yorum”a ihtiyacımız var. Partinin görevi bu yorumu geliştirmek.
Yüz yıllık tarihin bütününü görmeye çalışıyoruz. Eşit mesafe doktrini değil bu. Birkaç kez ve son olarak 1990’larda kesintiye hatta yıkıma uğrayan komünizm mücadelesini, Marksizm-Leninizm temelinde, Komintern geleneği, işçi sınıfının sosyalist iktidar yürüyüşü çerçevesinde yeniden kuran bir partidir bugünkü Türkiye Komünist Partisi. Hamle yapanla, hamlesini başka mecralarda arayan veya tasfiyeyi seçenle, sosyalizmi hedefleyen veya burjuva demokrasisine yedeklenenle eşit mesafede falan olamayız. Ama doğrusu ve yanlışıyla bizim tarihimiz diyebiliriz. Bu tarihe keşke olmasaydı diye bakanları, kendisini dışarı atanları, yıkmayı, başkalaştırmayı deneyenleri ise bizim de ayrı yerlere tasnif etmemiz zorunlu. Bütün bunlar geride kalan 99 yıl için değil, önümüzdeki on yıllar için. Yani geçmişin polemiklerini noktalamak, kazılarda karşımıza çıkan sorulara kendi yanıtlarımızı geliştirmek için yazmayacağız yüz yılın tarihini. Önümüzdeki on yılları yaratacak olan yeni kuşaklar için yazacağız.
Neslişah: Bugünkü TKP’nin bu yüz yıllık tarihi nasıl yazacağına dair Aydemir metodolojik bir netlik ortaya koymuş oldu. Burada benim dikkat çekmek istediğim bu tarihin şimdiye kadar baştan sona hiç yazılmamış olduğu. Yani TKP’nin çok parçalı kuruluşundan başlayıp, 1930 ve 1940’larda örgütü olmayan ama yine de etkisi olan TKP’yi, 1950’lerde aydın çıkışları ve barış hareketi gibi deneyimleri, 1960’larda TİP’i ve devrimci öğrenci hareketlerini, 1970’lerdeki atılımı, sendikalardaki etkiyi, kitle örgütlenmeleri deneyimini ve 1980’lerdeki likidasyonu ve 80 sonrası yepyeni bir kanaldan kurulan Gelenek ve SİP’ten bugünkü TKP’ye gelen süreci tek bir bütünün parçaları olarak ele alan, Melih’in dediği gibi bunları “soğukkanlı ama angaje” bir tarzla yazan olmadı. Aydemir’in bahsettiği sebeplerle ya cımbızlanarak ya da belli dönemleri ya da kişileri örgütlenmeleri övmek ya da yermek için yazılan tarihler söz konusu. Eleştirerek, kazanımları ön plana çıkartarak ve gerektiğinde mahkum da ederek, yüzyıllık geçmişe “bu bizim tarihimiz” diye bakarak yazılan bir tarih çalışmasının ayrıca değerli olacağını düşünüyorum.
Aydemir’in SBKP ile ilişkiler konusunda söylediklerine şöyle bir ek yapayım. TKP’nin özellikle 1923 sonrası SBKP ve Komintern ile yaşadığı ilişkinin zor yönleri olduğu açık. Sovyetler Birliği liderliği Türkiye ile emperyalizme karşı mücadelede taktiksel yönü ağır basan özgün bir ilişki kuruyor ve bu ilişkinin TKP üzerindeki yansımaları Türkiyeli komünistler açısından her zaman olumlu değil. Ancak burada Aydemir’in gündeme getirdiği “SBKP olmasaydı TKP için daha iyi olurdu” gibi bir karşı argüman üzerinden düşünmenin faydaları var. Bir kere Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği olmasaydı Türkiye’de (ve belki dünyada da) komünist hareket hiç var olmayacaktı. TKP’nin kadrolarının önemli bir kısmı Ekim devrimi sonrasında Sovyetler’de yetişti, Türkiye’de özellikle Anadolu’da komünist hareketin doğmasında ve yayılmasında Rusya’da yaşayan Azeri, Başkurt gibi Türki coğrafyalardan Anadolu’ya gelenler etkili oldu. Ankara’da 1920 yılında boylarını çok aşan bir mücadele vermeye çalışan komünistler pek çok şeyi Rus elçilerinden öğrendiler. Şefik Hüsnü, 1921 yılında Komintern ile kurduğu ilişki sayesinde politik bir sıçrama yaşayarak sosyalist devrim perspektifine ulaştı. Ayrıca TKP’nin SBKP ve Komintern’in önerilerini ya da kararlarını her zaman takip etmediğini de görüyoruz. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının 1920 yılında Merkez Komite’yi Türkiye’ye taşıma kararları bunun bir örneği. 1921-1923 arasında Şefik Hüsnü’nün de Komintern’in Türkiye konusundaki kararlarını sık sık eleştirdiğini görüyoruz. Ancak 1923 sonrası TKP başka bir stratejiye yöneliyor ve partinin devrim perspektifini kaybetmesiyle SBKP ile kurulan ilişki de başkalaşıyor.
Bu ilişkiyi de eğrisiyle doğrusuyla yazacak, anti-Sovyetizme düşmeden Komintern ve SBKP’nin TKP üzerindeki olumsuz etkilerini de gösterecek ancak TKP’nin kendi iç zayıflıklarını, sosyalist devrim perspektifindeki sorunları da yazacak bir tarihyazımına ihtiyaç var. 1930’lara baktığımızda “desantralizasyon kararı”nın spekülatif gölgesini de ortadan kaldırmak gerekiyor.
Melih: “Eleştirel sahiplenme” olarak ifade edebileceğimizi düşündüğüm bu yaklaşım sağlıklı bir miras muhasebesi için elzem. Neslişah’ın 1920’ler için yaptığı türden bir değerlendirmeyi 1960’lar için yapmayı deneyelim. Bu, örgütsel parçalılık tartışmasına da haliyle dokunuyor. 1960’lar boyunca TKP’nin memleket sathında kayda değer bir faaliyetinden söz etmek mümkün değil. Sadece TKP’yi merkeze alan bir tarih yazımı muhtemelen 60’ları durağan ya da kayıp bir on yıl olarak değerlendirmek durumunda kalacaktır. Bu, ülkede eşi görülmemiş bir toplumsal uyanış döneminin, “ağaçların bile sola eğildiği” bir dönemin son derece güçlü dinamiklerini görmezden gelmek anlamına gelir. Dolayısıyla, elbette, bu dönemde odak noktasına benzersiz ve aşılamamış bir deneyim olarak TİP’i yerleştirmeliyiz. Kurucu sendikacı ekibin etkisiz bir kuruluş yılı sonunda aydınlara çağrısı üzerine partiye katılan, Aybar liderliğinde partinin siyasal hattının çizen ve yöneten aydın ekibinin büyük oranda TKP geçmişi olan kadrolar olduğunu biliyoruz. Bu ekibin TİP içerisinde ayrı bir komite şeklinde hareket edip etmedikleri, ya da yurtdışı TKP ile doğrudan bir irtibat içerisinde olup olmadıkları tartışmalı konular. Fakat, TİP’in TKP’ye rağmen kurulmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Dolayısıyla, örgütsel süreklilik değilse de bir tür kadro dinamiği sürekliliğinden söz etmek mümkün. Fakat, TİP’in önceki dönemlerden belirgin bir kopuşu ifade ettiği de ortada. Ülke sathındaki toplumsal uyanış momentiyle son derece güçlü bir rezonans yakalayan, sosyalizmin geniş kitlelerin özlemlerini sosyalizmle buluşturan, sosyalizmin bu topraklarda köklenmesini sağlayan bu deneyim elbette büyük bir sempatiyle ele alınmayı hak ediyor. Yine de eleştirelliği elden bırakmadan. Sözgelimi, meclis kürsüsüyle sosyalizmin toplumsal seslenme kanallarına müthiş bir güç katan, dosta düşmana siyaset dersi veren parlamento deneyiminin önemini teslim ederken, partiyi meclis grubuna siyasal faaliyeti seçim çalışmasına indirgeyen, derinlemesine örgütlenmeyi ve kadrolaşmayı geri plana iten “parlamentarist” dinamiğin son derece ağır bedellerini de tartışmak zorundayız. DİSK’in kuruluşunda partili sendikacıların öncü rolünün altını çizerken, sınıf dinamiğiyle TİP merkezi arasındaki aşılamayan irtibatsızlığı da gözler önüne sermek durumundayız. Teorik dayanakları ve siyasal sonuçları ile sosyalist devrim tezinin geliştirilmesindeki katkıları öne çıkarırken, TİP merkezinin gençlik örgütüne GYK’da bir sandalye verilmesini dahi reddeden özensiz ve yok sayıcı tutumunu ve bu tutumun öğrenci hareketi dinamiğinin büyük oranda MDD’ci eğilimlere kaymasındaki payını göstermek zorundayız.
SD-MDD tartışması, Türkiye solunun temel tartışmalarından birisi olarak yüzyıllık miras muhasebesi içerisinde elbette titizlikle ele alınmalı. Güçlü teorik birikimine, benzersiz siyasal cazibesine rağmen TİP’in MDD’ci eğilimlere karşı nasıl bu kadar savunmasız kalabildiği sorusu basitçe merkezin gençliğe karşı tutumuyla açıklanamaz. Burada, MDD’nin literatürde sıklıkla es geçilen uluslararası boyutunu dikkate almak durumundayız. MDD, kökü Kadro’ya kadar götürülebilecek sol Kemalist damarın basitçe 60’lara uyarlanmış hali değildi. MDD’yi, uluslararası komünist hareketteki dayanaklarını, üçüncü dünya ülkeleri için önerilen bir stratejik açılım olduğunu dikkate almadan bir “Türkiye özgünlüğü”nden ibaret saymak, literatürde son derece yaygın bir hata. Bu bana kalırsa, bütünlüklü bir tarih yazımının olmazsa olmazlarından birine işaret ediyor: Türkiye solunun tartışmalarını dünya-tarihsel bir perspektife yerleştirme zorunluluğu.
Bunun da ötesinde, karşılaştırmalı perspektif her zaman akılda tutulmalı kanaatindeyim. Bütünüyle bu perspektife dayanan bir çalışma başka bir konu. Sözgelimi Orta Doğu KP’lerini, Üçüncü Dünya KP’lerini ya da Balkan KP’lerini belirli göstergeler ışığında birlikte ele almak son derece yararlı bulgular sunabilir. Bunlar gelecekteki çalışmalar için bir öneri olarak kayda geçebilir. Fakat asıl vurgulamak istediğim, TKP tarihinin zorlu bilmecelerinde, özellikle de SBKP ile ilişkilerde, karşılaştırmalı perspektifin sağlayabileceği avantajlar. Mevcut literatür bu konuda oldukça zayıf. Yeni çalışmalar, bu eksikliği gidermenin yolları üzerinde düşünmeli.
Bu aynı zamanda, çalışmanın mantıksal dizgesi açısından da bazı ipuçları sağlayabilir. Farklı dönemlerin dört başı mamur bir şekilde serimlenebilmesini kolaylaştıran bir tür “şablon”dan söz ediyorum. Her dönem için önce dünyanın ardından ülkenin iktisadi-siyasal-sosyal yapısındaki gelişmeleri özetleyen, uluslararası komünist hareketin temel dinamiklerini değerlendiren bir girizgah. Dönem tartışmalarını böyle bir çerçeveye yerleştirmek sağlıklı bir analitik yaklaşım sunabilir. Yine mümkün olduğunca her dönemin bir dizi gösterge üzerinden değerlendirilmesi bütünlüklü bir perspektif için gerekli görünüyor. Sınıf hareketiyle ilişki, aydınlar ve ideolojik mücadele, genel siyasal seslenme, sokak gücü, seçim siyaseti, kadrolaşma dinamikleri, kitle örgütleri, uluslararası ilişkiler gibi bir dizi gösterge tanımlamak, karmaşık tabloyu basitleştirmek için işlevsel olabilir. Elbette, bu göstergelerin “eşitsiz gelişimini” dikkate alan bir muhasebe. Yüzyıllık mirasa, bu anlamıyla “şabloncu olmayan bir şablon”la baktığımızda kabaca neler çarpıyor gözümüze?
Aydemir: “Şabloncu olmayan şablon” terimini sevdim ben. Açık konuşalım, Sovyet faktörü Türkiye solu üstünde sağa çekici bir basınç yaratmıştır. Eski şablonların belirlediği şablonculuktan neler çıkabildiğini biliyoruz. Ya Komintern geleneği inkar edildi, ya TKP tarihi -eğer toptan üstüne çizik atılmıyorsa- dilimlere ayrıldı. Bunu TKP’nin kendisi bile yaptı! Hayat bu kadar sade, kaba saba değil ve bizim incelikli bir şablona ihtiyacımız var. Komintern geleneği dışında komünizm aramak diye bir saçmalık olabilir mi? Öte yandan devrimi aramak için sosyalist anayurdu savunmanın dışında parametrelere de yönelmek zorundasınız.
Şablonlar da politik ve günceldir; bakmayın genel geçer olma iddiasına. Kürt sorunu örneğin. TKP Kürt sorununa duyarsız kaldı diye bir şablon var ortada. Komünizmin aşiretçi feodal dinamikleri desteklediği nerede görülmüş? Bir halkın özgürlük taleplerinin modernitenin öncesine dönülerek gerçekleşmesi mümkün müdür? Öte yandan Kürt dinamiğinin Türkiye sosyalist devrimine, stratejik bir bütünlüğün içine yerleştirilemediği de açık seçik bir gerçektir. Kürt ulusallığı ayrı bir bütünlük olarak düşünüldüğünde bu da olmuyor. Komünist hareketimiz Kürtleri hakir görmedi. Ama Kürt emekçilerini kendi yürüyüşünün parçası haline getiremedi. Tam tersine Kürt ulusalcılığı işçi sınıfını ve sosyalizmi hakir gördü, kendi destekçisi haline getirmek yönünde bir basınç uyguladı.
Melih’in örnekleri de doğru. Türkiye’de komünizmin 1951 tasfiyesini atlatmasını sağlayan kanal TİP’tir. TİP’in parlamentarist olduğu, hatta Menşevik özellikler gösterdiği de doğrudur. Ama hayat o kadar sade değil, kaba saba şablonlara sığmıyor. Beğenilmeyen sendikacılardan biri Kemal Türkler’di, 12 Eylül’ün habercisi bir cinayete kurban gitmeden önce DİSK’in TKP ile etkileşime girmesinde ilginç bir rol ona düşmüştü. Birinci TİP’in adı unutulmuş kurucu genel başkanı Avni Erakalın 2000’lerde öldüğünde TKP üyesiydi.
’68 devrimciliği bir esin kaynağı olmaya gelecekte de devam edecek, ama o kabarmayı sistematik bir çerçeveye yerleştirmeye her kalkışıldığında ortaya çıkan olgunun adı, açıkça “sapma” oluyor. İşçi sınıfı partisi hattının dışına çıkılıyor. Peki Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın, İbrahim Kaypakkaya’nın o daracık zaman aralığında ve yirmili yaşlarında sistematik birer çerçeve geliştirmiş oldukları iddiasını nasıl ciddiye alabiliriz? Demek ki ayıracağız. Halkımızın kahraman çocuklarını ajitatif bir söyleme hapsetmek de, sergiledikleri pratikleri ve sesli düşüncelerin ötesine geçmeyen tezlerini bir yerden sonra ciddiye almak da imkansızdır.
Sonra 1977 düğümü var. Bizim hareketimiz o tarihte bir düğümlenme olduğunu çok erken hissetti. Belki de, hatta muhtemelen bunu ilk saptayan biziz. Neredeyse bütün sol yapılar bölünüyor. Bütün sol, değişik hamlık/olgunluk derecelerinde yeni bir rota gereksinimini gündemine almak zorunda kalıyor. Çünkü 15 yıllık yükselişin sonuna geliniyor. Tarihi anlamaya ve anlatmaya çalışırken geçmişe dönüp kurgular yapmaktan kaçınmalıyız. Ama bu sonun kaçınılmaz olduğunu kabul de edemeyiz. Direniş efsanelerinden ise mutlak biçimde uzak durulması gerekir. Hakikaten şablonculuktan başka bir şeye ihtiyacımız var.
Bu başka şeyin anahtarı yükselişi bizim yükselişimiz, tıkanmayı ve çözümsüzlüğü de bizim başarısızlığımız olarak görmekte aramalıyız. Biz yaptık ve biz yapamadık. Bugünün devrimcileri, yarının komünist kadroları ve sol kamuoyu tövbekârlık ve efsanecilikten bambaşka bir geçmiş kavrayışına sahip oldukları takdirde geleceği kurabilirler, kurabiliriz.
Karmaşık tabloyu basitleştirmek dedin ya, elimize cetvel alarak, kesip biçerek yapamayız bunu. Bütün faktörleri göz önüne almadan bu karmaşayı anlayamayız. Ama hedef basitleştirmek olmalı. Reel sosyalizm insanlığın en muazzam deneyimidir. Bu bir basitleştirme sağlayacak. 77 çözümsüzlüğünü izleyen tasfiyecilik türleri ise bize ait değiller. Ne yenilenmecilik, ne sivil toplumculuk, ne parti olmayan parti edebiyatı… Buradan çizgi çekilecek, bir basitleştirmeye yaklaşacağız. Ama bir tasfiye hareketi kendini devrimci, ilerici arayış olarak sunabildiği ölçüde tasfiyede başarılı olur. Biz bir yeniden kuruluşuz. Bir yeniden kuruluş, tasfiye rüzgarının etkilerini insanlar bazında da kırabildiği ölçüde başarılı olur. Çizgi çekilir ve çizginin öte yanına tek yönlü, yalnızca bu tarafa geçişi olan bir köprü kurulur.
Neslişah: “Şabloncu olmayan şablon”larla TKP tarihini yazmaktan benim anladığım, partinin tarihini Melih’in söylediği gibi hem Türkiye tarihinin geneli hem de uluslararası gelişmeler ve uluslararası komünist hareket açısından dünya tarihi içerisine yerleştirebilmek. Yani her dönemde partiyi belirleyen dinamiklerin neler olduğunu saptayarak bunlar üzerinden bir analiz yapabilmek, bu dinamiklere müdahale edebildiği ölçüde partiyi değerli kılanın ne olduğunu öte yandan dönem dönem neden yanlışa düştüğü ve neden etkisiz kaldığını da yine bu dinamikler üzerinden açıklayabilmek. Örneğin 1950’ler ve sonrası açısından soğuk savaşın tüm dünyada komünist hareketleri özellikle de solcu aydınları nasıl etkilediğini anlatmamız gerekiyor. 1950’lerde parti biraz da Nâzım demek. Nâzım’ın sadece bir şair değil Türkiye ve dünyada komünist hareket açısından ne kadar değerli bir aydın olduğunu bu şekilde anlayabiliriz. Anti-sovyetizmin Batı aydınının kafasını karıştırmaya başladığı bir dönemde Nâzım sosyalizmin gerçekliğini savunmak adına çok değerli işler yapıyor. Şablonculuğun Nazım’ı içine soktuğu “parti muhalefeti”nden çıkıp Nâzım’ın Bizim Radyo ile, aydınlar üzerindeki etkisi ile, örgütçülüğü ile neler yaptığını anlatmamız gerek. Bu dinamiklerin etkisine bir örnek de Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, çözülüşün ideolojisi ile 80 darbesinin genel olarak Türkiye solu ve Türkiye komünist hareketi üzerindeki etkileri… TKP tarihi çalışmasının hazırlık toplantılarında üzerinde uzunca tartışılan başlıklardan biri de bu oldu.
TKP’nin kuruluşunda uluslararası dinamikler açısından en önemli gelişme tabii ki Ekim Devrimi yani Sovyetler Birliğinin kuruluşu ve Komintern’in tüm komünist partiler üzerinde bir belirleyici olarak ortaya çıkması. Bunun TKP üzerindeki etkisinden bahsettik. Öte yandan bu tarihi aynı zamanda, TKP’yi Milli Kurtuluş Mücadelesinin içerisine yerleştirerek yazmamız gerekiyor. Burada da şablonculuk TKP’yi bize Kemalistler ve İttihatçılar arasında bir piyon gibi gösteriyor. Oysa ki TKP, Milli Mücadelenin en önemli öznesi değil belki ama onsuz yazılamayacak öznelerinden. Mustafa Kemal, Mustafa Suphi’ye “gelmeyin” dedi mi, demedi mi? Mustafa Suphileri Kemalistler mi İttihatçılar mı öldürdü? Bu sorulara cevap vermeye çalışmanın bir anlamı yok. Asıl önemli olan ve TKP’lileri bir hedef haline getiren, 1920 yılında komünistlerin Ankara’da Milli Mücadele’nin gerçek bir öznesi haline gelme çabası ve bunu da büyük ölçüde başarmaları. Milli Mücadele’nin kadroları içerisindeki kurtuluş arayışının sosyalist devrimin Rusya’daki başarısı ile buluşması, Ankara’da komünistler ile halkçıların ittifakı, Meclis kürsüsünden yapılan “Bolşeviklik” propagandası, sosyalizmin gerçek bir kurtuluş alternatifi olarak tartışılması. Bunları Milli Mücadele tarihinde bölük pörçük okuyabiliyoruz ama henüz bu hikaye komünistlerin perspektifinden kapsamlı bir şekilde anlatılmadı.
Şefik Hüsnü şablonu var bir de. Şefik Hüsnü de şimdiye kadar TKP tarihinde gerçek değeriyle anlatılabilmiş, taktiksel hataları doğru bir şekilde analiz edilebilmiş değil. Örneğin Şefik Hüsnü, Mustafa Suphi’ler Ankara’ya gelmeye çalışırken neden İstanbul’da kalmayı tercih etti? Şefik Hüsnü Milli Mücadelenin sosyalist devrim perspektifinden önemini kavrayamamış olabilir. Bunun nedenlerini de ortaya koymamız gerekiyor. Öte yandan Şefik Hüsnü’nün TKP’yi bir işçi sınıfı partisi olarak kurmak istemesi ve bu doğrultuda yaptıkları önemsiz bir çaba mı? TKP’ye 30 yıldan fazla emek vermiş, öncülük etmiş olmakla birlikte hakkında yazılmış bir biyografi bile olmadığını da not etmiş olayım.
Son olarak, bana kalırsa bu tarih çalışmasının bir misyonu da TKP’nin “sıra neferleri”nin yani yönetici kadro içerisinde yer almayan üyelerinin eylemlerini ve özverili çalışmalarını ön plana çıkarmak olmalı. Şahabettin Bakırsan gibi, Şoför İdris gibi, Zehra Kosova ve diğer tütün işçisi TKP üyeleri gibi. Bu mücadelenin ne büyük bir emek, ne büyük bir özveri üzerine kurulu olduğunu göstermek gerekiyor. Türkiye’de komünist olmak hiçbir zaman kolay olmadı. Ama komünistlere kesinlikle yaşam hakkı verilmeyen uzun bir dönem oldu, 1930’lardan 1990’lara. Bu süreçte hapislere, işkencelere, sürgünlere rağmen bir ömür boyu komünist kalmayı başarmış onca kadro var. En önemli noktalardan biri de bu kadrolar partiyi somut olarak görmediklerinde dahi işyerlerinde, mahallelerinde var etmişler. Bir kahramanlık tarihi yazmayacağız elbette ama TKP tarihi bunları da yazmalı.
Melih: Neslişah’ın son vurgusunu iki açıdan önemli buluyorum. “İsimsiz kahraman” anlatıları hem son derece namüsait koşullarda partiyi var edenlerin, ser verip sır vermeyenlerin özverisini yansıtmak için hem de zorlu olduğu kadar da bereketli topraklar üzerinde olduğumuzu hatırlamak ve hatırlatmak için değerli. Çalışmamız genç kuşaklara bu kararlığı, inadı ve coşkuyu da hissettirebilmeli. Özellikle 60’lı yılların toplumsal uyanış momenti bu deneyimler açısından oldukça zengin. Aklıma 1965 seçimlerinde TİP adına radyo konuşması yapan Hamdoş (Hamdi Doğan) geliyor. “Ben Gaziantep’in Çapalı köyünden Azap Ali’nin oğlu Hamdoş. Size ağaların yaptığı kötülüğü anlatmaya geldim” diye başladığı konuşmalarıyla gündemi sarsan, köyünde 137 oyun 137’sini de TİP’e kazandıran Hamdoş ve taşranın diğer isimsiz militanları, bu topraklarda komünizmin köksüzlüğü iddialarına karşı en güzel yanıtımız. Benzer şekilde, yenilgi ve bıkkınlık edebiyatı yapanlara karşı atılım dönemi TKP’sinin gücünü ve kararlılığını, DİSK’li işçilere “DGM’yi ezdik sıra MESS’te” dedirten özgüveni hissettirmek zorundayız. Ama aynı zamanda, 1. TİP’in işçi sınıfı hareketiyle arasındaki mesafenin atılım dönemi TKP’sinin nasıl ve hangi araçlarla aşılabildiğini ortaya koyabilmeliyiz. Öte yandan, sınıf hareketini yönlendirme ve ileriye çekme konusundaki başarısını teslim ettiğimiz TKP’nin UDC formülasyonuyla tescillediği aşamacılığını da görmezden gelmememiz gerekiyor. Sanıyorum bu örnekler, soğukkanlı ama angaje tarih yazımı ve “eleştirel sahiplenme” ifadeleriyle ne kast ettiğimizi somutluyor.
Aydemir: Tarih çalışmasını, ucunu görebilecek bir noktaya getirdiğimizi sanıyorum. Yazmak değil, yazmanın öncesinde yöntemsel olarak kurmak ve temel tezleri uyumlu bir yapıda yan yana getirmek zor olan. Bunu büyük ölçüde hallettiğimizi düşünüyorum. TKP’nin kendi tarihini yazmasıyla bu alanda bir çizgi çekilmiş olacak. Geçmişten bugüne oluşan belge, bilgi, anı, anekdot, rivayet, iddia, karalama yığınından bugüne ve geleceğe politik değer aktaran şunlardır. Böyle bir noktanın konulması gereken an çoktan geldi de geçti bile.
Biz de sübjektif davranmış olmayacak mıyız? Geçmişe sübjektif yaklaşmanın karşısına konabilecek en büyük güvence bugün ve gelecek bağlantısıdır. Hele, TKP’nin sahip olduğu öyle bir özellik var ki artık, bu özellik bize çıkışı geçmişte arama kanalını kapatıyor. Biz o eski ve önemli bölümü faydasızlaşmış polemiklere giremeyiz. Düşünsenize TİP’in kurucu başkanı Avni Erakalın ve TKP-TİP-MDD-TKP-TBKP yolunu izlemiş Rasih Nuri İleri yaşamlarını bizim partimizin üyesi olarak kapattılar. Yaşayanların adını anmayacağım. 73 Atılımının, 68 DÖB’ünün, TİP 78 ihraçlarının, biz Gelenekçilerin ve sosyalizm mücadelesini gözünü bugün açan genç işçi ve öğrencilerin zenginliğine sahip bugün Partimiz. Bu zenginliğin “asgari müşterekleri” alınamaz, kesişim kümesinden bir şey çıkmaz. Yani biz istesek de dengecilik yapamayız. Tarih hakkında çalışıyoruz. Ama çıkış yolu geçmişte değil gelecekte.