Türkiye-ABD ilişkileri: Bağımsız mı oluyoruz?
Şaşırtıcı olan, 1991 sonrasının dünyasında Türkiye kapitalizminin ABD’nin ittifak sisteminde eskisi gibi “uysal” ve de “uyumlu” bir biçimde devam etmesi olurdu.
1991, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı tarihtir ve o andan itibaren ABD liderliğindeki emperyalist sistemin iç çelişkilerini kontrol etmeyi zorlaştıran bir tablo ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği’nin çözülmeden önceki barış takıntılı ve devrimci bir perspektiften uzaklaşan dış politikası bile emperyalist dünya açısından bir sorundu, sonuçta iki karşıt toplumsal sistem söz konusuydu ve sosyalizmin uluslararası alandaki etkisi tek tek kapitalist ülkeler arasındaki rekabeti baskılamaktaydı. ABD’nin bu “tehdit”in varlığından kendi hegemonyasını sürdürmek için yararlandığı, emperyalist sisteme bu “tehdit” bahanesiyle çeki düzen verdiği de ortadaydı.
Bu nedenle Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra ABD ve onun denetimindeki
NATO derhal yeni tehdit arayışına girerek sistemin boşlukta kalmasının önüne
geçmek istedi. Karşı devrim sonrasında, fazlasıyla itaatkar ve kişiliksiz Rusya
Federasyonu, Sovyetler Birliği’nin yerine konamıyor, tersine onu batı
ittifakına dahil etmek için çeşitli kanallar açılıyordu. Terör, haydut
devletler, radikal İslam; ABD’nin bu dönem kendi ittifak sistemini ayakta
tutmak için öne sürdüğü gerekçelerdi.
Kısa süre sonra Rusya’nın batının dizinin dibinde duramayacak kadar hacimli olduğu görülürken Çin Halk Cumhuriyeti’nin yükselişinden duyulan kaygı stratejik analizlerden resmi devlet politikasına taşınıverdi.
ABD aradığı tehdidi bulmuştu bulmasına ama büyük bir sorunla karşı karşıyaydı. Gerek Rusya gerekse Çin emperyalist sistem açısından “dışsal” unsurlar değildi! Her iki ülkenin kapitalist dünyada “yeni” rakipler olduğu açık olsa da, bu rekabet farklı toplumsal sistemler arasında gelişmiyordu, sosyalist bloğun dağılması emperyalist dünyadaki oyuncu sayısını artırmıştı. Uluslararası sermaye, sosyalizmin boşalttığı alanlara büyük bir açgözlülükle yerleşirken sistem içindeki rekabet ve çelişkiler derinleşiyordu.
Geçmişte ABD uzun bir süre boyunca Almanya’yı
Sovyet tehdidini gerekçe göstererek kendi peşinden sürüklemiş, dahası Almanya
Sovyet sosyalizminin çözülüşünde en az ABD kadar rol üstlenmişti. Kuşkusuz
bunda yanı başındaki Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni yutmak gibi güçlü bir
motivasyon olsa da, Alman gericiliğinin anti komünist güdülerle hareket ettiği
açıktı.
Oysa ABD’nin Çin ve Rusya ile girdiği mücadelenin Almanya ve diğer Avrupalı
ülkeler açısından böylesi bir cazibesi yok. Burada artık tamamen sistem içi
çıkar ve rekabetin geçerli olduğu bilinmelidir.
Komünizmle mücadelenin regüle etmediği emperyalist sistemde ittifakların çözülüp yeniden yapılanmasının kaçınılmaz olduğu açıktı. Bu yeniden yapılanma, doğal olarak, 1991 öncesindeki “katılaşma”sından uzak, her bir ülkeye daha fazla hareket alanı tanıyan bir nitelik kazandı.
Komünizmle mücadele uluslararası düzlemden tek tek ülkelerin iç meselesine ait bir soruna dönüştüğü andan itibaren, ABD’nin özgür dünya palavralarının arkasından kayıtsız şartsız gitme alışkanlığı terk edildi, irili ufaklı bütün kapitalist ülkeler bir yandan daha “avantajlı” ittifakların peşine düşerken diğer yandan belli bir hareket alanını korumaya özen gösterir oldular.
Emperyalist sistem içindeki gruplaşmaların olgunlaşma aşamasından henüz uzak olduğu bir momentten geçtiğimiz ortada. Bu gruplaşmalarda başı çeken ülkeler olarak dikkat çeken ABD, Almanya, Rusya ve Çin’in her birinin kendi etraflarında istikrarlı bir kümelenme sağlayamamasının birden fazla nedeni var.
Uzunca bir süredir ABD’nin hegemonyasının sarsıldığını ama onun yerini
alabilecek bir adayın şimdilik belirginleşmediğini söylüyoruz. Emperyalizm,
mantığı gereği, etki alanlarının kardeşçe paylaşıldığı ve çok merkezli bir “istikrar”a
kavuşamayacağından, bu tuhaflığın çok da uzun sürmeyeceğini kestirebiliriz.
ABD dış politikasının son yıllarda hemen bütün hamleleri boşa çıkmakta, doların
referans para birimi olması sorgulanmakta, dahası bu ülkenin dış politika
önceliklerine ilişkin büyük bir karmaşa yaşandığı görülmektedir.
Şu anda emperyalist sistem içi rekabeti daha keskin biçimler almaktan alıkoyan,
ABD’nin yerini almaya çalışan bir aktörün henüz ortaya çıkmamasıdır. Teorik
olarak ilk akla gelen aday olan Çin’in birkaç coğrafya dışında “agresif” bir
tutum almaması, ABD hamleleri karşısında savunmada durması ve ABD’nin elinin
uzayamadığı alanlara hızla yerleşmesi, kaçınılmaz gibi gözüken bir sonucu
geciktirmektedir.
Başat emperyalist ülkelerin kendi etraflarında istikrarlı kümelenmeler
yaratamamasının bir nedeni işte budur: Hiyerarşinin en tepesinde durmakta
zorlanan ABD’nin yerine yerleşmeye çalışan bir başka güç şimdilik
bulunmamaktadır.
Hiyerarşinin üst basamaklarındaki ülkelerin kendi etraflarında tanımlı ve
kalıcı ittifaklar yaratabilmesinin koşullarından biri, etki alanlarındaki
uluslararası tekellerin önemli bölümünün güncel ve orta vadeli ihtiyaçları ile
örtüşen bir strateji geliştirmeleridir. İçinden geçtiğimiz dönem, emperyalist
sistem içindeki hegemonya krizinin yarattığı boşluklar uluslararası tekelleri
bir yandan yaslandıkları “devlet gücü”yle birlikte devinirken bir yandan da
“rakip” devletlerin açtığı kapıları daha yüreklice değerlendirmeye
yöneltmiştir. Böylesi bir özerlik çelişkilerin iyice derinleşip açık çatışmaya
dönüştüğü iki dünya savaşında da gözlenmiş olsa bile, bugün değişik sermaye
gruplarının büyük devletlerin uluslararası hamlelerine duyarlılıklarında azalma
olduğu muhakkaktır.
Bu durum daha geriden gelen kapitalist ülkelerin başat emperyalist ülkelere bütünüyle angaje olmadaki isteksizliklerinin de bir nedeni olarak görülebilir.
İçinden geçtiğimiz dönem emperyalist sistem
açısından belirsizliklerle malul bir geçiş dönemidir ve sistemin içindeki bütün
aktörler bir yandan bu belirsizliklerden maksimum avantaj sağlamaya çalışırken
bir yandan da kendi ağırlıklarını koyabilecekleri alt gruplaşmalar peşine
düşmektedirler.
Bütün bunlardan sonra, emperyalist sistem içindeki hareketliliğe şaşırmamız
için bir nedenimiz kalmıyor. Artık belli bir düzeye gelen hiçbir ülke kendisini
bütünüyle tek bir güce bağlamıyor, hem boşluklardan yararlanmaya hem de
kendisini daha uygun koşullarda bir ittifak sistemine yerleştirmeye çalışıyor,
bu anlamda zamanı iyi kullanıyor.
Türkiye’ye geleceğiz; ister komşumuz Yunanistan’a bakalım, ister Balkanlardan
Doğu ve Orta Avrupa’ya (Örnek olsun Macaristan) geçelim, isterse Irak’a ya da
Pakistan’a odaklanalım; son derece oynak, inisiyatif alan bir dış politika
pratiği sergilediklerini göreceğiz. Bu bir karar konusu değil, nesnel bir
durumdur; sermayenin gereksinimleri bu doğrultudadır. Ayrıca her bir ülkenin iç
dinamiklerinde tek değil birden fazla “büyük güç” ağırlık koymakta, ülkeyi
farklı yönlere çekmektedir.
Evet, şaşırtıcı olan, 1991 sonrasının dünyasında Türkiye kapitalizminin ABD’nin ittifak sisteminde eskisi gibi “uysal” ve de “uyumlu” bir biçimde devam etmesi olurdu.
Öyle bir ittifak sistemi yok artık.
AKP’nin ilk yılları, ABD’nin sarsılan
hegemonyasını korumak için aldığı inisiyatife tutunmak ve Türkiye
kapitalizminin bir istikrar çıpası olarak gördüğü Avrupa Birliği’ni aynı
zamanda ülke içindeki dönüşümler için bir kuvvet olarak kullanmakla geçmişti.
Bir süre sonra, iktidarını sağlamlaştıran AKP’nin el yükselttiğine tanık
olundu. Yeni-Osmanlıcı dış politika, ABD’nin Ortadoğu’daki hamlelerinden
yararlanarak ekonomik, ideolojik ve siyasi bir etki alanı yaratma amacını
taşıyordu. Bu politika Erdoğan ve ekibinin tercihlerinin Türkiye burjuvazisinin
ihtiyaçlarıyla girdiği etkileşimin ürünüydü.
Yeni-Osmanlıcılık başarısızlığa uğradı. Türkiye kapitalizmi AKP’nin altına
girdiği yükü taşıyacak kadar kudretli değildi, ayrıca bölgedeki hiçbir aktör
Türkiye’nin önüne kırmızı halı sererek onun bu cüretli hamlesini onaylamaya
yanaşmadı, ayrıca AKP’ye bu alanı açan ABD bir türlü oyun kuramıyor,
yalpalıyordu. İlk başta her şeyin yolunda gittiği izlenimi veren “Arap Baharı”
Suriye’de hem AKP hem de ABD için bir kabusa dönüşerek sonlandı.
Bununla birlikte Türkiye kapitalizminin başa sararak, daha korkak bir yönelime gireceğini bekleyenler yanıldı. 1990’lardan başlayarak Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da bir bölümü tutmayan girişimlerde bulunan Türkiye burjuvazisi AKP’li yıllarda arayışlarını Uzak Asya, Afrika ve Latin Amerika’yla çeşitlendirmişti. Bu cürete ayar verilebilirdi ama iddialardan tamamen vazgeçmek söz konusu olamazdı. Türkiye, en dişli emperyalist ülkelerin dahi açılımlarının boşa düştüğü bir dünyada, dış politikadaki skandallardan ürküp kendi kabuğuna çekilemeyecek kadar palazlanmış bir sermaye sınıfına sahipti. Yeni hamleler ve bu hamlelerin bir bölümünün ABD politikalarıyla sürtünmesi kaçınılmazdı.
Rusya’nın sağladığı siyasi kredi sayesinde ABD karşısındaki pazarlık gücünü artıran Türkiye kapitalizminin dönemin ruhunu iyi okuyarak ortaya çıkan fırsatı sonuna kadar kullanmaya çalışması anlaşılır. Bununla birlikte, Türkiye burjuvazisinin ABD ve genel olarak NATO ile bir kırılmaya yol açacak bir restleşmeyi göze aldığını düşünmek saçma. Zaten bu yukarıda anlatmaya çalıştığım “dönemin ruhu”na da uygun düşmüyor. Eğer Erdoğan’ın kişisel serüveni böyle bir kopuşa sürüklenmeyi kaçınılmaz hale getirirse, bu Türkiye’den çok Erdoğan’ın kopuşu ve sonu anlamına gelecek. Nitekim, Erdoğan karşısında giderek olgunlaşan düzen muhalefeti, (zayıf bir olasılık olarak görebileceğimiz) böyle bir gelişme durumunda devreye girecek güce ulaşmış durumda.
Peki Türkiye kapitalizminin bugün Erdoğanla ya da Erdoğansız, Doğu Akdeniz’de ve Suriye’de bir dizi başlıkta ABD ve hatta Avrupalı emperyalistlerle gerilim yaratan yönelimlerinin yerini yeniden mutlak uyumlu politikalara bırakması olası mıdır?
Türkiye’nin geçmişte ABD ile ilişkisinde sadece ve sadece “dışsal” bir dayatma ve ülkenin başına çöreklenen uşak ruhlu yöneticilerin keyfi tutumunu görmek abestir. Bu ilişkinin temelinde burjuvazinin sınıf çıkarları ve antikomünizm vardı. Üstelik uluslararası dengeler Türkiye’nin ABD’nin dümen suyundan çıkmasına izin vermiyordu.
O koşullarda dahi “mutlak uyum” değildi ilişkiyi tarif eden. Şimdi ise hiçbir biçimde mümkün değil, mutlak örtüşme. Ancak Türkiye’nin elinde ABD ile birlikte yeni maceralara atılmaya uygun kartların olduğu açık. Kuşkusuz böylesi bir gelişmenin bugünkü dağınıklığın sona ermeye başladığı ve emperyalist sistem içi bloklaşmaların daha belirgin hale geldiği bir döneme denk gelmesi beklenir.
Beklenmesi gereken bir diğer şeyse, Türkiye kapitalizminin emperyalist sistem içi bir hesaplaşmada artık kenarda durmayacak oluşudur. Türkiye burjuvazisi, Erdoğan sonrasında da, kazanmayı mümkün olduğunca garantileyecek şekilde aktif bir dış politika sergileyecektir. Ve bilinmelidir ki, kapitalizm koşullarında aktif dış politika, militarist bir dış politikadır.
Bu bağlamda, ülkemizin coğrafik konumunu hesaba kattığımızda, Türkiye kapitalizminin yeni bir kapsamlı hesaplaşmada “tırmandırıcı” bir rol üstlenmesi büyük olasılıktır.
İşte bu koşullarda Türkiye’nin komünistleri
emperyalizm olgusunu sermaye egemenliğinden, uluslararası tekellerin
hakimiyetinden koparıp bir dış politika pratiğine indirgeyen, şu ya da bu
emperyalist odağı “bağımsızlık”, “demokrasi”, “özgürlük”, “kalkınma” ya da
“ulusal kurtuluş” adına ehven-i şer gören tüm işbirlikçi ve kuyrukçu eğilimle
mücadele ederek, ülke emekçilerini emperyalist savaşlara karşı konumlanmaya ve
savaş dinamiklerini tersine çevirerek ülkeyi toplumsal kurtuluşa götürmeye
odaklanmak durumundadır. Bu eğilimlerin tamamı, emekçi kitleleri kah milliyetçi
kah kozmopolit bir deformasyonla sermaye düzenine bağlama misyonuyla hareket
etmektedir. Onlara karşı yurtseverlik ve enternasyonalizm, gerçek anlamlarını
sosyalizm mücadelesinde bulan muhteşem silahlardır; bunlar en etkili şekilde
kullanmayı öğrenmeli ve bağımsızlık, özgürlük, demokrasi, kalkınma, ulusal
kurtuluş, egemenlik gibi kavramları iğrenç bir demagojinin mezesi yapanların
maskesini halk nezdinde indirmeliyiz.
Dış politika meselelerinde kaçak güreşen ve sesi kısık çıkan bir sınıf
hareketinin içeride hiçbir şansı olamayacağını bilerek…