Türkiye Ekonomisinde Artı Değer Oranı ve AKP’nin Sermaye Sınıfıyla İmtihanı

AKP’nin iktidara gelişinden bu yana sık sık, bu partinin kendi sermaye tabanını yaratarak veya güçlendirerek sermaye sınıfının temsiliyeti konusunda kendisine bazı avantajlar yarattığı olgusuna işaret ettik. Bu kuşkusuz AKP’nin izlediği siyasetin sermaye sınıfının genel çıkarlarından bağımsız olduğu anlamına gelmiyor; bilakis AKP bu çıkarları Türkiye’nin yeniden yapılandırılması çerçevesi içerisinde yeniden üretiyor. Ancak şurası kesin: Türkiye’nin yeniden yapılandırılması, sermaye sınıfının iç dengeleri yerinden oynatılmaksızın başarılamaz; bunu yapıyorlar… AKP’nin sermaye sınıfının iç dengelerine müdahale etmek, bir bütün olarak burjuvazinin çıkarlarıyla emperyalizmin Türkiye’ye ve bölgeye dair hesaplarını uyumlulaştırmak üzere kendi sermaye tabanını yaratmaya veya güçlendirmeye ihtiyacı var. Bu nedenle AKP ile TÜSİAD burjuvazisi arasında hem büyük bir uzlaşma görüntüsüne hem de zaman zaman “kanlı” hale gelebilen bir çatışma görüntüsüne sahibiz. Görüntünün ötesindeki öze geçmek durumundayız.

AKP’yi bir yandan Türkiye kapitalizminin genel çıkarlarının taşıyıcısı, bugün için “vazgeçilmez” öznesi haline getiren, diğer taraftan ona bu genel çıkarların ötesinde özel çıkarları güçlendiren hamleler yapma inisiyatifi kazandıran temel faktörler nelerdir? Sorumuz budur…

Daha güncel ve somut bir örnek üzerinden ifade edelim: Bu yazı yazıldığı esnada gerçekleşen TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısının ana gündeminde AKP’nin “Kürt açılımı” ile birlikte Gelirler İdaresi’nin özerk hale getirilmesi tartışmaları bulunuyordu. Gzetelerde Mustafa Koç’un toplantıda yaptığı konuşmada, “Bireysel ve kültürel hakların geliştirilmesi hususunda bir tereddüt yaratmasına izin vermemek kaydıyla, konunun esas olarak bir ‘demokratik açılım’ biçiminde ele alınması gerektiği hususundaki yaklaşımı destekliyoruz” 1 dediğini okuduk. AKP’nin Doğan grubunun, daha doğrusu TÜSİAD medyasının ana kolunun beline vurduğu kazmayı tartışacakları toplantıda, patron örgütünün aynı AKP’nin “açılımları”na desteğini ifade etme ihtiyacı duyması bir kenara not edilmelidir. AKP demokrasiciliğine sunulan destek sermaye sınıfının Türkiye’nin dönüşümüne bel bağlamasının bir ifadesi, Doğan Grubu’na yapılan vergi operasyonuna tepki olarak ısıtılan Gelirler İdaresi tartışmasıysa bu dönüşümün sermaye içi dengeleri çok fazla sarsmadan yapılmasına dair bir talep olarak görülmelidir. Birinci hususla ilgili dile getirilen “en demokrat AKP” övgüsü, ikinci hususta “aman devleti sermayenin iç işlerine fazla sokmayın, sonra demokrasi elden gider” uyarısına dönüşmektedir. Zira andığımız toplantıda bu defa Ali Koç, “Bu konuda (vergi) fazla sessiz kaldık. Destek vermemiz, sahip çıkmamız gerekirdi. TÜSİAD olarak etkimizi kaybediyoruz. Gerektiğinde yumruğumuzu masaya vurmamız lazım. TÜSİAD’ın yönetim tarzını doğru bulmuyorum. MÜSİAD’dan bile daha güçsüz algılanmaya başladık. Onlar daha çok dikkate alınıyor” 2 diyor. Arzuhan Doğan Yalçındağ ise, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra “liberal olmayan, özgürlükleri baskı altında tutan demokrasiler ortaya çıktı” sözleriyle “uç veren otoriter eğilimlere” işaret ediyor. 3 İki vurgu arasında -TÜSİAD’ın konumunun tehdit altında olduğu ve AKP’nin “demokrasici” ilan edilerek kutsanması- herhangi bir çelişki yoktur. İnisiyatif büyük ölçüde AKP’nin eline geçmiş durumdadır 4 ve sermaye sınıfı AKP’nin biriktirdiği bu gücü genel çıkarlarının gerekli kıldığı bir olgu olarak kabullenmiş, rötuş yapma merhalesine çekilmiştir. Çatışma olarak gördüğümüz süreç ya da siyasi iktidarın devleti çözücü müdahalelerine rötuş yapma ihtiyacını doğuran, sürecin içerisinde barındırdığı kontrolsüzlüktür.

Dönüşümün hızı baş döndürücü bir ivmeye sahiptir; kendisini projenin odağında gören tekellerin, örneğin medyasız bırakılma tehdidiyle burun buruna kalması baş dönmesinin mide bulantısına dönüşmesine neden olmaktadır. Bazıları ivmeye ayak uydurmaya çalışmakta, diğerleri sürecin dayattığı “doğal” seçilime itiraz ederek, “işler çığırından çıkıyor” naraları atmaktadır. Kemal Okuyan’ın Gelenek’in bir önceki sayısında bir dipnot olarak düştüğü şu cümleler, sermaye sınıfının iç dengelerindeki değişimin yol açtığı gerilimlerin kaynağına ışık tutuyor:

“Burjuvazinin iç dengelerindeki değişimin bir kaynağı da çözülme-yeniden yapılanma diyalektiğini daha hızlı kavrayanlarla treni geç yakalayanlar arasındaki farktır. Ancak AKP’nin bir siyasi aktör olarak yürütmekte olduğu operasyon asla küçümsenmemelidir.” 5 Başı dönenler, midesi bulananlar, ağzı burnu dağılanlar, 6 ivmeyi yakalamaya çalışanlar… Hepsini birden AKP’nin güç biriktirmesine, daha doğrusu Türkiye’nin yeniden yapılandırılmasına ya da dilerseniz Yeni Osmanlı’ya tabi kılan unsurlar nelerdir?

Genel iktisadi görünüm

Bu sorunun iktisadi planda yanıtlanmasına giriş olarak düşünülebilecek bir eskiz çıkartmak mümkün. Eskizin ana çizgilerinden bir tanesi, Türkiye ekonomisinin sektörel yapısında AKP iktidarıyla birlikte hız kazanan dönüşümdür. Bu dönüşüm AKP iktidarıyla başlamış değil; ancak AKP döneminde ivme kazanmış olmasının özel bir önemi bulunuyor. Türkiye ekonomisinin giderek ticarileşmesinden, hizmet ağırlıklı bir ekonomi haline gelmesinden bahsediyoruz. Piyasacılığın inanılmaz bir hızla Türkiye toplumunu sarmasının, sermaye sınıfının iç dengelerine ve sermaye sınıfıyla siyasi iktidar arasındaki ilişkilere “teğet geçmesi” olanaksızdır.

Aşağıdaki şekil, kabaca bu dönüşümün çerçevesi hakkında bir fikir veriyor. 2001 krizi sonrası, hizmet sektörünün milli gelir içindeki payının hızla artmaya devam ettiğini, 2000’de yüzde 60,3 olan payın 2009’un ilk altı ayında yüzde 65,6’ya çıktığını gözlemliyoruz. Buna paralel olarak tarımda hızlı bir çözülme, sanayide ise yerinde sayma olduğunu izliyoruz. 7

Hizmet ağırlıklı bir iktisadi yapının oluşumunun ne önemi var?

Liberal iktisatçılar, batı ekonomilerinin izlediği seyirden hareketle hizmet ağırlıklı bir ekonomiye geçişin iktisadi gelişimin “doğal” yönelimi olduğunu ileri sürüyor. Bu, neoliberal ideolojinin meşrulaştırılması amacıyla gerçekleştirilen ciddi çarpıtmalardan bir tanesi. Bir ekonomide alış veriş merkezleri, lüks konutlar, özel hastaneler, özel okullar, özel güvenlik şirketleri vesaire sürekli artacak ve buna “iktisadi gelişme” adını vereceğiz! Öyle ya, kent merkezlerinde her gün bir yenisi yükselen lüks otel, plaza ve AVM’ler ülkenin zenginliğinin birer göstergesi değil mi; böylece kentlerimiz batı metropollerine benzemiyor mu; yabancı tüketim malları ülkeye sökün ettiğinde dünyanın geri kalanıyla ne denli içli dışlı olduğumuzu hissetmiyor muyuz?

 

Şekil 1: Ana Faaliyet Kollarına Göre GSYH Payları (1998 fiyatlarıyla)

 

Kaynak: TÜİK

 

Birincisi, bu safsatalar olgusal düzeyde bile gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye somutluğunda konuşacak olursak, hizmet faaliyet kolunda yer alan sektörlerin ağırlığı, gelir düzeyi itibariyle Türkiye’yle kıyaslanabilecek ülkelerin çoğundan daha yüksektir. Dahası Türkiye ekonomisinde hizmetlere kayış başka ülkelere nazaran daha hızlı ve “istikrarlı” bir seyir izlemektedir. Oysa aşağıdaki tabloda kimi örneklerini sunduğumuz bu ülkelerden bazıları, dünya ekonomisinde daha fazla ağırlık sahibi olmaya başladığı söylenen ülkelerdir. Öyleyse, ikincisi, liberal iktisatçıların hizmet sektörünün ağırlığının artması ile iktisadi gelişim arasında kurdukları ilişki bir tutarlılık sorunundan da muzdariptir. Zira bu iddia, aynı ideologların kendi tespitleriyle -“Asya mucizesi” vesaire- tutarlı değildir. Türkiye’de genel anlamda üretici sektörlerin (tarım ve sanayi) ekonomi içindeki ağırlığı, bazı örnekler dışında kıyaslanabilir durumdaki ülkelere göre hızlı bir azalma göstermektedir.

Tablo 1: Bazı ülkelerde ana faaliyet kollarının GSYH içindeki payları (yüzde)

Üretimden kopma, her şeyden önemlisi sermayenin bir siyasi birim olarak ülkeyle bağlarının zayıflaması anlamına gelmektedir. Şöyle ki, hızla ticarileşen ve finansallaşan bir ekonomide sermaye sınıfının önceliği pazar kaygısı, güçlü ticari bağlantılar ve rant elde etmek olmaktadır. Kamu kaynaklarının yağmalanmasının hizmet sektöründeki karşılığı, örneğin kent arazilerinin yağmalanması, özel hastane, okul ve dershanelerin sayısının pıtrak gibi çoğalmasıdır. Dünya ekonomisinin daraldığı koşullarda ticarileşme ve finansallaşma siyasi olarak emperyalizme daha fazla bağımlılık, emperyalist tekellerle içli dışlı olarak kurulan kredi-ticaret bağlantılarının peşinde koşulması anlamına gelmektedir. Ayrıca üretken sektörlerde yaratılan artığın büyütülmesi, yani sömürünün artırılması, pazar ve rant kaygısının belirlediği yapının sürdürülebilirliğinin temel şartlarından bir tanesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunlar siyasi iktidarın sermaye birikim sürecinde, sınıflar arası bölüşüm ilişkilerinde ve sermaye sınıfının iç rekabetinde yoğunlaşan bir rol oynamasını çağırmaktadır. AKP, Türkiye’nin emperyalist tasarımlar çerçevesinde dönüşümüne kararlı bir biçimde hizmet etmesinin kendisini bu rolü oynamakta rahatlatacak ana faktör olduğunun bilinciyle hareket etmekte ve son yirmi yılın “yapısal” dönüşümünü ivmelendirerek burjuvazinin iç dengelerine müdahale hususunda elini güçlendirmektedir.

Genel olarak hizmetlerin bütününü üretken olmayan faaliyetler olarak sınıflandırmak doğru değil; ancak hizmet faaliyetlerinin önemli bir kısmının üretken olmayan, yani artı değer üretmeyen, ancak üretilen artıktan pay alan faaliyetler olduğunu söylemekte bir sakınca yok. Üretken olmayan hizmetlerin payındaki artışın önemi şurada: Üretken faaliyetlerde çalışan işçi sınıfı tarafından yaratılan artı değerin giderek daha büyük bir kısmı üretken olmayan faaliyetlerin finansmanına aktarılmaktadır. Bu hususun ana sınıflar arasındaki bölüşümün, daha doğru ifadeyle kapitalist sömürünün temel ifadesi olan artı değer oranına nasıl yansıdığını araştırmak durumundayız.

Bu dinamiğin işaret ettiği bir başka önemli faktörse, genel anlamda üretilen artı değerden rant ve faiz geliri olarak ödenen payın artışı ile devletin sermaye sınıfının iç bileşimine müdahale olanakları arasında bir ilişki bulunmasıdır. Üretilen artık küçülmeye başladığında bu müdahalelerin sermaye sınıfının iç dengeleri üzerindeki etkisi daha da keskinleşecektir; keskinleşmektedir.

Bu sürecin işçi sınıfı üzerindeki etkilerinin araştırılması amacıyla Türkiye ekonomisinde artı değer oranını tahmin etmeye yönelik bir girişimde bulunmak anlamlı bir çaba olacaktır. Bununla devam edeceğiz.

Artı değer oranını tahmin yöntemi ve genel sonuçlar

Genel olarak artı değer oranını, özel olaraksa Türkiye ekonomisinde artı değer oranını hesaplamanın ciddi zorlukları bulunuyor. Artı değer oranının, yani üretken faaliyetlerde çalışan işçiler tarafından yaratılan artı değerin değişken sermayeye oranının ölçülebilmesi için ilk başta sağlıklı istihdam verilerine ihtiyaç var. TÜİK tarafından sunulan istihdam verilerinin ne denli “sağlıklı” olduğunu ise gayet iyi biliyoruz. Şu kadarını söylemek yeterli olur sanıyorum: Türkiye’de çalışabilir durumdaki, yani 15 yaş üstü nüfus 2006 yılında 52 milyon 141 bin kişi. TÜİK’in sunduğu işgücü istatistikleri ise toplam 24 milyon 424 bin kişiyi, yani çalışabilir durumdaki nüfusun yaklaşık yüzde 47’sini kapsıyor. Dolayısıyla başka sorunlar bir yana, mevcut istatistikler üzerinden yapacağımız bir hesaplama kaçınılmaz olarak gerçeği fazla yansıtmayacaktır. Zira en basitinden elimizde işgücünün yüzde 53’ünü kapsamayan bir veri seti var.

İstatistikî verilerden kaynaklanan başka birçok güçlükten daha bahsedebiliriz. Örneğin 2006’da milli gelir serilerinin hesaplama yönteminin değiştirilmiş olması nedeniyle uzun dönemli bir analize elverecek ölçüde geçmişe giden bir hesaplama yapma imkanımız bulunmuyor. Çünkü yeni serilerle eski serileri uyumlulaştırma olanağına sahip değiliz. Benzer şekilde, TÜİK 2005 sonrasında kullandığı sanayi sınıflandırmasını değiştirdiği için 8 geçmiş dönemlere ait sanayi istatistikleri ile güncel verileri bir arada kullanmak da bazı sıkıntılara yol açmaktadır.

Bir başka nokta, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından sunulan istihdam ve kazanç verilerinin üretken olmayan emekle üretken emeği ayrıştırmaya izin vermemesidir. Çoğunlukla veriler Marksizmin kategorilerini çıkarsamaya izin vermeyecek şekilde toplulaştırılmış olarak sunulmaktadır. Kuşkusuz bunda şaşılacak bir durum yok. Ancak Marksist kategorileri tahmin etmek üzere kullanılabilecek ve başka ülkelerin istatistik teşkilatlarınca çoğu zaman sunulan veriler de TÜİK’in çalışma kapsamına girmemektedir; bu da ek bazı zorluklar yaratmaktadır. Uzatmaya gerek yok; ülke ekonomisi hakkında güvenilir, tutarlı ve kapsamlı istatistikler sunulmaması faşizan pratiklerin kazandığı ağırlığın göstergelerinden yalnızca bir tanesidir.

Bu sorunlar bir yana, artı değer oranının tahmin edilmesiyle ilgili temel meselelerden bir tanesi, burjuva iktisadının metodolojisine ve ihtiyaçlarına dayanan kategorilerden Marksist kategorilerin türetilmesidir. Yukarıda bazılarına işaret ettiğimiz sorunlar da göz önünde bulundurulduğunda bu işlemin ancak yaklaşık olarak yapılabileceği açık olmalı. Eldeki istatistiklerin manipüle edilmesiyle, çok sağlam temellere dayanmayan, ama hiç değilse işaret ettiği eğilimler açısından yaklaşık bir geçerliliğe sahip sonuçlara ulaşılabilir.

Akla ilk gelen sorulardan bir tanesi şudur: Artı değer oranı, adı üstünde, bir “değer” oranıdır; oysa elimizdeki bütün veriler parasal ifadelerdir. Parasal ifadeler üzerinden yapacağımız hesaplamalarda, değerler ile fiyatlar arasındaki sapmalar nedeniyle elde edeceğimiz sonuçların çarpık olması ihtimali bulunuyor. Ancak bu zorluğu biraz olsun bertaraf etmek amacıyla, aşağıda sunacağımız sonuçların “artı değerin parasal eşdeğeri” olduklarını belirtelim. Başka ülkeler için yapılan çalışmalar, değer cinsinden artı değer oranıyla onun parasal eşdeğeri arasındaki sapmanın çok büyük olmadığını ortaya koymaktadır. 9 Dolayısıyla bir kez daha fiyat cinsinden hesaplanan artı değerin “kabaca” artı değer oranının genel eğilimini ortaya koyacağını kabul edebiliriz.

İlk olarak, fazla ayrıntıya girmeden ve üretken emekle (değer üreten, sermaye açısından üretken olan emek) üretken olmayan emek arasında hayli genel bir ayrıma dayanan bir hesaplamayı sunarak devam edebiliriz. 10 Aşağıdaki şekil gelir yöntemiyle hesaplanan gayri safi milli hasıla serilerinden hareketle hazırlanmıştır. Artı değer oranı, bilindiği gibi, artı değerin değişken sermayeye, yani sermayenin bir üretim dönemi içinde işçilere emekgüçlerini yeniden üretebilmeleri için ödenen kısmına oranıdır. Başka bir ifadeyle artı değer oranı, üretken işlerde çalışan emekgücünün ürettiği değerin kapitalist tarafından el konulan kısmının, verili toplumsal ve tarihsel şartlar içinde emekgücünün yeniden üretimi için işçiye ödenmesi gereken kısmına oranıdır.

Burada yaptığımız hesaplamalarda üretken olmayan sektörlerde çalışanlara yapılan ödemeler, üretken emekgücü tarafından yaratılan artı değerden aktarılan bir pay olarak değerlendirildiği için, bu sektörlerdeki işçilerin ücretleri değişken sermaye tanımına dahil edilmemiştir. Dolayısıyla, bu ilk ve genel hesaplamada değişken sermaye, toplam işgücü ödemelerinden mali kuruluşlarda çalışanlar, serbest meslek ve kişisel hizmetlerde çalışanlar ve kâr amacı olmayan özel hizmetlerde çalışanlara yapılan ödemelerin çıkarılmasıyla hesaplanmıştır. Artı değer kütlesi ise gayri safi yurtiçi hasıladan cari dönem içinde sermayenin yıpranması için ödenen pay (sabit sermaye tüketimi) çıkarıldıktan sonra elde edilen net hasıladan (NYH) değişken sermaye tutarının düşülmesiyle elde edilmiştir. Bu iki sayının birbirine bölümü, artı değer oranına ilişkin genel tahminimizi vermektedir. 11 

 

Şekil 2: Türkiye Ekonomisinde Artı Değer Oranı (1987-2006)

Şekilde artı değer oranı için tahmin edilen düzeylerden (2006 için yaklaşık yüzde 300 vesaire) ziyade gözlemlenen eğilimleri değerlendirmek daha sağlıklı olur. Bu çerçevede şu söylenebilir: AKP iktidarının başlangıcıyla birlikte artı değer oranında yeniden artış eğilimi başlamıştır (oran 2001’de yüzde 263 seviyesinden 2006’da yüzde 299’a yükselmiştir). Göze çarpan bir diğer nokta, her ne kadar değerlendirmeye katılan zaman serileri kısa olsa da, 2004’ten sonra ivme yitiren büyümenin artı değer oranının seyrinde yansıma bulduğu yönündedir. 2004–2006 döneminde artı değer oranı kabaca yüzde 290–300 aralığında durağanlık göstermeye başlamıştır.

AKP iktidarının kriz öncesi dilinden düşürmediği “ekonomik istikrar” vurgusu bu şekle olduğu gibi yansımaktadır: İstikrar, işçi sınıfının maruz kaldığı sömürünün artırılmasından başka bir anlama gelmemektedir. Dolayısıyla grafikte, sermaye sınıfının AKP’nin temsil ettiği dönüşüm projesine gönülden bağlılığının yapısal nedenlerinden bir tanesini izleyebilmekteyiz. AKP, sömürü oranını yükselterek sermayeye yeniden can vermiş, son yirmi yılda artı değer oranı en uzun süreli artış eğilimini bu dönemde sergilemiştir. 12 

Sanayi ve hizmet sektörlerine ilişkin bulgular

Sanayi ve hizmet sektörlerine için yayınlanan istatistikleri kullanarak, toplam katma değerin yaklaşık yüzde doksanının üretildiği bu faaliyet kollarına ilişkin daha ayrıntılı bir hesaplama yapmak mümkün. TÜİK tarafından çeyrek dönemler itibariyle yayınlanan imalat sanayi istatistikleri üretimde çalışanlar ve diğer çalışanlara ait rakamları veriyor. Ancak yıllık olarak hazırlanan sanayi ve hizmet istatistikleri, imalat sanayi istatistiklerine kıyasla daha geniş bir kapsama sahip; dolayısıyla çeyrek dönemlik imalat sanayi istatistiklerinden elde edilen üretken emek/toplam imalat sanayi istihdamı oranları yıllık hizmet ve sanayi istatistiklerinde sunulan verilerle doğrudan doğruya örtüşmüyor. Yine de bu oranların belirli bir temsil gücüne sahip olduğunu varsayarak, bulduğumuz oranları daha geniş kapsamlı yıllık sanayi ve hizmet istatistiklerine uyguladık ve 2003–2006 dönemi için 13 imalat sanayi istihdamı içinde üretken emeğin oranı ve üretken emeğe yapılan ödemelerin toplam işgücüne yapılan ödemeler içindeki payını hesapladık.

İmalat sanayinde artı değer oranını hesaplamak üzere öncelikle ücretli çalışanlara yapılan maaş ve ücret ödemeleriyle, istatistiklerdeki adıyla söylersek, “işverenin” yaptığı sosyal güvenlik ödemeleri toplanarak çalışanlara yapılan ödemeler hesaplanmıştır. 14 Maaş ve ücretler toplamını tam zamanlı eşdeğer birimlerde ücretli çalışanların 15 sayısına bölerek elde ettiğimiz “kişi başı işgücü ödemesi”ni ücretli çalışanlar toplamıyla çarptığımızda “tam zamanlı eşdeğer birimlerde çalışanlara yapılan toplam işgücü ödemeleri”ne (TZ-İÖ) ulaşmış oluyoruz. TZ-İÖ ile imalat sanayi istatistiklerinden elde ettiğimiz üretimde çalışanlara yapılan ödemelerin toplam işgücü ödemelerine oranını çarparak, kapitalist tarafından üretken emeğe yapılan ödemelere, yani “değişken sermaye” tahminine ulaşılmıştır. Buna, daha doğru deyişle, değişken sermayenin parasal ifadesi de diyebiliriz.

Artı değer kütlesi, faktör maliyetiyle katma değerden değişken sermaye tutarı çıkarılarak elde edilmiştir. Bu şekilde ulaşılan “artı değerin parasal ifadesi”, üretken olmayan emeğe yapılan ödemeleri de içeren bir miktardır. Son olarak, hesaplanan artı değerin değişken sermayeye bölünmesiyle imalat sanayinde artı değer oranı hesaplanmıştır.

Hizmet sektörü, diğer sanayi sektörleri (madencilik ve elektrik, gaz, su) ve inşaat için durum bir miktar daha karışık, çünkü bu sektörlerde üretken emeğe yapılan ödemeleri az çok tutarlı bir biçimde tahmin etmemize yardımcı olacak istatistikler mevcut değil. Bu nedenle bazı basitleştirici varsayımlara başvurmak zorunda kaldık.

Bazı hizmet sektörleri bütün olarak üretken olmayan emek kapsamında, yani artı değer üretimine katkısı olmayan, ama artı değerden pay alan faaliyetler olarak değerlendirildi. Kabaca, profesyonel hizmetler (hukuk, mali müşavirlik, muhasebe, danışmanlık vb.), otelcilik-lokantacılık gibi kişisel hizmet faaliyetleri, otomobil tamirciliği gibi tamir, bakım, onarım işleri, eğitim ve sağlık hizmetleri bu kapsama dahil edildi. Dolayısıyla bu sektörlerde çalışanlara yapılan ödemeler, üretken hizmetlerde yaratılan artı değerden ödenen pay olarak ele alınmıştır. Üretken hizmetlerde üretim ve işin denetimi faaliyetleri dışında yer alan üretken olmayan emeği (üretken hizmetlerde satış, pazarlama, bakım vb. işlerde çalışanlar) ayrıştırmak amacıyla, üretken hizmetlerde üretilen katma değeri hizmet sektörlerinin toplam katma değerine bölerek elde ettiğimiz oranla ilgili sektörlerdeki toplam istihdamın çarpımı kullanılmıştır. Üretken hizmetlerde değişken sermayenin hesaplanmasında kullanılan formül aşağıda sunulmuştur:

 

Formülde,  üretken hizmetler katma değeri,   hizmet sektörleri toplam katma katma değeri,   hizmet sektörleri toplam katma değeri, Li üretken hizmetlerde tam zamanlı eşdeğer birimlerde çalışanların sayısı, 

ise üretken hizmetlerde kişi başı işgücü

 

ödemeleridir. Artı değerin hesaplanmasında, üretken olmayan emekçilere yapılan ödemelerle üretken emekçilere yapılan ödemelerin eşit olduğu varsayılmıştır.

İnşaat ve diğer sanayi kollarına ilişkin hesaplamalarda kullanılan formüller aşağıdaki gibidir:

Başka bir ifadeyle, inşaat ve diğer sanayi kolları için yaptığımız hesaplamalarda, imalat sanayine ait üretken emekçilere yapılan ödemelerin (TZ-İÖü) toplam işgücü ödemeleri (TZ-İÖ) içindeki payı, ilgili yıl için geçerli kabul edilmiştir. Artı değer kütlesi, aynı şekilde, elde edilen değişken sermaye tahmininin toplam sektörün katma değerinden çıkarılmasıyla bulunmuştur. Formülde k ile ifade edilen endeks, madencilik, elektrik, gaz ve su ve inşaat faaliyet kollarını, t ise ilgili yılı ifade etmektedir. 16 Aşağıdaki tablo, 2003–2006 yılları için sanayi ve hizmet sektörlerinin toplamı ve tek tek faaliyet kollarına (imalat sanayi, hizmetler, madencilik, elektrik, gaz, su ve inşaat) ilişkin elde ettiğimiz sonuçları ortaya koymaktadır.

 

Tabloda sunulan bulgular, büyüme hızında 2004’ten itibaren görülen ivme kaybıyla tutarlıdır. İmalat sanayi ve madencilik gibi sektörlerde artı değer oranının göreli olarak düşüklüğü de Türkiye ekonomisinin sektörel yapısında yukarıda bahsettiğimiz değişimiyle tutarlılık arz etmektedir. Hizmetler, inşaat ve elektrik vs. faaliyet kollarında nispeten yüksek olan artı değer oranı, söz konusu sektörel değişimin kaynaklarından bir tanesi olarak görülebilir.

Verilerin çok kısa bir süreyi kapsaması zamansal eğilimler üzerine herhangi bir değerlendirme yapma olanağı vermese de, dönem boyunca artı değer oranının yüksek seyrettiğini söylemek ve tablonun genel olarak, AKP’nin sermaye sınıfına verdiği hizmeti nicel olarak tescillediğini belirtmek yanlış olmayacaktır.

Aşağıdaki grafik seçilmiş imalat sanayi sektörlerinde artı değer oranının değişimini göstermektedir. Grafikte kalın çizgiyle işaretlenmiş imalat sanayi ortalamasının üzerinde yer alan sektörler, 2001 krizi sonrasında tekstil ve hazır giyim gibi emek yoğun imalat sektörlerinden otomotiv, kimya, elektrikli makine ve eşya gibi göreli olarak sermaye yoğun sektörlere kayış gerçekleştiğine işaret ediyor. Bu zaten bilinen bir olgu…

İmalat sanayindeki bu kayış, işçi başına düşen makine ve teçhizat donanımının daha fazla olduğu sektörlerdeki yoğunlaşma nedeniyle üretilen göreli artı değer kütlesinde bir artış olduğu anlamına gelir. Bu durum, üretken olmayan sektörlerdeki hızlı büyümeyi destekleyen artı değer üretiminin kaynaklarından bir tanesine ışık tutuyor. Dönem boyunca işsizliğin yüksek bir düzeyde seyretmesi, istihdam artışının katma değer artışına kıyasla çok düşük seyretmesi göz önünde bulundurulduğunda, uzun dönemde ekonominin bütününde hem nispi hem de mutlak artı değerin yükseldiği düşünülebilir. Ancak 2008 kriziyle birlikte nispi artı değerin yükseldiği bu sektörlerin yavaşladığını, kimilerinin çöküşün eşiğinde olduğunu bildiğimize göre, önümüzdeki süreçte bu yapı bu şekilde sürdürülemez. Diğer yandan işsizliğin daha fazla tırmanması, çalışma koşullarının sermaye lehine daha fazla dönüştürülmesi, sosyal hakların daha fazla budanması vs. sayesinde mutlak artı değer üretiminde artışın süreceği söylenebilir. Fakat kriz öncesinde zaten yüksek olan bu oranın bir sınırı olduğunu ve bu kaynağın mevcut dinamikleri sürükleme gücünün sınırlı kalacağı buna eklenmelidir. AKP ile TÜSİAD burjuvazisi arasındaki kavganın şiddetlenmesinde bu boyut göz önünde bulundurulmalıdır.

Bu kısa erimli bulgular bile şu tespitin altını bir kez daha çizmek için yeterlidir: AKP’nin sermaye sınıfıyla imtihanında esas kozu, sömürü oranının yükselmesine ve belirli bir seviyede tutulmasına yaptığı girdilerdir. Görülmemiş düzeylere tırmanan işsizlik, sigortasız,  güvencesiz, kölece çalışma koşulları, sosyal ücretin giderek budanması ve ülkenin bir oteller, alışveriş merkezleri, özel hastane ve özel okul yuvasına dönüştürülmesi; bunların hepsi AKP’nin sermaye sınıfının hanesine yazdığı “kazanımlardır”. Bu kadar hizmetten sonra, Çalık’a kıyak yapılmış, THY Tuskon’cu patronlara Afrika seferleri koymuş çok mu? AKP’nin TÜSİAD’a söylediği budur…

Dipnotlar

  1. “TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç: Vergide siyasallaşma ciddi endişe konusu”, Milliyet, 2 Ekim 2009.
  2. Serpil Yılmaz, “Ali Koç: MÜSİAD daha çok dikkate alınıyor. TÜSİAD üyeleri de ‘açılım’ istiyor!”, Milliyet, 2 Ekim 2009.
  3.  Tartışmalarla ilgili bir değerlendirme için şu yazıya bakılabilir: Birdal, Alper, “TÜSİAD küme düşer mi?”, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/alper-birdal/tusiad-kume-duser-mi-18870, 05.10.2009.
  4. İnisiyatifin ne ölçüde AKP’ye geçtiğinin bir örneği, Doğan Grubu’na yapılan operasyonun Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan’ın Mekke şovları sırasında gerçekleşmiş olması ve operasyon ilan edildikten sonra, Ertuğrul Özkök’ün rica minnet New York Times’da yazdırdığı yazıyı Doğan medyasının ABD’den destek olarak pazarlamaya çalışmasıdır. Ancak TÜSİAD’ın inisiyatif yitiminin, Türkiye’nin tekelci oligarşisinin tam boy teslimiyetine sahne olan bir döneme açılacağını beklemek süreci fazla hafife almak anlamına gelir.
  5.  Okuyan, Kemal, “Devletin çözülüşü hikaye mi?”, Gelenek, sayı: 104, Ağustos 2009, s.9.
  6. Bu yazı kaleme alındığı sırada gazetelerde okuduğumuz bir haber, bir zamanların “yükselen değeri” Cem Uzan’ın hapse girmemek için pılını pırtısını toplayıp kaçtığını duyuruyordu. Artık ma’aile kaçak durumunda olan Uzanlar, ağzı burnu kırılanlar kategorisinde ilk sıralarda anılmak durumunda.
  7.  Sanayi sektörünün 1998’de milli gelir içindeki payı yüzde 27,7 iken, 2008’deki payı yüzde 27,3, 2009’un ilk altı ayındaki payı ise yüzde 27,8. Tam anlamıyla bir yerinde saymadan bahsedebiliriz.
  8. Sanayi sektörlerinin sınıflandırılmasında daha önce Uluslararası Standart Sanayi Sınıflaması (ISIC) kullanılmaktayken, 2005 sonrasında Avrupa Topluluğu’nda Ekonomik Faaliyetlerin Sınıflaması  (NACE) kullanılmaya başlanmıştır. Çok ayrıntılı sanayi istatistikleri olmadan iki sınıflama arasında bir denklik kurmak mümkün olmamakta, bu da 2005 öncesi verilerle 2005 sonrasının karşılaştırılmasında zorluklar yaratmaktadır.
  9. Örneğin Khanjian, ABD’de Artı Değer Oranının Değer ve Fiyat Cinsinden Ölçülmesi ve Ölçümler Arasında Karşılaştırma, 1958–1977 başlıklı doktora tezinde, değer cinsinden artı değer oranının fiyat cinsinden oranlardan ortalama yüzde 6–9 arasında saptığını ortaya koyuyor. Khanjian bu farkı değerlerle fiyatlar arasındaki sapmaya bağlıyor.
  10. Burada şu notu düşmek önem taşıyor: Üretken emek-üretken olmayan emek ayrımı, ne ilkinin “gerekli” ikincinin “gereksiz” olduğu, ne de farklı emek türleri arasında sosyopolitik (üretken emek eşittir işçi sınıfı, üretken olmayan emek eşittir küçük burjuvazi gibi) bir farklılık olduğu anlamına gelir. Zira, örneğin bir temizlik işçisinin üretken olmayan emek kapsamına girmesi, ne temizlik işlerinin gereksiz olduğu, ne de asgari ücretle günde on iki saat, çoğu zaman sigortasız çalışan temizlik işçilerinin “küçük burjuva” olduğu anlamına gelir. Basitçe üretken emek, bir, sermayeyle değişilen, yani kapitalist biçimde istihdam edilen ücretli emektir; iki, kullanım değerleri yaratan veya onları dönüştüren emektir (Shaikh, A ve E. A. Tonak, Measuring the Wealth of Nations, Cambridge University Press,  New York, 1994, s.30). Yazarların belirttiği gibi, “Kapitalist biçimde istihdam edilen bütün emek türlerinin, ister üretken ister üretken olmayan emek olsun, sermaye tarafından sömürüldüğünü belirtmek önem taşımaktadır” (A Shaikh ve E.A. Tonak age, s.31).
  11.  Daha iyi bir tahmin, özel şirketlerin net kira ve faiz ödemelerinin artı değer kütlesine eklenmesiyle elde edilebilir. NYH esasen kâr, ücret, vergi gelirleriyle hane halklarına ve devlete ödenen net faizin toplamını ifade etmektedir. Ancak özel şirketlerce mali sektöre ödenen net faiz ve şirketlerin net kira ödemeleri NYH’ye dahil değildir; çünkü bunlar ara girdi olarak kabul edilmektedir (A. Shaikh, E.A Tonak, age, s.145–146). Dolayısıyla bu iki kalemin NYH’ye eklenmesiyle tahmin edilen artı değer kütlesi doğruya daha yakın olacaktır, ancak bu rakamlara özel şirket bilançoları gibi erişimimiz olmayan kaynaklardan ulaşmak mümkün olduğundan hesaplamalarımıza dâhil edemedik. Dolayısıyla şu söylenebilir: Yukarıdaki şekilde sunulan artı değer oranı olması gerekenden daha düşüktür.
  12.  Bundan yirmi bir yıl önce Darphane ve Damga Matbaası’nda greve çıkan işçilere, “20. asrın son çeyreğinde modern köleliğin ikame edilmek istendiği ülkemizde kararlı mücadele erlerine ihtiyacımız vardır. (…)  Zafer inançları ve haklarını koruma mücadelesini yılmadan verenlerin olacaktır” diyerek destek veren Erdoğan’ı, bir açıdan, partisinin iktidarında işçilere ne yapmaları gerektiğini önceden haber vermiş kabul edebiliriz. http://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/grev-olursa-tekrar-gidecek-mi-haberi-18783, 02.10.2009.
  13. Yıllık Sanayi ve İşgücü İstatistikleri’nin sonuncusu 2006 yılına aittir.
  14. Sosyal güvenlik payının dahil edilmesi, değişken sermayenin hesaplanmasında çıplak ücretten ziyade, sosyal ücretin dikkate alınması gereğinden kaynaklanmaktadır.
  15. “Tam zamanlı eşdeğer birimlerde ücretli çalışanlar” TÜİK tarafından şu şekilde tanımlanmaktadır: “Tüm yıl tam zamanlı çalışanların standart çalışma zamanından daha az süre çalışan kişilerin sayısına ilişkin değer, birimde tüm yıl tam zamanlı çalışanların çalışma süresi dikkate alınarak tam zaman eşdeğere dönüştürülmesiyle elde edilmektedir.” Yani tam zamanlı eşdeğer birimlerde ücretli çalışanlar sayısını kullanarak, yarı zamanlı çalışanlar ve çırakları da değişken sermaye ve artı değerin hesaplanmasına dahil etmiş oluyoruz.
  16.  İstatistik eksikleri ve var olan istatistikî kategorilerden Marksist kategorilere uyumlu sonuçlar türetmekle ilgili zorluklar nedeniyle bazı gerçekçi olmayan varsayımlar yapmak zorunda kaldığımızın farkındayız. Ancak bu varsayımların, elde ettiğimiz artı değer oranlarının hareketi üzerinde çok ciddi bir bozulmaya neden olmadığı umudunu taşıyoruz.