Türkiye Dış İlişkilerinin Dönemlendirilmesine İlişkin bir Deneme

Dönemlendirme

Tarihin dönemlendirilmesi onca zenginliğin ve olay yığınının arasından tarih dilimlerini birbirinden ayıran niteliğin bulunmaya çalışıldığı bir soyutlama denemesidir. Söz konusu dilimleri belirleyen öz ve bu özün nasıl yansıdığı saptanır, yoksa her dilim içerik ve biçim olarak çok çeşitlidir. Bu çeşitlilik eski dönemdeki kalıntı süreçlerin hafifleyerek yeni dönemde de salınımlarını sürdürmesi, öte yandan bir sonraki dönemin nüve süreçlerinin yavaş yavaş baş göstermesiyle ilişkilidir. Tarihte karşılıklı etkileşim içinde paralel olarak ilerleyen birçok süreç bulunur, önemli olan verili dilimde hangisinin başat olduğudur.

Tarihte dönemlendirmenin bir diğer zorunluluğu ise dönemleri başlatan ve bitiren olayların saptanmasıdır. Demin söylediğimiz gibi paralel süreçler arasında hangisinin başat duruma geçtiği ve bu başatlığı kaybettiği tarihi saptamak kolay değildir ve tarihçinin keyfi seçimine kalmış gözükür. Buna karşılık soyutlama çalışmaları da bilgi üretir ve bunun boşuna bir uğraş olduğunu söylemek bilinemezciliğe kapı aralayacaktır. Önemli olan kullandığımız yöntemdir ve farklı yöntemleri kullanmanın dönemlerin başını ve sonunu belirleyen olayların seçimini de etkilediğini ileride göreceğiz.

Bir diğer sorun birbirine biçim olarak çok benzeyen tarihsel olayların aslında farklı dönemlerdeki farklı özlerin yansımasının sonuçları olabileceğidir. Bunu, örneğin Demokrat Parti ve AKP dış ilişkilerindeki benzerliğin kökenlerini, dönemlendirmeyi yaptıktan sonra ele alacağız.

Dış ilişkiler alanı

Her toplumsal yapının illaki bir dışı bulunur, bu yüzden incelemeyi tarih içinde kapitalizmin ve ulus devletlerin belirmesinden sonrasına sınırlayacağız. Söz konusu alanın marksist açıdan analizi için Kemal Okuyan’ın 2004’de Gelenek’te yayınlanan makalesini önererek başlayalım. 1

Her ulus devletin içinde bulunduğu verili koşullara bağlı olarak egemen sınıfının gereksinimleri doğrultusunda yön verilen bir dış politikası olacaktır. Başta iktisadi faktörler, sermaye birikim dönemleri tarafından belirlenen bu gereksinimler birden fazla sömürgeci veya emperyalist ülkenin rekabet ettiği bir ortamda kendini dışa vuracaktır. Yayılmacılık, güvenlik sorunları, stratejik bölgeleri ele geçirme veya koruma ihtiyacı, ittifaklar, başka ulus devletleri yönlendirme, etkisi altına alma bu karşılıklı gereksinimlerin yarattığı çelişkili politik alanı tanımlar. Her devlet ayrıca eşitsiz gelişim boyunca farklı bir nesnellik, farklı üretim tarzları, faz farkları, coğrafi, demografik özellikler ve iç dinamikler içerecektir.

Çok faktörlü ve bütün faktörlerin hızla değiştiği bu dinamik süreçte egemen sınıfın gereksinimleri de değişim gösterecektir. Üstelik egemen sınıf dış politikayı belirlerken yalnız değildir ve ülke içindeki sınıf mücadelelerini dikkate almak durumundadır. Emekçi sınıfların ve siyasetlerinin varlığı, siyaseti belirleme iradesi hesaplanmak zorundadır. Egemen sınıf siyaseti de homojen değildir ve farklı çıkar gruplarının ittifakları ve çelişmeleri üzerine kuruludur.

Bahsettiğimiz tarihsel dönemde emperyalist ülkeler ve bağımsızlığını veya kurtuluşunu arayan ülkelerle birlikte işçi sınıfı iktidarları da bu karmaşık formüle eklenmiş, siyasi havayı büyük ölçüde etkilemiştir. Üstelik bir işçi sınıfı devletinde de dış politikanın sabit olduğu söylenemez, burada da sınıf mücadeleleri, devrim-karşı devrim süreçleri devam etmekte, sosyalist ülkelerde de iktisadi ve güvenlik sorunları değişim göstermektedir. Üstelik burjuva siyasetinde olduğu gibi işçi sınıfı siyasetinde de seçenekler, farklı yollar arasında karar süreçleri işlemektedir. Örneğin, sürekli kendi komünistlerini öldüren, baskı altında tutan bir ülkeye on yıllar boyunca destek olmak bir karar konusudur.

Ne kadarının dış, ne kadarının iç siyaset olduğu, bunların karşılıklı etkileşimi ayrı bir sorundur ve kesin bir sınırla ayırmak birçok kez olanaksızdır. Emperyalizm ve sosyalizmin çatışmasının dış ilişkiler ortamını belirlediği bir dönemde, bir devletin egemen sınıfı, dış güçlerin tutabileceği iç tutamak noktalarını dikkate almak zorunda kalacaktır. Bu, birçok kez işçi sınıfı siyaseti, bazen azınlık ve ulusal hareketler, bazen dinsel hareketler olur. Bazen bu hareketlere dönük baskı dışa bir mesaj olurken, bazen dış politikada saldırganlık iç ortamı belirleyen sınıfların dikkatini milliyetçi duygularla dağıtmayı amaçlar.

Dış ilişkileri verili bir ülke için dönemlendirme çalışması, sayılan bütün faktörlerin sürekli değişim gösterdiği ortamda egemen sınıfın dış politikasının görece değişmez niteliğini ve bundaki sıçramaları araştırmak zorundadır. Dönemler dış politikada taktiklerden, arka arkaya yaşanan olayların zenginliği, onlarca antlaşma ve çatışmaların baş döndürücülüğünden uzak ve görece uzun yıllara yayılmalıdır. Bu dönemler, siyasette birey faktörünü ve iradenin önemini reddetmeden kişilerin politik yönelimlerinin ötesinde bir nesnellikle ilişkilendirilmelidir.

Türkiye dış ilişkilerinin dönemlendirilmesi için öneriler

Dış ilişkilerin dönemlendirilmesi için dört temel dönem önereceğiz. Bunların ilki Türkiye’de sancılı ve uzun bir burjuva devrimi süreci olarak tanımlayacağımız Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı, ikincisi Cumhuriyet dönemi, üçüncüsü emperyalist entegrasyona hazırlık ve çatışma dönemi ve sonuncusu bir süredir İkinci Cumhuriyet diye adlandırdığımız dönem. Cumhuriyet dönemini ise kendi içinde iki alt bölmeye ayırdığımızı göreceksiniz.

1-Osmanlı’da burjuva devrimi süreci (1839-1921)

Osmanlı’nın son yüzyılı merkezi feodal bir imparatorluğun geç kalan kapitalistleşme sancılarıyla geçti. 16. ve 17. yüzyıllarda önce Hollanda’da, sonra İngiltere’de, 1789’da Fransa’da, Avrupa ülkelerindeki ilk burjuva devrimleri 19. yüzyıla iktisadi ve askeri güçleri ile sömürgeci kapitalist devletler devretti. Yüzyılın sonlarına doğru ise İtalya ve Almanya’nın birliği ile kendisini gösteren ve öncekilerden farklı mekanizmalar ile gelişen ikinci evre burjuva devrimleri, uluslararası denkleme gücü ölçüsünde kendi payını arayan kapitalist ülkeler kattı.

Üstelik bu yüzyıl kapitalizmin emperyalizm evresine geçildiği dönemdi. Emperyalizm kavramının birçok kez gelişigüzel kullanıldığını görüyoruz. Bazen antik imparatorluklar için, bazen Avrupa’nın ilk kapitalist devletleri için. Oysa sermayenin tekelleştiği, sermaye ihracını askeri olarak koruyan ve ihraç ettiği sermayeyi her ülkede yönetmek isteyen, dolayısıyla her yere tekellerin egemenliğini dayatan devletlerin oluşması ancak 19. yüzyılın sonlarında gelişti. Lenin tekellerin gelişmesini dönemlendirirken üçe ayırıyor ve 1860’larda başlattığı sürecin 20. yüzyılın hemen başında emperyalizme dönüştüğünü saptıyor. 2 Gerçekten 1870’lere kadar donanması yakılan, askeri olarak tehdit edilen, sanayi malları için pazara dönüştürülen Osmanlı bu kez borç batağında Düyun-u Umumiyye’ye teslim oluyordu. 3 Bize genellikle Türkiye tarihinin çok özgün olduğu öğretildiği için hemen aynı yıllarda Yunanistan’ın 4 ve Mısır’ın 5 da borçlanma yoluyla Uluslararası Borçlar Kurulu’na egemenlik haklarını teslim ettiğini öğrenmek şaşırtıcı geliyor.

Almanya ve İtalya, burjuva devrimlerinden sonra kapitalizmin ilk evrelerini çok hızlı aşarak emperyalist ülkeler haline geldiler. Osmanlı’nın nasıl pay edileceğine ilişkin “Doğu Sorunu”nun tarafı olan emperyalist ülke sayısı artmış oldu. Emperyalizmle birlikte işçi sınıfının siyasi örgütlenmesi de tarih sahnesinde yer alıyor, bir yandan kapitalist ülkeler emperyalist ülkelere, bunu başaramayanlar sömürge veya yarı sömürge ülkelere dönüşürken, işçi sınıfının iktidarı alma girişimleri burjuvazilerin yüreğine korku okları saplıyordu.

Bu dönemi 1839 ile başlatmamızın nedeni tahmin edileceği gibi Tanzimat Fermanı’dır. Muhakkak Osmanlı’da kapitalist birikim ve reform girişimleri daha önceden başlamıştır, ancak dönemlendirme çalışmasında nedenler daha geriye de uzansa dönemi işaretlemek için tarihsel şiddeti olan ve niceliğin niteliğe dönüştüğü bir olay kullanılır. Hemen öncesinde 1838’de İngiltere ile yapılan Ticaret Anlaşması ve sonrasında Tanzimat Fermanı bize söylendiği gibi Osmanlının “demokratikleşmesi” için değil, Padişah’ın kabul edilen mülkü, özel mülklere parçaladığı için önemlidir. Sermaye birikiminin Osmanlı topraklarında gerçeklik kazanması ve hızlanması için bir dönüm noktasıdır. Aynı zamanda Tanzimat Fermanı Osmanlı dış ilişkilerinde güçlü devletlerin kollandığı, sürekli olarak dengelere oynanan dönemin başlangıcı olarak da kabul edilir. 6 Bitişi olan 1921 ise Osmanlı’nın sonu ve ulusal devletin kuruluşu ile ilgilidir ve neden 1923 değil de 1921’in seçildiğini bir sonraki bölümde tartışacağız.

Yüzyıla yaklaşan ve savaşlar, göçler, anlaşmalar, meşrutiyet deneyimleri, ayaklanmalar, sayısız siyasi olayla dolu bu tarih dilimini dış ilişkiler açısından neden tek bir dönemde toplamış olduk? Kendi içinde muhakkak birçok alt bölmeye ayrılabilecek bu dönem dış ilişkilerinin temel niteliği Osmanlı İmparatorluğu’nun ayakta kalabilmek için önce güçlü kapitalist, sonra emperyalist devletler arasındaki dengeleri gözeten politikasıdır.

İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Akdeniz’e inmesini önlemek için Osmanlı’yı tampon bir devlet gibi kullanmak ister ve toprak bütünlüğünden yanadırlar, 1880’den sonra ise Osmanlı içindeki ulusal uyanışları da gözetip Osmanlı Devleti’nin Rusya karşısında yeterli olamayacağını düşünerek Osmanlı’dan kopan veya kopardığı parçalarda tampon devletler veya kendi egemenliğinde bölgeler oluşturmayı amaçlarlar. 7 Rusya bir yandan geç de olsa hızla kapitalistleşen ama burjuva devrimini yapamamış güçlü bir feodal imparatorluk olarak Akdeniz’e ve Hint Okyanusu’na inmeyi amaçlamaktadır. Kıbrıs ve Mısır’ın fiili olarak İngiliz egemenliğine geçmesi, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da emperyalizmin himayesinde devletlerin planlanması bu şekilde dış politika sahnesinde belirir. Osmanlı yöneticileri bu kez Ortadoğu’ya uzanmak isteyen, hırsı ve sinsiliğini o günden bugüne sürdüren Alman emperyalizminin sahte dostluğuna meylederler. 1908’de gerçekleşen Türkiye burjuva devriminin önemli bir aşamasını oluşturan İkinci Meşrutiyet’in dönemlendirmede kullanılmasını önerenler olacaktır. Ancak 1908’den sonra da, Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak için, emperyalist ülkeler arasındaki rekabette bunlardan birine yaslanma stratejisinde farklılık olmamıştır. İttihatçı kadroların bir kısmı İngilizci, bir kısmı Almancıdır. 8 Osmanlı İmparatorluğu’nu yiyip bitiren milliyetçi hareketlere karşı geliştirilen İslamcılık ve Türkçülükten de bahsetmek bir sonraki dönemi anlamak için yararlı olacaktır. Madem Balkanlar’da ve Anadolu’da, Müslüman olmayan halklar kendi ulus devletlerini kurmak için ayaklanıyorlar, o zaman Osmanlı kurtuluşu bütün Müslümanları birleştirmede veya Asya içlerine doğru Türkleri kapsamada aramalıdır. Bir yandan işçi sınıfı devrimleri tarihi zorlar, bir yandan ulusal kurtuluş mücadeleleri yükselirken, emperyalizm dünyasında kendisi hedef olan bir ülkenin siyasileri hayal ürünü maceraların peşinden gitmektedir.

2-Cumhuriyet’in dış ilişkileri (1921-1980)

Burjuva devrimine bir anti-ilhak savaşının eşlik ettiği ve ulusal bir devletin kuruluşuyla başlayan dönemi Cumhuriyet dönemi olarak adlandırmış olduk. Bu dönem Osmanlı’nın İslamcılık ve Turancılık maceralarının dışlandığı bir ulusçuluk dönemiydi. Dış ilişkilerin özü ise Misak-ı Milli olarak adlandırılan ulus devlet sınırlarını ve toprak bütünlüğünü gerek Sovyetler Birliği gerek emperyalist ülkelerle pragmatik ilişkiler geliştirerek, sosyalist ve emperyalist ülkeler arasındaki dengeye oynayarak koruma çabasına dayanıyordu.

Bu dönemi Cumhuriyet’in kurulduğu yıl olan 1923’den değil de, 1921’den başlatmamızı açıklamamız gerekiyor. 16 Mart 1921’de Ankara Hükümeti ve Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti arasında Barış ve Kardeşlik Anlaşması imzalandı. Aynı yılın Ekim ayında ise Kafkasya’daki Sovyet Cumhuriyetleri ile benzer bir şekilde dostluk anlaşması yapıldı. 9 Bu olay sadece Sovyetlere yaslanarak ulusal devrimi koruma stratejisi değil, aynı zamanda Kafkaslarda karşı-devrimin yenilmesiyle birlikte Osmanlı’nın son dönem ideolojilerinin ürünü olan yayılmacı maceracılığın bitişi, daha temkinli söylersek kontrol altına alınışı anlamına geliyordu. Bundan sonra 60 yıl boyunca, Enver Paşa’nın kemikleri Orta Asya’da yatarken, dış yayılmacılık ve müdahalecilik bazı istisnalar dışında ortadan kalkacaktı.

Bu 60 yıla yaklaşan uzun dönemi ikiye ayıracağımızı söylemiştik. 1921-1937 arası ve 1937-1980 dönemi.

a) İçte anti-komünizm, dışta Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler
(1921-1937)

Bu dönem boyunca genç Türkiye Cumhuriyeti herhangi bir emperyalist devlete angaje olmadan dış ilişkilerini sürdürebilmiştir. Bunu büyük ölçüde Sovyetler Birliği ile geliştirdiği iyi ilişkilere borçludur. 1921’de Ankara Hükümeti’ni ve Misak-ı Milli’yi ilk Moskova’nın tanımış olması, aynı zamanda İngiltere’ye verilmiş bir nota niteliğindeydi. 10 Ankara Hükümeti-Sovyet, İngiliz-Sovyet, İngiliz-Ankara ilişkileri oynanan satrancın parçası olarak kabul edilmelidir. Kuruluş döneminde Sovyetler Birliği’nin varlığı ve uzattığı el bağımsız, doğrudan emperyalizme angaje olmayan bir dış politika için eşsiz bir olanak sunmuştur. Buna rağmen bu dönemin Sovyetler Birliği ile bir dostluk dönemi olarak tanımlanması imkansızdır. Bir kere dış politikanın uzantısı olarak hem Sovyet yardımının bir sosyalizm ihracına dönüşmemesi, hem de emperyalist ülkelerle pazarlıkta bir güvence olarak, ataklar halinde Türkiye’deki komünistler öldürülmüş, tutuklanmış veya açık çalışma yapmalarına izin verilmemiştir. İkincisi Lozan’a gitmeden önce İzmir İktisat Kongresi ile emperyalist ülkelere güvence veren Türkiye, Lozan’da Sovyetler Birliği’nin taraf olmasını engelleyen İngiliz hamlesine izin vermiş, Boğazlar sorununda Sovyetlerle dayanışmaktan kaçınmıştır. 11 Türkiye egemenlerinin sınıfsal tercihi ne dünyanın ilk sosyalist ülkesi ile dostluk geliştirmeyi, ne de emperyalizme dair kategorik bir karşı çıkışı mümkün kılmaktadır.

Lozan’da çözülemeyen Musul Sorunu İngiltere ile Türkiye arasındaki görüşmelere bırakılmıştı. İngilizlerin ağırlık koyması ile Musul İngiliz egemenliğinde kalınca Türkiye bir kez daha Sovyetler Birliği’ne yanaşır ve 1925’te “Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması” yapılır, 1929’da ek protokol ile uzatılır. Her iki anlaşmaya da artık gelenekselleşmiş komünist avı eşlik eder. 12 1930’ların başında Türkiye, devlet öncülüğünde planlı ekonomiye geçmesiyle yanı başında planlama deneyimine sahip, çok önemli teknik ve mali yardımıyla Sovyetler Birliği’ni bulur. Birinci Beş Yıllık Plan için 1932’de Sovyetler Birliği’nden 8 milyon Ruble kredi alınır. 14 Resmi tarih Türkiye egemen sınıfının siyasi tercihlerinden arınmış bir neden-sonuç ilişkisi sunmaktadır. Anti-Sovyetizmin nedeni olarak, 1945 yılında Sovyetlerin Nazi Almanyası karşısındaki zaferinden sonra 1925’te yapılan Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nı bozmayı ve Boğazlar’dan üs talebinin yanında Kars ve Ardahan’ı da istemeleri gösterilmektedir. Türkiye bunun üzerine Batı’ya yanaşmıştır. 15 Yalçın Küçük Sovyetler’in toprak ve üs istemesine ilişkin bir belge bulunmadığını, bunun Türk diplomatlar tarafından burjuvazinin genel eğilimine uygun şekilde uydurulduğunu yazmıştır. 16 Ancak dönemlendirme denememiz açısından bu olayın kendisi önemini yitiriyor, evet, 1945’te Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki gerilim diplomasiye yansımıştır ama Türkiye’nin emperyalizme angajmanı ve Sovyet düşmanlığının başlangıcı daha öncedir. Sol kemalistlerin en çaplı teorisyeni olan Doğan Avcıoğlu emperyalizmle işbirliğini 1939’da Türkiye’yi İngiltere ve Fransa’ya bağlayan Türk-İngiliz Anlaşması’na kadar geriye götürüyor. 17 1939 Anlaşması Türkiye’nin emperyalizme bağlanmasında önemi bir gelişmedir, fakat başka bir sorunla karşılaşıyoruz, Avcıoğlu’na göre 1939 “Atatürkçü Dış Politika”nın sonlandığı tarihtir. Oysa girişteki yöntem kısmında tarihsel dönemlerin kişilerden bağımsız nesnel temellerdeki değişimle açıklanması gerektiğini söylemiştik. İngiltere’ye, Sovyetler Birliği’nin aleyhine yakınlaşma sürecini 1936’ya kadar geri götürebiliriz. Montrö Boğazlar Anlaşması’nın Sovyetler Birliği’nin istemediği bir noktada bağlanmış olması, 18 İngiliz Kralı’nın 1936’da Türkiye’yi ziyareti ve Türkiye’de liberallerin 1937’de yürütmede güç kazanması 19 bu süreci yansıtan olaylardı. 1937’de ise Irak, İran, Afganistan ve Türkiye arasında Sadabat Paktı imzalandı. Kemalistler bu anlaşmayı Türkiye’nin bağımsız ve barış yanlısı politikasına yorarlar, oysa bu anlaşma fiili olarak İngiliz egemenliğindeki Irak’ı ve Hint Okyanusu’na giden yolda İran ve Afganistan’ı Sovyet etkisinden uzak tutmayı sağlayarak birbirine bağlayan ve dolayısıyla İngiltere’nin işine gelen bir projeydi. Emperyalizmin yararına Türkiye’nin angaje olduğu ilk uluslararası proje olarak Sadabat Paktı’nı bu dönemin başlangıcı olarak almış olduk. Gerçekten öncesinde bu ülkelerin her biriyle Sovyetler Birliği’nin ikili dostluk anlaşmaları vardı ve Sovyetler Birliği bir bloklaşmayı uygun görmüyordu. 20 Sovyetlerin dışlandığı bir bloklaşma ancak İngiliz emperyalizmine yarıyordu.

Dünyada dış ilişkilerin çok daha karmaşıklaştığı bir döneme giriliyordu. Güçlenen ABD emperyalist sistemde hegemonyasını arıyor, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Alman, İtalyan ve Japon emperyalizmleri faşist rejimleri ile hem yeniden paylaşımı talep ediyor hem de Sovyetler Birliği’ne karşı başlatacakları saldırıda diğer emperyalistler tarafından diplomatik gerilim örtüsü altında adeta besleniyordu. Naziler Sovyetler Birliği’ne saldırmadan hemen dört gün önce Türkiye ile saldırmazlık anlaşması imzaladılar ve dünyadaki ilk sosyalist ülkenin kurucularını gaddarca boğazlarken tankları için gerekli kromu sürekli olarak Türkiye’den sağladılar. 21 Kendi bağımsızlığında ve kuruluşunda harcı olan Sovyetlerin boğulması için neredeyse savaşın son gününe kadar Türkiye’nin Nazilere desteği ve krom ihracı sürdü. Bu olay nesnel koşullara bağlı olarak dünyanın en kalleş ve rezil burjuvazisinin Türkiye’de oluştuğunu gösteriyordu. Dönemler değişse de Türkiye burjuvazinin insanlığı utandıran sefil karakterinde bir değişiklik olmamıştır ve bugün Suriye’de kalleşçe cinayet işlemeye yol veren burjuvazinin bu geleneğidir.

1947’de İngiltere’nin, Türkiye ile Yunanistan’a yaptığı yardımı kesmek zorunda kalması ve nöbeti Marshall Planı çerçevesinde ABD’nin alması 22 emperyalist sistemde bir hegemonya devri anlamına gelmektedir. Bu dönem, ABD’nin hegemonyasında diğer emperyalist ülkeler ve Türkiye gibi bağımlı devletlerin, giderek güçlenen sosyalist bloğa karşı yürüttüğü amansız anti-komünist mücadeleye dayanmaktadır. Bu furyada ülke iktisadını ABD’den gelecek yardıma bağımlı kılan Türkiye, Kore’ye asker yollayacak, NATO’ya girecek ve Türkiye’de ülkenin yasama ve yargısının tamamen dışında NATO’ya bağlı bir iç savaş örgütü kurulacaktır. Türkiye’de ABD’ye ait askeri üsler açılacak, sosyalist ülkelere karşı kullanılmak üzere taktik nükleer silahlar yerleştirilecektir. 23 Türkiye burjuvazisi sosyalizmden duyduğu korku ile emperyalizme yaslanırken, sosyalist ülkelere karşı mücadelede coğrafi konumunu pazarlayan bir strateji izlemeye başlamıştır.

Çok sayıda olayla dolu bu dönemi ayrıntısı ile ele almayacak, ancak dönemlendirme sorunlarıyla ilgili olanları vurgulayacağız. Örneğin, hızlı bir anti-komünist furyadan sonra Menderes iktidarının son döneminde başlayan ve Demirel Hükümetleri boyunca devam eden Sovyetler Birliği ile ikili iktisadi-kültürel anlaşmalar önerdiğimiz dönemlendirmeye uymamakta mıdır? 1967’deki bu ikili anlaşmalar İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Bandırma Sülfürik Asit Fabrikaları, İzmir Aliağa Rafinerisi ile Türkiye’de sanayiye dayalı kalkınmanın önemli bir aşamasına kaynaklık etmiştir. 24 Soğuk savaşın sertliğini yitirdiği bu dönem, bir yandan emperyalist bloğun farklı taktikler izlemesi kadar, Sovyetler Birliği’nin de “Barış içinde bir arada yaşama” politikasına denk gelmiştir. 25 Bu dönemde ABD emperyalizmi bir dakika bile Sovyetler Birliği’ni yok etme politikasından vazgeçmemiş, bir yandan Sovyet teknisyenleri İskenderun Demir Çelik’i ayağa dikerken, Türkiye’de motoru çalışan, pilotu içinde ve nükleer silahla donanmış uçaklar uçuşa hazır beklemiştir. Burada konumuz değil ama Sovyetler Birliği’ndeki politika değişimi belki insanlığa karşı sorumlu bir davranış olarak algılanabilir ama devrimci bir politika olmadığı çok belirgindir ve yüzeydeki sahte yumuşama bununla da bağlantılıdır.

Bu dönemi sonraki dönemlerle karşılaştırabilmek için bazı genellemelere gereksinim var. Daha önce söylediğimiz gibi bu dönemin karakteristiği ulusal toprak bütünlüğünü ve rejimi korumak için emperyalizmle işbirliği yapılmasıdır. Bu onursuz ve yer yer egemenlik haklarını ihlal eden işbirliği ve pazarlığa rağmen “milli” bir dış politika vardır. Örneğin, Kore Savaşı dışında Türkiye yurt dışına ancak barış birliği göndermiş ve yayılmacı bir politika izlememiştir. Arap ve diğer İslam ülkeleri ile İslamiyet üzerinden bir politika geliştirmemiştir. Türkiye Kürtlerinin asimilasyonuna dayalı bir ulusallaşma projesine sadık kalınmış, Kürt dinamiği barındıran komşu ülkelerin toprak bütünlüğünden yana olunmuştur.

Başlıca bir “milli” sorun olarak kabul edilen Kıbrıs’ın hikayesi ise bu dönemin karakteristiğini çok iyi yansıtır. 1921-1937 alt döneminde Kıbrıs sorunu Türkiye Cumhuriyeti için tanımlı değildir, hatta Kıbrıs’taki Türkler Türkiye’ye geri çağrılmıştır. 1937-1980 alt döneminde ise Türkiye, kucağında “milli” bir mesele bulmuş, Doğu Akdeniz’de stratejik bir konumu olan adadaki üslerini kaybetmek istemeyen İngiltere adadaki bağımsızlıkçı, anti-sömürgeci, sosyalizan ve Bağlantısızlar’a yakın, iki halkı da kapsayan mücadelenin önünü kesmek için Türkiye’yi garantör devlet olarak bu işe bulaştırmıştır. “Milli sorun” anti-komünizm, milliyetçilik, emperyalizme hizmet ile Türkiye burjuvazisinin uyanan ilhak etme iştahının bulamacından oluşmaktadır. 26 Adanın iki halkın uyanmış milliyetçiliğinin yanı sıra bağımsızlık ve sosyalizm perspektifinden çok uzağa düşmüş haline bakılırsa bu politikanın başarısız olduğu söylenemez.

Dönemlendirmede kafa karıştırabilecek bir diğer sorun Türkiye’nin emperyalizme kafa tutmuş gibi gözüktüğü veya tersinden söylenirse ABD emperyalizminin Türkiye’ye fren yaptırdığı, sertçe uyarmak zorunda kaldığı ara olaylardır. Bunlar 1957’de Sovyetler Birliği’nin desteklediği, bağımsızlıkçı, halkçı Suriye’ye, 1959’da İngiliz hegemonyasına son veren devrim sonrası Irak’a 27 ve 1964’te Kıbrıs’a Türkiye’nin askeri müdahale girişimlerinin ABD tarafından durdurulmasıdır. Bu olayların hiçbiri Türkiye’nin emperyalizmden bağımsız tavır alışına değil, emperyalizmin hizmetinde yaptığı taktik hatalara, daha üstten hesap yapan emperyalist aklı okuyamamasına bağlıdır. 1974 Kıbrıs Askeri Harekatı nedeniyle uygulanan ambargo da ince hesap işidir. Dolayısıyla dönemlendirme önerilerimizle çelişmemektedir.

Son olarak bu alt döneme ilişkin bir eğilime daha değinip diğer döneme geçeceğiz. Bu da dış ilişkiler konusunda emekçi sınıfların söz söylemeye başlamasıdır. Bağımsızlık, anti-emperyalizm, barış, nükleer silahlanmaya ve Amerikan üslerine karşı çıkış emekçi sınıflar adına aydınlar, öğrenciler, sendikalar ve sol siyasi partiler tarafından başlıca işlenen konular haline gelmiştir.

3-Emperyalist entegrasyona hazırlık ve çatışma dönemi (1980-2007)

Burada önerdiğimiz 27 yıllık dönem bir yerde sonraki döneme, İkinci Cumhuriyet’e hazırlık dönemi olarak tanımlanabilir. Dönemi başlatmayı önerdiğimiz tarih 24 Ocak 1980’dir. Tıpkı Tanzimat Fermanı gibi iç ve dış ilişkilerin sınırı bulanıklaşmıştır, ama her ikisi de dış ülkelerin burjuvazilerinin gereksinimi ve baskıları sonucu, Türkiye egemen sınıfının bir yöne doğru gitmeye karar vermesinin ürünü olmuştur. 24 Ocak Kararları, İMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirmeleri doğrultusunda Türkiye burjuvazisinin emperyalist ülkelerin iktisadi, siyasi, askeri yapısıyla bütünleşme kararıdır. 28 Emperyalist sistemin içinde bulunduğu yapısal kriz ve Türkiye’de ithal ikameci politikaların tıkanması emekçi sınıfların aleyhinde aşılmaya çalışılmaktadır ve bu aynı zamanda uluslararası tekellerin uluslar üzerinde egemenliğinin sağlanması anlamına gelmektedir. 29

Emperyalist entegrasyon 1990 sonrasında Sovyetler Birliği ve Avrupa’daki sosyalist ülkelerin siyasi çözülüşü ile emperyalist restorasyona dönüşmüştür. Sovyetler Birliği’nin varlığı nasıl Türkiye Cumhuriyeti’nin göreceli bağımsızlık ve egemenliğinde rol oynamışsa başta Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika’da olmak üzere birçok ülkenin bağımsız, sosyal devletçi, kalkınmacı politikalarını egemenlik hakkı olarak gördükleri ulusal siyasi birimlere dönüşmesinde de büyük bir rol oynamıştı. Şimdi ABD ve AB 20. yüzyılın bakiyesi olan bütün bu siyasi coğrafyaları kendi bünyesinde eritmeye, ulus devletleri kendisine bağlı bölgeler haline getirmeye ve uluslararası tekellerin önünde hiçbir egemenlik hakkı kalmamak üzere restore etmeye girişilebilirlerdi. Türkiye ise bu süreçte bir yandan restorasyonun hedefiyken öte yandan yardımcı özne olarak rol alacak, bölge ülkeleri içinde uluslararası sermaye ile en fazla bütünleşen Türkiye burjuvazisi Yugoslavya’nın parçalanmasından, Afganistan ve Irak’ın işgaline kadar rol kapmaya çalışacaktı.

Bu dönemin belirgin bir özelliği Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve soğuk savaşın sonlanmasıyla birlikte Türkiye dış ilişkilerinin alıştığı soğuk savaş dengelerinin ortadan kalkması, bir “azalan önem” ile fırsatlardan yararlanma paniğinin yaşanması oldu. 1990’ların ikinci yarısında Türkiye’nin Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nde giriştiği içişlerine müdahale ve hegemonya yaratma girişimi önceki Cumhuriyet dönemi boyunca hiç görülmeyen bir olaydı. 1996’da Enver Paşa’nın kemiklerinin 87 yıl sonra Türkiye’ye getirilmesi ve devlet töreni ile gömülmesi bu dönemi simgeliyor, Cumhuriyet dönemi dış politikasının terk edildiğine işaret ediyordu. Ancak Orta Asya’daki eski sosyalist ülkelerin Rusya ile bağlarının sanıldığından kuvvetli olduğunun anlaşılması ve Türkiye’nin yetmeyen iktisadi, siyasi gücü nedeniyle bu plan büyük bir hüsranla sonlandı. 30 İlk defa, bu dönem dış politikasında ABD’nin Irak’a müdahalesine ilişkin olarak bir devlet adamının ağzından “Bir koyup üç alacağız” sözü işitildi. Türkiye’nin klasikleşmiş Kürt politikasından ayrılma sinyalleri gelmeye başladı.

Bu hazırlık döneminin bir diğer önemli karakteri Türkiye’de kapitalist sistemin tüm kurumlarıyla birlikte restore edilme çabasıydı. İlk göze çarpan İkinci Dünya Savaşı sonrası birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de kök salan ve son zamanlarda bir cinayet ve mafya örgütüne dönüşen anti-komünist NATO örgütlenmesinin törpülenmesi, kontrol altına alınmasıydı. Restorasyonun bununla sınırlı kalacağını sananlar yanılmış oldular, aslında Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra 60 yıl boyunca hakim olmuş bütün ilkeler ve kurumlar restorasyona tabi tutuluyordu ve restorasyonun nihai sonucu İkinci Cumhuriyet olacaktı.

Başlangıçta AB’ye girerek entegre olmak burjuvazinin resmi politikasıydı ve toplumsal katmanları buna ikna etmiş gözüküyorlardı. Türkiye’nin AB’ye dahil olması gerçekleşmedi ama süreç işlediği kadarıyla Türkiye’nin emperyalist entegrasyonuna hizmet etti. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve Ortadoğu ve Afrika’nın restorasyonunda Türkiye’ye önemli bir rol verilmesi burjuvazinin politik ilgisini bu yöne kaydırdı.

Tahmin edileceği gibi bu dönemin en önemli karakteri devlet kurumları ve kadroları arasında kapışma oldu. Susurluk protestolarında veya Cumhuriyet mitinglerinde, kitlelerin ancak gerektikçe bu kapışmaya dahil olmasına izin verildi. Geleneksel devlet kadroları ulus devletin eritilmeye çalışıldığı bu tabloda yüz yıllık korkularına kapıldılar ve köklü bir projeleri olmadığı halde İsrail ile işbirliğinden, MHP ve CHP’yi birleştirmeye, NATO’dan çıkılmasından bir Avrasya ittifakına kadar altı boş arayışlar geliştirdiler. Oysa Türkiye burjuvazisi ve ABD el birliği ile yeni bir yol döşüyordu, emperyalizmin ana hattını iyi okuyanlar önceki kadroları tasfiye ederek iktidarı ele geçireceklerdi. Tayyip Erdoğan henüz siyasi yasaklıyken ve sadece parti genel başkanıyken Beyaz Saray’a davet ediliyordu. 31

4- İkinci Cumhuriyet (2007- Umarız en kısa zamanda)

Graham Fuller’in 32 ve Davutoğlu’nun 33 kitaplarından çok alıntı yapıldı bugüne kadar. Yeni-Osmanlıcılığı tanımlayan bu yazarlar çok kısaca şunu söylüyorlar: Osmanlı İmparatorluğu İslam dinine dayanan, çok uluslu yapısı, cesur dış politikası ile büyük bir olanaktı, ancak kemalistler halka karşı bir bürokrasi darbesi ile bu olanağı yok ederek bir ulus devlete hapsoldular, oysa “yükselen bölgesel aktör, yeni Türkiye Cumhuriyeti” eski kimliğini yeniden kazanarak bölgede sınırları aşkın lider ülke durumuna gelebilir. Bu İkinci Cumhuriyet’in felsefesidir aynı zamanda. Bu büyülü tanımı kazıdığınızda ise altından şu çıkıyor: Bütün Ortadoğu, Kafkaslar ve Afrika’da geçen yüzyılın kazanımı olan bağımsız, egemen ulusların direnci kırılmalı, uluslararası sermayenin çıkarlarının yasama, yargı ve yürütmeye hakim olduğu, ilkel sermaye birikimin yaşandığı, tüm emekçilerin köleleştirildiği, bir serbest pazar ve sömürü bölgesi olarak ulusal sınırların önemini yitirdiği ve köleleşen emekçi kitlelerin bu akıl dışı ve iğrenç plana Sünni İslam’ın siyasallaşması ile ikna edildiği bir düzenin kurulmasında her türlü suça teşne bir burjuvazisi olan Türkiye rol almalıdır.

Dış politika böyle bir düzende dramatik bir değişiklik gösterdi. “Milli”, kutsal ve partiler üstü sayılan Kıbrıs politikası bir anda değişti, AB emperyalizmi içinde Kıbrıs’ın erimesi için düğmeye basıldı. Daha önce milliyetçilerin göç ettirildiği Kuzey Kıbrıs dincileştirilmeye başlandı. Türkiye, Irak’ın bütünlüğünden yanayken ve bir Kürt devletine karşıyken, şimdi Irak’ta Kürt devletinin koruyucusu durumuna geçti. 34 Fiili olarak sınırların değişmesi veya Türkiye sınırlarını da değiştiren bir Kürt devleti ancak uluslararası tekellerin ve dinci gericiliğin hizmetinde olması koşuluyla tabu olmaktan çıktı. Eskiden İslamiyet üzerinden dış politika geliştirilmezdi, şimdi neredeyse bütün dış politika, emperyalizmle uyumlu Sünni İslamcı siyasetlerin hakimiyetini sağlama üzerine kuruluyor. Daha önce sınır güvenliği tartışılmaz bir ilkeydi, şimdi İkinci Cumhuriyet’in Suriye sınırı buharlaştı, elinde silah olan hiçbir dinci militana, yabancı ülkelerin ajan ve askerlerine pasaport sorulmuyor.

Daha önce Menderes döneminde Türkiye’nin Suriye’yi askeri olarak tehdit ettiğini, sınıra asker yığdığını yazmıştık. Cumhuriyet döneminde Suriye’ye karşı girişilen bu haksız tehdidin altında Türkiye’de rejimin ve toprak bütünlüğünün ancak ABD yardımıyla korunacağına ilişkin inanç vardı, İkinci Cumhuriyet’in Suriye’ye karşı yürüttüğü haksız ve insanlık dışı savaşın altında ise Türkiye ile birlikte bütün coğrafyanın emperyalist restorasyonu bulunuyor.

Son olarak İkinci Cumhuriyet’in başlangıcı olarak neden 2007’yi önerdiğimizi açıklayalım. İkinci Cumhuriyet kavramını öneren TKP’nin 10. Kongre Siyasi Raporunda süreç 2010 Anayasa Referandumu ve 2011 Genel Seçimleri ile başlatılmıştı. 35 Üzerinden bu kadar kısa zaman geçen süreçler için tarihsel dönemlendirme yapmanın zorluğu ortada. Burada, 2007 yılında İkinci Cumhuriyet’in kurulmasına direnç gösteren devlet içindeki kadroların tasfiyesi konusunda uzlaşılan Büyükanıt ve Erdoğan arasındaki Dolmabahçe Mutabakatı başlangıç olarak alınmıştır. Daha fazla bilgi için Aydemir Güler 36 ve Alper Birdal’ın 37 yazdığı iki makaleye bakılabilir. Nasıl 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşu yerine 1921’i başlangıç noktası olarak aldıysak, burada da AKP’nin devleti hemen tamamen ele geçirdiği 2011 yerine 2007’yi alıyoruz, çünkü dönemin karakteristik dış politika özellikleri 2011’den önce kendisini göstermişti. 2007 Dolmabahçe Mutabakatı’na bir itiraz da bu olayın dış politikayla ilişkili olmadığı şeklinde olabilir. Ancak artık mutabakata katılan özneler iç dinamikler kadar dış dinamikleri de temsil etmektedirler, yerli olduğu kadar uluslararasıdırlar.

Bu dönemin en akılda kalan olayı 2009 başında Erdoğan’ın Davos’ta Peres’e çıkışması ve toplantıyı terk etmesidir. Kafaların karıştığı hemen o akşam Kemal Okuyan ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirebilmek için İsrail ile yetinemeyeceğini, İsrail ile arasını bozar gibi yapan ve prestij kazanan bir öznenin müdahalesine ihtiyaç duyduğunu yazıyordu. 38 Gerçekten bu olaydan sonra Erdoğan’ın ve Türkiye’nin prestiji Ortadoğu halklarının gözünde öylesine arttı ki mitinglerde Erdoğan’ın posteri Chavez’inki ile birlikte taşınmaya başlandı. Bu arada Davutoğlu sürekli dış ülkeleri ziyaret ediyor, iş adamı orduları ziyaretlere katılıyor, ticaret hacmi artıyor, vizeler kaldırılıyor, sıfır sorun politikası ile ülkelerin sınırlarının engel olmaktan çıktığı serbest bir coğrafya oluşuyordu. Türkiye’nin etkisi Ortadoğu ile sınırlı kalmadı, Afrika Yeni-Osmanlıcılığın ilgi alanına girmişti. Zarar da etse birçok Afrika ülkesine THY uçuş yapıyor, Cemaat okulları açılıyor, karşılıklı anlaşmalar imzalanıyordu. En şaşırtıcı gelişme ise uzun süredir ABD emperyalizminin hedefinde olan Suriye ile yaşanan dostane ilişkilerdi. Yaratılan sahtekarlığın inandırıcılığı o kadar yüksekti ki Küba ve Venezuela bile AKP’ye olumlu gözle, mazlumdan yana bir hükümet olarak bakmaya başlamış, TKP Chavez’e 2011 başında AKP’nin ikiyüzlülüğünü anlatan dostça bir uyarı mektubu yayınlamak zorunda kalmıştı. 39

Sermaye ihraç etme yeteneğine kavuşan Türkiye burjuvazisi emperyalist restorasyonda önemli bir rol oynuyor, kuzu postuna sarınmış bir kurt olarak AKP hükümeti hedefteki ülkeleri piyasa düzenine ikna etmeye çalışırken bir yandan islamcı aktörlerle temas kuruyor ve bir sonraki sahneye hazırlanıyordu. 2011’de ABD’nin düğmeye basmasıyla kurt kuzu kostümünü çıkardı, önce Libya’da, sonra Suriye ve Irak’ta Sünni İslamcı askeri çeteleri Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte yönetmeye, işlenen cinayetlerde büyük bir sorumluluk üstlenmeye başladı.

İkinci Cumhuriyet’in hemen başlangıcında TKP tarafından yazılan “Felaketin Eşiğinde” broşürü oldukça mükemmel bir soyutlamayla yaklaşan felaketi anlatıyordu. 40 Aradan geçen dört yılın ardından ufuk çizgisinden yaklaşan bir geminin giderek daha ayrıntılı ve somut olarak algılanması gibi yaklaşan felaket şekilleniyor. Bu Türkiye’ye Meclis’te bile konuşulmadan yerleştirilen Patriotlardır, yabancı askerlerdir, ABD ile yapılan gizli anlaşmalara bağlı olarak gerçekleştirilen tatbikatlardır,41 mezhep savaşının ipuçlarıdır. Ancak felaketin her somutlanışı aynı zamanda devrimci bir olanaktır. Bu dönemin umarız en kısa sürede bitişi bizim elimizle gerçekleşecek.

 

Dipnotlar

  1.  Kemal Okuyan, Bir dış politika teorisi var mı?, Gelenek, 81, sf. 9-18, 2004.
  2.  V. İ. Lenin Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Çeviri:C. Süreyya, Sol Yayınları, 10. Baskı, 1998, sf. 25-26.
  3.  Daha fazla bilgi için, Donald C. Blaisdell, Düyun-ı Umumiye, Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa Mali Denetimi, Çeviren: A. İ. Dalgıç, Nesnel Yayınları, 3. Baskı, 2008.
  4.  Richard Clogg, Modern Yunanistan Tarihi, Çeviren: D. Şendil, İletişim, 2. Baskı, 2007, sf. 93
  5.  Afaf Lutfi Al ve Sayyid Marsot, Mısır Tarihi, Çeviren: G. Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010, sf. 69.
  6.  Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Çeviri: B. Kuzucu, Gözlem Yayınları, 3. Baskı, 1980, sf. 338-346.
  7.  Ahmet Hamdi, “Osmanlı Siyasetinde Dış Etken ve 1908”, Gelenek, 22, sf. 70-93, 1988.
  8.  Ahmet Hamdi, a.g.e.
  9.  N.V. Yeliseyeva ve A.Z. Manfred Yakın Çağlar Tarihi, Çevirenler: Ö. İnce, E. Tuncalı, Konuk Yayınları, 3. Baskı, 1978, s.436.
  10.  Bülent Gökay, Bolşevizm ve Emperyalizm Arasında Türkiye, Çeviren: S. Yalçın, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, sf.142-178.
  11.  M. Rana Balkaner, “1923-1945:Türkiye Dış Politikasının Kendini Bulma Serüveni”, Gelenek, 81, sf. 47-62, 2004.
  12.  M. Rana Balkaner. a.g.e
  13. b) Emperyalizmle açık işbirliği ve Sovyet düşmanlığı (1937-1980)

    Bu alt dönem, ulusal sınırların korunması için dış ilişkilerde pragmatizmin egemen olmasının yanı sıra önceki alt dönemden emperyalist güçlere angajman ve Sovyet düşmanlığı ile ayrılır. Bu dönem için güçlü bir mihenk olay bulmanın zorlukları bulunuyor, farklı yöntemler farklı neden-sonuç ilişkileri içinde farklı tarihlere odaklanıyor. 13 Cenk Saraçoğlu, “İki somut olay üzerinden Türkiye-SSCB ilişkilerinin tarihi”, Gelenek, 81, sf. 33-46, 2004.

  14.  Fahir Armaoğlu 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Cilt1:1914-1980, Türkiye İş Bankası Yayınları, 9. Baskı, 1993, sf. 412-416.
  15.  Yalçın Küçük Türkiye Üzerine Tezler, Cilt 2, Tekin Yayınevi, Üçüncü Baskı, 1987, sf. 302-312.
  16.  Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 4, Tekin Yayınevi, 4. Baskı, 1979, sf. 1493-1496.
  17.  M. Rana Balkaner, a.g.e
  18.  Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çeviren:Y. Alogan, Kaynak yayınları, 9. Baskı, sf. 87,
  19.  Doğan Avcıoğlu, a.g.e., sf. 1432.
  20.  M. Rana Balkaner. a.g.e
  21.  Stefanos Yerasimos, a.g.e., sf. 718.
  22.  Kemal Okuyan (Cemal Hekimoğlu), Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı, Gelenek Yayınevi, 2000, sf. 27-29.
  23.  Cevdet Alsan, a.g.e., sf. 61-62.
  24.  Hazal Arcan, “Yeni bir dünya” kurulurken Türkiye dış politikası”, Gelenek, 81, sf. 19-32, 2004.
  25.  Emine Tahsin, “Emperyalizmin gölgesindeki Kıbrıs’a bakış”, Gelenek, 91, sf. 55-82, 2006.
  26.  Haluk Gerger, ABD, Ortadoğu, Türkiye, Ceylan Yayınları, 3. Baskı, 2006, sf. 189 – 236.
  27.  Emperyalist entegrasyonla ilgili olarak daha fazla bilgi için Edip Aktar, “Küresel” Emperyalizm Döneminde Entegrasyon ve bağımlılık, Gelenek, 66, sf. 65-105, 2001.
  28.  Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, İmge Yayınevi, 13. baskı, 2009, sf. 147-158.
  29.  Dietrich Jung ve Wolfango Piccoli, Yol Ayrımında Türkiye, Çeviren: Berna Kurt, Kitap yayınevi, 2004, sf. 199-205.
  30.  İlhan Uzgel, Dış politikada AKP: Stratejik konumdan stratejik modele. Derleyen: İ. Uzgel, B. Duru, AKP Kitabı, Bir dönüşümün bilançosu. Phoenix, 2. baskı, 2010, sf. 357-380.
  31.  Graham Fuller, Yükselen Bölgesel Aktör, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Çeviren: M. Acar, Timaş Yayınları, 5. Baskı, 2008.
  32.  Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 26. Baskı, 2008.
  33.  İlhan Uzgel, a.g.e,
  34.  Türkiye Komünist Partisi 10. Kongre Raporu, Sol, 368, 28 Temmuz 2011.
  35.  Aydemir Güler, Kahrolsun Faşizm. Sol Haber Portalı, 12 Mart 2012, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/kahrolsun-fasizm-52593
  36.  Alper Birdal, Dolmabahçe mutabakatı kadük mü oldu?, Sol Haber Portalı, 28 Aralık 2009, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/alper-birdal/dolmabahce-mutabakati-kaduk-mu-oldu-22128
  37.  Kemal Okuyan, Davos için ilk notlar, Sol Haber Portalı, 30 Ocak 2009, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/davos-icin-ilk-notlar-1638.
  38.  TKP’den Chavez’e açık mektup, Sol Haber Portalı, 30 Ocak 2011, http://haber.sol.org.tr/soldakiler/tkpden-chaveze-acik-mektup-haberi-38647.
  39.  TKP, 2008 yılında Türkiye Cumhuriyeti Felaketin Eşiğinde, 2008.